Kurttekin
ailesi güz esintilerinin insana esriklik veren güneşli bir gününde ata
toprakları Akdağmadeni’nin Veziralanı Köyüne giderler. Baba Aydın Bey, eşi ve
çocuklarına doğup büyüdüğü topraklarla ilgili bilgiler verir. Köyleri, denizden
yaklaşık 1600 metre yüksekte olduğu için güz yeli, onları üşütür birazcık. Ancak
ormanlarla kaplı tepelerin onlara sunduğu görsel toy, güz esintisinin soğuğuna
üstün gelir. Çünkü ilk kez gördükleri ağaçlar, çalılar, hayvanlar onların
ilgisini daha çok çeker.
Köyden
kırlara doğru uzaklaşıp dağların eteklerinden yokuş yukarı yürüdükçe çam kokusunun
ve güzelliğinin büyüsüne kapıldılar. Çam kokusunu daha çok solumak için çaba
gösterdiler. Doğadaki sessizlik onların ilgisini çekti. Yalnızca kuşların ezgi
dolu ötüşleriyle bazı memeli hayvanların seyrek bağrışları işitilmekteydi. Ne yazık
ki çocuklar belli bir ezgiyle öten kuşların çoğunun adını bilmiyor, onları
tanımıyorlardı bile. Bu nedenle babalarına soru üstüne soru soruyorlardı. O da
bildiği kadar yanıtlamaya çalışıyordu onları. Aydın, bazı sorulara ise doğru yanıt
veremiyordu. Çünkü köylerinde geçen kısa bir çocukluk dönemi vardı. Yaşamının
çoğunu Mersin, İstanbul ve başka yerleşim yerlerinde geçirmişti.
Yürürken
orman kıyısında bir çalı kümesi gördü Kurttekin ailesi. Üstünde karamsı
meyveleri vardı. Meyveleri, farklı birkaç kuş yiyordu. Gagası sarı simsiyah bir
kuş ilgilerini çekti. Çocukların anneleri Derya, eşi Aydın’a dönerek: “Kuşların
yediği bu meyvenin adı ne? Bunu insanlar da yiyor mu?” diye sordu.
Aydın:
“Bu meyvenin adı, karamuk… Meyveleri karaya yakın renkte olduğu için “kara”
sözünden türetilmiş bir ad. İnsanlar bu meyveyi severek yer. Çünkü bu meyve,
birçok derde devadır.”
Derya
Hanım ve çocukları kuşları ürkütmeden yavaşça onların olmadığı uzak bir köşeye
gittiler. Önce Aydın, birkaç meyveyi dalından koparıp ağzına atıp çiğnemeye başladı.
Sonrasında yine meyve alarak önce eşinin, ardından da üç çocuğunun ağzına
götürdü elini. Anne ve çocukları meyveleri yavaşça ve dikkatle çiğnemeye
başladılar çekirdeklerini ayırarak. Tadını, iyice alıp duyumsamaya çalıştılar. Meyveyi
sevecek oldular ki birden dört el birden uzandı dallara ve meyve koparmak için.
Derya:
“Çok güzelmiş bu meyve.” dedi gülümseyerek.
Kurttekinler,
bir yandan karamuk yerken diğer yandan da gözlerini ayırmıyorlardı kuşlardan.
İkiz
kızlardan Duru Irmak sordu ilgisini çeken kuşa:
“Senin
adın ne? Ben, seni ilk kez görüyorum. Bu arada benim adım Duru Irmak.”
Kuş:
“Bana buralarda yaşayanlar ‘karatavuk’ der tüylerimin rengi nedeniyle. Ancak
bana, arkadaşlarım ‘Zeytin’ diye seslenirler. Senin adında çok güzelmiş, Duru
Irmak. Ne yazık ki birçok ırmağımız duru değil. Bazılarının suyu kirlilikten
görünmez durumda. Kimilerinin suyu bitmek üzere insanların yanlış kullanımı
nedeniyle. Senin adınla anılacak ırmak çok az kaldı. Bunu üzülerek söylüyorum.
Kimi zaman temiz su içmek için ırmakların kaynaklarına doğru uçarız ne yazık
ki.”
Duru
Irmak: “Tanıştığıma çok memnun oldum Zeytin. Irmaklarla ilgili anlattıklarına
çok üzüldüm. Çünkü sular, tüm canlıların yaşam kaynağı. Su kirlenirse yaşam
olur mu hiç?” dedi biraz da üzülerek.
Zeytin:
“Evet, dediklerin doğru… Suları temiz tutmalı. Yaşam kaynağımız suyu gereksiz
ve bilinçsiz kullanmamalı. Su kaynakları temiz tutulmalı. Buna özellikle
insanlar çok dikkat etmeli.”
Konuşma
sürerken bir dalın üzerine konmuş ve karamuk yiyen bir kuş, insanı büyüleyen
bir ötüşle doğanın en güzel ezgisini söylemeye başladı. Aile, bu sese kulak
kesildi. Kuşun söylediği ezgiye bayıldılar. Herkes soluğunu tutmuştu o an.
Yalnızca Kurttekinler değil; çevrede bulunan kuşlar, böcekler, diğer hayvanlar da
dikkat kesilmişlerdi bu güzel ezgiyi dinlemek için. Kuşun ötüşü bitince Berrak
Nehir, büyük bir sevinçle bu güzel ezgiyle onlara mutluluk veren kuşa yaklaşarak:
“Ne
güzel ötüyorsun. Bu denli güzel ezgiyi yaşamımda ilk kez duydum. Mutluluğumu
anlatamam. Senin adın ne? Benimki Berrak Nehir…” dedi heyecanla.
Kuş,
kanat çırparak bulunduğu yerden ayrılarak aileye yaklaştı. Konduğu dalda
kanatlarını çırpıştırıp onları selamlayarak “Hoş geldiniz” demek için yine kısa
bir ezgisel ötüşü işitildi. Aile mutlandı.
Kuş:
“Bana bülbül derler. Arkadaşlarım bana Türkücü diye seslenirler. Güzel ötüşümüz
nedeniyle insanlar, bizi yakalayıp kafesler kapatırlar, bu güzel doğadan
ayırarak. Birçok kardeşim kafeste yaşamak zorunda kalıyor bu nedenle. Onlar,
her gün kafeste ağlayıp inlerler ‘ah yurdum’ diyerek. Ne yazık ki bazı kişiler
de bu inleyip ağlamadan zevk duyar. Kafesimiz altından yapılsa da bizim
yurdumuz ormanlar, ağaçlar, kısacası doğa.”
Berrak
Nehir: “Sizinle tanıştığım için çok mutlu oldum. Ancak güzel ötüşünüz yüzünden
insanların sizi, doğadan koparıp kafese kapatmalarına çok üzüldüm Türkücü.”
Türkücü:
“Sağol, insan kardeşim! Bazı insanlar, bilmezler ki bizim doğaya ne denli yararlı
kuşlar olduğumuzu… Her canlı kendi yaşam alanında yaşamalı. Biz burada diğer hayvanlar,
bitkiler, insanlar, toprak, hava ve su ile bir bütünüz. Bir parçamız yok
olduğunda hepimiz zarar görüyoruz.” dedi boğuk, üzüntülü ve ağlamaklı bir
sesle. Tam bu sırada bir keçi geldi karamukların yanına. Ön ayaklarını bitkiye
yaslayarak yemeye başladı meyveleri. Yalnızca meyveleri değil, yaprakları da
iştahla midesine indiriyordu.
Oden
Ata, keçiyi ilk kez görüyordu doğada. Onun meyveleri ve yaprakları yemesini bir
süre hayranlıkla izledi. Babasına, bu hayvanın
adını sordu.
O:
“Keçi, bu hayvanın adı oğlum. Bunun sütü anne sütü kadar besleyicidir bebekler
için. Sen bebekken sana da içirmiştik keçi sütünden güçlenesin diye. Keçinin
peyniri de çok lezzetli ve besleyici. İstanbul’a dönerken alırız bu güzel
peynirden kahvaltıda yemek için Oden Ata”
Oden
Ata: “Sağol baba hem verdiğin bilgiler için hem de keçi peyniri alacağın için…”
Aydın:
“Sen sağol oğulcuğum!”
Keçi,
konuşmaları işitmişti. Birden yerinden doğruldu, karamuk yemeyi bıraktı. Oden
Ata’ya dönerek kulaklarını oynattı. Sonra mutlu bir gülümsemeyle söze girdi:
“Senin
adın çok değişik, güzel ve meraklı çocuk. Ata’yı işitmiştim de daha önce, Oden’i
ilk kez duyuyorum. Bu sözcüğün anlamı ne?”
Oden
Ata: “Oden, bazı ülkelerde Odin olarak da söylenir. Oden, eski zamanlarda İskandinavya’nın
Türk kökenli Tanrı-kralıydı. Efsaneleri bugün de capcanlı anlatılır dünyanın kuzeyindeki
topraklarda.”
Keçi:
“Adının anlamı çok güzelmiş. Bir de Ata olunca anlam, yerli yerine oturmuş.
Zaten Oden de Türklerin atası değil mi?” dedi gururlanarak.
Oden
Ata: “Adımı beğenmene sevindim. Senin adın ne?”
Keçi:
“Benim adım, Dik Kuyruk… Bu adı bana toprak ana verdi. Anam, ad verince karşı
çıkmam olanaksız. Burada yaşayanların hepsi de kolayca benimsedi bu adı.”
Derya,
söze girdi analık duygusuyla: “Ne güzel söyledin Dik Kuyruk. Toprak ana, tüm
canlılara can veren anamız… O olmasaydı hiçbirimiz olmazdık değil mi?” dedi söylediklerinden
mutluluk duyarak.
Toprak,
hafifçe kımıldadı. Üstündeki otlar sağa sola sallandı. Ağaçlar, çalılar yel esmiş
gibi dallarını oynattılar. Bu devinimden, dallarından birkaç sararmış yaprak
uçuşarak düştü toprak ananın kucağına.
Toprak
gülümseyerek: “Bana yaptığın övgüler için sağ ol. Her varlığın bir anası
vardır. Benim de çok fazla yavrum var. Ben onları dünyaya getirip büyüttüm, tüm
tehlikelerden korudum. Ancak onlar da benim yaşamam için büyük çaba
gösteriyorlar.”
Aydın,
söze girdi merakla: “Onlar, yani yavruların senin yaşaman için neler yapıyor?”
Toprak:
“Deminden beri karamuk bitkisinin yanındasınız. Burada karatavuk, bülbül ve
keçiyle konuştunuz. Bu yavrularım ve şu anda burada olmayan ayı ve bazı kuşlar,
karamuğun meyvesiyle beslenir. Meyvelerin çekirdeklerini de yutarlar. Bu
çekirdekleri dışkılarıyla her yana dağıtırlar. Bu çekirdekler baharda benim
karnımda çimlenerek fidelere dönüşür. Böylece karamuk, yıllar boyunca yaşam
alanı bulur kendine bağrımda. Bu hayvanlar, karamukla beslenirken bir yandan da
onun çoğalmasını sağlar. Yani kendi yiyeceklerinin oluşmasına katkı yaparlar
elbirliğiyle.”
Duru
Irmak, söze girdi burada: “Bu hayvanların karamuğun tohumunu ekip çoğaltmasına,
bir başka deyişle tarım yaptıklarını söylersek yanlış mı olur?” diye sordu.
Toprak:
“Çok doğru söyledin. Onların da yaptığı bir nevi tarım…”
Uzaktan
ayı koşarak geldi ve herkese hoş geldin dedikten sonra: “Değerli arkadaşlar,
sevgili konuklarımız çok ivedi işlerim var. Yakında kış uykusuna yatacağımdan hızlı
beslenmek zorundayım. Bu nedenle zamanımı iyi kullanmalıyım. Yeteri kadar
beslenmezsem kış uykusunda sağlığım bozulabilir. İzninizi istiyorum, baharda görüşürüz.
Hoşça kalın.” deyip ormanın derinliklerine doğru gitti.
Ayının
arkasından Kurttekinler el sallayıp hep birlikte “Güle güle, iyi uykuların
olsun ayı kardeş!” dediler mutlulukla. Keçi, bülbül, karatavuk ve diğer
canlılar da ona “Uğurlar olsun!” dediler hep bir ağızdan.
Ayı
gittikten sonra birazcık suskunluk oldu. Berrak Nehir, suskunluğu bozarak söze
girdi birden: “Karamuk meyvesinin insan sağlığına yararı var mı?” sorusunu attı
ortaya.
Karamuk
dallarını salladı, meyvelerini ve yapraklarını kıpırdattı. Sonrasında derinden
gelen sesi işitildi: “Benim meyvelerim birçok sayrılığa iyi gelir. Meyvelerimin
tadı mayhoş, tatlı ekşimsidir. Genellikle kaynatılarak yendiği için antikor
üretir. Antioksidandır. Bu nedenle kansere, şeker hastalığına, yangıya, soğuk
algınlığına iyi gelir. Kan dolaşımını düzenleyerek tansiyonu dengeler. Kalbi
koruyup bağışıklığı güçlendirir. Enfeksiyon ve bakterilere karşı savaşır. Neyse
sözü uzatmayayım, bu kadar bilgi yeter sanırım.”
Duru
Irmak: “Lütfen sürdürün sözlerinizi, merakla dinliyoruz sizi.” dedi heyecanla.
Karamuk,
içine çekerek sürdürdü sözlerini: “Genç sürgünlerim ve polenlerim yemeklerde
kullanılır. Bu da çok yarar sağlar yiyene. Ruslar, benim meyvelerimi pilavlarına
katar. Anadolu’nun birçok yerinde meyvelerim, vişne ve üzüm hoşaflarına konur.
Alyuvarlara destek olduğum için lösemiye yakalananlar, benim meyvelerimi yer.
İdrar yolu sayrılıklarına iyi gelir meyvelerim. Köklerim ve gövde kabuklarımdan
yapılan çayların tadına doyum olmaz. Birçok derde iyi gelir. Yapraklarım tat
versin diye çorba ve bulgur pilavına katılır. Köklerimden boya yapılır. İplikler
ve bezler benim köklerimin rengini taşır.” deyip yutkundu.
Oden
Ata: “Siz ülkemizin daha çok hangi bölgelerinde yetişirsiniz?” diye sordu.
Karamuk:
İç Anadolu başta olmak üzere Doğu Anadolu, İç Ege ve Karadeniz’in iç
kısımlarında doğal ortamda yetişirim.” diye yanıtladı çocuğu.
Akşamın
olması yakındı. Güneş dağların arasında boynunu büktü. Aydın Bey, eve dönme
zamanının geldiğini söyledi eşine ve çocuklarına. Ancak hiçbirinin ayrılası
yoktu bu güzel yerden. Ayrılmadan önce toprak anaya, karamuklara, keçilere ve
kuşlara el salladılar. Onlara veda ettiler. Onlarda Kurttekinlere “Uğurlar
olsun!” dediler. Yine gelmelerini istediler.
Zor
da olsa ayrıldılar doğanın bağrından yolda içlerini derin bir ayrılık üzüntüsü
kapladı. Hiç kimse konuşmuyor, yaşadıkları masalsı günü düşünüyordu. Sessizliği
Aydın Bey’in güz sesi bozdu. “Haydin bakalım, hep birlikte söyleyelim de doğadaki
bütün dostlarımız da işitsin yüreğimizin sesini. Hep birlikte “Arpa, Buğday Daneler”
türküsünü söyleye başladılar elleriyle tempo tutarak.
Köye
yaklaştıklarında dillerinde “Çıt Çıt Çedene” türküsü vardı. Birden üzüntüleri
dağıldı. Türkü bitip eve geldiklerinde çocuklar, halalarına “çedene’nin ne
olduğunu sordu. O da “Kenevir tohumuna verilen ad” dedi.
Bazlamalar
pişmiş, yemekler hazırlanmıştı çoktan. Hep birlikte bakır sininin çevresine
oturdular. Artık kaşık ve çatalın sesi işitiliyordu yalnızca.
Adil
Hacıömeroğlu
26
Eylül 2025
“Adil Hocam,
YanıtlaSilKöklere eğilen bakışınız,
kurt sesinde insanı,
karamukta zamanı duyurmuş.
Yüreğinize sağlık.👏👏Karamuk meyvesinde hayatın özünü, kuşun ötüşünde özgürlüğü buldum.”
“Toprakla kuşla insan, tek bir yüreğin parçalarıymış gibi hissettirdi yazınız.”
“Her varlık bir şarkı söylüyor içinde; siz duyuruyorsunuz bize o şarkıyı.”
“Okurken suskunlaştım, çünkü kelimeler yetmiyor hissedilen bu birlik için.”“Doğayla insanın sessiz dostluğunu çok güzel anlatmışsınız. Her satırda huzur vardı.”👏👏🌿🍀
Kuş ötüşü, rüzgâr sesi,
Toprakta saklı bir nefes.
Ne uzak ne de yakın
İçimizde bir yerlerde,
Her satır bir iz ,unutulanı hatırlattığınız için sağolunuz🙏🏻📚
Bazı yerlerde böğürtlene karamuk deniyor.
YanıtlaSil