KIZILÇAM VE KEÇİ


Atılay ve Ergül, doğup büyüdükleri, yaşamlarını sürdürdükleri Antalya’yı çok seviyorlardı. Dört mevsimi doya doya yaşıyorlardı bu güzel Akdeniz kentinde. Güz geldiğinde doğanın değişimini görmek için Torosların ululuğuna sığınırlar ailecek. Kışın, dağlara giderler fırsat buldukça kar yağışını görmek için. Baharda, doğanın olağanüstülüğüne tanıklık ederler yaptıkları kır gezilerinde.

Yaz geldiğinde içlerinde bin bir renkli çiçekler açar. Yakıcı, bunaltıcı sıcağın etkisinden kurtulmak için denize girerler kimi zamanlar. Ancak sıcak yaz günlerinde daha çok yaylaya giderler. Yayla günleri, onlar için doğayla iç içe olma fırsatı. Bin bir renkli çiçekleri görmeyi, uzaklardan çiçek ve ağaç kokularını taşıyan yelleri koklamayı, ağaçların olağanüstülüklerini izlemeyi, hayvanların yaşadıkları toprağa uyumlarını hayranlıkla izler iki çocuk.

Yaz dinlencesinde, Torosların kucağındaydılar. Ancak dinlenceleri sırasında erinçleri kaçıverdi orman yangınları nedeniyle. Kızılçam ormanlarının gözlerinin önünde yanıp kül olmasına tanıklık ettiler içlerinde duygusal yangınlar alevlenerek. Her ağacın, her hayvanın yanmasıyla yürekleri bin kez yandı. Yuvaları yanan hayvanların acılarını iliklerinde duyumsadılar. Bir gün önce kuş cıvıltıları arasında yürüdükleri yemyeşil ormanın küle dönmesini şaşkınlık ve üzüntüyle gördüler.

Atılay ve Ergül, Yangın sonrası yapılan soğutma çalışmaları bittikten sonra Anne, baba, nine ve dedeleriyle orman yürüyüşüne çıktılar. Aşağıda Akdeniz; boylu boyunca, masmavi, dingin uzanıyordu. Deniz kıyısındaki kumsalda, insan kalabalığı zor da olsa seçiliyordu. Deniz, sanki kaynar bir kazan gibiydi. Kaynayan kazandan çıkan buhar, uzaktan da ilgilerini çekmişti.

Ormanda yangından kurtulan bir ağacın önünde durdular. Ağaç, yanan kardeşleri, çocukları, arkadaşları, komşuları için gözyaşı döküyordu yaprak uçlarından. İki çocuk, ağacın gövdesine sarılıp: “Ne olur üzülüp ağlama! Senin ağlaman, bizim içimizi bin kez yakıyor.” dedi.

Kızılçam: “Nasıl ağlamayayım? Yanan çocuklarıma, kardeşlerime, arkadaşlarıma mı yanayım; yoksa dallarda alevlere teslim olan yumurtalarından yeni çıkmış kuş yavrularına, kor ateşten kaçamayıp yanarken sesleri arşa yükselen memeli hayvanlara, toprakta ve ağaç gövdelerinde can veren börtü böceğe mi?” dedi hıçkırıklar arasında.

Ergül, gözyaşlarını tutamayarak: “Yaşadığın acının çok derin olduğunu anlıyorum. Ancak yananları geri getirmek olanaksız. Bundan sonra ne yapacağımıza karar verelim istersen. Ormanı nasıl canlandırabiliriz hep birlikte onu düşünelim ve hemen kolları sıvayalım bunun için.” dedi gözyaşlarını eliyle silerek.

Kızılçam: “En çok beni yaralayan ne biliyor musunuz?” diye sordu.

Atılay: “Ne?” diye onun sorusuna, soruyla karşılık verdi.

Kızılçam: “Bizim türümüzün kolayca yandığını, kuruyan yapraklarımızın hemen tutuştuğunu söylüyorlar her yanda. Sanki biz, kendi kendimizi yakıyoruz? Ormanda mangal yapanlar, ağaç diplerine çöplerini atanlar, taşıtlardan sönmemiş sigara izmaritlerini fırlatanları, cam şişeleri kuru yapraklarımızın arasına bırakanlar, bilerek benzin döküp yakaların suçu yokmuş gibi bizi suçlu olarak görüyorlar. Ne denli üzüntü verici, acı bir durum değil mi bu?”

Atılay: “Haklısınız, insanların bazıları kendi yanlışlarını söylemeyip yangınların suçunu size yüklüyor. Bu davranışlarında insanlığın kırıntısı bile yok!”

Uzaktan yaşlı bir tekenin ağlar gibi sesi işitildi: “Çok haklısın ağaç kardeş! İnsanlar, hep kendi yaptıkları hataları doğadaki diğer canlılara yüklemekte çok ustalar.” dedi gözyaşlarıyla.

Kızılçam içini çekip dallarını saygıyla tekenin önünde eğerek: “Ne güzel söyledin teke kardeş. Sizlere ormanı yasaklayan, bizi suçlayanlar değil mi?” dedi.

Gözyaşları içinde bir kara keçi, peşinde iki oğlağıyla gelip: “Biz keçilere yıllardır ormanda otlamak, dolaşmak yasak. Güya ormana zarar veriyormuşuz. Ormandaki fidanların filizlerini yiyip onların gelişmesini engelliyormuşuz.” dedi öfkeyle.

Yaşlı teke: “Biz keçiler, sürü olarak girdiğimiz ormanda çamların kuru iğne yapraklarını, toprak üzerindeki kuru otları ayaklarımızla çiğneyip toprağa karışmalarını sağlıyorduk. Böylece bu kuru orman atıkları, toprağa karışıp biyolojik gübre oluyordu. Bu yolla ormanın verimi artarken yangınlar da sayemizde önleniyordu. Ağaçlar arasındaki otları yiyerek açık alanlar oluşturarak yangıların yayılmasını önlüyorduk. Ayrıca dışkılarımızı buraya yaparak toprağa can veriyorduk.” dedi.

Ergül: “Bunları ilk kez işitip öğreniyorum. Çok büyük yararınız varmış ormanlara da bizim haberimiz yokmuş.” dedi şaşırarak.

Kapkara kılları güneşte paralayan bir çepiş, ön ayağının toynağıyla çenesini kaşıyarak: “Biz, sürü olarak sık ağaçlık alanlarda keçi yolları oluşturuyorduk. Bu yollar bir çeşmeye ya da su kaynağına bağlanırdı. Ayrıca bu yolların bir yanı da açık alanlara ulaşırdı. Böylece yangın olduğunda insanlara suyu nerede bulacaklarını, hangi açık alanlarda toplanacaklarını bu yollarımızla gösterir, onların işlerini kolaylaştırırdık.” dedi.

Bir oğlak, geleceğinden kaygılı bir sesle: “Ağaçların iki metre aşağısında kuru dal, çalı, ot bırakmadığımız için ağaçların yanmasını önlüyorduk.”

Ak sakallı genç bir teke, oğlağın söylediklerini onaylayarak: “Bizim çobanlarımız, ormanın neresinde ne var çok iyi bilirlerdi. Çünkü neredeyse gece ve gündüz burada kalırlardı bizimle. En küçük bir devinim olduğunda ya da ormana yabancı biri girdiğinde fark ederlerdi olanı biteni. Hemen önlem alıp gerekli yerlere haber verirdi olumsuz durumları. Orman işçileri, söndürme görevlileri geldiğinde çobanların kılavuzluğunda davranırlardı. Böylece işleri kolaylaşırdı. Çobanlar ve keçilere, ormanlarımız yasaklanınca ormanın düzeni bozuldu, yangınlar çoğaldı.” diyerek açıkladı düşüncesini.

Ala keçi: “Biz ormanı terk ettikten sonra kötü niyetli kişiler, ağaçlar arasında dolaşmaya başladı.” diye yakındı içinde bulundukları durumdan, biraz da öfkeli bir sesle.

İkiz oğlaklardan sarı kıllı olanı: “Buralara, adları ve kendileri yabancı kişiler gelip domuz ve geyik vurmaya başladılar para karşılığında.” diyerek bir yanlış uygulamaya herkesin dikkatini çekti.

Ergül, dedesine döndü: “Dedeciğim, ben işittiklerime inanamıyorum. Bunlar doğru mu acaba?” diye sordu.

Dede: “Evet, kızım… Anlatılanların hepsi doğru… Söylenenlerin eksiği var da fazlası yok! 1980’lerin başında ülkemizin siyasal anlayışı değişti. Ormanları yabancılardan üç beş kuruş alacağız diyerek avlağa dönüştürdüler. Üç beş kuruşla yaptıkları savurganca harcamaları karşılayacaklarını düşündüler. Bu yüzden de keçilere, orman alanları yasaklandı. Böylece hem keçi varlığımız düştü hem de ormanlarımızı koruyamaz olduk yangınlardan ve yeşil yurdumuzun düşmanlarından. Oysa keçiler, çok yararlı hayvanlar… Onların sütü, anne sütüne en yakın olanı ve sağlık kaynağı… Keçi peynirinin yararları ise saymakla bitmez. Özellikle küçük çocuklar, onların sütlerini içip peynirlerini yemeli. Kılları değişik alanlarda kullanılır. Derileri çok değerli, deri sanayisinin önemli bir hammaddesi… Etleri çok lezzetli… Ormanlarımıza yaptıkları koruyuculuk bile onların beslenmesi için yeterli bir neden. Ülkemiz ekonomisine çok büyük katkıları var. Ancak kıtuslu yöneticiler ormanlarımızı çobansız, keçisiz, sahipsiz bıraktılar nedense.

Aşağıdan uzun değneğine dayanarak gelen Çoban Ayhan göründü. Gülerek ormanı şaşkınlıkla izleyen ailenin yanına gelerek: “Hoş geldiniz.” dedi. Sonra öfkeyle dedeye dönerek: “Dedeciğim, çobanlara ormanları yasaklamakla kalmadı bu kıtuslular, bize ödeyemeyeceğimiz düzeyde para cezaları verdiler, keçilerimiz ormanın girişinden bir tutam ot yedi diye. Ben konuşmayayım isterseniz, derdim çok büyük… Dertlerimle sizi de üzmeyeyim.” dedi ağlamaklı bir sesle. Sonrasında birkaç adım atıp sırtını kızılçama yasladı.

Aile üyelerinin tümü Çoban Ayhan’a ayrı ayrı “sağ ol” dediler minnet duyarak verdiği bilgiler için.

Atılay üzgün, şakın ve merakla sordu kızılçama: “Siz daha çok bu bölgede mi yaşıyorsunuz.”

Kızılçam: “Toroslara yaslarız sırtımızı. Batıdan doğuya Toroslar boyunca uzanıp gideriz. Ülkemizin farklı yerlerinde de yetişiriz. Sana çok özel bir bilgi vereyim. Yabancı ülkelerde bize Türk kızılçamı anlamına gelen ‘Turkish red pine’ derler. Yani dünyada herkes, bizim bu toprakların ağacı olduğumuzu kabul eder.” dedi gururla.

Ergül: “Kaç yaşına kadar yaşarsınız?” diye sordu.

Yaşlı teke, yanıt vermek için davranınca kızılçam sustu.

“Ortalama seksen ile doksan yıl yaşarlar. Üç yüz yıl yaşayan ulu dedeleri de vardır Kıbrıs’ta. En hızlı büyüyen ağaçlardandır kızılçam. Üstelik kurak iklim koşullarına oldukça dayanıklıdır. Ayrıca toprak türü seçmez, her türlü toprakta yetişir. Bu nedenle ülke ekonomisine büyük katkı sağlar.” dedi.

Atılay, merakla girdi söze ağacın gövdesini okşayarak: “Kızılçamın bilmediğimiz yararları var mı?” diye sordu.

Kızılçam: “Her ağaç türü gibi bizim de onlarca yararımız var insanlara. Kerestemizin hafif ve kolay işlenir olması nedeniyle ahşap eşya yapımında kullanılır. Benden yapılan yağlar; solunum yolu rahatsızlıklarına, cilt sorunlarına ve sinirsel gerginliğin yok edilmesinde çok yararlı. Bolca oksijen ürettiğimi bilmem söylememe gerek var mı?” dedi mutlulukla. Sonrasında yapraklarının üzerinde birikmiş kül tabakasını silkeledi yavaşça. Bir bal arsısı, küçük bir kovuktaki yuvasından çıkıp kozalağın üstüne kondu. Ardından herkesi selamladı vızıldayarak.

Akşam olmak üzereydi. Güneş ayakta kalan kızılçamların arasından iplik iplik ışıldıyordu. Çoban Ayhan, keçilerini bir araya toplamak için kendine özgü ıslığını çaldı. Atılay, Ergül ve diğer aile üyeleri kızılçam ve dibinde büyümekte olan fidelerle vedalaştılar. Çoban, keçiler ve aile hep birlikte yürüyüp çıktılar ormandan.

Yürürken Atılay, sordu Çoban Ayhan’a: “Keçi yavrusuna niye oğlak diyorsun.” diye.  

O: “Oğlak sözcüğü, ‘oğul’dan türemiştir ‘-ak’ ekiyle. ‘Oğ(u)lak” sözcüğü; çoğalmak, üremek anlamındadır.” dedi bilgece.

Çocuk: “Çok sağ ol Çoban amca, çok değerli bilgiler öğrendim senden.” dedi sevgi dolu bir sesle.

Yanan her ağacı, hayvanı gördükçe içleri yandı. Hep birlikte “Kalkan ile Kapıtaş’ın Arası” türküsünü söyleyerek ve ağıtta geçen Halil’in acısını, ormanda yitirilen canların acısıyla birleştirerek duygudaşlık yaptılar. Keçiler de bu ağıda içli melemelerle katıldı.

                                                       Adil Hacıömeroğlu

                                                       1 Ağustos 2025