ENSTİTÜLÜNÜN VAZGEÇİLMEZİ, OKUMAK


Köy enstitülerinde öğretmen, ustaöğretici, öğrenci ve işgörenlerin günlük yaşamalarının vazgeçilmez eylemi, alışkanlığı kitap okumaktı. Bu okullarda, okuma alışkanlığı kazanmak, enstitülü olmanın önkoşulu. Onlar, okuyarak kendi düşünsel, duygusal dünyalarını geliştireceklerine inanıyorlardı. Böylece hem ülkemizde hem de dünyadaki değişimleri, gelişmeleri kolayca anlayıp onlara ayak uyduracaklardı. Hatta okuma sayesinde onlarda oluşan bilinç sıçramasıyla dünyaya örnek ve öncü bir eğitim uygulamasının kahramanları olacaklardı kısa sürede.

Köy enstitülerinin kurucusu, mimarı, öncüsü İsmail Hakkı Tonguç; Mektuplarla Köy Enstitüsü Yılları’nda şöyle diyor:

“… Yapılanların verimli olması için öğretmenin, ustaöğreticinin kendi meslek ve işleriyle ilgili kaynaklarla birlikte yılda en az 24 kitap okumuş olmaları, okuma zevki ve alışkanlığını öğrencilerine aşılamaları başta gelen görev koşullarından biridir. (Aktaran Pakize Türkoğlu, Tonguç ve Enstitüleri, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, IV. Baskı, Şubat 2009, s. 266)” Her öğretmen ve işgörenin yılda 24 kitap okumalarını öneriyor Tonguç. Yani ayda en az iki kitap… Şimdi dönüp bakalım günümüz okullarına. Ayda iki kitap okuyan öğretmen var mı? Varsa bu öğretmenlerin oranı, yüzde kaçtır? Kendisi kitap okumayan bir öğretmen kitlesinin kitap okuma alışkanlığını, öğrencilerine aşılamaları olanaklı mı?

“Belli yerlerde nöbet tutmak zorunda olanlar, saat geldiğinde cebindeki kitabını çıkarıp orada okuyabilirdi. Ya da uzaktaki birimlere kitap gönderilirdi. Bu zorunlu saatlerde okuma alışkanlığı kazanıldığı için kendi özgür zamanlarında da ellerinden kitap düşmüyordu öğrenci ve öğretmenlerin. Tonguç, serbest okumanın böylesine yerleşip yerleşmediğini yerinde sık sık denetliyor, gördüğü kimi eksiklikleri dönüşünde yeniden yazıyordu enstitülere:

‘Bazı enstitü müdürlerinin genelgelerle bildirilen emirleri yerine getirmediklerini gördüm. Serbest okuma saatlerinin düzenlenmemesi, bunlardan biridir. Arkadaşların bu eksikliklerini düzeltmeleri kesinlikle gereklidir…’ diyor, öğretmenler için ayrıca yazıyordu. (Aynı yapıt, s. 267)” Nöbet tutacak öğrenci bile nöbet yerine kitapla gidiyor. Kitap, onun yaşamının bir parçası durumuna gelmiş.

Tonguç’un asıl uyardığı okul müdürleri. Serbest okuma saatlerinin savsaklanmasını bağışlayamıyor. Okuma alışkanlığını her şeyin önüne koyuyor.  Çünkü ülkemizin kör karanlıktan kurtulup aydınlanması okumayla olacak.

“Enstitü müdürlerinin ve öğretmenlerinin onun bu tatlı sert uyarılarını anlayıp candan benimseyerek, kendilerini ve öğrencilerini bu işe alıştırmalarıyla Köy Enstitülerinde gerçek bir okuma kültürü gelişti. Herkes ekmeğe, suya sarılır gibi sarılıyordu kitap okumaya, tüketmeye. Kazmayı omuzlayan öğrenci cebine bir kitap sokmayı alışkanlık haline getirmişti. Serbest okuma yalnızca Türkçe derslerinin konusu olmaktan çıkıp, tüm enstitü programının ve yaşamının vazgeçilmez bir parçası olmuştu. Bu etkinlik başladığında her şey duruyordu. Yalnızca öğrenciler, öğretmenler değil, ustaöğreticiler, aşçılar, arabacılar da koşuyordu okumaya. Okuma yazması olmayan işgörenlere bir öğretmen bu saatte okuma yazma öğretiyordu. Çifteler’de Rauf İnan bunu zorunlu saymıştı. Okuma yazma bilmeyen öğrenecek ya da orada çalışamayacaktı. (Aynı yapıt, s. 268)”

Kitap okuma, enstitülerin içinde bulunan herkes için bir alışkanlığa dönmüştü. Bu okullarda böylece yalnızca öğrenciler değil, öğretmenler ve tüm çalışanlar da eğitilmekteydi. Bu, Türkiye’de tabandan gelen bir aydınlanma hareketini başlatmıştı. Ülkemizin egemen sınıfları, bu aydınlanmayı fark ederek kendi çıkarları doğrultusunda önlem almaları da onlar için olağandı. Onların bu aydınlanmayı sona erdirmelerinin tek yolu, yalan ve iftira ile enstitüleri karalamaktı. Onlar da böyle yaparak bu okulları yok ettiler.

Burada sözü, yine Tonguç’a verelim: “…Köy Enstitülerinin çoğu artık, kitapları ciltli, dolapları sağlam, düzenli bir kütüphane kurma devrine girdi. Her yuvanın ayrılmış bir programa uyarak ve bu işe meraklı adamını bularak, kütüphane kurmaya başlamalıdır. Kütüphanesizlik ya da derme çatma kütüphane arkadaşları rahatsız etmelidir. Öğrencilere gidecekleri köylerde kütüphane kurma alışkanlığının verilmesi bu anlayışın enstitülere yerleşmesine bağlıdır. (Aynı yapıt, s. 268)” Okullarda kitaplıkların kurulmasına öncelik vermekte İ. Hakkı Tonguç. Kitaplık zevkini edinmiş öğrencilerin öğretmen olduklarında bu zevki köylere de taşıyacaklarını öngörüp istemekte.

“Antalya Valisi Haşim İşcan, bir gün Aksu Köy Enstitüsü’ne geldi; öğle yemeğinde öğrencilerle irmik helvası yedi. Sonra onların işbaşına ve derslere dağılışını izledi. Kazmasını küreğini omuzlarına dayayıp şarkı söyleyerek önünden geçen bir gruba baktı ilgiyle. Başlarında Küme Öğretmeni Zühre Esin vardı. ‘Bunlar şu tepeyi kazıp temizleyecekler, plana göre orayı ağaçlandıracağız’ dedi enstitü müdürü. Grubun arkasındaki iki öğrenciden biri su kabı, biri bir tahta çanta taşıyordu. Su kabını anlamıştı ama tahta çantada ne olduğunu merak etti vali. Bunu müdür de bilmiyordu. Öğrenci Şevket açıkladı onlara: Çanta kitap doluydu. İşten sonra okuma saatinde orada açık havada okuyacaklardı. Arada mola verince bakanlar da oluyordu.

Galip Candoğan, ‘Kitap okuma ve temizlik başta gelirdi’ diye anlatıyor İvriz anılarında. Tuvalet nöbeti tutarken boş kalınca cebindeki kitabı çıkarıp okumasını sürdürdüğünü yazıyor. (Aynı yapıt, s. 269)”

Çevremde aydın geçinen birçok kişiye kitaplar öneririm okumaları için. Ne yazık ki çoğu, bu kitapları okumaz. Gerekçesini sorarım. “Hiç zamanım yok!” derler. Yalan söylediklerini anlarım ve içimi bir acı kaplar. Köy Enstitülerinde, zor bir eğitim süreci içinde iş arasında, bedenen çalışmanın sonunda, hatta ayakyolunda kitap okuyanların bu işe nasıl zaman bulduklarını bir öğrense bu günümüzün zamansızları.

“Yüksek Köy Enstitülü çıkışlı yazar ve çevirmen Arif Gelen, o dönemi şöyle anlatıyor: ‘Eğitimde, en azından Türkiye’deki eğitimde o güne kadar uygulanmamış bir yenilikti enstitülerde kitap okumaya verilen önem. Öğretmenler genç insanın ilgisini çekecek nitelikte metinleri okurken, hayal gücümüz birden gelişiyor, düşünce dünyamız aydınlanıyor, büyük zenginliklere kavuşuyorduk. Bu başlangıç bizi sonradan çok ileri noktalara götürdü. O günlerin Türkiye’sinde, bu kadar kısa sürede, bu kadar çok sayıda bilinçli, düşünce üreten insanın köyden çıkması, toplumu hazırlıksız bir anda bastırarak sarsmış ve tedirgin etmişti.’

Konunun asıl ilginç yanı ‘yazma’ eylemiydi. Enstitü programı edebiyatçı, sanatçı yetiştirmeyi amaçlamamasına karşın bu kurumlarda yaratılan okuma ortamı ve etkin Türkçe derslerinin ve çok yönlü zengin eğitim ortamının bireylerde uyandırdığı yaratıcılıkla, yetenekli öğrenciler kendilerini küçük yaşta edebiyatın içinde buldular. (Aynı yapıt, s. 269, 270)” İşte, köy enstitülerinden çokça yazarın çıkmasının nedeni, sürekli ve düzenli okuma alışkanlığının küçük yaşta öğrencilere kazandırılmasıydı. İnsan belleğini bir küp olarak düşünürsek, o küp okumayla belli bir zamanda doluyordu bilgiyle. Bilgiyle yetenek birleşince bir süre sonra küp taşmaya başlayınca üretme, yaratma ve yazma gereksinimi çıkıyordu ortaya.

Köy Enstitüleri, Türk tarihinin en önemli aydınlanma projesiydi. Yüzlerce yıldır birikip yoğunlaşan karanlığı dağıtacak bir güneşti. Ne yazık ki bu güneşin doğmasını engelleyen devletimizin başına gelmiş siyasetçiler oldu. Halkımızın aydınlanması, ulusumuzun ileri gitmesi, yurdumuzun kalkınması için yakalanan fırsat; Ortaçağ sevdalısı, emperyalizmin kuklası siyasetçilerce önlendi. Zararı ulusça çektik. Eğer ülkemiz bugün birçok alanda, birçok sorunlar yaşıyorsa bunun nedeni, köy enstitülerini yok eden siyasal zihniyettir.

                                                       Adil Hacıömeroğlu

                                                       31 Ağustos 2025

ÜRETEN KÖY ENSTİTÜLERİ


Köy enstitülerinin kuruluş amacı, üretime dayalı bir eğitim sistemini uygulamaktır. Böylece hem kuramsal olan bilgileri yaşama geçirmek hem de kendi gereksinmelerini karşılamaktır. Ayrıca örnek üretimiyle köylülere örnek olup yol göstermek de başlıca amaçlarından biri. Alınteriyle üreten, kimseye muhtaç olmadan kendi emeğiyle geçinen yurttaşlar yetiştirmek, Cumhuriyet’imizin ayakta kalması için çok gerekliydi.

“Enstitüde sonradan daha geniş tarım çalışmaları başladı. Bütün yıllık yiyeceğimizi, buğdayımızı, sebzemizi, meyvemizi kendimiz yetiştirmek, bulgurumuzu, makarnamızı, tarhanamızı, turşumuzu kendimiz yapmak amacında idik. 1942’den sonra mevcut bine yaklaştı. Ona göre işi çok geniş tutmak gerekiyordu. Nitekim öyle yapıldı. Hamidiye’nin önündeki geniş sulu arazi, traktörlerle güzden sürülüp ekildi. Sebze bahçesi bellendi. Domates, biber, soğan, salatalık, fasulye, lahana yerleri yeterince ayrıldı. Mevsimine göre her hafta bir sınıf, tarım işlerinde çalışırdık. Fideleri sıcak yastıklarda kendimiz yetiştirdik. Zamanı gelince de ellerimizle kendimiz diktik. Cansuyunu verdik. Çapaladık, otunu aldık. Dünkü gibi açık seçik anımsarım, bir salatalık toplardık, söğüt ağaçlarının altına adam boyu yığılırdı. Yemyeşil, iri iri, cins cins acurlar bir yana, ufak, yuvarlaklar bir yana, ince uzunlar öbür yana. Hele o domatesler, kıpkırmızı. Arabalarla yollardık ambara. Biberler harman olurdu. Her yemekte salatası, dolması, türlüsü… Bine yakın öğrenci kendi emeğimizin ürünleriyle doyardık. Güzün lahanalar olgunlaşırdı. Beyaz beyaz, iri iri. Her gün kapuska, her gün kapuska, yiye yiye usanırdık. Bir yıl tenekelerle turşu yapılmıştı. Lahanayı turşu olarak daha çok seviyorduk. (Talip Apaydın, Köy Enstitüsü Yılları, Literatür Yayınları, Yedinci basım, Kasım 2023, s. 68)”

Çifteler’de, öğretmen ve öğrencilerce büyük bir imece yaşama geçirildi. Yiyecekleri buğdayı, sebze ve meyveleri kendileri yetiştirdiler. Bulgur, tarhana, makarna ve turşuları kendileri yaptılar. Böylece kışlık yiyeceklerini kendi emekleriyle karşıladılar. Yatılı okul olarak devlet bütçesinden ödenek istemediler bu konuda. Böylece çevre köylere de örnek oldular üreterek tüketen bir okul olarak.

“Buğdaya gelince… Rakam veremeyeceğim, unuttum. Ama Enstitü’nün yıllık un, bulgur, tarhana gereksinimini tamamladıktan sonra, başka bir Enstitü’ye tonlarca buğday göndermiştik. Öylesine genişten tutulmuştu iş. O tempo geliştirilseydi, Çifteler Köy Enstitüsü devlete hiç yük olmadan, kendi kendine çalışabilecek bir kurum olma yolundaydı. Bugünkü görüşle bunu düşünebilmek, kavrayabilmek bile zor. (Aynı yapıt, s. 68)” Görüldüğü gibi Çifteler, kendi gereksindiği buğdayı yetiştirdiği gibi başka bir enstitüye de tonlarca buğday gönderiyor. Böylece enstitüler arasında yardımlaşma, dayanışma yaşama geçiriliyor. Bu da örnek bir davranış olarak öğrencilere sunuluyordu.

“Eylül ayında, Hamidiye’nin doğusuna düşen tepedeki bağımızın üzümleri olgunlaşmıştı. O yıl herhalde ilk olarak üzüm alacaktık. Bizim sınıfın tarım haftasıydı. Öğretmenimiz, Numan Köse ile beni bağa bekçi yaptı. Öğleye kadar birimiz, öğleden sonra birimiz bahçede çalışıyor, gece de bağdaki kulübede birlikte kalıyorduk. Bağın çevresinde sıra ile sabaha kadar dolaşırdık. Hamidiye’de başka bağ yoktu. Hırsızlık olabilir, üzümlerimiz çalınabilirdi. Gözümüzü dört açıyorduk. Aradan üç dört gün geçti, gelen giden olmuyordu. Bir gece sabaha karşı –sabah uykuları tatlıdır- ikimiz birden yattık uyuduk.

Aksiliğe bakın, tarım öğretmenimiz bizi kontrole gelmiş. Kulağımızın dibinde bir ıslık çalındı. Fırladık. ‘Vay uykucular vay’ dedi. ‘Böyle mi bağ beklersiniz? Hep üzümleri toplayıp götürsem haberiniz yok… Güvendim de ayırdım sizi buraya.’

Mahcup olmuştuk. İkimiz de bir söz bulup söyleyemedik. ‘Yarın sabah tekrar gelip bakacağım’ dedi. ‘Üzümlere işaret koymuştum. Eksildiyse sizinle o zaman konuşurum.’

Ondan sonra ikimiz de uyumadık. Öğretmenin güvenini sarstığımız için üzülüyorduk. Hele ki üzümler tamam çıktı da kurtulduk. (Aynı yapıt, s. 69)” Hamidiye’de ilk bağda üzümler yetiştirerek bu konuda da örnek oluyor Çifteler Köy Enstitüsü. Köylülere, bu kıraç toprakta üzüm yetiştirebileceklerini uygulamalı olarak gösteriyor enstitülüler.

“O haftanın sonunda üzümleri hep yolduk. Bir sepetini birlikte köye götürdük. Öğretmenimiz kahvenin önünde sepeti açtı. Köylülere sundu. ‘Buyurun bakalım’ dedi. ‘Hamidiye’nin üzümü bu. Malınız gibi yiyin. Bakın sizin köyde de üzüm yetişiyor.’ Hem köylülere bir şeyler öğretiyordu hem bize. Yani siz de yarın böyle yapın demek istiyordu. (Aynı yapıt, s.69)” Böyle bir ders, dünyanın neresinde görülmüş. Uygulamalı olarak hem köylüler hem de öğrenciler öğreniyor.

Çifteler’de kayısı, kiraz, armut, erik gibi meyvelerin yetiştirildiği meyve bahçesi de kuruldu. Genç fidanlar, tam olarak büyümediklerinden herkese yetecek kadar meyve vermiyorlardı. Onlar da tadımlık yiyorlardı. Ne yazık ki enstitülere kıyanlar, bu genç fidanların gelişip olgunlaşmasına, meyvelerle dallarının başını aşağı salmasına da izin vermediler. Onlara da kıydılar.

Köy enstitüleri, eğitimimize yüzyıllardır egemen olan ezberci eğitimi değiştirdi. Ezber bilgi yerine uygulamalı öğrenmeyi geçirdi. Çünkü yaşama uymayan, uygulanmayan bilgi kişinin hiçbir işine yaramaz. Bu, bize özgü bir örnekti. Böylece insanları tüketmeye değil, üretmeye yönlendirme amacı taşıyordu. Zaten bir ülkenin ayakta kalmasındaki ve kalkınmasındaki temel güç, üretme yeteneği değil mi?

                                                       Adil Hacıömeroğlu

                                                       30 Ağustos 2025

 

 

KIŞIN ELEKTRİK SANTRALİNİN ÇALIŞTIRILMASI


Kurban Bayramı tam da karakışa rastladı. Bayram sabahı uyandıklarında kış, iyice şiddetlenmişti. Hava buz gibiydi. Eskişehir ovalarında göz gözü görmüyordu kar yağışından. Böylesi soğuk bir havada dışarı çıkmak neredeyse olanaksızdı. Sular donduğundan hem köy enstitüsünde sular akmıyor, hem de buz parçaları Seydi suyunun kanallarını kapattığından elektrik santrali de çalışmıyordu. Bu yüzden birkaç gündür elektrikler de yanmıyordu. Bu nedenle ısınmak ve günlük gereksinmeleri karşılamak olanaksızdı.

Elektrikler yanmadığından akşamları kitap okuyamıyordu öğrenciler birkaç gündür. Bayram öncesi yapılan derslerde herkes üşümemek için pelerinleriyle oturuyordu sınıflarda. Öğrenciler, okulun suyu akmadığında ellerini ve yüzlerini yıkamak için yakınlardaki dereye gidiyorlardı kar kıyametin altında. İçme suları da yoktu.

Bayram izni için köyleri yakın olanlar evlerine gitti. Ancak öğrencilerin çoğunun köyleri, çok uzaktı. Evlerine izne gitmek isteseler bile bu karda kışta gitmeleri olanaksızdı.

“Bayram sabahı kampana çaldı. Dışarıda toplanılacak dediler. Başımızı gözümüzü sararak, büzülerek çıktık. Müdürümüz Rauf İnan merdivenlerde bizi bekliyordu. Üstünde palto bile yoktu. Ellerini arkasına bağlamıştı. Boz urbaları içinde, yağız çehresi ile bir heykel gibiydi. Yere atlayacaktı sanki. Savrulan karlardan gözlerini kırpıştırıyordu. O halini görünce usulca pelerinlerimizin yakalarını indirdik. Ellerimizi cebimizden çıkardık.

‘Arkadaşlar!’ diye başladı. Bir canlıydı sesi, bir heybetliydi. Önce yılgınlık psikolojisinin zararlarını anlattı. Korkan insanın kesinlikle yenileceğini ve korktuğuna uğrayacağını söyledi. ‘Bu hava soğuk evet, fakat siz isterseniz üşümezsiniz.’ dedi. Olduğumuz yerde birkaç kere sıçramamızı ve kuvvetli kuvvetli tepinmemizi istedi. Dediğini yaptık. Birden ısınmıştık sanki. Hoşumuza gitmişti.

‘Bugün bayram’ dedi. ‘Şimdi birbirimizi tebrik edeceğiz. Sonra yapacağımız iki iş var; ya içeri girip tekrar sıralara büzülmek, mıymıntı mıymıntı oturmak, bu üç günü böyle yararsız hatta zararlı geçirmek, can sıkıntısından patlamak. Boşuna içlenmek. Üstelik üşümek. Yahut da kazmayı küreği alıp yurdunu düşmandan kurtarmaya koşan bir asker coşkusu ile santral kanalını temizlemeye gitmek. Emin olun, gidenler kalanlar kadar üşümeyecektir. Çünkü inanarak çalışan insan ne soğukta üşür ne sıcakta yanar. O; yücelten, dirilten kuvvetli kılan bir heyecan içinde her türlü güçlüğün üstüne çıkmıştır. Onu hiçbir karşı kuvvet yolundan alıkoyamaz. Yeter ki bir insan, yaptığı işin gereğine inansın. Bakın size bu savaşta geçen bir olayı anlatayım. Görün ısınmış insan gücü neymiş… Biliyorsunuz Alman birlikleri Norveç’i istila ettiler. Fakat Almanlar hiçbir yerde Norveç’teki kadar kuvvetli bir tepki görmediler. Çünkü Norveçliler yurtlarını seven insanlar. Hürriyetleri uğruna canlarını esirgemezler.

Ve sıfırın altında 40 derece soğukta iki Norveçli askerin akıl almaz kahramanlığını anlattı.

‘Onlara bunu yaptıran güç yurtseverlikti, aldıkları göreve bağlılıktı. Bir memleket işte böyle insanlar sayesinde kurtulur ve böyle insanların omuzunda yükselir.’ diye bitirdi.

‘Ben şimdi kazmamı küreğimi alıp kanala gidiyorum. Çünkü kanal açılınca elektriklerimiz yanacak. Elektrikler yanınca okulun işleri yoluna girecek. Kitap okuyabileceksiniz, ders çalışabileceksiniz. Sularımız akacak, yıkanabileceksiniz. Size şunu söylüyorum, bizim asıl bayramımız yurdumuzu bu gerilikten, bu karanlıktan kurtardığımız gün başlayacaktır. Şimdi bize düşen milletçe çalışmak, çok çalışmaktır. Parolamız şu olmalıdır: Bayramda çalışırız bayramlar için! Ben gidiyorum. Gelmek isteyenler gelsin.’

Heyecanlanmıştık. Üşümemiz geçmişti.

‘Hepimiz geleceğiz’ diye bağırıştık.

‘Bayramda çalışırız, bayramlar için!’

‘Bayramda çalışırız, bayramlar için!..’

Altı yüz kişi böyle bağırdı. (Talip Apaydın, Köy Enstitüsü Yılları, Literatür Yayınları, Yedinci Basım, Kasım 2023, s. 64-65)” Bu konuşmada verilen çalışma ruhu, Kurtuluş Savaşı’ndaki özgüvenden kaynaklanmakta.

Okulun müdürü de öğrencilerde aynı kumaştan dikilen boz renkli, giysileri giymekte. Hep birlikte çalışılmaktalar ayrım olmadan. Bu nedenle eşitlikçi bir düzen okula egemen. Okul müdürü, kazmayı küreği alarak en önde gidiyor. Sağa sola buyruklar vererek başkalarını işe koşmuyor. İlk kazmayı kendisi vuruyor. İşini inanarak yapıyor. Bu da herkese güven ve işi başarma inancı veriyor. Başarı, bir kişinin değil; herkesin oluyor. Bu da yardımlaşmayı, dayanışmayı, imece yapmayı gerekli kılıyor. Başarı ortak olunca herkes severek koşuyor işe inançla. Hep birlikte kışla savaşmak için yarışa giriyor öğrenci ve öğretmenler.

“Santral havuzundan başlayarak onar metre arayla su kanalına dizildik. Çıplak Hamidiye Ovası ayaz. Kırkkız Dağı’ndan doğru zehir gibi bir rüzgâr esiyor. Pelerinlerimizin etekleri uçuşuyor. Kazmayı vurdukça yüzlerimize buz parçaları fırlıyor. Bazı yerlerde kar her yeri doldurmuş, kanal dümdüz olmuş. Nereyi kazacağız belli bile değil. Müdürümüz, öğretmenlerimiz başımızda dört dönüyorlar. Bir o yana koşuyorlar, bir bu yana. Öyle çalışıyoruz ki boyunlarımızdan buğu çıkıyor. Bazen adam boyunda buz parçalarını elleşip çıkarıyoruz kıyıya. Kimisi bağırıyor, kimisi kazmalarla tempo tutuyor. Bir gürültü gidiyor kanal boyunca. Yeşilyurt köylüleri evlerinin önüne çıkmış, bize bakıyorlar. Böyle çalışmamıza alışkınlar, ama bayram günü, bu soğukta nasıl donmadığımıza şaşıyorlar. Yeşilyurtlu arkadaşımız Azmi –köyü yakın olduğu için izinli ya- bize evlerden bazlama ekmek taşıyor. Köylü ekmeğini özlemişiz, aramızda kapışıyoruz. (Aynı yapıt, s. 66)”

Yan gelip yatarak olumsuzlukların ortadan kalkmasını, yaşadıkları sorunların kendiliğinden çözülmesini beklemedi Çifteler Köy Enstitüsünün müdürü, öğretmenleri ve öğrencileri. Yaşadıkları dönemin sorunları çok, koşullar oldukça olumsuzdu. Savaş yıllarıydı. Ekmek aslanın ağzında değil, midesindeydi. Bu koşullarda üretmek, kendi işini kendin yapmaktan başka çare yoktu.

Türkiye, 1911’de Trablusgarp Savaşıyla başlayan ve 9 Eylül 1922’de düşmanın denize dökülmesiyle sona eren savaş döneminin yaralarını sarmaya çalışıyordu tüm gücüyle. Böyle bir dönemde enstitülüler kendi sorunlarını kendi olanakları ve emekleriyle çözmek zorundaydılar.

Çifteler’de imece coşkuyla sürdü. “Bayramlarda çalışırız, bayramlar için!” savsözünü (sloganını) her kazma vuruşta hep birlikte haykırdılar. Bu, onların işlerine odaklanmasını sağlarken içgüçlerini (morallerini) yükseltiyor, başarma isteklerini artırıyordu. Arada bir Köy Enstitüsü Marşı’nı hep birlikte söylüyorlardı. Marşı ve savsözü haykırdıklarında sanki ayaz kesilip ortalık günlük güneşlik oluyordu.

“O gün kanalın yarı yerini açtık. Bir buçuk metre derinliğinde uzun, derin bir çukur karları yara yara gitti. Ertesi gün ta bende kadar tamamladık. Sonra merasimle suyu saldık. Nazlı bir gelin getirir gibi önünden ardından yürüyerek türküler, marşlar söyleyerek getirdik ve geç zamandı, santral havuzuna döktük. Sonra bir baktık, okulumuzun balkonuna çakılı ‘Ç. K. E. (Çifteler Köy Enstitüsü)’ yandı. O zamanki sevincimizi nasıl anlatmalı? Üşümüş ellerimiz alkıştan ısındı. ‘Yaşa, var ol!’ seslerimiz ufukları kapattı. Dünyanın en içten gelen, en coşkun bayramı oldu belki. Hiç unutmam bir arkadaşımız kendi ellerini öpüyordu. ‘Aferin ulan eller’ diyordu, ‘bu elektriğin yanmasında senin de payın var, yaşasın.’ Sevinçten gözlerimiz yaşarmıştı.

Müdürümüz bir tümseğe çıktı. Birkaç kelimeyle başarımızı kutladı. Her nokta koyuşta ‘sağ ol!” diye bağırıyorduk.

‘Şimdi’ dedi, ‘depomuza su dolacak; banyoyu yakacağız. Yıkanın ve çalışıp başarmış insanların huzuru içinde uyuyun. İşte gördünüz, inanarak çalışan yapar! Amacına ulaşır! Bu heyecanla çalışmaya devam edersek, biz Türkiye’yi de yükseltebiliriz.’

‘Yükselteceğiz’ diye bağırdık’

‘Bayramda çalışırız, bayramlar için!’

Bayramda çalışırız, bayramlar için!..’

İçeri girdik, musluklardan şakır şakır sular akıyordu. Birbirimizi tebrik ediyorduk.

Unutulmaz bir bayramdı. (Aynı yapıt, s. 66-67)” Bu çalışma, aslında büyük bir yaşam dersiydi. Bu da ancak enstitülerde olabilirdi.

Bayramlar için bayramda çalışanlar, Doğanın olumsuzluklarına, karakışa karşı verdikleri savaşı imeceyle kazandılar. Bu imece, yalnızca kolların gücünün birliğiyle değil, yüreklerin de birlikte çarpmasıyla amaca ulaştı. Ülkemiz tarihinin en üretken, yaratıcı eğitim sistemi ne yazık ki yok edildi Atlantikçilerin buyruğu ve feodal derebeylerin kışkırtmalarıyla. Olan yoksul halka ve onun çocuklarına oldu. Bundan en büyük zararı da ülkemiz gördü.

                                                       Adil Hacıömeroğlu

                                                       29 Ağustos 2025

ÇİFTELER’E GETİRİLEN SU VE ELEKTRİK


Türkiye’nin ilk köy enstitülerinden Kızılçullu (İzmir) kent merkezinde, Çifteler (Eskişehir) ise Hamidiye köyündeydi. Hamidiye’de ne su vardı ne de elektrik. Köy, yaşamın tüm alanlarında Ortaçağ karanlığının içindeydi. Uygarlığın nimetleri, nedense tüm köylerimize olduğu gibi Hamidiye’ye de uğramamıştı.

Ünlü yazarımız Talip Apaydın, Çifteler’in ilk öğrencilerindendir. Okulun her türlü onarımını, ek çalışma alanlarını öğretmenlerin öncülüğünde öğrenciler yaptı bu okulda. Okulu, eğitim ve öğretime uygun duruma getirmek, köylülere örnek olacak sebze ve meyve bahçelerini kurmak için büyük bir imece vardı okulda. Bu imeceye, herkes gönüllü katılıyordu. Böylece ortak bir heyecanla birlikte üretmenin mutluluğu yaşanmaktaydı.

Talip Apaydın, okula 9 Kasım 1938’de başlamıştı. Bir gün sonra Atatürk, sonsuzluğa göçtü. Büyük Kurtarıcı’nın ölümü, Çifteler’i üzüntü dolu bir sessizliğe gömmüştü. Öğrenciler 10 Kasım sabahı, kahvaltıdan sonra kampananın çalmasıyla çıktılar dışarı. Öğretmen ve öğrencilerin tümü okulun önünde toplandı. Okul Müdürü M. Rauf İnan çıktı ortaya ve konuşmaya başladı. Yarım saat boyunca Atatürk’ü anlattı Değerli Eğitimci İnan. Onlara, her gün Atatürk’ü anlatacaklarını söyledi ve şu sözlerle bitirdi konuşmasını:

“Atatürk’ün kendisinden ayrıldık, ama yolundan ayrılmayacağız. Onun bize emanet ettiği Türkiye’yi koruyacağız, yükselteceğiz. Şimdi okulun açılış hazırlıkları içindeyiz. Pek çok işimiz var. Bunları tamamlamadan derslere başlayamayacağız. Kiminiz su deposuna, kiminiz badana boya işlerine, kiminiz bahçe düzenine, kiminiz öbür işlere yardım edeceksiniz. Canla başla çalışacaksınız. Biz tembel insanı sevmeyiz. Bu memleketi çalışkan insanlar yükseltecek, göreyim sizi! (Talip Apaydın, Köy Enstitüsü Yılları, Literatür Yayınları, Yedinci Basım, Kasım 2023, s. 11)” Mehmet Rauf İnan’ın bu heyecanlı konuşmasından sonra öğrenciler işbaşı yaptı heyecanla. Bu arada Sayın İnan’ın Cumhuriyet bursuyla yurt dışına gönderildiğini söylemeliyim. Burada yeni öğretim tekniklerini öğrendi. Bilgisini, görgüsünü artırdı. Öğretmenlikle ilgili yeni uygulamalar öğrendi. O, Cumhuriyet’e borcunu ödemek için var gücü ve özveriyle çalıştı yaşamı boyunca.

“İşbölümü yapıldı. Bir devinim, bir canlılık içindeydi herkes. Görevini öğrenen koşuyordu. Duran insan görmek mümkün değildi. Boz giysiler içinde herkes çalışıyor, herkes bir şeyler yapıyordu. Birkaç gün ne olduğunu anlayamadım. Bir sele kapılmıştım sanki. Elimde olmadan gidiyordum. Satılmış’a yalnız yemeklerde, bir de yat saatinden önce görüşebiliyorduk. Ben o zaman daha ufak tefek olduğum için hep yemekhane temizliğine, cam silme işlerine veriliyordum. Ellerimizde bezler, akşama kadar siliyor, temizliyorduk. Biraz daha büyükçe arkadaşlar ırmak kıyısında su deposu yeri kazıyorlardı. Öbürleri el arabalarıyla kireç çukurlarını dolduruyorlardı, bahçeyi düzenliyorlardı. Çalışmış yüzlerimizle kimimiz bir yıllık, kimiz yeni, kara kuru köy çocuklarıydık. Bazılarıyla arkadaş olmuştum. Hemşeri diye daha çok Beypazarlılarla, Ayaşlılarla konuşuyorduk. Eskişehirliler vardı. Konyalılar, Kütahyalılar, Afyonlular vardı. Dilleri, şiveleri hep başkaydı. (Aynı yapıt, s. 11-12)” Böylece imece son hızıyla başladı. Herkes, bir işin ucundan tutuyordu. Boş oturan yoktu.

“O ay içinde okulun ağzı yüzü epey düzeldi. Badana boya işleri bitirildi, her yer gıcır gıcır silinip temizlendi. Irmak kıyısındaki ve tepenin üstündeki su depoları tamamlandı, demir boruyla birbirine bağlandı. Irmak kıyısındakinin yanına yerleştirilen benzin motoru yukarıdakine su çekecekti. Fakat nasıl şeyse, uzun zaman çalıştırılamadı. Gücü mü yetmiyordu, yoksa bozuk bir motor muydu… Hep dikkatimiz oradaydı, boş kaldıkça motorun yanına koşuyorduk. Başında bir usta vardı, bir de çırak –bizim arkadaşlardan birisi- elleri, yüzleri yağ içinde çalışır dururlardı. Ama iş çıkmıyordu. (Sonraki yıllarda ark kazıp Yeşilyurt köyünün üstünden su getirdik, okulun karşısına büyük bir hidroelektrik santrali kurduk. Su, elektrik işlerimizi kökünden çözümledik.) [Aynı yapıt,  s. 13-14]” Görüldüğü gibi zorda kalınınca ve benzinli motor çalışmayınca çözümü kendileri buluyor köy enstitülüler. Okullarının elektriğini kendileri üretiyorlar elbirliğiyle.       

Çifteler Köy Enstitüsü, kendi elektriğini üretim ışığa kavuştuğunda ülkemizin köyleri bir yana ilçelerinin çoğunda elektrik yoktu. Ülkemiz, ışığa özlem duyarak karanlıklar içindeydi neredeyse. Çifteler’de yanan ışık, zamanla tüm çevreyi aydınlattı.

Köy enstitülerinde, okulun tüm gereksinmeleri öğretmen ve öğrencilerce karşılanıyordu. Öğrencilerin sofralarına gelen besinlerin çoğu öğrencilerce okulun bahçe ve tarlalarında üretiliyordu. Bazı işlerde usta öğreticiler, öğrencilere yol gösteriyordu. Bu okullar devlet bütçesine yük olmuyordu böylece.

On yıl süren savaşlardan çıkmış, genç nüfusunun çoğunu bu savaşlarda yitirmiş Türkiye’de bazı köylerde harmanı kaldıracak insan kalmamıştı neredeyse. Ülkemiz yoksulluk içindeydi. Halk eğitimsizdi. Yüzyılların biriktirdiği büyük sorunların hepsi çözüm bekliyordu, hem de kısa sürede. İşte, köy enstitüleri köylerin geri kalmışlığını, biriken çözümsüz sorunlarını çözmek için kurulan ve “üretim içinde eğitim” yapan örnek okullardı.

Enstitüler, eğitimin yalnızca seçkinler için olma durumunu ortadan kaldırdı. Yoksulların, halkın, seçkin olmayanların da eğitim görebileceklerini kanıtladı köy enstitüleri. Bu da Kemalizm’in halkçılık ilkesinin yaşama geçirilmesiydi. Ne yazık ki halkın yanında değil de seçkinlerin çıkarlarını savunanlarca ortadan kaldırıldılar.

                                                       Adil Hacıömeroğlu

                                                       27 Ağustos 2025

KÖY ENSTİTÜLÜ YAZARLAR


“Abdullah Özkucur, Adnan Binyazar, Ahmet Köklügiller, Ahmet Uysal, Ali Aslan, Ali Çiçekli, Ali Dündar, Ali Kemal Gözükara, Ali Yüce, Arif Baş, Arif Gelen, Bahar Dadaloğlu, Behzat Ay, Cesarettin Ateş, Dursun Akçam, Emin Özdemir, Emin Türk, Enver Atılgan, Esef Işık, Fakir Baykurt, Fehmi Salık, Galip Candoğan, Hacı Angı, Hasan Kalender, Hasan Kıyafet, Hasan Turan, Haşim Kanar, Hazım Zeyrek, Hüseyin Avni Tatar, Hüseyin Başaran, İbrahim Osmanoğlu, İbrahim Şimşek, İbrahim Yıldız, Kemal Bayram Çukurkavaklı, Kemal Burkay, M. Adem Solak, Mahmut Makal, Mahmut Yağmur, Maksut Doğan, Mehmet Başaran, Mihneti (Vehbi Polat), Mecit Aşkın, Mustafa Şanlı, Nadir Gezer, Nebi Dadaloğlu, Osman Bolulu, Osman Darıcı, Osman Şahin, Pakize Türkoğlu, Recep Bulut, Refet Özkan, Saffet Çalışır, Selahattin Şimşek, Şevket Yücel, Talip Apaydın, Turan Aydoğan, Ümit Kaftancıoğlu, Veli Yazar, Yakup Kepenek, Yusuf Gür, Yusuf Ziya Bahadınlı… (Bu adların belirlenmesinde Fakir Baykurt’un Unutulmaz Köy Enstitüleri kitabından yararlandım.)” Burada saydığım kişiler, köy enstitülerinin on dört yıllık döneminde yetiştirdiği yazarlardan belirleyebildiklerimiz. Daha niceleri var kim bilir?

Bir okul düşünün, köy çocuklarını yatılı olarak alıp yetiştiriyor. Lise düzeyinde bir eğitimden sonra öğretmen olarak ülkemizin dört bir yanına gönderiyor. Bu köy çocuklarının içinden sayısız yazar çıkıyor. Ayrıca bilim, sanat alanında yetkin kişiler kendini gösteriyor bu okullardan. Peki, bunca yetkin, başarılı insanı yetiştiren nedir?

“Okumada, yazmada ve konuşmada güzellikten çok doğruluk aranmalıdır; gerçekte güzelliğin ilk koşulu doğruluktur; bunu sağlamak sanatçı yetiştirmenin de en sağlam yoludur. (1943’te yayımlanan köy enstitüleri eğitim programının Türkçe dersleri ile ilgili yönetmeliğinden aktaran Fakir Baykurt, Unutulmaz Köy Enstitüleri, Literatür Yayınları, 5. Basım, Eylül 2019, s. 104)” Eğitimin toplumsal amacına ulaşması, toplum yararına olması için önce doğru bir izlencesi olmalı. Görüldüğü gibi Türkçe derslerinde yazıp konuşmak, okumak isteyen öğrencilere öncelikle yapıtların doğruluğunu öncelemeleri gerektiği vurgulanmakta.

Türkçe dersleriyle ilgili başka ne anlatılmakta sözü edilen yönetmelikte?

“Enstitülerde öğrencinin ders dışındaki okumalarını düzenlemek hem zorunlu, hem de öbür okullara kıyasla daha kolaydır; çünkü öğrenci kendisine verilen yapıtları okuyabileceği gibi her gün öğretmeniyle ilişki kurma olanağı bulacaktır. Önerilen yapıtlar derslerde konu edilen sorunlarla, öğrencini iş ve düşünce hayatı ile ilgili olmalıdır. (Aynı yapıt, s. 104)” Burada görüldüğü gibi kitap okuyan öğrenci, bu yolla öğretmeniyle ilişki kurabilecek. Öğretmenle öğrenci arasındaki köprü okunan kitaplar…

“Yazma çalışmalarında güdülecek amaç, öğrencinin kendi anlayış ve anlatış özelliklerini koruyarak açık, düzgün ve özentisiz bir anlatım ile yazmalarını sağlamak olmalıdır. Köy enstitüsüne gelen öğrenci çoğunlukla gördüğünü, düşündüğünü ve bildiğini eksiksiz ve fazlasız anlatmaya o kadar alışkındır ki, bu meziyetleri korumaya çalışmak başlı başına bir yazı eğitimi olacaktır; çünkü eksiksiz ve fazlasız anlatım yazı sanatının en üstün aşamasıdır. Seçilecek konular öğrenciyi gördüğünü olduğu gibi göstermeye, kendini ve çevresini tanıtmaya, duygu ve düşüncelerini aydınlatmaya, bildiklerini belirli bir nokta çevresinde toplamaya, dileklerini tam ve açık olarak anlatmaya yönlendirici olmalıdır. Enstitüyü bitiren öğrenci bütün yazı çeşitlerini deneyebilmelidir. Serbest yazılarda öğrencinin şiirden çok öykü, anı, betimleme, özetleme gibi düzyazı türlerine yöneltilmesi yerinde olur. (Aynı yapıt, s. 104)” Yönetmeliğin bu bölümünü okuyanlar, bu anlatılanların yazar yetiştirmek için yazıldığını kolayca anlayabilir. Demek ki, öğrencinin içindeki cevheri ortaya çıkarmak için doğru izlenceler oluşturulmalı.

“Asıl edebiyatın insanın yaşadığını anlatması olduğu fikri verilmeli ve öğrenci not, anı ve mektuplarla yaşamını anlatma alışkanlığı kazandırılmalıdır. (Aynı yapıt, s. 104)” Buradan da anlıyoruz ki enstitülerde öğrencilerin ilk baştan toplumsal gerçekçi yazma anlayışını benimsemeleri için onlar yüreklendirilmekte. Onlara yol gösterilmekte.

Enstitülerde özgür bir okuma ortamı var. Buna koşut olarak özgür bir tartışma ortamının bulunması, öğrencileri düşünsel olarak geliştirmekteydi. Ayrıca bu okuma ve tartışmalar, onlarda özgüven oluşturuyordu.

Enstitülerde yabancı dil de öğretilirdi. Köy Enstitüsü ya da Yüksek Köy Enstitüsünü bitiren bazı kişiler, özellikle Fransızca kitapları, Türkçeye çevirecek kadar yabancı dil öğrenirlerdi. Günümüzde öğrencilerin çoğu, neredeyse ilkokuldan başlayarak yabancı dil görmelerine karşın yabancı dildeki bir kitabı, dilimize çevirmeyi bırakın; en yalın dileklerini bile öğrenimini gördükleri dilde anlatamamaktalar.

Köy enstitülerinden sayısız yazarın yetişmesi bir tansık ya da rastlantı değil; bilimsel, ulusal, çağcıl ve laik bir eğitimin doğru izlencelerinin sonucudur. Ayrıca okuma alışkanlığı, enstitülü öğrenciyi yazmaya yöneltiyordu. Bu okulların eğitim amacı, öğrencilere yazma sorumluluğu da yüklüyordu. Dersler, sınıf geçmek için değil; öğrenmek için işleniyordu. Ayrıca eğitim sistemi, korkuya değil; sevgi, saygı ve güvene dayalıydı.

Köy enstitüleri, on dört yılda altmışa yakın yazar yetiştirdi. Bu yazarların bir kısmının yapıtları yabancı dillere çevrildi. Ünlerei dünyanın dört bir yanına yayıldı. Bu, bir Türkiye değil; dünya rekoru. Hem ülkemizde hem de dünyada bu denli kısa bir sürede bu kadar çok yazar yetiştirmiş bir okul türü var mı acaba? Bu yazarların hemen hepsi, ülkemiz gerçeklerini yazdılar. Köylerimizdeki yoksulluğu, yoksunluğu, adaletsizliği dile getirdiler. Uygarlığın uğramadığı köylerimizdeki sorunları ve bunların çözüm yollarını anlattılar yapıtlarında. Ülkemizin köylerden başlayacak bir kalkınma, gelişme seferberliğine önayak olmak istediler. Bunları yazarken sorumlu yurtseverliklerinden ödün vermediler. Bu da ülkemiz egemenlerinin hoşuna gitmedi. Bu nedenle köy enstitülerine savaş açtılar. Aslında bu savaş; köylerimize, köylülerimize ve dolayısıyla ülkemize karşı bir savaştı. Egemenler, bu savaşı emperyalistlerin desteğiyle kazandı.

“Okuyan, yazar; okumayan yazamaz.” gerçeğini her an anımsamalı.

Dileğim şudur ki, Atatürk’ün yolundan giden bir ülke yönetimine sahip olmak. Böylece Atatürk’ün halkçı-devletçiliği ışığında köy enstitüleri anlayışını yeniden canlandırmak. Böylece hem emperyalist boyunduruktan hem de geri kalmışlıktan kurtarmak ülkemizi. İçinde yaşadığımız olumsuz koşullarda bundan daha iyi bir dilek mi olur?

                                                       Adil Hacıömeroğlu

                                                       26 Ağustos 2025

 

 


OKUMA ALIŞKANLIĞI KAZANDIRAN TEK OKUL


Günümüzün en çok yanıtı aranan: “Yurttaşlarımıza niye okuma alışkanlığı kazandıramıyoruz?” sorusudur. İnsanımıza okuma alışkanlığı kazandırılamaması, toplumuzda önemli ve sürekli bir tartışma konusu. Veliler, olanakları elverdiğince çocuklarını bin bir özveriyle kendilerince en iyi okullarda okutmakta. Buna karşın öğrencilerin uzun öğrenim süresince okuma alışkanlığı edinememeleri herkesi düşündürmekte.

Değerli arkadaşım, inşaat mühendisi Ayhan Yeltik’le bir araya geldiğimizde kitap okuma konusu üzerinde çok konuşuruz. Ayhan Bey’le çok seyrek buluşuruz. Nedeni de onun yaşamının çoğu, yurt dışında geçer. Ünlü bir yapı firmasının yurtdışı temsilcisi. Durmaksızın çalışan biri. Üretmek, yapmak, ülkemize döviz kazandırmak için Asya bozkırlarında, Afrika’nın zorluklarla dolu coğrafyasında, Sibirya’da, Moğolistan’da, Romanya’da, Kazakistan’da ve adını anımsamadığım birçok yerde çalışıp didinir. Yaptığı işlerle gurur duyar. Bu da onun hakkı…

Sayın Yeltik, iyi bir okur olarak kitap okumayı çok önceler. Benim de öğrencim olan oğlu Sarp’a okuma alışkanlığı kazandırmak için çok uğraştı. Sonunda da bu savaşı kazandı.  

Yıllar önce bir konuşmamızda okuma alışkanlığı konusunda dertlendi bana. “Hocam…” dedi üzgün bir sesle. “Rusya’da, hatta Sibirya’da, Kazakistan’da, Romanya’da, Afrika’da çalıştım. Oraların yerlilerinden çalışanlarımız oldu. Üç aşağı beş yukarı hepsinde kitap okuma alışkanlığının olduğunu gördüm. Bizim ülkemizde, öğrencilere okuma alışkanlığını niye veremiyoruz? diye sordu. Dilim döndüğünce ona, bunun nedenlerini ve eğitim sistemimizdeki aksaklıkları anlattım. Okuma alışkanlığını kazandıran tek okul türünün köy enstitülerinin olduğunu da ekledim sözlerime.    

Peki, köy enstitülerinde öğrencilere kitap okuma alışkanlığı nasıl kazandırıldı?

“Öğrencilerin kitap okuması için öncelikle öğretmenlerinin okuması gerekir.” sözünü öteden beri söyleyegelirim. Kitap okuma alışkanlığı olmayan öğretmenlerin öğrencisine bu alışkanlığını vermesi olanaksız. Hele okuyormuş gibi yapıp öğrencilerini kandırmaya çalışan öğretmenlerin bu tutarsızlığı, çocuklarca kısa sürede fark ediliyor. Bu da öğrenciyi okumaktan soğutup uzaklaştırıyor. Bu nedenle hangi dalda, düzeyde olursa olsun her öğretmen öncelikle okuma alışkanlığı edinmeli. Kişi ve toplumu etkileyecek önderler (Öğretmenler de toplumun, öğrencilerin önderleridir.) doğru ve tutarlı davranışlarıyla örnek olmalı. Köy enstitülerinin kurucusu, yol göstericisi olan İsmail Hakkı Tonguç başta olmak üzere ve bu okullarda yöneticilik yapanlar, öğrencilerden önce öğretmenlerin kitap okuması gerektiğini zorunlu görüyorlardı. Bunun için yönergeler çıkardılar.

“Şartlar ne olursa olsun, mevsim hangi mevsim bulunursa bulunsun, öğrencilere her gün serbest okuma yaptırılacak ve onlara kitap okuma alışkanlığı mutlak surette kazandırılacaktır.

Gördüğüm Enstitülerin çoğunda öğretmenleri, öğrenciyi tatmin edecek şekilde, kitap okumaya hevesli görmedim. Türkçe öğretmenlerinin bazıları bile istenilenden çok az kitap okumaktadır. Bu durum öğretmenin şahsından ziyade öğrencilerin, Enstitünün zararınadır. Okuma isteği kıt öğretmenlerin çoğunluk teşkil ettiği Enstitülerde hayat basitleşmekte, durgun ve sıkıcı bir manzara göstermektedir. Türlü türlü çarelere başvurarak öğretmenlere çok kitap okutma işini başarmamız ve onlarda bu alışkanlığı kökleştirmemiz gerekir. (Tonguç’tan aktaran Fakir Baykurt, Unutulmaz Köy Enstitüleri, Literatür Yayınları, 5. Basım, Eylül 2019, s.145)” Görüldüğü gibi köy enstitülerinde okuma alışkanlığının yerleşmesi için öncelikle öğretmenlere okuma alışkanlığı kazandırılmak istenmekte. Bunun için de özel ve özenli bir çaba gösterilmekte.

Yazımızı, yine büyük eğitimci İsmail Hakkı Tonguç’un bir sözüyle sürdürelim: “Genç kuşaklar, bilim, sanat ve teknikle ilgili değer taşıyan yapıtları anlamlarını iyice kavrayana kadar okumalıdır. Aydınları serbest okuma alışkanlığı kazanmayan toplumlarda, düşündüğünü yazan, düşüncesini açıklayan insan da pek az olur; ortam demagoglara kalır. (Aynı yapıt, s. 146)”  Tonguç, bu sözleriyle okumanın topluma etkisini ne de güzel vurgulamış.

Türkiye’de çok farklı okul türleri var. Ne yazık ki hiçbiri öğrencilerine okuma alışkanlığını veremiyor. Eğitin tarihimizin çok kısa bir döneminde yer alan köy enstitüleri, neredeyse tüm öğrencilerine, hatta öğretmenlerine kitap okuma alışkanlığı kazandırdı. Neden?  

“Enstitülerde, işi iyi bilen yöneticiler ve öğretmenler, her gün sabahları birer saat uygulanan özgür okumalar için öğrenciye birer defter tutturuyordu. Öğrenci bu deftere kitabın adını, yazarını, basıldığı yeri, yılı yazdıktan sonra, isterse özetini, beğendiği, beğenmediği yanlarını, varsa öğrendiği yeni sözleri ve bilgileri yazarak en az bir sayfa doldururdu. Enstitü biterken bu defterler toplanır, her öğrenciye okuduğu kitap sayısı kadar kitap armağan edilirdi. Yöneticiler bu amaçla gerekli hazırlığı yapar, önlem alırdı. Buna harcanan para nereden sağlanırdı? Her enstitünün döner sermayesi vardı. Enstitü ürettiği ürünü satıp parasını o kasaya koyarak gerekli harcamayı yapardı. Örneğin bizim Gönen’de her yıl üç kilo gülyağı çıkarılırdı. Gülyağının fiyatı altınla eş gider. O zaman 7000 lira idi. Kuşkusuz iyi para idi. (Aynı yapıt, s. 146-147)” Bu uygulamayla köye atanan öğretmen, günün koşullarına göre önemli sayıda kitapla giderdi okuluna. Bu da köylünün aydınlanması için vazgeçilmezdi.

Köy enstitüleri, üretim üzerine kurulu olduğu için köye atanan çiçeği burnunda öğretmene verilen kitaplar, devlet bütçesine yük olmazdı. Bu üretime, her öğretmen ve öğrencinin emeği, alınteri, payı vardı.

Enstitüler, sık sık devlet yöneticilerince gezilirdi. Uygulamalar yerinde görülürdü. Zamanın Cumhurbaşkanı İsmet İnönü de bu gezileri fırsat buldukça yapardı.

“İsmet Paşa Savaştepe’ye gelmişti. Kendisini tuğla ocağına götürüyorduk. Yolda giderken tepeden, şimdi anımsıyorum, Pamukçu’dan Hatice Kolukısa o gün galiba kümes nöbetindeydi, onu çağırdı; geldi. ‘Ne var torbanda?’ dedi. O da, ‘Torbamda peynirim, ekmeğim var; köftem var.’ dedi. ‘Başka neyin var? Göster bakayım!’ dedi. Torbadan bir de Sophokles’in Antigone kitabı çıktı. Antigone’i görür görmez İsmet Paşa’nın gözleri yaşardı. Yanındaki Genelkurmay Başkanı Abdurrahman (Nafiz Gürman) Paşa’ya, ‘Paşam görüyorsunuz, bu klasikler daha yeni çıktı. Ankara’da bile okunmuyor. Benim çocuklarım okuyor. Köylümüz, şehirlimiz, erimiz, generalimiz ne zaman kitabı kumanyasına ekleyecek duruma gelirse o gün Türkiye gerçekten kurtulmuş olur.’ dedi; geriye doğru gerildi, başını sallayıp gülümsedi. (M. Asaf Aktan-Canlandırıcı Eğitim Yolunda’dan aktaran, Fakir Baykurt, aynı yapıt, s. 146)” Evet, ne zaman ki kitap, bir yurttaş için ekmek kadar, su kadar gerekli olur; o zaman toplumumuz okuma alışkanlığını kazanır. Çünkü köy enstitülerinde kitap, öğrencinin azık torbasında yerini almıştı. Okumak, yeme içme kadar önemliydi enstitülü öğrenci için. Onun yaşamı, soluklanması, özgürlüğü, varlığı okumaya bağlıydı.

Köy enstitüleri, 1940’ta kuruldu. 1946’da asıl izlencesinden iş bilmez siyasetçiler yüzünden saptı. 1954 yılında ise tamamen kapatıldı. Kuruluşundan, resmen kapatılışına dek bu okullarda okuma fırsatı yakalayan köy çocuklarının neredeyse hepsi okuma alışkanlığı kazandı. Kitap, dergi, gazete okumayı bir yaşam biçimi olarak benimsediler. Oysa bu öğrencilerin neredeyse hepsinin anne ve babası okuryazar olmayan köylülerdi.

Şimdi bakıyorum da anlı şanlı okullarımız var. Bunların bazılarının yüz yılı aşkın tarihi söz konusu. Kimileri sınavlarda en başarılı öğrencileri alıp caka satmakta. Ne yazık ki sınavların en başarılı öğrencilerine bile kitap okuma alışkanlığını veremiyor bu ünlü okullar. Ondan sonra da kalkıp çok başarılı olduklarını söylüyorlar. Okuma alışkanlığı olmayan biri; nasıl üretken, yaratıcı, araştırıcı olacak? Bilgi edinme merakını hangi yolla karşılayacak? Duygu ve düşünce evrenini neyle varsıllaştıracak? Bilimin, sanatın, kültürün sonsuz yollarında nasıl ve ne ile yürüyecek?

Şimdi anladık mı köy enstitülerinin niye apar topar yok edildiğini? Egemen sınıfların, bu okullara neden savaş açtığını anlamak zor olamasa gerek. Çünkü toplum aydınlanırsa tutsak olmaz; bilim, sanat ve kültürde ileri gider. Bağımsızlığını ve özgürlüğünü koruyacak bilince sahip olur.

Köy enstitülerini kapatarak ülkemizin bağımsızlığı, kalkınıp gelişmesi, yurttaşın bilinçlenmesi, kulun kendi usuyla düşünen birey olması engellenmiştir. Buna da “Ağacın kurdu içindedir.” diyelim. Çünkü köy enstitülerini kapatanlar, emperyalistlerin ağzına bakan bizim devlet yöneticilerimizdi. El ağzına baktılar, ağızları açık kaldı. O gün bugündür havanda su dövmekteler halkı kandırmak için.

                                               Adil Hacıömeroğlu

                                               25Ağustos 2025

 

 

 


KÖY ENSTİTÜLERİ BİZE Mİ ÖZGÜ?


Köy enstitüleri, 17 Nisan 1940 tarihli 3802 sayılı yasayla kuruldu. Yasa çıkmadan önce Eskişehir-Çifteler ve İzmir-Kızılçullu köy öğretmen okullarında enstitü eğitimi uygulanmaya başlandı. Enstitülerin kurulma amacı, köylere öğretmen yetiştirmekti. Köylerin çoğunda ilkokul yoktu. Az sayıdaki köy okulu ise öğretmensizdi. Ülke nüfusunun neredeyse dörtte üçünde fazlasının yaşadığı köylerimiz, aydınlanmadan yoksun, karanlıklar içindeydi. Ülkemiz ekonomisi de tarıma dayalıydı o yıllarda. Köylünün aydınlanması ve köylerin kalkınması, ülkemizin geleceği için zorunluydu. İşte, cumhuriyet yönetimi enstitüleri kurarak köylerimizi kalkındırarak geliştirmeyi önceledi.

Kentlerde bulunan öğretmen okullarına giden kentli gençler, mesleğe atıldıklarında köylere gidip ora koşullarında yaşamak istemiyordu. Çünkü susuz, yolsuz, elektriksiz, uygarlığın neredeyse tüm nimetlerinden yoksun köylerde yaşamak; kentte büyüyen bir genç için neredeyse olanaksızdı. Bu nedenle cumhuriyet yönetimi, köy çocuklarının eğitilmesi ve köylülerin okuryazar edilmesinin çözümünü, yine sorunu yaşayan insanların içinde buldu. Köylü, ancak kendi içinden çıkan çocukların öğretmen yapılmasıyla eğitilebilirdi. Bu nedenle köy enstitüleri kurularak bu iş gerçekleştirilebilirdi.

Köylüleri okuryazar yapma işi, savsaklanacak, geciktirilecek bir şey değildi. Bu nedenle zamanın Milli Eğitim Baklanı Saffet Arıkan, Eskişehir-Çifteler’de köy eğitmen kurslarının ilkini açtı. 1 Nisan 1937’de ise köy eğitmen kursları, birçok ilimizde açılarak ülke çapında yaygınlaştı. Askerde çavuş, onbaşı olup okuma yazma bilen köy delikanlıları bu kurslara alınıp eğitildi. Kurslar, altı aydı. Eğitmenler, köy okullarına atandı. Üçüncü sınıfa dek çocukları okutmaları sağlandı. Öğrenciler, üçüncü sınıftan sonra merkezi köylerdeki ilkokullara giderek dört ve beşinci sınıfı okuyorlardı. Amaç, okuryazarlığı ülke çapında artırmaktı. İşte, köy enstitüleri, bu ön hazırlığın ardından kuruldu.

Osmanlının son döneminde sürekli yenilen ve toprak yitiren bir ülke vardı. Ayrıca bilim, sanat, teknoloji, kalkınma ve gelişmede çok geride kalan bir toplumda özgüven yitimi söz konusuydu. Bu nedenle “Biz yapamayız, beceremeyiz.” düşüncesi, toplumu sarıp sarmalamıştı. Bu, değişmez yazgı olarak kabullenilmişti toplumun genelince.  İşte, bu koşullarda köy enstitüleri kuruldu ve dünyaya örnek bir eğitim biçimi olarak yerini aldı.

Köy enstitülerini yaşama geçiren düşünce ve uygulamanın bizim olmadığı savı ortaya atıldı. Çünkü bu savları ileri süren kişilere göre Türkler, yeni ve örnek bir şeyi becerecek güçte olamazdı. Olsa olsa böyle ileri ve örnek bir eğitim sistemi yabancılardan alınmış olmalıydı. Bu düşünce; kendi insanına, ulusuna, yurttaşının usuna güvenmeyen kişilerce ortaya atılmıştı. Çünkü bu kişilerde özgüven yitip gitmişti ne yazık ki.

Köy enstitüleri adım adım bir izlencenin yaşama geçirilmesiyle var edildi. Bunda, başta Atatürk olmak üzere, zamanın başbakanı İsmet İnönü, Milli Eğitim Bakanları Saffet Arıkan ve Hasan Ali Yücel ve bu işin öncüsü İsmail Hakkı Tonguç’un olağanüstü çalışmaları var. Burada adını sayamayacağımız kadar kişinin ortak emeği söz konusu. Bundan yola çıkarsak köy enstitüleri bir ulus projesi. Bu eğitim sistemi; ulusal, çağdaş, bilimsel ve laik temeller üzerine kuruldu. Düşüncenin, kuramın uygulamaya geçtiği örnek bir eğitim biçimi.

Köy enstitüleri, bir başka ülkeden kopyalanan bir eğitim biçimi değil. Doğaldır ki dünyadaki bütün eğitim uygulamaları incelendi. Onların olumlu yanları göz önüne alındı. Ülkemiz koşulları, köylerimizin durumu göz önüne alınarak bize özgü bir eğitim örneği uygulamaya kondu. Bir eğitim sistemi, ulusal gerçeklerden uzak olursa gerçekçi olmaz, yaşama uymaz. Yaşama uymayan, ulusun gereksinmelerine yanıt vermeyen, halkın sorunlarını çözmeyen bir eğitim sisteminin ülkeye bir yararı olmaz. Bunu yaparken bilimsel temel göz ardı edilmemeli.

Köy enstitülerinin alındığı savlanan Almanya, Bulgaristan, Macaristan ve Sovyetler Birliği’nde böyle okullar yok. Sanırım köy enstitülerini iyi bilmeyip incelemeyenler, bu okulları başka ülkelerdeki sanat okullarıyla karıştırmışlar.

Köy enstitüleri birçok ülkece örnek alındı. Bu ülkeler, enstitüleri kendi ülkelerinde yaşama geçirdiler. Endonezya, İran ve Peru köy enstitülerini bizden alarak kendi ülkelerinde uygulayanlar… Ayrıca UNESCO, enstitüleri bütün dünyaya örnek okul örneği olarak önerdi. Bu okullar, uzun süre eğitimlerini sürdürseydi birçok ülkeye örnek olabilirdi. Ne yazık ki böyle bir fırsatı kaçırdık.

Köy enstitüleri, ülkemiz Atlantik sürecine dümen kırmaya başladığında yok edilmeye başlandı. Bu güzel okullara ilk darbe, 1946 seçimlerinden sonra vuruldu. Ülkemizin ABD’nin egemenliğine girmesini isteyen siyasetçiler, köy enstitülerine düşmanlık yapmaya başladı. 7 Ağustos 1946’da kurulan Recep Peker hükümetinde Milli Eğitim Bakanı olan Reşat Şemsettin Sirer, köy enstitülerini kapanma sürecini başlattı. Eğitim izlencesinin içeriğini boşalttı. Sirer, 3 Mart 1951 tarihinde Ulus gazetesinde yayımlanan bir yazısında: “…bu enstitüler, dört yıldan (1947’den) beri birer öğretmen okulundan başka bir şey değillerdir.” diyerek bu örnek okulları yok etmekte öncü olduğunu açıklamış oldu.

1950 seçimlerini kazanarak iktidar olan Demokrat Parti(DP), 27 Ocak 1954 tarihli ve 6234 sayılı yasayla köy enstitülerini resmen kapattı. Bu yasayla enstitüler, öğretmen okullarına dönüştü. Böylece yerli yabancı birçok eğitimcinin beğeni ve övgüsünü alan dünyaya örnek olan enstitüleri kendi hükümetlerimiz yok etti.

Türkiye, 17 Aralık 1949’da ABD ile eğitim anlaşması imzalayarak eğitimimiz, ABD’nin isteğine göre yönlendirildi. Eğitimi ulusal ve bilimsel olmaktan çıkan ülkemiz, ne yazık ki ayağına dolanan emperyalizmin ve feodalizmin zincirlerini bir türlü söküp atamadı. Eğitim alanındaki gerilik, toplumun tüm alanlarını da kapladı. Bugün çektiğimiz sıkıntıların, çözümsüzlüklerin, birçok alanda geri kalmışlığın, toplumsal çözülmenin, aktöresel kokuşmuşluğun, rüşvetçiliğin, ülküsüzlüğün. Atatürk’ten uzaklaşmamın köklerini 1946’da temelleri atılan süreçte aramalı.

Türkiye’nin kendi olanaklarıyla ortaya çıkardığı büyük bir eğitim projesi, emperyalizmin işbirlikçileri eliyle yok edildi. Buna üzülsek mi, kızsak mı bilmiyorum.

                                               Adil Hacıömeroğlu

                                               23 Ağustos 2025

DOĞANIN GÜCÜ


Neredeyse her akşamüstü, gün batımında yürüyüşe çıkarım Bostancı’dan Fenerbahçe’ye dek uzanan kıyıda. Kış olduğunda yürüyüşlerim ikindide başlar. Çünkü havalar epeyce soğuk oluyor. Bir de yağışlardan da korunmak gerek.

Benim için yürümek, hem sağlıklı yaşam için gerekli hem de kentin betonlaşan dokusundan uzaklaşarak tinsel dinginliğe kavuşmanın bir yolu. Her geçen yıl, kıyıdaki dolgu alandaki ağaçlar daha da büyüyüp boy atıyor. Tek tük de olsa kuruyanlar da var. Ağaçların çoğu insan eliyle dikilmiş. Bir bölümü de kendiliğinden boy atmış buldukları uygun yerlerde. Doğaldır ki kendiliğinden boy atan ağaçların tohumlarını, oralara götüren daha çok kuşlar.

Kıyı kesimindeki yürüyüş yolu ve yeşil alanın olduğu yerin neredeyse tamamı, denize büyük taşlar dökülerek doldurulmuş. Daha sonra da bu taşların üstüne kamyonlarla toprak taşınmış. Ardından bu toprağa, ağaçlar dikilip çim tohumları ekilmiş. Yeşil alanı çevreleyen kuşakta ise daha çok gül olmak üzere türlü çiçekler dikilmiş belediyece.

Kıyıdaki yeşil alan ve yürüyüş yolu, insanlarca yaz kış kullanılır. Özellikle yazın sıcak günlerinde burası, insanlar için bir kaçış yeri. Denizin serin yeli, ağaçların gölgesi ve yaprakların esintisi onları soluklandırmakta. Kimileri, gece yarılarına dek yiyecek ve içecekleriyle burada oturuyorlar. Çünkü İstanbul, betona gömülen bir kent. Evlerin çoğunun çevresinde yeşil alan yok! Düzensiz kentleşme, birçok evi esen yellere kapatmış ne yazık ki. Bu nedenle evler sıcak yaz günlerinde yuva olmaktan çıkıyor. Çoğu kişinin yaz günlerinde yuvası, kıyıdaki yeşil alan…

Nerdeyse her gün yürüdüğüm kıyıyı gözlemlemek, değişimleri görmek benim en büyük zevk. Özellikle taşa, betona, demire, insan hoyratlığına meydan okuyarak tüm olumsuzluklara karşın boy atan ağaçları gördükçe mutlanıyorum. Ayrıca bu durum, beni gelecekle ilgili umutlandırıyor. Doğanın olağanüstü gücü, kendini yenileme isteği ve ısrarı hayranlığımı artırıyor.

Yürüyüş yolunda kimi zaman karışıklıklar olur. Bunun nedeni, bazı kişilerin hala yolun sağından yürümemeleri, koşmamaları. Bu nedenle çoğu zaman yürüyen ya da koşanların hızı kesilir kendine yol bulmak için.

Eve dönüş yolunda sağdan yürüdüğümden kıyıyı izlerim hep. Şaşkın Bakkal BELTUR’dan Bostancıya doğru yürürken kıyıdan hiç ayrılmam. Gözüm, hep denizde ve dolgu alanı korumak için denize yığılan büyük taşlarda. Yazın taşların arasından onlarca kedi yavrusu kendini gösterir. Hepsi yaşama tutunmanın peşinde. Birçok gönüllü hayvansever, kedilerin yemeğini ve suyunu sağlar.

Şaşkın Bakkal’dan Bostancı’ya doğru yürürken sola doğru kıvrılan ilk dönemeçten yürüyüş yolundan sapmadan yürüdüğünüzde sağda, yol kıyısında dondurmacısı olan bir yeiç var. Orayı geçtikten sonra sağa dönünce doğanın gücünü görme fırsatını yakalar bakan değil, gören gözler. Sağa dönüp yürüdüğünüzde hemen yanınızda yürüyüş yolu ile kıyıdaki betonun birleştiği yerde bir çınar ağacı görürsünüz. Henüz fidan sayılır bu. Kolumdan daha kalın… Gövdesindeki yara berelere, boğumlara baktığınızda bu boya erişene dek insanlarca defalar kırıldığını büyümemesi için çok uğraşanlar olduğunu kolayca fark edersiniz. Bu barbarlığı kıyıdaki tüm ağaçlarda görmek olanaklı. Bu çınar; betona, taşa, demire, insan kıyımına karşın yaşam buldu orada ve bizlere de yaşam verecek yıllarca.

Birkaç adım attıktan sonra aynı kökten filizlenen ikiz çınar ağacını görürsünüz. Burada toprak yok! Kıyıya dökülen büyük taşları yoldan ayırmak için yaklaşık iki karış eninde içinde demir çubuklar olan bir duvar var. Duvarın yanındaki yürüyüş yoluna ise asfalt dökülmüş. Asfalt, duvarın üzerine binmiş. Duvarla asfaltın birleştiği yerde toprak yok. Oraya rastlantısal olarak düşmüş yapraklar çürümüş. Yelin getirdiği tozlar da nasılsa gelip oraya yerleşmiş. İşte burada ikiz çınarlar boy atmış. Şu anda bilekten daha kalın oldu gövdeleri. Gövdeler kalınlaştıkça kökler, asfaltı yukarı doğru kaldırıp kendine yer açıyor.

İkizlerimizi arkamızda bırakıp azıcık ilerlediğimizde yeni bir çınar fidanına rastlıyorsunuz. Bunun ikizi yok, tek başına. O da meydan okuyor betona, taşa, demire. Ardından bir çınar fidanıyla daha karşılaşıyorsunuz. Ardından bir ikiz çınar ağacı içinize ferahlık verir. Bu ikizler, asfaltı patlatmış durumda. Yakında kendisine özgü bir alan açacak gibi duruyor. İşte, doğanın gücü ve tansığı… Yanlarımdan her geçişimde bu çınarların gövdelerini okşuyorum elimle. Kimi zamanda yanımdaki sudan döküyorum diplerine. Beni görenler, bana deli diyebilir ağaçları okşadığım için. Varsın desinler, ben de ağaç ve doğa delisi olayım ne var bunda?

Taşların aralarından akasya, akçaağaç, erik ve incirlerin boy attığını görmek başka bir doğa tansığı. Yol boyunca üç tane de palmiye tutundu taşların üstüne. Bütün bu ağaçlar, kentimizi betonlaştırmak isteyenlere inat, boy vermekteler taşların arasından. Siz ne yaparsanız yapın, tüm olumsuzluklarınıza karşın doğanın gücü ve tansıkları sizi yeniyor. Kendi kurallarını ve gücünü sizin yıkımlarınızın üstüne çıkarıyor.

Her yürüyüşümde ağaçlardan dökülmüş çalı çırpıyı, yaprakları toplayıp taşların arasına sıkıştırırım. Onların toprağa dönüşmesi, yeni doğa tansıklarını ortaya çıkaracak. Benim bu durumum, bazılarının ilgisini çeker. Benim ne yaptığıma bir anlam veremediklerinden olacak bana şaşkın gözlerle bakarlar. Belki de akıl sağlımdan şüphelenmekteler. Bir gün bana şaşkın gözlerle bakan birine anlattım ne yaptığımı. Genç biriydi o. Kendisinin de bundan sonra aynı şeyi yapacağını söyledi. Ben, denizde bir damlaydım; o gençle iki olduk. Belki bir gün bu damlalar çoğalıp deniz oluruz kim bilir?

                                       Adil Hacıömeroğlu

                                       22 Ağustos 2025

 


DERENİN ÇIĞLIĞI


Deniz, son yıllarda her yaz dinlencesinde ninesi ve dedesiyle yaylaya gider. Yaylaya gitme zamanı yaklaştıkça onun içi içine sığmaz. Günleri, heyecanla saymaya başlar. Yaylada arkadaşlar edinmiştir gide gele. Eli boş gitmemek için onlara, yaşadığı kentten anmalıklar alır. Oradaki arkadaşlarının neyi sevip sevmediklerini bildiğinden onların zevklerine uygun anmalık almaya özen gösterir. Ayrıca yayladaki komşularını da unutmaz.

Yayladaki komşularını çok özlemişti. Onların Deniz’e sevgileri olağanüstüydü. Çocuk da onları çok seviyordu. Neredeyse her gün komşularına uğrayıp onlarla söyleşir. Onların anılarını dinlemek, komşularından doğayla ilgili yeni yeni bilgiler öğrenmek için can atar. Onları dinledikçe doğaya karşı sevgisi daha da artar. O denli çok şey öğrenir ki onlardan, kentte bu bilgileri edinmek neredeyse olanaksızdır onun için. Kimi zaman hayvancılıkla ilgili bazı önemli ayrıntıları da öğrenir yaylacı komşularından. Çünkü onların önemli geçim kaynaklarından biridir hayvancılık. Kışın köylerde, yazın yaylada beslerler hayvanlarını.

Deniz, yaylada komşularının hayvanlarını sever. Kimi zaman arkadaşlarıyla hayvanları yaylımda otlatmaya gider. İneklerin serin havada beslenirken ne denli mutlu olduklarını görüp o da mutlu olur onlarla.

Dedesiyle ninesi, komşulardan süt satın alır. O sütten yoğurdu torunlarıyla yaparlar. Komşulardan tereyağı, yayla peyniri alırlar kahvaltı yapmak için. Kimi zaman komşularının evine gittiklerinde onlar, sobanın üstünde pişirdikleri bazlamalara yağ sürüp verirler Deniz’e. O, önceleri sunulan bu tadı güzel yiyeceği almakta çekingen davranmışsa da onlarla içten ilişkileri geliştikçe yabancılık çekmemeye ve o evin çocuğu gibi davranmaya başladı. Yaylada yediği her yemeğin, başta tereyağı ve peynirin tadını unutamaz yıl boyunca.

Bu yıl yine yaz dinlencesinin bir bölümünü dedesi ve ninesiyle yaylada geçirmek için yola çıktı. Yol boyunca akıp giden dereyi izlemeye başladı ağaçların arasından. Derenin suyunun her yıl azaldığını gözlemledi. Sıcak havalarda serinlemek için derenin kıyısına gelenler, ne yazık ki çöplerini su kıyısındaki çimenlerin üstünde bıraktıklarını gördü. Bu durum, onu çok üzmeye başladı. Derenin içinde paslı tenekeler, naylon torbalar, karpuz kabukları, pet şişeler, parçalanmış giysileri, eski ev eşyalarını, cam kavanozları fark etti.  

Dedesi, yolda bir çeşmenin önünde arabayı durdurdu. Önce üçü birden kana kana su içti dağlardan çıkıp gelen bu pınardan. Pınarın suyu, ağaçtan yapılmış bir oluktan akıyordu. Bu, çocuğun ilgisini çektiğinden hemen fotoğrafını çekti, kente döndüğünde okul arkadaşlarına göstermek için. Oluğun soğuk suyuyla ellerini yüzlerini yıkadılar. Ninesi, evden yıkayıp getirdiği meyveleri yeniden yıkadı oluğun buz gibi suyuyla.

Derenin kıyısına doğru yürüdüler. Yıkık bir ağacın üstüne oturup yeniden yıkanmış meyveleri yemeye başladılar. Dere, önlerinden şırıl şırıl akıyordu. Derenin şırıltıları Deniz’e dünyanın en güzel ezgisi gibi geldi. Bu ezginin büyüsüne kapılarak düşlere daldı. Bu sırada bir plastik yoğurt kabı derenin yüzeyinden geçti. Ardından paslı bir teneke… Bunları görünce düşünden uyandı çocuk. Derenin kıyısında birikmiş çöp yığınları, sanki gözüne batıyordu.  Üzüntüden ne yapacağını bilemedi.

Çöp yığınlarına dalmış düşünürken bir kurbağanın vıraklamasını işitti. Döndü sesin geldiği yana. Yosun tutmuş bir taşın üstündeydi kurbağa. İkisi, birbirine baktı kısa bir süre. Sessizliği, kurbağa bozdu.

“Merhaba güzel çocuk! Hoş geldin deremize!” dedi.

Çocuk, önce şaşırdı kurbağanın konuşmasına, sonra gülümseyerek yanıtladı onu.

“Sağ ol… Hoş bulduk kurbağa kardeş! Benim adım Deniz…”

“Benim adım da Zıpzıp… Çok mutlu oldum seninle tanıştığıma.”

“Ben de çok mutluyum seninle tanışıp arkadaş olduğuma.” dedi çocuk, sevinçle. Sonrasında Zıpzıp’a: “Derenin içindeki ve kıyısındaki çöpler size zarar vermiyor mu?” sorusunu sordu.

O: “Zarar vermez mi hiç? Geçen ay bir kurbağa arkadaş, sudan dışarı çıkmak için zıpladı kıyıya. Kıyadaki paslı tenekeyi taş sanıp üstüne çıktı. Tenekenin parçalanmış bölümü, iki ayağını birden kesti. Ertesi gün arkadaşım kurbağa, dayanamayıp öldü. Ölmeden önce çok acı çekti. Gece boyunca ağlayıp durdu. Onun ağlamaları bizi uyutmadı sabaha dek, çektiği acılar yüreğimizi yaktı.” dedi üzüntülü bir sesle.

“Çok üzüldüm Zıpzıp kardeş! Çok kötü bir olay yaşamışsınız, başınız sağ olsun.”

“Yalnızca bu mu başımıza gelenler? Su çok kirli, bu nedenle yavrularımızın çoğu, iribaşken türlü kimyasal maddeler nedeniyle ölüyor. Bu da soyumuzun tehlikeye girmesine neden oluyor. İribaşlar, genellikle derenin içindeki ve kıyıdaki otlarla beslenmekte. Dere kirlendiğinden iribaşların beslenecekleri otlar çok az yetişmekte. Yetişeler de zehirli zatem…”

Aşağıdan bir ses, Zıpzıp’ın sözünü kesti. “Yalnızca siz mi zarar görüyorsunuz bu kirli sudan? Bizim soyumuz da tehlikede…” dedi suyun yüzeyine çıkardığı ağzıyla bir balık.

Çocuk, balığın konuşmasına hem sevinip hem de şaşırarak ona dönüp: “Merhaba balık kardeş, benim adım Deniz…” dedi.

Balık: “Çok mutlu oldum Deniz. Benim de adım Kıvrak Kuyruk. Ben alabalık soyundanım. Binlerce yıldır bu derede yaşarız. Buralarda insanlar yokken biz vardık.” dedi düşünceli düşünceli.

Deniz: “Sudaki kirlenme size nasıl zarar veriyor Kıvrak Kuyruk?

Kıvrak Kuyruk: “Biz alabalıklar, genellikle suyun üstünde uçuşan ve su yüzeyine konan böcekleri, sinekleri yiyerek besleniriz. Toprak solucanlarını ve küçük balıkları da yediğimiz olur. Aslında kurbağalar da bizim yediklerimizi yer çoğunlukla.”

Zıpzıp: “Biz sinekleri, böcekleri, örümcekleri yiyerek insanlara çok büyük yarar sağlarız. Bu zararlılardan onları koruruz.” dedi iç çekerek.  

Kurbağa, sözünü tamamlamadan derenin içindeki büyük taşın sütündeki ince yapılı bir kuş, uçarak çocuğa yaklaştı. Kuyruğunu yukarıdan aşağıya birkaç kez indirip kaldırdı. Sonrasında: “Konuşmalarınızı işittim yukarıdaki taşın üstünden Deniz, Zıpzıp ve Kıvrak Kuyruk kardeşler. Benim adım da Titrek… Niye mi Titrek? Çünkü kuyruğumu çok fazla ve hızlı aşağı yukarı salladığım için. Bizi, insanlar ‘dere kuşu’ diye adlandırırlar.” dedi.

Çocuk: “Çok sevindim sizi tanıdığıma Titrek kardeş.” dedi mutlulukla.

Kuş: “Deredeki kirlenme, bizim de besin kaynaklarımızı tükettiğinden yaşamımızı zorlaştırmakta. Yediğimiz küçük balıklar, sucul böcekler, bazı bitkilerle iki yaşamlılar çok az var artık buralarda.” dedi biraz da üzülerek.

Çocuk: Bunu ilk kez işitiyorum, iki yaşamlılar ne demek?” diye merakla sordu.

Titrek: “İki yaşamlılar hem karada hem de suda yaşayan küçük canlılar…” diye yanıtladı onu.

Çocuk: “Çok sağ ol Titrek kardeş, beni bilgilendirdiğin için.” dedi.

Kıvrak Kuyruk: “Bir de bilinçsiz avcılar biz balıklara çok zarar veriyor. Yaşadığımız sulara patlayıcılar atıp bizim toptan ölümümüze neden oluyorlar.” diye inledi.

Yukarıdan hızla akan bir su kütlesi, büyük taşın çevresinden dönerek gitti aşağıya doğru. Dere, sularını köpürterek seslendi çocuğa: “Dere boyunca yaşayan insanların bazıları atık sularını, ayakyolundaki atıklarını bize karıştırıyorlar. Bu atık suların içinde çok zararlı maddeler var. Özellikle ev temizliği için kullanılan kimyasallar beni zehirleyip soluk almamı engelliyor. Ben zehirlenince içimde yaşayan, suyumla yaşam bulan, soluğumla soluklanan hayvan ve bitkiler de zehirleniyor. Ben, kendimde olamayan yaşamı, canlılığı içimde ve kıyımda yaşayanlara nasıl vereyim?” dedi sularını dalgalandırarak çığlık çığlığa, üzüntü ve kızgınlıkla.

Kıyıda kurumakta olan ot, zorla dik durarak ve soluklanarak: “Derenin kirlenip zehirlenen suyu, köklerimden girerek beni zehirledi. Kıyı boyunca var olan otların hepsi kurudu. Ben de son günümü yaşıyorum sanırım. Çünkü ayakta duracak durumum kalmadı. Ayrıca ağaçlara bakın. Onlar da tepe dallarından kurumaya başladı. Bu zehirli su, tüm canlıları yavaş yavaş öldürecek, sonrasında sıra bizi zehirleyen insanlara gelecek.” dedi üzüntüyle.

Toprak, derinden gelen bir sesle: “Dereye atılan tüm kimyasal zehirler suyla benim bağrımda toplanıyor. Bu kadar zehre dayanmam olanaksız… Oysa ben, yalnız hayvan ve bitkileri değil; insanları da suyla birlikte var edenim. İnsanların bu denli kötülüğü suya ve bana niye yaptıklarını bir türlü anlayamıyorum.” diye inledi.

Dere, yıkık ağacın üstünde oturarak konuşmaları dinleyen Deniz’in ninesi ve dedesine dönerek: “Benim güzel dedem ve ninem, bilmem anımsar mısınız siz, çocukluğunuzda benden su içtiğinizi yaylaya gidip dönerken?”

Nine ile dede, bir ağızdan: “Anımsamaz mıyız hiç unutulur mu o güzel günler? Biz yalnız çocukluğumuzda değil, gençliğimizde de senin sularını avuç avuç içtik. Böylece bize sağlık ve yaşam verdiniz. Bu nedenle sana çok minnettarız.” dediler kızgınlık dolu bir üzüntüyle.

Güneş, boynunu bükmeye başladı. Vakit, ikindiye yaklaşıyordu. Dede, çocuğa, üzgün bir sesle: “Yolcu yolunda gerek torunum. Haydi, binelim arabamıza, gidelim yaylamıza.” dedi.

Çocuk; dere, toprak, ot, kuş, balık ve kurbağayla tek tek vedalaştı. Vedalaşırken gözyaşlarını tutamadı. Ninesi Deniz’in yanına gidip onu kucaklayıp bağrına bastı. Eğilip gözyaşlarını öptü. Arabaya doğru yürüdüler. Dere kuşu, başlarını üzerinden uçup kuyruğunu titretti. Ot, boynunu büktü. Dere, köpürdü. Toprak, homurdandı içten içe. Kurbağa vırakladı. Alabalık, kuyruğuyla sulara vurdu sertçe. Bu davranışlarıyla çocuğa: “Uğurlar olsun, Güle güle git yaylana.” dediler birlikte.

Arabaya bindiler, üzgünce. Dede, çocukluğunda derede yaptıklarını anlattı geçmişe dönerek. “”Bak Deniz, biz ninenle bu derede öğrendik yüzmeyi.” dedi zoraki gülümseyerek. Çocuk da hafifçe güldü, içinin yangını bastırarak. Deniz, can kulağıyla dinledi onu yol boyunca. Nine, torunun saçlarını okşayıp elini bırakmadı yaylaya gidinceye dek. Önlerindeki dağın başındaki sis görününce “Vardık!” dedi çocuk, yüzünde hafif bir gülümsemeyle.

                                                       Adil Hacıömeroğlu

                                                       21 Ağustos 2025