KEKLİK, DEYİP GEÇMEMELİ


Deniz, yaz dinlencesini ninesiyle dedesinin yaşadığı Anadolu’nun unutulmuş, uzak bir köyünde geçirir bu yıl. Ninesiyle dedesini yeniden görmenin sevincini doyasıya yaşamaya başladı bu küçük köyde. Her sabah erkenden uyanıp bazen dedesiyle kırlara gidiyor bazen de evde kalıp ninesiyle türlü konuları konuşurken ona yardım ediyor.

Köy havası, bir başka güzel… Sabah erkenden uyanıyor çil horozun ötüşüyle. Yatağından kalkar kalkmaz evlerinin önünde şırıltısı işitilen çeşmede elini, yüzünü yıkıyor. Buz gibi suyun soğukluğuyla ilk başlarda ürperse de sonradan alıştı ona. El, yüz yıkama işinin ardından güneşin yüksek dağların arasından doğuşunu izliyor doyasıya. Onu izlerken sabah yelinin serinliğini, havanın temizliğini içine çekiyor. Güne başlar başlamaz yaşamın köylerde ne denli anlamlı, sağlıklı, dolu dolu olduğunu fark ediyor her sabah.

Evde iyi bir işbölümü var. Deniz’in görevi, kahvaltıdan önce kümesten taze yumurtaları getirmek, sonrasında ise bahçeden taze sebzeleri toplayıp yıkadıktan sonra sofraya koymak. Yumurtaları, sobanın üstünde kaynatmak da onun işi. Bu sabah kahvaltılarını erkenden yapmaya başladılar birlikte ninesinin birbirinden güzel anılarını dinleyerek. İçinden: “Bu ninem de ne kadar çok şey biliyormuş. Ayrıca neler yaşamış neler…” diye geçirdi. Ninesini dinlemek, kitap okumak gibi bir şey… O kadar çok bilgi öğreniyor ki ondan, bunu anlatmak olanaksız.

Kahvaltılarını mutluluk içinde bitirdiler. Deniz, bugün dedesiyle tarlaya gidecek. Orada yapılacak işler var. Dedesine yardım edecek. Bu nedenle çok heyecanlıydı kahvaltı yaparken. Karınlarını doyurduktan sonra tarlaya doğru yola çıktı dede ile torun. Yol boyunca sorular sordu dedesine Deniz. Çünkü çevrede gördüğü ne hayvanları ne de ağaçları tanıyordu o. Türlü türlü kuşlar, böcekler, memeli hayvanlar, otlar, çiçekler, ağaçlar, çalılar, tarlaları kaplayan ürünler gördü. Çoğunun adını bilmiyordu. O, dedesine peş peşe sorular sordukça güngörmüş adam bıkıp usanmadan, sabırla yanıtlıyordu onun sorularını. Kimi zaman onun gözünden kaçanları da anlatıp tanıttı çocuğa.

Sonunda sapsarı başakları bulunan bir tarlanın önünde durdular. Dedesi: “Geldik güzel torunum! Burası bizim buğday tarlamız.” dedi. Çocuk, buğday başaklarının incecik sapları üstünde esen yelle nazlı nazlı, uyumlu sallanmalarına hayran kaldı. Tarlanın içinde adlarını bilmediği kuşlar vardı. Bir iniyor, biri kalkıyordu başakların arasında.

İri bir kuş dolaşıyordu tarlanın kıyısında. Tam ona gözlerine dikmiş izlerken başakların içinden ona benzer bir başka irice kuş çıktı. Deniz, ses çıkarmadan yavaşça yanaştı onlara doğru. Kuşlar, biraz şaşkın uçmakla uçmamak arasında ikircikli davrandı.

Çocuk, durdu olduğu yerde. Hafifçe gülümseyerek ve yumuşak bir sesle: “Benim adım Deniz... Korkmayın benden sakın! Ben, size zarar vermem. Çünkü ben tüm hayvanların, bitkilerin, kısacası doğanın dostuyum. Sizinle tanışmak isterim. Sizlerin adlarını öğrenebilir miyim?” dedi.

Kuşlardan biri, yüzü ve boynunun altı ak, bu aklığın çevresi siyah olanı yanıtladı çocuğu: “Benim adım. Dertli… Türümün adı da kınalı keklik… Sizinle tanıştığıma çok memnun oldum.” dedi. Sonrasında kendine özgü bir ötüşle sevincini belli etti ve kanatlarını birkaç kez çırptı çocuğu selamlamak için.

Çocuk: “Sağol Dertli kardeş! Seninle tanıştığım için çok mutlu oldum. Senin adın niye Dertli?”

Dertli: “Bazı insanlar bizi bilinçsizce avladılar. Bu avlanma yüzünden soyumuz neredeyse tükenmek üzereydi. Eee, bizim sayımız azalınca keneler çoğalıp her yanı sardı. İnsanlar; tarlalara, bağlara, bahçelere gidemez oldular. Hatta evlerinin önüne bile çıkamadılar korkudan. Keneler çok sayıda insanı ısırdılar. Bazıları sağlatılarak kurtarıldı, ancak bazıları da yaşamlarını yitirdiler kene ısırığı yüzünden. Bu durum, ülkenin yetkililerini harekete geçirdi. İyi insanlar, soyumuz tükenmesin ve keneler çoğalmasın diye bizim için çiftlikler kurdular. Orada çokça ürememizi sağladılar. Biz çoğaldıkça çok mutlu oldular. Büyüyen yavruları doğaya saldılar törenlerle. Ben de tam bir yıl, o çiftliklerde tutsak yaşadım. Onun için her gün dertlendim ve yanın yanık öttüm orada. Bunun için bana, oradaki bakıcılarımız ‘Dertli’ adını verdiler. Sonrasında buraya getirip dedelerimin, ninelerimin yaşadıkları topraklara bıraktılar beni. Çok mutlu oldum bu topraklara geldiğim için. Ancak dertli dertli ötüşüm burada sürdü. Alışkanlık işte…”

Çocuk: “Yaşam öykünüz ilginçmiş. Demek ki sizleri korumak gerek bilinçsiz ve sorumsuz avcılardan.”

Başaklar arasından gelen kuş, buğday sapları arasından başını uzatarak: “Bana insanlar “çil keklik” derler. Ancak arkadaşlarım ve tüm tarla kuşları bana “Çilli” der. Ben de çok memnun oldum seninle tanıştığım için Deniz. Ben de Dertli gibi çiftlikte doğdum. Yetişkin olunca karşı tepeye bıraktılar beni. Buğdaylar olgunlaşınca Dertli ile burada buluştuk.” dedi başını aşağı yukarı sallayarak selamladı çocuğu.

Dede, girdi söze: “Keklikler, biz çiftçilerin dostları… Onları çok severiz. Ülkemizde onlar üzerine yazılmış çok sayıda şiir ve öykü, bu güzel kuşlara yakılmış türküler var.” dedi.

Çocuk: “Buğday tarlasında ne yapıyorsunuz siz?”

Dertli: “Yere düşen buğday taneleri, tarlada bulunan başka otların tohumları ve kıyıda tek tük bulunan ağaçların meyvelerini yemek için buradayız.”

Çilli: “Tarlanın içinde ve çevresinde bulunan zararlı böcekleri de yeriz. Özellikle yavrularımızı büyütürken onlara yalnızca böcek yediririz. Çünkü protein, onların büyümesini hızlandırır. Bunun için yavrularımız, kısa sürede büyüyüp yuvadan ayrılır.”

Deniz: “Yediğiniz böcekler arasında bizim için tehlikeli olanlar var mı?”

Dertli: “Yediklerimiz arasında insanları ısırdığında ölümcül sonuçlara yol açan keneler var. Keneler, sizi ölümle karşı karşıya getirirken bizim yavrularımıza can verip onların hızlı büyümesini sağlar. Biz de yavrularımız hızlı büyüsün diye durmaksızın keneleri toplarız bir bir.”

Çocuk: “Sağolun Dertli ve Çilli kardeşler bize yaptığınız iyilikler için. Size çok şey borçluyuz bu yaptığınız iyilikten ötürü.”

Çilli: “Biz yalnızca size ve ürünlerinize zarar veren böcekleri toplayıp yemiyoruz. Yediğimiz meyvelerin çekirdeklerini, türlü otların tohumlarını dışkılayarak toprağa ekiyoruz. Baharda, buraya gelsen rengârenk çiçekler açar her yanda. Çevrede gördüğüm meyve ağaçları da bizlerin sayesinde var. Bizim toprağa bıraktığımı tohumlar çok geçmeden büyür ağaç olur. Meyve verir onlar. Siz de sıcakta diliniz damağınız yapıştığında o meyveleri yiyip ferahlarsınız.”

Dertli: “Bak Deniz, karşıdaki ahlat ağacını görüyor musun? İşte, onu büyük, büyük dedem dikti. On gün sonra dalındaki meyveler olgunlaşacak.  Biz de onun meyvelerini yiyip tohumlarını ekeceğiz toprağa.”

Çocuk: “Çok sağ olun. Sizin iyilikleriniz unutulacak gibi değil. Sizlerle tanıştığım için çok sevinçli ve mutluyum. Hele verdiğiniz bilgiler, çok değerli ve önemli. Vakit iyice geçti. İzninizle sizden ayrılıp köyümüze dönmek istiyorum. Çünkü ninem bizi bekliyor. Geç kalırsak bizi çok merak eder.” dedi çocuk üzgün bir sesle.

Derli ve Çilli bir ağızdan: “Güle güle Deniz… Seni tanığımız için biz de sevinçli ve mutluyuz. Yine gel buralara. Bir dahaki gelişinde yavrularımızla da tanıştırırız seni. Pamuk Nine’ye de çok selam söyle bizden.” dediler. Ardından ikisi birden kanat çırpıp çocuğun başının üstünde üç kez döndüler.

Deniz, dedesinin yanına gitti biraz sevinçli, biraz da üzgün olarak. Dede, torunun sevincinin de üzüntüsünün de nedenini anladı. “Üzülme çocuğum, yine geliriz buraya. Yine bu kanatlı arkadaşlarınla söyleşirsin.” dedi.

Çocukla dedesi sırtlarına taşıyabilecekleri kadar yükler alıp yola koyuldular eve gitmek için. Dedesi önce “İki Keklik” türküsünü söyledi yanık sesiyle. Ardından “Keklik Gibi Kanadımı Süzmedim” türküsüne geçti.

Türküler bitince Deniz, dedesini elinden tutup durdurdu yolun ortasında. İki elini sıkıca tutup gözlerine dikkatlice bakıp: “Söz ver bana dede bu türküleri bana öğreteceğine. Yaşadığımız kente dönünce bu türküleri arkadaşlarıma, öğretmenlerime, komşularımıza söyleyeceğim. Ayrıca burada yaşadıklarımız anlatacağım onlara.” dedi düşünceli düşünceli.

Dede: “Söz veriyorum sana bu türküleri de yanı sıra başkalarını da öğreteceğime. Türküler, bizim yaşamımız… Biz, ne yaşarsak onları türkülerle anlatırız. Onların içinde sevinçlerimiz, mutluluklarımız, acılarımız, üzüntülerimiz, ayrılıklarımız, kahramanlıklarımız var. Öğren ki binlerce yıldır bu topraklarda yaşananları bil. Başkalarına öğret ki onlar bilsin. Böylece bu toprağın kültürel varsıllıkları kuşaklar boyunca sonsuza dek yaşasın.” derken gözünden iki damla mutluluk gözyaşı damladı aksakalına.

Eve vardıklarında yorgunluklarını unutmuş, çok sevinçliydiler. Ninesi evin önündeki dut ağacının altına sofrayı kurmuş, onları bekliyordu. Hepsi bakır sininin çevresini aldı. İçtikleri çorba, yedikleri her lokma boğazlarından bir keklik ötüşü ve türkü ezgisiyle onlara can oluyordu.

Torun, dedenin gözlerine baktı yemekten sonra. İlk türkü başladı sofradan kalkmadan. Nine de onlara eşlik etti. Karşıdan dolunay yükselmeye başladı yıldızlar arasından. Onlar da ışıklarıyla sofradakilere katıldı.

Gece türküye, türkü gökyüzüne, gökyüzü yüreklerine karıştı. Gönülleri coşkun bir sel gibi akıp bozkıra yaşam iksiri oldu.

                                               Adil Hacıömeroğlu

                                               19 Ağustos 2025

 

 

 


KİTAP OKUMA VE MATEMATİK BAŞARISI


Bir kişinin düzenli kitap okuması, yaşamının tüm alanlarına olumlu olarak yansır. Özellikle küçük yaşlarda kitap okuma alışkanlığı kazananların okumayanlardan ayırt edilmesi çok kolay. Okuma, kolayca davranışa dönüşür; yaşam görüşüne, insan ilişkilerine, ders başarılarına, zekâ gelişimine, düşünsel olgunlaşmaya, kişide duygudaşlığın davranışa dönüşmesine yansır.

Öğrencilerin ve velilerin en büyük sorunu, matematik… Nedense ülkemizde matematik dersi, öcü olarak görülmekte, gösterilmekte. Çocuklar, küçük yaşlarda matematiğe karşı önyargılarla koşullandırılıyor. Bu dersi başarmanın çok zor olduğu onlara anlatılıyor. Bunu yapanlar da genellikle çocukların yakınları, en başta da anne ve babaları. Böyle yaparak çocuklarına ne denli zarar verdiklerinin farkında bile değiller.

Yıllar önce bir dersanede çalışıyordum. Bu kurumda birbirinden değerli öğretmenler tanıdım. Neredeyse her gün eğitim üzerine konuşulurdu öğretmenler odasında. Bu konuşmalar, çok düzeyli ve eğitici olurdu. Özellikle arkadaşlarımızın öğretmenlik deneyimlerini anlatmaları çok değerliydi. Karşılıklı öğrenirdik birbirimizden bu yolla. Burada tanıdığım ve asla yaşamım boyunca unutamayacağım öğretmenlerden biri de çok genç yaşta, 13 Ağustos 2000 günü uçmağa varan Sadettin Karasulu idi (Yazıyı kaleme aldığım bugün, onun aramızdan ayrılışının 25. yılı, sevgili öğretmenimizi bu nedenle özlem ve saygıyla anıyorum.). O; başarılı, bilgili, üretken, yaratıcı bir matematik öğretmeniydi. Benden daha büyüktü yaşça. Meslekte de benden eskiydi. Onunla öğretmenlik üstüne konuşmaktan mutluluk duyardım.

Bir gün öğretmen odasındayız. İkimiz farklı köşelerde oturmuş çay içiyor, bir yandan da ders hazırlığı yapıyorduk. Bu arada ona bir veli geldi çocuğunu durumuyla ilgili konuşmak için. Öğrencinin matematikten başarılı olması için bir şeyler anlattı veliye. Sonra yüksek sesle: “Siz, bu konuyu karşı masadaki Adil Bey’le görüşün.” dedi. Veli de “Ama o, Türkçe öğretmeni…” dedi şaşkınlıkla. Sadettin Bey: “Sorun Türkçede… Çözüm, Adil Bey’de… Çünkü sizin çocuğunuz düzgün okuyamıyor. Okuduğunu anlayamıyor.” dedi ısrarcı bir dille. Neyse veli gelip karşıma oturdu ister istemez, çocuğu da yanında. Öncelikle bu konuda önce veliyi, sonra öğrenciyi ikna etmek gerek. Bunun için az da olsa dil döküp örnekler verdim sınav sorularıyla ilgili. Çocukla danışarak bir kitap okuma izlencesi hazırladık. Belirlediğimiz kitapları okuyacağına söz verdi öğrencimiz. Arada bir görüşüp okunan kitapları değerlendirdik. Giderek okumaya karşı ilgisi güçlendi çocuğun. Bu izlence yıl boyu ödünsüz uygulandı. Sonunda öğrenci istediği okulu kazandı.

O dönemde Anadolu liseleri sınavları, beşinci sınıfın sonunda yapılıyordu. Doğal olarak bu yaştaki, yani ergenlik öncesi çocuklarda soyut düşünme henüz gelişmez. Çocuklar, bu nedenle somut düşünür.  Okuma alışkanlığı edinememiş çocuğun da soyut kavramlar, simgeler üzerine kurulu matematiği anlamaması olağan. Demek ki çocuğun soyutluk üzerine kurulu matematiği anlaması, öncelikle soyut anlamı kavraması gerekir. Biz de öyle yaptık. Öğrencinin soyut anlamaları kavraması için ona okuma alışkanlığını kazandırdık.

Kitap okuyan kişinin dil ve düşünmede odaklanması kolaylaşır. Bu kişilerde dil ve düşünce gelişir. Burada matematiğin de bir dil ve düşünmen in ağırlıkta olduğu bir bilimi olduğunu belirtmeliyim. Matematiğin de bir dili, düşünme biçimi var. Bu dil ve düşünme yolu soyuttur. Matematiğin dili simge, formül ve rakamlar... Okuma alışkanlığı olan kişinin okuduğunu anlaması, anladığını kavrayıp anlatması kolaylaşır. Ayrıca okuyan kişi, soyut kavramların anlamlarını kolayca anlar. Okuma alışkanlığı olan öğrenci,  matematik sorusunu çözmeye başladığında soyutlamaya dayalı simgeleri, formülleri, kavramları kolayca anlayıp düşünce geliştirerek soruyu kolayca çözer.

Kitap okuma, kişiye düş kurmayı öğretir. Bir öğrencinin matematiği anlaması, ona sorulan soruları çözmesi için düşlemler kurmalı. Düşlemler, soyut kavramlarla dolu matematik sorusunu görünür kılar. Bu görünürlük, öğrencinin yeni düşlemleriyle derinlik kazanır. Bu da öğrencinin akıl yürütmesini sağlar. Aslında matematik, satranç gibi. Bir sonraki hamle ya da hamleleri görmek gerekir. Bu da konuyu iyi anlamak ve var olanlar üzerinde düşlemler kurup akıl yürütmekle olur.

8. ve 12. sınıflar sonunda yapılan merkezi sınavlar ele alındığında, soruların hazırlanma biçimine bakıldığında okuma alışkanlığı kazanmış öğrencilerin ne denli şanslı oldukları kolayca anlaşılabilir. Çünkü hangi dersten olursa olsun sorular, okuma ve anlamaya dayalı. Okum, anlama, anlatma, odaklanma, karşılaştırma alışkanlığını kazanmamış öğrencilerin bu sınavlarda başarılı olma olasılıkları çok düşük ne yazık ki. En zor olarak kabul edilen matematik sorularının üstesinden gelmek, ancak okuma alışkanlığıyla olanaklı olabilir.

Öğrencilerin kitap okuma alışkanlığı kazanmasının onların düşünsel ve duygusal gelişimini olumlu yönde etkilediği bilinen bir gerçek. Bu nedenle zor olarak görülen matematiğin kolaylaşması okuma alışkanlığının kazanılmasına bağlı. Bu nedenle anne, baba ve öğretmenlerin ilk yapacakları iş, öğrencilere okuma alışkanlığı kazandırmak. Bundan sonra her şey çok kolaylaşacak. O halde kolay dururken güç olanın içinde debelenmek niye?

                                               Adil Hacıömeroğlu

                                               13 Ağustos 2025

 

 

ÇOCUKLAR, ANNE VE BABALARIN YATIRIM ARACI MI?


Birçok anne ve baba, çocuklarına verdikleri emekler, onların yetişmeleri için gösterdikleri özveriler nedeniyle dünyaya getirdikleri, yaşama hazırladıkları yavrularının kendilerine borçlu olduklarını dile getirir. Bu düşünce, haklı ve doğru mu acaba?

Yaşam, özverilerle gelen mutluluklar üstüne kurulu. Dünyanın bütün canlıları üreyip çoğalır. Bu, doğanın değişmez kuralı... Üreme, birçok canlıda çiftleşmenin bir sonucu olarak görülür. Çiftleşme, hem dişinin hem de erkeğin zevk aldığı bir eylem. Demek ki insan olsun hayvan olsun çoğalma güdüsüyle çiftleştiğinde zevk alıyor, mutlu oluyor. O zaman insan yavrusunun yaşamı da bir zevk ve mutlulukla başlıyor. Bir çocuk, dünyaya gelmeden önce anne ve babasına bu konuda bir istek bildirmiyor. “Beni dünyaya getirin.” diye yalvarmıyor. Onun dünyaya gelmesi tamamen büyüklerinin isteğiyle oluyor. Doğduktan sonra onu yaşamda tutmak için çaba gösteren de anne ve babası. Bundan da anlaşılıyor ki bir bebeğin doğup büyümesi, okullara gitmesi tamamen kendi istenci dışında gelişiyor. Bir çocuk, kendi istenci dışında yapılan işlerden niye sorumlu ya da borçlu olsun?

Anne ve babalar, çocuk ana rahmine düştüğü andan başlayarak onun her günkü gelişiminden mutluluk, heyecan ve sevinç duyar. Yaşamlarını, doğacak çocuklarına göre düzenlerler. Artık yaşamlarının merkezinde o vardır. O, doğduğunda ise dünyalar onların olur. Çocuğun doğması, aile için dünyanın en güzel, en çok mutluluk veren, en heyecanlı ve tansıklarla dolu bir an. Bunu ölçmek, tanımlamak olanaksız. Anne ve babanın dışında dedeler, nineler, teyzeler, halalar, dayılar, amcalar, varsa büyük kardeşler, uzak ya da yakın tüm akrabalarla eş dost, konu komşu yeni doğan çocuğu sevinçle karşılar. Doğmadan önce de onu heyecanla bekler herkes. Demek ki bir çocuk, dünyaya tüm ailenin isteği üzerine geliyor. Yalnız bazı nedenlerle istenmeyen çocuklarda toplumsal nedenlerle aynı mutluluğu, heyecanı göremeyiz. Bu tür çocuklar, çok az ve konumuz dışındadır.

Bir anne ve baba düşünün ki çocuklarının her anından tanımsız bir sevinç, mutluluk, heyecan duyar. Çocuğu için ne yaparlarsa isteyerek ve büyük bir mutlulukla dolu görev anlayışıyla yaparlar. Çocuklarıyla her an gurur duyarlar. Onları mutlu ederken kendileri, onlardan katbekat mutlu olur. Gece demez gündüz demez onu düşünürler. Yaşamının her anını ona göre planlarlar. Ona dokunuşu, çocuğunun sesini işitmesi mutluluğun en büyüğü değil mi? O, anne ve babanın en büyük kahramanı ve tansığı olarak görülmüyor mu?

Anne ve babalar, çocukları için yaptıkları özverileri, harcadıkları emekleri isteyerek ve zevkle yapar. Çocuğun varlığı, bir aile için en büyük varsıllık sayılmıyor mu?

Bazı anne babalar, ne yazık ki çocukları için harcadıkları paraların hesabını yapıp bunu onların yüzüne vurur. Kimi zaman onlara kızdıklarında ya da istedikleri başarılara ulaşamadıklarında çocukları için yaptıkları özverileri anlatırlar pişmanlıkla. “Bak, seni özel bir okula yazdırdık kısıtlı bütçemizle. Kurslara gönderdik seni, yemeyip içmeyip. Başka çocuklardan daha iyi yaşamanı sağladık. Yemedik yedirdik, içmedik içirdik, giymedik giydirdik, gezmedik gezdirdik. Ne istediysen yaptık. Şimdi sen kalkmışsın bütün emeklerimizi yok sayıyorsun, olur mu böyle şey?” demekteler. Ya da… “Us dışı yaramazlıklarına katlandık. Altını değiştirdik. Sayrı olduğunda geceleri uyumayıp başında bekledik. Gerekli gereksiz ağladığında kızmayıp sabrettik. Çok zor çocuktun, çok…” diye söylenirler. Bu tür davranışlar, konuşmalar çocukları ezim ezim ezer. Onların evlerine bağlılıklarını gevşetir. Anne ve babaya güven duygularını azaltır. Bir kişi için, hele de çocuğunuzsa yapılan özveriler, harcanan paralar, verilen emekler yüze vurulmaz. Bu, insancıl bir davranış olmadığı gibi görgüsüzlüktür de.

Sana dünyanın en büyük mutluluklarını tattırmış, en büyük sevinçlerini ve heyecanlarını yaşatmış, seni yaşam yolculuğunda olgunlaştırmış ve en önemlisi de sana dünyanın en kutsal adları olan “anne, baba” sözleriyle seslenmiş çocuğuna, onun için yaptıklarını anımsatıp minik yavruyu yerin dibine batırma.

Kimi anne ve babalar ise çocukları yetişkin olduklarında verdikleri emekleri bir biçimde kendilerine ödemelerini bekler. Yahu arkadaş, sen çocuğunu yetiştirmek için harcadığın emekleri, ona borç mu verdin de sana borcunu ödesin? Eğer sen, çocuğunla saygı, sevgi, güven temelinde sağlam bir ilişki oluşturmuşsan zaten çocuğunun senden duygusal kopuşu söz konusu olamaz. Böylece aranızda borç harç ilişkisi de gündeme gelmez.

Çocuklar, dünyaya gelmek için anne ve babalarına başvuruda bulunmuyor. Onların hiç haberi yokken dünyaya geliyorlar. Bu nedenle onları borçlu olarak görmek niye? Onlar bir yatırım aracı mı ki sonrasında kazanç sağlasınlar sana?

Ey anne ve babalar, çocuklarınızı yatırım aracı olarak görmeyiniz. Onlarla ilişkilerde duygudaşlık yapınız. Canlıların tümünde büyükler verici, küçükler alıcıdır. Bu, dünya var olduğundan beri değişmez bir kural. Siz doğada yaşayan anne ve babaların yavrularını yatırım aracı olarak gördüğüne tanıklık ettiniz mi?

Eğer çocuklar, anne ve babaları yaşlandıklarında her koşulda onların yanındaysa bu onların duygudaşlığını ve vicdanlarının geliştiğini gösterir. Bu da anne babanın yetiştirme biçimiyle ilgili ve bir borç ödeme değil!

Çocuklarımızı büyütürken nasıl sevinç, mutluluk, heyecan içindeysek ve keyifleniyorsak; onların yetişkinliklerinde de aynı duyguları taşımalı. Onları kulumuz, hizmetçimiz olarak görmemeli. Biz, onlara karşı görevimiz yaptık; onlar da kendi çocuklarına karşı aynı şeyleri yapacak. Doğal döngü, böyle sürüp gidecek. Bu döngüyü değiştirmeye çalışmak, büyük bir yanlış. Doğanın gücü, onu değiştirmeye çalışanları ezip geçer.

                                               Adil Hacıömeroğlu

                                               12 Ağustos 2025


KUPKURU DAL

Ormanda kupkuru bir dal gibisin

Varsıllık içinde yoksul gibisin

Çırpınıp dursan da elsiz ayaksız

Son deminde esen bir yel gibisin

 

Önünü görmezsin düşersin boşa

Şirinlik etsen de gitmezsin hoşa

Işıksız kalırsın koşarsın loşa

Çamurlar taşıyan bir sel gibisin

 

Zavallılık edip dertler yanarsın

Dalkavuk çokçadır ona kanarsın

İyiyi anlamaz kötü anarsın

Dalgalarda su alan sal gibisin

 

Gerçeği bilmezsin işin yalandır

Sözünü bilmeyen artta kalandır

Haddini aşarak yaşam çalandır

İnsana kasteden bir el gibisin

 

Adil’im günleri bilir sayarım

İnsanlık erdemi asıl ayarım

İyiyle güzeli durmaz yayarım

Toprağın bağrında bir bel gibisin

                               Adil Hacıömeroğlu

                               11 Ağustos 2025

MARKETLERDE İNSANLIK DIŞI ÇALIŞMA KOŞULLARI


Cuma akşamı eve dönerken yolumun üstündeki bir markete uğradım bir şeyler almak için. Birkaç ürün alıp kasaya doğru yürümeye başladım. Ortada yığılan ürünlerin kıyısında oturan market çalışanı bir kızcağız gördüm. Başı ellerinin arasında iki büklüm oturuyordu. O denli yorgun ve bitkim görünüyordu ki onu gören birinin yüreğinin sızlamaması olanaksız.

İçim yandı kızcağızın durumuna. Tam da aldıklarımı raflara geri bırakmak için döndüğümde seslendi bana yorgun savaşçı: “Ağabey gel, dönme geri! Aldıklarınızı geçireyim kasadan.” deyip ayağa kalktı zorlukla ve acı bir gülümsemeyle. Bir yandan yürüyüp bir yandan da konuştuk onunla. “Çok yorgunsun görünüyorsun?” diye sordum ona. “Evet, ağabey çok yorgunum. Sabah geldim, akşam oldu buradayım hâlâ. Çalışma sürem bugün on üç saat olacak.” dedi bitkin bir dille. Çalışma koşullarından söz etti bir süre. Sabahtan beri doğru düzgün oturamadığını söyledi. “Yakında ayrılacağım bu işten. Çünkü dayanamıyorum bu marketin çalışma koşullarına.” tümcesini de ekledi sözlerine.

Karşımdaki kızcağız ufak tefek, zayıf bünyeli biri. Yüzüne bakıyorum daha çocukluktan çıkmamış gibi. Ona bakıp düşündüm uzun süre bu küçük beden nasıl dayanıyor bunca yüke?

Oturduğum evin çevresinde çok sayıda market var. Öteden beri çalışanlarla aram iyidir. Marketlere girdiğimde çalışanlara selam verir, hal hatır sorarım. Çalışanların çoğuyla iyi ilişkiler kurarım. Onlar da beni gördüklerinde gülümserler içtenlikle bir yakınlarını görmüş gibi. “Hoş geldin Adil Ağabey!” derler bana. Günlük olaylar ya da geçmişte yaşanan kimi siyasal gelişmelerle ilgili sorular sorarlar. Ayaküstü de olsa söyleşiriz. Kimi zaman işleri bitip evlerine dönerken onları görmediğimde seslenip el sallarlar bana. Bu davranışları, beni sevindirir.

Market çalışanlarının önemli bir bölümü öğrenci. Ya üniversitede okuyorlar ya da üniversiteye hazırlanıyorlar. Marketlerde çalışarak hem aile bütçesine katkı yapıyorlar hem de okul harçlıklarını kazanıyorlar. Bazıları da özel üniversitelere gidiyor. Okudukları okulların taksitlerini çalışarak ödüyorlar çalışıp kazanarak. İşveren de gençlerin bu güç durumundan yararlanıp onların suyunu çıkarıyor.

Ülkemizde haftalık çalışma süresi kırk beş saat… Bu süre altı güne bölününce günde yedi buçuk saat çalışıyor bir kişi yasal olarak. Buradan anlaşılacağı üzere çalışanlar, haftada iki değil; bir gün dinleniyor. Bu da gelişmiş ülkeler göz önüne alındığında çok geri bir uygulama. Marketler, iş yoğunluklarına göre az kişi çalıştırıyorlar nedense. Bundan da anlaşılacağı üzere bir koyundan birkaç post çıkarma peşindeler. Marketler, haftanın yedi günü açık. Çalışanlardan biri, haftalık iznini kullandığında diğer çalışan tam gün, yani günde on üç saat çalışıyor. Bir çalışan işyerine gelmeden önce ve işten dönüp eve gitmek için harcadığı zaman hesaplandığında dinlenecek, ailesiyle söyleşecek, uyuyacak zamanı nasıl bulacağını anlamak olanaksız. İşverenler, çalışanlarını insan olduğunu unutup onları makine sanıyorlar. Onları insanüstü bir erkeyle çalıştırmaktalar bu nedenle.  Bazılarına hem yemek hem de yol parası ödeniyor. Çoğu market yol parası ödemiyor. Bu ödemelerle asgari ücreti biraz geçiyor aylıkları.

İşyerinde oturmak yasak! Kasada çalışan biri, gün boyu ayakta durmak zorunda. Bunun mantığını anlayan varsa bana anlatsın. Kasada ayakta yapılan iş, oturarak niye yapılmaz?

Market çalışanı; yük indirip bindirme, ürünleri raflara yerleştirme ve kasada satış işlemlerinin hepsini yapmak zorunda. Bu da gün boyu ayakta durarak çalışmayı gerektiriyor. Aslında onların yaptıkları ağır işçilik... İşyerinde sendikal örgütlenme yok! Böyle bir girişim olduğunda işverenler sert önlemler alıyor. Sendikal girişimde bulunan çalışanlar, işten atılıyor abnında. Zaten iş güvenceleri yok! İş güvenliklerinin ne derece sağlandığı ise bilinmiyor.

Çalışanlardan söz açılmışken önemli bir konuya da değinmek gerek. Ne yazık ki marketlerde alışveriş yapan bazı yurttaşlarımız, çalışanlara çok kötü davranmakta. Kasada birkaç dakikalık gecikme olduğunda sinirlenerek bağırıp çağıranlar çok. Market çalışanı, bir iş yaparken ya da başka biriyle konuşurken ona bir şey soran müşteriye anında yanıt vermediğinde hakaretler havada uçuşmakta. Bu kötü davranışları sergileyenlere baktığınızda çoğunun işçi haklarından yana olduklarını söylemeleri büyük çelişki.

Türkiye’de marketler tekelleşmiş durumda. Sayıları bir elin parmaklarını geçmeyen market, iç piyasayı tamamen denetim altında tutmakta. Yaşam pahalılığının önemli nedenlerinden biri bu tekelleşme. Tekelleşmeyi, dolayısıyla pahalılığı önlemenin yolu 24 Ocak 1980 Özal kararlarının 12 Eylül Amerikancı darbesiyle uygulanan serbest piyasacı vahşi kapitalizm düzeninden kurtulmak gerek. AKP sözcüleri, ikide bir darbelere karşı olduklarını ve 12 Eylül anayasasını değiştireceklerini dile getirmekteler. Ey Erdoğan, ey AKP sözcüleri, gerçekten ve içtenlikle darbeler karşıysanız, 12 Eylül’ün toplumumuzdaki izlerini silmek istiyorsanız öncelikle onun ekonomik düzeninden kurtarın bu halkı. 12 Eylül’ün getirdiği sömürü düzenini yok etmeden ülkemizde gerçek demokrasi de yaşama geçmez.

Marketlerdeki tekelleşmenin, buralarda çalışanların insanlık dışı çalışma koşullarının değişmesi gerekir. Tekelleşmeyi önlemenin yolu, üretici ile tüketiciyi pazarda bir araya getirmek. Bu nedenle haller ve perakende yasaları ivedilikle değiştirilmeli. Sosyal devlette, yasalar aracıları değil, üreticileri ve tüketicileri, yani halkı korur. Üreticisini de tüketicisini de korumayan bir ülke yönetimi, kendi halkının karşısındadır demektir. Kendi yurttaşını yasalar yoluyla bir avuç market sahibine ve aracıya soyduran bir hükümet anlayışının ulus için çalıştığı söylenemez. Ayrıca çalışanlarının boğaz tokluğuna, insanlık dışı koşullarda çalışmasına göz yuman bir ülkede çağdaşlıktan söz edilemez. Bu nedenle market çalışanlarının ilkel çalışma koşulları değiştirilmeli, onlara sendikal örgütlenme hakları verilmeli.

Marketlerde insanlık dışı çalışma yöntemleriyle sömürülen gençler bizim çocuklarımız. Olumsuz çalışma koşullarını anlamak için birazcık duygudaşlık yapmak sanırım herkes için yeterli olur.

                                                       Adil Hacıömeroğlu

                                                       10 Ağustos 2025

ARMUDUN İYİSİNİ AYILAR MI YER?


Deniz, Artvin’in bir dağ köyünde doğdu ve orada yaşıyor. Doğup büyümekte olduğu köyünü çok seviyor. Köyüne, köyünün çevreleyen ormana, ormanda yaşayan tüm bitki ve hayvanlara derin bir sevgi duyuyor. Her gün doğadan yeni bir şey öğrenmenin heyecan ve mutluluğunu yaşıyor. Orman, ona sürekli yeni varlıkları, olayları, yaşam ilişkilerini, doğal tansıkları ortaya çıkarıp öğrenme olanağı sağlıyor. Bu da Deniz’in ormana karşı sevgisini, merakını, heyecanını, artırıyor gün geçtikçe.

Deniz; annesi, babası, ninesi ve dedesiyle ormana meyve toplamaya gitti. Ormanın sessizliği, temiz havası, burada yaşayan canlıların birbirleriyle uyumu büyülüyordu onları. Deniz; her ağacın, her çalının, her otun, her çiçeğin önünde durup önce onu inceliyor; sonrasında ise onunla ilgili bilgi alıyordu yanındaki büyüklerden. Ormanda kuşlar ve memeli hayvanlar türlü sesler çıkarıyordu. Bu seslerin hangi hayvana ait olduğunu merak edip heyecanla biraz da merakla soruyordu. Sorularını, fısıldıyordu adeta hayvanlar ürkmesin diye. Ona daha çok dedesi yanıt veriyordu. Dedesi, çevre köylerde “Bilge Dede” olarak tanınırdı. Doğa ve orman hakkında neredeyse bilmediği yoktu.

Ormanın içine doğru iyice yürüdüler. Yukarıda bir kayın ağacının yanında iki ayağının üstünde dimdik duran bir hayvan gördü çocuk. Bu hayvanla ilk kez karşılaşıyordu. Yanında iki de yavrusu vardı. Onlar, büyük olana göre daha utangaç ve ürkektiler. Bilge Dede’ye dönüp: “Bu hayvanın adı ne dede?” diye sordu.

Bilge Dede: “Bu hayvanın adı, ayıdır. Türü ise boz ayı…  Ormanlarımızın gizli kahramanlarıdır. Ormanlarımıza sayılamayacak kadar yararı vardır bu hayvanın. Bazı insanlar çok kokar ondan. Oysa o da insanlardan korkar. Ayıya dokunmazsan, onu rahatsız etmezsen o, sana bir şey yapmaz. Hayvanlar, karşısındakinin kendilerine zarar vereceklerini düşündüklerinde savunma yapmak için saldırganlaşır. Bak bu ayı da arka ayaklarının üstüne dikilmiş merakla bize bakıyor. Çünkü biz onun yaşam alanına girdik.”

Deniz: “Peki, yanındakiler yavruları mı onun?”

Dede: “Evet, ikisi de onun yavrusu…”

Çocuk, ayıya dönüp gülümseyerek: “Ayı kardeş, korkma sakın! Sana da yavrularına da bizden zarar gelmez. Burası senin evin, evine izinsiz girdik sanırım. Seni rahatsız edip korkuttuysak özür dileriz. Biz yalnızca ormanda küçük bir gezi yapmak istemiştik. Gezimiz sırasında da biraz meyve toplayacağız.” dedi.

Anne ayı, gülümseyip dişlerini göstererek: “Orman, yalnız benim evim değil; hepimizin evi… Sizin gelmenizden mutlu oldum üstelik. Zaten Bilge Dede’yi ormanda yaşayan tüm canlılar tanır, ona derin saygı duyar. Koca Nine’yi de iyi bilip saygı duyarız. O, tam bir orman ve ayı dostudur.” dedi.

Deniz, mutluluk ve heyecanla: “Sen, bizim dilimizi konuşuyorsun, nereden öğrendin dilimizi?” diye sordu şaşkınlık dolu bir merakla.

Ayı: “Sizin diliniz, bizim dilimiz diye bir şey yok! Canlıların, doğanın dili var. Hepimiz, doğanın bir parçasıyız. O, bizim anamız. Onun dili de ana dilimiz. Demek ki bize anadilimizi öğreten doğa anamız. Öylesi anamız da dilimiz de bir.” açıklamasını yaptı bilgece.

Çocuk, yeni bir bilgiyi öğrenmenin sevinciyle derin bir mutluluk duydu. Ayıya minnet dolu gözlerle baktı. Ona, bakışlarıyla “Sağ ol!” dedi.

Deniz: “Senin bir adın var mı ayı kardeş?” diye sordu.

Ayı: “Benim adım, Özgecil… Senin adın da Deniz olmalı.” dedi.

Çocuk, biraz şaşırarak: “Memnun oldum Özgecil Hanım. Ancak benim adımı nereden biliyorsunuz?” diye sordu.

Özgecil: “Bilge Dede, sen doğduğunda gelip torununun doğduğunu muştulamıştı bize ve yani tüm ormana. Sen yürümeye başladığında, bir yaz günü bir sepet orman meyvesi toplamıştı senin için. Biz, ona. ‘Bu kadar çok meyveyi ne yapacaksın Bilge Dede?’ diye sorduğumuzda o: ‘Bunlar, torunum Deniz için…” diye yanıtladı bizi. Anlayacağın sen ormana gelmeden ünün geldi buraya.” tümceleriyle yanıtladı onu.

Bilge Dede: “Ah… Sevgili torunum, ormanımızın gizlisi saklısı olmaz. Burada yaşayanlara her şeyimizi anlatırız. Onlar da bize onlatırlar bildiklerini, yaşamlarındaki değişiklikleri. Uyumlu yaşamımız, dostluğumuz böylece sürüp gider. Zaten dostluk da bunu gerektirir.” diyerek tamamladı Özgecil’in sözlerini.

Koca Nine: “Binlerce yıldır süren orman dostluğunun temelinde, tüm canlıların birbirine karşı güvenleri ve açık sözlü davranışları var.”

Çocuk: “Yavrularınızın adları var mı Özgecil Hanım?”

“Olmaz mı hiç? Sağ yanımdaki dişi yavrunun adı, Akansu; sol yanımdaki erkeğin ise Esenyel…” deyince anne ayı, yavrular gülümseyip ellerini birbirine vurdular sevinçle.

Deniz: “Memnun oldum kardeşler sizlerle tanıştığım için.” dedi ve el salladı iki yavruya.

Onlar da ön ayaklarını sallayarak memnun olduklarını belirttiler.

Çocuk: “Yavrularınız ne zaman doğdu?” diye sordu ayıya.

Ayı: “Mart ayının başıydı doğduklarında. Onların doğum sancısı başlayınca kış uykusundan uyandım. Böylece iki yavrumu dünyaya getirdim. Onları, yalnızca sütümle besledim uzun süre. Şimdi ise sütümün yanı sıra meyvelerle de besleniyorlar. İki yıla yakın bana bağımlı yaşar ikisi de. Bu süre içinde hem onlarının beslenmesine yardım ederim hem de eğitimlerini sağlarım.”

Çocuk, Özgecil’e dönerek: “Siz, bu koca ormanda neyle beslenirsiniz?” diye sordu.

Özgecil: “Biz boz ayılar hem et hem de ot yeriz, bu nedenle de hepçiliz. Ölen hayvanların leşlerini yiyerek ormanı temiz tutarız. Kimi zaman balık avlarız. Meyveler olgunlaştığında onlarla besleniriz. Tadına doyamadığımızsa baldır. Ara sıra buluruz balı. Ancak bulduğumuzda doyuncaya dek yeriz ondan. Çünkü kış uykusuna yatmadan önce iyi beslenip kilo almamız gerek.” dedi.

Bilge Dede: “Bazı ayılar, balın çekiciliğine dayanamaz, çiftçilerin peteklerindeki balları yer. Bu da bazı köylüleri kızdırır. O zaman arada bir de olsa anlaşmazlıklar çıkar. Ancak bu anlaşmazlıklar uzun sürmez. Bilge ayılar, bilge insanlar, barışçıl kuşlar araya girip barışı sağlarlalar kolayca.” diyerek durumu açıkladı.

Özgecil: “Hangimiz yanlış yapmıyoruz ki yaşamımız boyunca bu dünyada? Önemli olan yanlış yapmak değil, yanlışı sürdürmektir.” diyerek Bilge Dede’nin sözlerini tamamladı.

Deniz: “Bizim köyde bazı kişiler ‘Armudun iyisini, ayılar yer.’ diyor, neden? Siz gerçekten armutların iyisini mi yiyorsunuz?” diye merakla sordu.

Ayı: “İnsanların bazıları, bizi kaba saba hayvanlar olarak görür. Bu, onların değerlendirmeleri... Bizim doğamız neyi gerektiriyorsa öyle yaşarız. Başkalarının hoşuna gidelim diye davranışlarımızı, yaşayış biçimimizi, doğamızı değiştiremeyiz. Armutların en olgunları, iyileri ağacın uzak dallarında, özellikle de tepesinde olur. İnsanlar, o dallara uzanıp o meyveleri toplayamaz. Onlar, daha çok güneş aldıkları için iyice olgunlaşır. Biz, ağaçlara iyi tırmanırız. O dalları eğip meyveleri yeriz afiyetle. Yalnız armut yemiyoruz doğal olarak. Ormanda yetişen tüm meyveleri yemekten büyük zevk alırız.” Sanki armut yiyormuş gibi ağzını şapırdatarak yaptı bu açıklamayı.

Çocuk: “Şu an usuma bir soru takıldı. Ormandaki meyveleri kim yetiştiriyor?” diye sordu ayıya.

Özgecil: “Orman meyvelerinin yetişmesinde, burada yaşayan birçok hayvanın emeği var. Ben, istersen sana biz ayılardan söz edeyim bu konuda. Biz, meyveleri yeriz bütün olarak. Tohumlarının çoğunu sindiremeyiz. Bu tohumlar, dışkıladığımızda toprağa düşer. Biz sürekli ormanda gezdiğimizden her yanına dışkımızı, dolayısıyla tohumları yayarız.  Dışkımız, aynı zamanda gübre... Tohum, gübrenin içinde bir süre bekler bahar gelsin diye. Bahar geldiğinde çimlenip yeşerir. Çok geçmeden bir fide boy atar orada. O fide, çok geçmeden fidan olur. Sonrasında yıllar içinde koca bir ağaç boy atar orada. O tohumunu toprağa ektiğimiz fidanlar, dört beş yıl içinde tek tük meyveler verir biz yiyelim diye. Bu doğal döngü, böyle sürüp gider sonsuza dek. Tabi ormanlarımız yanıp kül olmazsa ya da bilinçsiz kişilerce türlü nedenlerle yok edilmezse...” dedi.

Deniz. “Siz daha çok hangi meyveleri yersiniz?” sorusunu sordu.

Ayı: “Mevsimine göre kiraz, dut, armut, yaban mersini, ahududu, çilek, kızılcık gibi ormanda yetişen meyveleri yeriz. Burada saymadıklarımı da bulunca mideye indiririz.” diyerek yanıtladı onu.

Çocuk: “Çok sağ ol Özgecil Hanım! Bana altın değerinde bilgiler verdin. Bunları yaşamım boyunca unutmayacağım.” dedi mutlulukla.

Bilge Dede: “Oğlum Deniz, akşam olmak üzere… Evimize dönmemiz gerek. Ayrıca anne ayıyı bırak da karnını doyursun, yavrularıyla ilgilensin.”  diyen sesini işitti. Bu uyarıya: “Tamam!” yanıtını verdi çocuk. Hemen ayı ve yavrularıyla vedalaştı. Annesi, babası, ninesi, dedesi de onlara “İyi akşamlar” dileyip el salladılar.

Mutlu, ağır adımlarla eve doğru yürümeye başladı Deniz ve ailesi. Çocuk ikide bir arkasına dönüp ayılarla göz göze geliyordu. Onlar da gülümseyip el sallıyorlardı Deniz’e. Tam bu sırada başlarının üstünde bir karga, birkaç tur attı. İyice alçalıp gagasıyla tuttuğu mor menekşeyi, çocuğun önüne bıraktı. Ardından öttü kesik kesik. Deniz yere eğilip çiçeği aldı. Kargaya teşekkür edip uzun süre el salladı ona.

Köye varıp eve girdiklerinde hava kararmış akşam olmuştu bile. Ninesinin sabahleyin pişirdiği ekmeği ortadaki siniye koydu babası. Annesi de taze, tuzsuz tereyağı ile köy peyniri getirdi sofraya. Ihlamur çayı hemen demlenmişti bile.

Karınları doyunca uyumak için odalarına çekildiler. Deniz, hemen uyudu. Düşünde sonsuz dağlarda, uçsuz bucaksız ovalarda meyve fidelerinin çimlenip büyüdüğünü gördü hep.

                                                       Adil Hacıömeroğlu

                                                       9 Ağustos 2025

 

 

 

 

 

ÇINARLIK’TA SPOR


Çınarlık Ortaokulu’nda Türkçe öğretmeni olarak göreve başladım 5 Kasım 1979’da. Çok gençtim. Yirmi yaşında bir öğretmenim. 57 kiloyum. Öğrencilerimin bazılarıyla neredeyse akranım. Yaşlarımızın yakınlığı, aynı kuşaktan olduğumuzun göstergesi. Bu nedenle onlarla anlaşmam çok kolay oldu.  Gün boyu spor yapsam yorulmuyorum.

Okulumuz, tam gün eğitim yapıyordu. Öğlen arası dinlence uzun, tam bir buçuk saat. Çünkü öğrenciler, öğle dinlencesinde evlerine gidip yemeklerini yiyorlar. Evleri uzak olanlar, yanlarında getirdikleri arasına katık koydukları ekmeklerle karınlarını doyuruyorlardı. Bazıları evden aldıkları harçlıklarla bakkala gidip ekmek arası helva ya da peynir alıyorlardı. Biz öğretmenler de bakkaldan ekmek, zeytin kimi zaman peynir kimi zaman da helva alıyorduk. Sobanın üzerinde çay demlerdik gün boyu. Çayın yanında kısıtlı olanaklarla bakkaldan aldıklarımızla dört beş öğretmenle yaşamımım en lezzetli yemeklerini yedim. Çünkü okulumda çok mutluydum, öğrencilerimi çok seviyordum. Birkaç kişinin dışında köy halkıyla çok iyi ilişkilerim vardı.

Köyde konakladığım için kitap okumaya çok zaman ayırıyordum. Ayrıca ders dışı etkinlikler yapıyordum. Okul dağıldıktan sonra ya köyün gençleriyle futbol oynamaya gidiyorduk köy merası Ağcasaz’a (Sonradan buraya Çarşamba Havaalanı yapıldı.) ya da yakınımızda bulunan ilkokulun bahçesinde öğretmen arkadaşlarla voleybol maçı yapıyorduk. Kimi zaman voleyboldan sonra futbol oynuyordum doksan dakika.

Uzun öğlen dinlencelerinde, evlerine karın doyurmaya giden öğrenciler hemen dönerlerdi. Okuldaki birkaç öğretmen ve öğrenciyle zaman geçirmeden voleybol maçı oynamaya başlardık. Ders giriş zili çalıncaya dek sürerdi bu maçlar. Arada sırada futbol oynadığımız da olurdu.

Okulumuzun bahçesi yoktu. Bu nedenle üç yolun kesiştiği kavşakta bulunan okulumuzun yanında bir boşluk vardı. Orada iki söğüt ağacının arasına voleybol filesini gerip maça başlardık. Yer toprak ve taş… Her maçtan sonra dizlerim ve kollarım yara bere içinde kalırdı. Gömleklerimin, pantolonlarımın yırtıldığı da oldu bazı zamanlar.

Oynadığımız yerin iki yanı tarla… Tarlalar, yoldan beş sıra dikenli telle ayrılmış. Top, iki de bir tarlaya kaçıyor. Buna engel olmak olanaksız. Maçlar çok heyecanlı geçiyordu. Genellikle bir takımın kaptanı Okul Müdürümüz Mehmet Dede, diğerinin kaptanı da ben olurdum. Heyecanlı geçen maçta, kimi zaman çok kontrolsüz vuruşlarda yapılırdı topa hırsla.

Top, ikide bir tarlanın içine kaçıyor. İlk önce nasıl alacağımızı düşünürken çözümü öğrenciler buluyordu anında. Bu arada köy çocuklarının devinimlerinin yüksek olduğunu, en zor işe bile anında çözüm bulabildiklerini söylemeliyim. Kaçan topu almak için birkaç çocuk, anında dikenli tellerin üzerinden atlayıp tarlaya geçiyordu. Topu, arkadaşlarından daha önce almak için adeta yarışıyorlardı. Topu alan, büyük bir utku kazanmışçasına elindekini fırlatıyordu voleybol alanına. Sonrasında tarladaki birkaç çocuk, dikenli tellerin üstünden kazasız belasız atlıyordu gerisin geri. Bir kez olsun hiçbiri takılmadı tellere. Hiçbirinin giysisi yırtılmadı. Ben, onların tellerin üzerinden atlayıp geçmelerini hayranlıkla izlerdim.

Bir gün yine voleybol oynuyorduk. Bu orada okulumuz öğrencilerinden bir voleybol takımı kurduğumuzu da söyleyeyim. Bu takımla çevre ortaokullarla maça gidiyorduk. Büyük yengilerin, başarıların takımı oldu bu. Çocukların tellerden atlayıp geçmelerinin uzun, yüksek, sırıkla ve üç adım atlamanın bir örneği olduğunu düşündüm bir an. Okul dağıldıktan sonra zaman geçirmeden yola çıkıp Samsun’a gittim. Dolmuştan iner inmez Yaşar Doğu Kapalı Spor Salonuna yöneldim. Şanslıydım. Orada bir atletizm öğretmeniyle karşılaştım. Soyadını anımsayamadığım Mustafa adında bir öğretmendi. Ona, düşüncemi söyledim. Benim atletizmin atma, atlama dallarıyla ilgili, teknik bilgim olmadığını söyledim. Benimle ilgilendi bu alçakgönüllü adam. Kırk yıllık dost gibi konuştuk uzun süre. Çay içtik bolca. Ondan kitap istedim konuyla ilgili, verdi birkaç tane kaynak.

Akşam olmuştu çoktan. Kitapları koltuğumun altına sıkıştırıp köyün yolunu tuttum. Sabahın ilk ışıklarına dek okudum kitapları. Bazı atma tekniklerini evde kendimce denedim. Birkaç saat uyuduktan sonra okula gittim. Uykusuzluğuma karşın mutluydum. Uykusuzluğun belirtisi yoktu bende. Üç sınıfımız vardı. Üçünün de beden eğitimi derslerine ben giriyordum. Güllemiz, ciridimiz, diskimiz yok. Olsun… Yuvarlak büyükçe bir çakıl taşını gülle, yassı bir taşı disk ve kalınca bir fındık dalını da cirit yaptık. Gün boyu çalıştık.

Koşucu öğrencileri seçtim. Yüksek ve uzun atlama çalışmaları yaptık yetersiz olanaklarla. Mutluluğum, umudum artmıştı. Yakınızdaki ilkokula da Kenan Kayıkçı atanmıştı. O da eski sporcuydu. Ülküleri vardı ve çok çalışkan biriydi. Gelir gelmez okulda atletizm takımı kurdu. İlkokulun öğrenci sayısı bizden daha çoktu. Bu, onun için büyük bir fırsattı, aynı zamanda bizim için de.

Bir gün Samsun’a gittim. Atletizm öğretmeni Mustafa Bey’den bana yardım etmesini istedim. Sağ olsun geldi köye birkaç gün sonra. Öğrencilere bazı atma ve atlama dallarının tekniklerini uygulamalı olarak gösterdi. Yanında gülle, disk ve cirit de getirmişti bize armağan olarak. Onun gelmesi, bizim için bir sıçrama noktası oldu. Bundan sonra çalışmalarımız daha sık ve sıkı oldu. Kenan Bey’le de yardımlaşmaya başladık. Zaten çalışmaları ilkokulun bahçesinde yapıyorduk birlikte.

İlde birkaç tane kros yarışına katıldı öğrencilerimiz. Hem kızlarda hem de erkeklerde birincilik bizim oldu. İlkokulumuz da birinciydi. Birçok madalyayla döndük okullarımıza.

Bahar gelip çattı. İl merkezindeki 19 Mayıs Stadyumunda okullar arası puanlı atletizm şampiyonası var. Her dalda katıldık bu yarışlara. İlkokulumuz da ortaokulumuz da birinci oldu bu yarışlarda. Bu başarı, öğrencilerimizin içgücünü, heyecanını, hırsını artırdı. Velilerimiz de aynı duyguları yaşadılar. Sonrasında Türkiye şampiyonalarında da birincilikler aldık.

Üç yıl çalıştım Çınarlık’ta. Atletizmde doruğa çıkmıştık. İstemediğim halde bakanlık beni, aynı ilçede bir ortaokula müdür olarak atadı tepeden inme. Zorunlu olarak gittim oraya gözyaşlarımla ve içim burkularak. Geride sayısız kupa ve madalya bırakarak.

                                               Adil Hacıömeroğlu

                                               8 Ağustos 2025

ÜSTEĞMEN MEHMET NAZİF EFENDİ’NİN ŞEHADETİ


Mustafa Kemal Bey, Gelibolu Yarımadası’nda ülkemizi işgal etmeye çalışan emperyalistlere karşı önemli bir direnişin adıdır. İngiliz güçlerine karşı adeta çelikten bir duvar ördü kahraman askerleriyle. Bir türlü istedikleri başarıyı elde edemeyen İngilizler, 6 Ağustos 1915 gecesi Mustafa Kemal’in savunduğu Arıburnu’nun kuzeyindeki Suvla Körfezine çıkarma yaptılar.

İngilizlerin karaya yeni çıkardıkları birlikler ilerlemeye başladı tepelere doğru. Savaş, kuzeye doğru yayılıp genişledi. Böylece Anafartalar cephesi açıldı. Conkbayırı tehlikeye girdi. Atatürk, çocukluk arkadaşı alay komutanı Nuri Conker’i Conkbayırı’nı savunmak için gönderdi. Nuri Bey,  24. Alay ile iyi bir savunma gösterdi düşmana karşı. Bu savunmanın ödülü olarak soyadı yasası çıkınca Atatürk, ona “Conker” soyadını verdi.

Bolayır Kıstağı’nı koruyan iki tümenin İngiliz çıkarmasına karşı yavaşlığı nedeniyle bu birliklerin komutanı Albay Ahmet Fevzi Bey, 8 Ağustos gecesi saat 21.50’de görevinden alınarak yerine Mustafa Kemal atandı. Böylece Atatürk, altı tümenin kumandanı oldu. Bu askeri güce de “Anafartalar Ordu Grubu” adı verildi. Komutayı ele alan Mustafa Kemal, o gece sabaha dek tüm birlikleri gezerek denetledi. 9 Ağustos sabahı düşmana karşı saldırı emrini verdi. Düşman, ele geçirdiği yerlerden atıldı. Kıyıya hapsedildi. Böylece I. Anafartalar Utkusu kazanıldı. Türk ordusunun saldırısı, 10 Ağustos günü de sürdü.

8 Ağustos’ta düşman saldırısına karşı olağanüstü bir direniş gösterdi Türk askeri Conkbayırı’nda. Bu saldırıya, gelecekte Türkiye’nin Atatürk’le birlikte iki mareşalinden biri olacak Fevzi Çakmak’ın kardeşi Üsteğmen Mehmet Nazif de katılmıştı.

8 Ağustos 1915 günü, İngiliz donanması birliklerimizin üstüne ateş yağdırdı. Donanma ateşi kesilir kesilmez düşman karadan saldırıya geçip bir anda Conkbayırı’nın doruğuna ulaşır. 64, Alay Komutanı Yarbay Servet Bey, düşmana karşı saldırıya geçer zaman yitirmeksizin. Bu saldırıyla düşman, bayırın yamaçlarına doğru püskürtülür. Bu saldırı sırasında 25. Alay Komutanı Yarbay Ali Nail Bey, 25. Alay 2. Tabur Komutanı Binbaşı Mehmet Ali Bey şehit olur. Ayrıca 64. Alay 2. Tabur 1. Bölük Komutanı Üsteğmen Mehmet Nazif Efendi doğup büyüdüğü topraklar uğruna kahramanca dövüşerek can verir.

Üsteğmen Mehmet Nazif Efendi, Fevzi Çakmak’ın kardeşi… 64. Alay Komutanı Servet Bey, düşmana karşı saldırı emrini verir vermez bölüğüyle süngü takıp saldırıya geçer. Bu sırada şehit olur. O sırada ağabeyi Fevzi Paşa da V. Kolordu komutanı olarak Çanakkale’de yurdu için çarpışıyordu düşmanla. Kardeşinin şehit olduğunu cephede öğrenir. Mustafa Kemal, 8 Eylül 1915’te arkadaşı Paşa’ya yazdığı mektupla ona üzüntülerini bildirip başsağlığı diler.

“Muhterem Kardeşim Paşa Hazretleri,

23 Temmuz 331 (5 Ağustos 1915) tarihli mektubunuzu dün aldım. Hakk-ı acizânemize gösterilen iltifat ve teveccühlerinize teşekkür ederim.

Mukaddes vatanımızı çiğnemeye çalışan hain düşmana -ancak arkadaşlarımızın yüksek gayreti ve canlarını vermeleri sayesinde- iyi dersler verilmektedir. Vatanı kurtarmak için şerefli kanlarını büyük bir şevkle veren arkadaşlarımın gayretiyle düşmanın gelecekteki her türlü teşebbüsüne mani olunacağına güvenim tamdır.

Ancak bu derecedeki fedakârlık abidesinin gerektirdiği bazı acılara tahammülün zaruri olduğu zatıâlilerince de tasdik edilmiştir. Bu zaruretin mecbur etmesiyle sizi acılara düşüreceği tabii olan biraderinizin şehadeti haberi bendenizi cidden üzmüş ve ağlatmıştır.

Merhum şehit biraderiniz 26.5.331 (8 Ağustos 1915) millet ve memleketin hayat memat noktası olan Conkbayırı’nda düşmana atılan safların önündeydi.

Üzüntünüze bütün saflığım ve kalpten samimiyetimle katılır ve cenab-ı hakka zatıâlilerine ve kederi ailenize iyilik ve sabır ihsan buyurması için yalvarır, sevgi ve dostluğumu arz ederim efendim.

                                       Anafartalar Grubu Komutanı

                                                      M. Kemal

(Atatürk’ün Bütün Eserleri, Cilt: 1, Kaynak Yayınları, Birinci Basım: Ekim 1998, s.268)”

Atatürk’ün Mehmet Nazif Efendi’nin şehadeti karşısında Fevzi Paşa’ya yazdığı ve içtenlikle duyduğu acıyı anlattığı yukarıdaki mektup tarihsel anlamda çok önemli. Cumhuriyet kurucuları, memleket evlatlarının cephelere koşup şehit olduğu bir dönemin acılarıyla kavrularak yurdu kurtardılar. Bu nedenle kurtarılan yurdun bir daha felaket günlerine dönmemesi için yeni kurulan devletin temellerini sağlam attılar. Bunun da adı “cumhuriyet” oldu.

Üsteğmen Mehmet Nafiz Efendi, Çanakkale savunmasında ülkesi için canını kahramanca vererek şehitlerimiz arasındaki onurlu yerini aldı. Onlara ne denli minnet borçlu olduğumuz anlatılamaz. Bir gün şehitlerimizin ve yurdumuzu yeniden var edenlerin adlarını unuttuğumuzda, onlara karşı saygımızı azalttığımızda kötü durumları yeniden yaşayacağımız kesin. Bu nedenle yurdumuzu korumak için Mehmet Nafiz Efendilerin özverili kahramanlıklarını her an usumuzdan çıkarmamalıyız. Mehmet Nazif Efendi’yi şehadetinin 110. yılında saygı ve minnetle anıyorum.

                                               Adil Hacıömeroğlu

                                               8 Ağustos 2025

 

FETÖ BİTTİ Mİ?


Önceki yazımda FETÖ ile ideolojik alanda savaşılmadığını söyledim. Ülkemizde ne yazık ki günlük siyasal sorunların çözümleri, din üzerinden açıklanıyor. Bunun da başını iktidar partisi AKP çekiyor. Bu nedenle de gerek iktidar partisi tabanında gerekse farklı tarikat ve cemaatlerin içinde kendilerine yaşam alanı bulmaları oldukça kolay bu terör örgütünün militanları. “Tayyip düşmanlığına” odaklı bir muhalefet anlayışı ise FETÖ’nün bu saflarda yer bulmasına olanak veriyor. Kim daha yüksek sesle ve sert bir tonda “Tayyip düşmanlığı” yaparsa en iyi muhalif o oluyor. Bu da FETÖ’cülerin bu cephede ön almasını olanaklı kılıyor. Bundan da anlaşılacağı gibi hem iktidar hem de muhalefet, FETÖ’nün varlığı için ortam hazırlıyorlar.

Ülkemizde hızlı bir biçimde gelişen ve zincir market konumuna gelen iki firma yıllar sonra ortaya çıkarıldı. Türkiye’nin dört bir yanında satış mağazaları vardı bu iki marketin. FETÖ’cülerin sahibi olduğu bir market zinciri bunlar. İşlerini yitiren örgüt militanları buralarda iş buldu. Ayrıca FETÖ, bu yolla ekonomik olarak güçlendi. Ekonomik güçlenme, onlara örgütü kolayca toparlama olanağının yolunu açtı.

Her şeyi din üzerinden açıklama ve yapma alışkanlığı FETÖ’ye nasıl yarıyor?

Kayyım atanan iki market zincirinden birinin adı; HAKMAR… “Hak” sözcüğü, “Allah” anlamına gelir. Sözcük, “Allah “ anlamında kullanıldığında özel ad olduğundan ilk harfi büyük yazılır. Diyeceksiniz ki Allah’ın marketin adında ne işi var? Bir kişinin ya da kümenin siyaset yapma anlayışı dinsel sömürü üstüne kurulursa marketin adında “Allah” sözcüğünün olması olağan. Çünkü Müslüman kitleleri en kolay kandırmanın yolu,  Allah ile aldatmak. Bunu da en iyi yapan FETÖ… Demek ki dinsel sömürü yerleşik bir siyaset yapma biçimi olduğunda bundan en iyi yararlanan ABD yapımı FETÖ… Ayrıca dinsel sömürü üstüne kurulu siyaset düzeni sürdükçe FETÖ yok olsa bile emperyalizm, tarikat ve cemaatlerden bazılarını kendi çıkarları için devşirir.

“Hak” sözcüğü, ayrıca “adaletin ve hukukun gerektirdiği veya birine ayırdığı şey, kazanç” anlamında. “Dava ve iddiada gerçeğe uygunluk, doğruluk” da sözcüğün bir diğer anlamı. “MAR” ise “market” sözcüğünün kısaltılmışı… FETÖ, her zaman yaptığı gibi kurduğu marketin adıyla bile din sömürüsü yapıyor. Üstelik bazı dükkânlarını da cami altlarına açıyor. Böylece din ve ticaret sarmalı oluşturuluyor. Geçmişte siyasetçilerin birçoğu: “Başı secdeye giden kişiden zarar gelmez.” demişti. Önemli olan başın secdeye gitmesi değil, secdeye giden başın kim adına, ne düşündüğü değil mi? Secdedeki başın Allah için mi, yoksa ABD-İsrail için mi orada olduğunu iyi ayrımsamalı.

Geçtiğimiz günlerde ülkemizin dört bir yanında orman yangınları çıktı. Yurttaşlarımız seferber oldu yeşil vatanı korumak için. Bu yangınlarda şehitler verdik. Kahramanlık destanları yazdı halkımız. Yangınların birden eşzamanlı olarak yurdun dört bir yanını sarması karşısında sabotaj olasılığı neredeyse herkesin usuna geldi. Neyse ki sonunda Bursa’da yangın çıkaranın bir FETÖ’cü olduğu saptandı. FETÖ’cülerin ABD hesabına Türkiye’ye saldırmaları bir gelenek. Ülkemizin maddi ve manevi hangi değeri varsa hepsine saldırmak, onları yok etmek için ABD eliyle kurulmuş bir terör örgütü. Kim bilir bundan önce kaç ormanımızı yaktılar?

Hükümet, FETÖ ile köklü bir savaşım başlatmak zorunda. Yoksa bu terör örgütünün kökünü kazımak epeyce zor. Allah’la aldatma üzerine kurulu bir siyaset düzeninde halkımız da siyasetçiler de emperyalist tuzaklara çekilir. Siyasete de ticarete de halkımızın değerleri alet edilmemeli. Camiye, kışlaya, okula siyaset sokulmamalı. Buralara egemen olmak için din sömürüsü yapılmamalı.

Ne yazık ki din bezirgânları ve FETÖ’ye adalet isteyenler sayesinde bu terör örgütü bir türlü bitmiyor. Ona, bilerek ya da bilmeyerek yaşam veriyorlar.

                                                       Adil Hacıömeroğlu

                                                       7 Ağustos 2025

FETÖ İLE SAVAŞIM


FETÖ’yü, ABD/NATO kurdu ve önünü açıp geliştirdi. Atlantik desteğiyle devlet kurumları içine yerleşti bu örgüt. Türkiye’de günümüze dek iktidara gelen partilerin neredeyse hepsi tarafından ama az ama çok korundu ve devlet içinde yuvalanmalarına göz yumuldu. Hükümetlerin devlet gücüyle sahip çıkmadığı yoksul çocukların devşirilmesine olanak sağlandı nedense. ABD’nin ulus devletimizi yok etmek için kurduğu bu örgütün serpilip gelişmesinin yolları açıldı iktidarda bulunan partilerce. Bu partiler, FETÖ’ye desteklerini İslam’ın, Türklüğün yararına olduğuna inandılar ve halkı da inandırdılar. Zaman zaman da bunu dile getirdiler.

Yurtsever Türk aydınları FETÖ gerçeğini baştan beri iyi anladılar. Bu örgütün ABD’ce kurulduğunu ve ülkemizin bağımsızlığını, ulusal birliğini, ülke bütünlüğünü yok edeceğini açıkça anlattılar. Ancak yurtsever Türk aydını suçlanıp susturuldu. Örgüt, devlet kurumlarını tek tek ele geçirdi. Onun için temel düşünce, devletin halka hizmet etmesi değil; devlet kurumlarının FETÖ/ABD hesabına çalışmasıydı. Bu nedenle yıllardır sağlam temellere dayanan devlet kurumları, yasal kurallar, ilkeli davranma, yurttaşlara eşitlikçi yaklaşma, bir kişinin ya da bir zümrenin kayrılmaması gibi uygulamalar FETÖ uğruna feda edildi. Böylece devlet kurumlarında çürüme başladı. Bu çürüme, zamanla hızlandı ve kokuşma her yanı sardı.

15 Temmuz 2016 günü FETÖ darbe kalkışması, herkese gösterdi ki bu örgütün elemanları bizden değil. Kolayca kendi halkına silah doğrultan, doğrultmakla da kalmayıp silahsız insanları ekin biçer gibi otomatik silahlarla tarayan bir düşman gücü bu örgütün devşirmeleri. Bu gerçek ortadayken ABD’nin ülkemizdeki silahlı gücü bu ihanet örgütüyle usçu, yeterli bir savaşım yürütüldü mü? Bu örgüt, ideolojik bir savaşla toplumun içinden, devlet organlarından sökülüp atıldı mı?

Yukarıdaki sorulara ne yazık ki “Hayır!” yanıtını vereceğim. Başta iktidar partisi AKP olmak üzere TBMM’de bulunan muhalefet partileri, FETÖ’nün ne dayandığı ideolojiyi ne de onu var eden emperyalist gücün bu örgüt üzerinden gerçekleştirmek istediği amaçlarını iyi bir biçimde çözümleyebildiler.

FETÖ, emperyalizme bağımlı bir örgüt ve onun eliyle örgütlendi. Demek ki bu örgütle savaşmak için tam bağımsızlığı savunmak, emperyalizme karşı onurlu bir duruş sergilemek gerek. ABD ile kol kola yol alıp Avrasya’ya düşmanlık yaparsan FETÖ ile savaşamazsın. Bu ihanet örgütünü ne toplumun ne de devletin içinden söküp atamazsın.

FETÖ’nün hedef aldığı, yıkmak için çaba gösterip türlü tuzaklar kurduğu Atatürk Cumhuriyeti. Ne yazık ki iktidardaki AKP ve TBMM’de bulunan partilerin çoğu, Cumhuriyet’imizle bitmez tükenmez bir kavga sürdürmekteler. Bu kavgayı da “demokrasi(!) ve “özgürlük(!)” adı altında yürütmekteler. Sen, sözde özgürlük ve demokrasi yalanlarıyla Cumhuriyet’e saldırırsan; FETÖ’ye, dolayısıyla emperyalizme hizmet edersin. Her gün, her fırsatta Cumhuriyet’in kuruluş ilkeleriyle kavga edersen, devletimizin sınırlarını belirleyen Lozan Anlaşması’nı kötülersen FETÖ’nün değirmenine su taşırsın. Çünkü bu saldırıların kaynağı emperyalizm ve onun işbirlikçileri.

Sen, sabah akşam emperyalist yalanları gerçek sanıp onları dillendirerek Cumhuriyet’in dine karşı olduğu safsatasını dile getirip halkı bölersen,  FETÖ’ye hizmet edersin. Çünkü bu yalanları üreten emperyalizm… Bunları halk arasında yayan FETÖ ve onun gibi düşmana hizmet eden örgütleri var edersiniz böylece. Toplumda her şeyi din üzerinden açıklamaya çalışırsanız, dine zarar verdiğiniz gibi dini kullanarak toplumsal destek bulan FETÖ’yü güçlendirirseniz.     

Siz, iktidar ve muhalefetiyle tarikatları, cemaatleri sivil toplum örgütü olarak görüp onların toplum içinde gelişmesine yol verirseniz, onlarla gizli ya da açık seçim işbirliği yaparsanız FETÖ’nün alt yapısını oluşturursunuz. Üstelik bu terör örgütü militanlarının kendilerini saklayıp yuvalanacağı ortam hazırlarsınız. Halka da tarikat ve cemaatlerde örgütlenmeyi bir seçenek olarak sunarsınız.

Sen, Atatürk’e yalana dayalı karalamalar yapıp bunların halk içinde yaygınlaşmasına meydan verirsen, emperyalizme ve FETÖ’ye hizmet edersin. Çünkü FETÖ’yü oluşturan ideolojik temel, Atatürk ve Kurtuluş Savaşı karşıtlığı üzerine kurulu.

Sen, 15 Temmuz darbe kışkırtmasına “tiyatro” ya da “kurgu” dersen, emperyalist oyunu ve bu oyunun tetikçisi FETÖ’nün ne olduğunu anlayamazsın.

Sen, FETÖ’cülerin mağdur olduğunu savlarsan, sabah akşam tutukevlerini dolduran ihanet militanlarının özgür bırakılmasını istersen, ülkemize oynanan oyunu anlayıp ona göre sağlam duruş gösteremezsin.

Sen, sosyal medyada iktidarı yıpratacağım, değiştireceğim diye yalan yanlış bilgilerle ülkemizdeki ulusal birliği dinamitleyen FETÖ’cülerin muhalefet yaptıklarını düşünüp onların emperyalist yalanlarının yayıcısı ve destekçisi olursan, FETÖ’nün ayakta kalmasına neden olursun.

Sen, devlette görev yapmak içim uygunluk, yeterlilik, yaraşırlık niteliklerini bir yana atıp kendi beceriksiz yandaşını göreve getirirsen, FETÖ’nün yolundan gidersin.

İktidarıyla muhalefetiyle siz; yönettiğiniz kurumlarda yolsuzluk, rüşvet, kayırmayı yerleştirirseniz, FETÖ’nün devleti çürütüp yıkmasına yardım edersiniz.

Siz, toplumun temel sorunlarını çözmek yerine sabah akşam anayasa tartışması yaparsanız, FETÖ’nün yolunu açarsınız sonuna dek.

Siz halkı yoksullaştırırsanız, bir dilim ekmeğe ve bir tas çorbaya muhtaç ederseniz, FETÖ’ye insan kaynağı yaratırsınız.

Sözde FETÖ ile savaşıyor iktidar da muhalefet de. İnandık mı buna? Hayır! Yapılanlar gösteriyor ki FETÖ’nün ideolojisini saptayıp onunla savaşmak gibi bir çaba yok iktidar ve muhalefette. Yaptıkları göz boyayıp yasak savmak. Yine iş, bir avuç yurtsevere düştü. İhaneti de aymazlığı da ortaya sermek ve bunlarla savaşmak yurtseverlerin işi. FETÖ’yü yok edecek tek şey, Atatürk ve Cumhuriyet’te birleşmek…

                                                       Adil Hacıömeroğlu

                                                       6 Ağustos 2025