KURAN’LA DALGA GEÇEN AKP’Lİ

                                   
AKP’nin rüşvet suçlamasıyla görevini bırakan bakanı Egemen Bağış’ın, Gazeteci Metehan Demir’le yaptığı iddia edilen telefon görüşmesi bomba gibi düştü gündeme. Konuşma ibretliktir. Toplumun kutsal değerlerine karşı ayıplarla, saygısızlıklarla dolu bir konuşmadır bu.
Metehan alıyor sazı eline: “Sabah yemin ediyorum şu tweetini gördüm var ya, güne nurla başladım, duayla başladım.” diyor. Ses tonundaki alay çok belirgin. “Nur ve dua” sözcüklerindeki vurgudaki alay, gözlerden kaçmamakta. Egemen’in paylaştığı ayetlerden birkaç sözcüğü, Arap aksanıyla okuyor Metehan...
Egemen de aynı alaylı dille yanıt vermekte Ankara’nın nabzını tutan gazeteciye. “Oğlum, ben her gün, her Cuma bir tane ayet sallıyorum.” diyor eski bakan. Böylece “ayet sallamak” sözünü Türkçemize kazandırıyor! “Ayet sallamak” ne demek? Ayet sallanır mı? Bu sözle ayetlerin palavra, yalan olduğunu vurgulamak istiyor. Allah’ın gönderdiği ayetlere bu kadar saygısız davranan birini görmedim bu güne kadar. Hem sabah akşam İslam’ı kullanacaksın iktidar koltuğunda oturmak için hem de ayeti palavradan bir şeymiş gibi göreceksin. Yazıklar olsun!
Bu arada Egemen’in ayetleri Google’dan bulduğunu da öğreniyoruz. “Oradan beğen bir tane salla gitsin.” diyerek saygısızlığını sürdürmekte bakan eskisi. Hani bir kez kullansa “sallamak” sözcüğünü “Dil sürçmesidir, ağzından kaçmıştır.” Diyeceğiz, ama öyle değil. Konuşmada neredeyse en çok kullanılan sözcük.
“Ben sabah beşte çaktım bir tane.” diyerek bu kez “çakmak” sözcüğüyle düzeysizlik sürdürülmekte. Sabahın beşinde ayet paylaşarak namaza kalktığı algısını yaratmakta din sömürücüsü rüşvetten müstafi bakan.
Sıkı durun, bu sözlere dikkat edin. “Ve sabah uyuyarak, uyanıp Allah’ım Egemen Bağış’tan bir ayet inse de ben de onu RT etsem deyip bekleyen on üç kişi de RT etmiş anında.” demekte Gazeteci Demir. Bu sözler saygısızlığın yanı sıra bilgisizlik dolu. Ayetler kimden iner? Kim indirir ayetleri? Ayetlerin Allah’tan geldiğini bilmeyecek kadar bilgisiz mi bu kişiler? Bu saçma sapan söze “Ne diyorsun arkadaş?” diye itiraz etmemekte dini bütün Bağış. Bu da aynı bilgisizliğe ve saygısızlığa ortak olduğunu göstermekte.
Konuşmadaki saygısızlıktan doğan coşku, onları Bakara Suresiyle dalga geçmeye getiriyor. “Her kim ki Egemen Bağış’ı sevmez, Allah en kısa zamanda onun belasını verir. Bakara 159...” diyerek sürdürüyor konuşmayı Metehan. Bakara Suresine kendilerince eklemelerle şaka yaptıklarını sanıyorlar. Egemen gülüyor bu Metehanca buluşa. Hoşuna gidiyor. Dalga geçtiğiniz ne? Bakara Suresi... Yani Kuran, Allah kelamı... Bu aklı evveller, kendilerince Allah kelamını şakaya vurarak dalga geçme malzemesi yapmaktalar. Kuran’a inanan milyonlarca insanla dalga geçiyorlar aslında.
Konu dönüp dolaşıp Metehan’ın patronu Aydın Doğan’a geliyor. Konu Aydın Bey olunca Metehan boş geçer mi bunu? Kendince bir ayet uyduruyor ona da. “Her kim ki Aydın Bey’in o zor gününde onun yanında olur, o Allah’tan her istediğini alır; Bakara 169. Bakara iyi ya... Tövbe ya Rabbim, çarpılacağız şimdi.” demekte gazeteci. Dalga geçme sürüyor, sınır tanımadan.
Egemen, Metehan’ın son ayet uydurmasına kahkahalar atarak karşılık vermekte. “Makara iyi.” demekte Bağış yanıt olarak. Makara yaptıkları Bakara suresi... Keyiflerine diyecek yok.
Perşembenin gelişi çarşambadan bellidir, derler. Bakan Bey’in rüşvet konusundaki performansına bakınca bu sözleri şaşırtmıyor insanı. Kuran’a inansa, Allah’tan korksa yoksulun kesesine, harama el uzatmazdı zaten.
Metehan yeni bir söz kazandırıyor dilimize: aşırı yandaş... Kendini de aşırı olmayan yandaş olarak göstermekte telefon arkadaşı bakan eskisine. Aşırı yandaşlarla dalgasını geçmekte. Yandaşlık kötü iş... Bin takla atmaktalar göze girmek için. Bu bin taklayı, yüreklerindeki insanı ortaya çıkarmak için atsalar keşke...
Konuşmada sıkça kullanılan “oğlum, lan...” gibi sözcükler aralarındaki ilişkinin düzeysizliğini göstermekte. Konuşmanın tümünde argo egemen. Topluma örnek olması gereken kişilerin kullandıkları dilin yerlerde sürünmesi ilgi çekici. Birbirlerine karşı saygısı olmayanın, toplumun değerlerine karşı saygısı olur mu?
Egemen Bağış ve Metehan Demir’e ait olduğu iddia edilen telefon görüşmesi, toplumdaki çürümenin, yozlaşmanın ne duruma geldiğinin güzel bir göstergesi. Din sömürüsü yapanların ikiyüzlülüğünün nasıl pervasızca olduğunu göstermesi bakımından çok önemli bu konuşma. Dini kullanarak halkın cebindeki paraları ayakkabı kutularına dolduran siyaset madrabazlarını Türk Milleti iyi tanımalı. Tanımalı ki, bu hayasızların ipliğini pazara çıkarmalı.
Allah’ın Kuran'ına, İslam değerlerine, milletin inancına böylesi bir saygısızlığı Türk Milletinin bağışlamaması gerek. Ruhen çürümüş bu güruhu başından en kısa zamanda def etmeli halk. Def etmeli ki, devlet idare etmenin soytarılık olmadığını anlatmalı tüm dünyaya.
1919’da Haçlı irtica İslam’a saldırmıştı. Türk Milletinin değerlerini, varlığını yok etmekti amaçları. Atatürk ve arkadaşları Haçlı ordularını ve onların işbirlikçilerini yendi. Türk varlığının sürmesini sağladılar bu topraklarda.
Bugün de aynı Haçlı irtica saldırmakta değerlerimize, varlığımıza. Kutsallarımızı ticari metaya dönüştürmekte bu aymazlar. Şimdi görev Atatürkçülerde... Türk Milletini ve onun kutsallarını Haçlı irticadan kurtarmak için zaman yitirmemeli. Bu konuda vicdanlı, namuslu, cesur, gerçek din adamlarına görevler düşmekte. Doğruyu söyleme zamanı gelmedi mi daha?
                                                                       Adil Hacıömeroğlu
                                                                       19 Mart 2014


CEMAAT’E ZULÜM YAPILIYORMUŞ

                                   
CHP’nin İstanbul adayı Mustafa Sarıgül, zaman zaman yaptığı açıklamalar ile ilgi çekmekte. Bu açıklamaları işitenler, “Sarıgül ağzını açmasa CHP için daha iyi olacak.” demekteler.
Sarıgül, 17 Mart 2014 Pazartesi günü CNNTÜRK’te Tarafsız Bölge programına katıldı. Program yöneticisi Ahmet Hakan soruyor konuğuna: “Cemaat’le görüşüyor musunuz?” diye.
Sarıgül, bu soruya: “Benim Gülen Cemaat’i dahil, her cemaatle diyaloglarım vardır. Ama Gülen Cemaat’i öyle bir yere oturtuldu ki hergelen onlardan bahsediyor. Ben, onlara yapılanları haksız olarak düşünüyorum. Dersanelerin kapatılmasını da doğru bulmuyorum. Dersaneleri kapatmak için eğitimi planlamak lazım. Sarıgül, güçlülerden yana hiç olmadı; her zaman haklılardan yana oldu. Gülen Cemaatine zulüm yapıldığını düşünüyorum.”yanıtını vermekte.
Yukarıdaki sözleri söyleyen kişi Cumhuriyet’i kuran, devrimleri yapan CHP’nin adayı. İnsanın kulaklarına inanası gelmiyor değil mi? Laikliği getiren partinin adayı, cemaatlerle ilişkilerinin iyiliğinden gururlanmakta.
“Cemaat’e zulüm yapılıyor” öyle mi? Ey Sarıgül!.. Cemaat, Cumhuriyet aydınlarının haksız, hukuksuz bir biçimde Silivri zindanlarına doldurduğunda zulüm değil miydi bu? Neden o zaman bu zulme sesini çıkarmadın? İftiralarla tutsaklaştırılan yurtseverler Silivri’de can verirken neden buna karşı çıkmadın? Kanser hastalarına hastanelerde otama izni bile verilmediğinde sen neredeydin? Dünya çapında üniversite hocası bilim adamları basit iftiralarla kelepçelenirken neden sustun? Cemaat’in yaptığı zulümleri neden görmezden geldin? Şimdi kalkmışsın bir zalimi, mazlum yapmaya çalışıyorsun? Ne uğruna, kimler adına?
Haziran direnişinde toprağa düşen gencecik bedenlerin neden yanında olmadın? Abdullah Cömert, Ethem Sarısülük, Ali İsmail Korkmaz, Mehmet Ayvalıtaş, Ahmet Atakan’ın tabutlarına neden omuz vermedin, ey Sarıgül? Yoksa Laik Cumhuriyet’i savunanlar seni ilgilendirmiyor mu?
Cemaat’in avukatlığına soyunmuş Sarıgül. Ne uğruna? Aklınca Cemaat’ten oy alacak. Avucunu yalarsın. Adı, CHP olan bir partiye müritleşen kişiler oy vermez. Hele onların kılavuzu Sait-i Kürdi ise CHP’nin yanından geçmez bu müritler.
Sarıgül ve bazı CHP yöneticilerine diyeceğim şudur ki, üyesi olduğunuz CHP’nin ne olduğunu öğrenin öncelikle. Cumhuriyet kurucusu bir partiyi sığ düşüncelerle emperyalist komplolara kurban etmeyin.
                                                                       Adil Hacıömeroğlu

                                                                       18 Mart 2014

BÖLÜCÜLERE OY İSTEYEN CHP’Lİ VEKİL

                       
Seçim propagandaları tam gaz sürmekte. İktidarla muhalefet alanlarda birbirlerine ağza alınmayacak sözler söylemekte. Karşılıklı suçlamalar tavan yapmakta.
Mart ayının tam ortasındayız. Parti üyeleri harıl harıl çalışmakta. Herkes bir oyun neler götürüp getireceğinin farkında. Tam da bu anda gündeme CHP Milletvekili Binnaz Toprak geliyor.
Binnaz Hoca Twitter’da “AKP İstanbul ve Ankara’yı kaybederse genel seçimleri de kaybeder. Oyları bölmeyelim. Kazanamayacak adaya oy, AKP’ye yarıyor.” diye bir ileti paylaşıyor. Bu sözleri, Ağrılı bir yurttaşımız da okuyor.
Ne de olsa “Yetmez, ama evetçi...” politikayı iyi bilir(!) Binnaz Hoca. Ağrılı bir yurttaş, Binnaz Hanım’a akıl danışıyor. “Ağrı’da kime oy vereyim?” diyor.
Binnaz Toprak yanıt veriyor. “Bu durumda tavsiyem tabi ki HDP.” diyor Hoca. Güler misin, ağlar mısın bu duruma? Bu sözü nereden tutsan elinde kalıyor.
Öncelikle şunu söyleyelim ki, Ağrı’da HDP seçime girmiyor. HDP, BDP’nin Doğu ve Güneydoğu bölgeleri dışındaki uzantısı. Yani bölücülüğün sözde solla soslanmış biçimi. Binnaz Toprak,  ya HDP’nin ne amaçla kurulduğunun farkında değil ya da Ağrı’nın hangi bölgede yer aldığını bilmiyor.
Binnaz Hoca’nın bilinçaltında bölücülere sempati var. “Oy vermek” söz konusu olunca usuna ilk gelen bölücü parti “Yetmez, ama evetçi” vekilin. Eli alışmamış ki CHP’ye oy vermeye. Dilinde olmadı ki CHP hiç. Anayasa değişikliği olur, AKP ile aynı safta. Seçim olur, bölücü partiyi önerir seçmene.  
Şimdi CHP, 30 Mart seçimlerini nasıl kazansın? Kendi vekili, seçmene başka partilere “Oy ver!” diyorsa CHP’nin tabanında AKP’yi yıkmak için çırpınan yurttaş ne yapsın?
“Yetmez, ama evetçi” vekilin bu “tavsiyesi” hem CHP örgütüne hem de kendisine oy veren yurttaşlara büyük saygısızlık. İnsanların emeğini hiçe saymak bu.
Düşünüyorum da CHP’de seçilmiş durumda olan kaç milletvekili, kaç belediye başkanı, kaç meclis üyesi bugüne kadar bir kez olsun altıoka evet mührü basmıştır? 30 Mart seçimlerinde belediye meclisi listelerinde olup da CHP’ye oy vermeyecek kaç kişi vardır acaba? Acaba CHP’de Binnaz Toprak gibi seçmene, başka partilere “oy verme tavsiyesinde” bulunan başka vekiller de var mı? Benim gibi birçok yurttaşın, özellikle de CHP üyesinin büyük merakıdır bu...
                                                                       Adil Hacıömeroğlu

                                                                       16 Mart 2014

HALKIN SAĞDUYUSU


Yüreği yanık iki baba... Canlarından can kopmuş iki güzel insan... Ailelerinin mutlu sıcaklığından koparılan oğullarını toprağın soğuk kucağına emanet eden iki acılı yürek... İki kör kurşunun haince katlettiği evlatlarıyla doyasıya yaşayamayan, ortak acılarıyla birbirlerine omuz vermeye çalışan iki yürekli adam... Adamın hası iki adam...
Aç gözlü, bencil, duyarsız, insanı köleleştiren gaflet dolu siyaset çarkının haince yaşamdan kopardığı oğullarını acısını bir kenara koyarak ulusunun yeni acılar yaşamaması için çaba gösteren iki sorumlu yürek... Siyasetçinin kirli oyununu bozan iki yurttaş...
Okmeydanı’nda karanlığa mahkûm edilen bir sokakta karanlık kişilerce katledilen Burak Can Karamanoğlu halkımızı acıyı boğdu. Baba Halil Karamanoğlu, tüm metanetiyle sesleniyor Türkiye’ye. “Berkin ya da benim oğlum... Benim için farkı yoktur. O da bir evlat, benimki de bir evlat... Berkin’in de anne, babası var, Benim de evlatlarım var. Sağ ya da sol fark etmez, herkes bizim evladımız. O cenaze bundan, bu cenaze şundan diye bir şey düşünemem. ” Bu sözler, anlayana çok şey anlatmakta. Tabi, bu sözleri anlamak için duyarlı bir insan yüreği gerek.
Berkin’in babası Sami Elvan, Burak Can’ın babasını arayarak başsağlığı diliyor. Nasıl bir yüce gönüllülük bu... Kendi acısı, içinde kor gibi yanarken benzer acıyı yaşayan birinin acısını paylaşmak... Ona acı denizinin içinde bir el uzatmak... İki yüreği, bir yürek yapmak... Para ve makam hırsıyla yanıp tutuşan siyasetçinin kurduğu kirli, insanlık dışı tuzağı, yürekleriyle, vicdanlarıyla, verdikleri insanlık dersleriyle bozan iki acılı baba...
Burak Can’ın babası, oğlunun cenazesini defnetmek için bulunduğu Alucra’dan dönünce Berkin’in ailesini ziyaret edeceğini söylemekte. Şu insanlığa bakın ibret alın ey siyaset madrabazları. İbret alın ki belki çoktan ayakkabı kutularına gömdüğünüz vicdanınız ortaya çıkar. Kutularda gün yüzü görmeyen kararmış vicdanlar, az da olsa insanlıklarını anımsarlarsa ne mutlu!
RTE’nin Berkin konusundaki tavrıyla ilgili bir şey söylemek gerekmez. Burak Can’ın babası zaten son noktayı koydu. Acılar insan içindir. Mutluluklar da... İnsan olmayanlar, ne anlar acının bir yüreği nasıl yaktığını? 
İşte, halkın sağduyusuyla siyasetçinin gaflet ve ihaneti... Siyasetçinin gafletini yenerek ulusu esenliğe çıkaracak olan bu sağduyudur.
                                                                    Adil Hacıömeroğlu
                                                                    15 Mart 2014


BERKİN’İ VURDULAR


Duydunuz mu Berkin’i vurdular? Berkin bir çocuk... Henüz on dördündeydi vurulduğunda. Toprağa verildiğinde ise on beşinde.
Sakallı bıyıklı polis amcalar vurdu Berkin’i. Bir haziran günü seher vaktinde ekmek almaya giderken yere düştü o. Sıcak ekmeğin kokusunu içine çekemeden kan kokusunu duyumsadı acıyla.  
Sofra hazırlanmıştı her gün olduğu gibi. Annesi ekmek almaya gitmek istemişti. Belki de içine doğmuştu, olacaklar. Küçük Berkin, büyümüş bir erkek edasıyla “Olmaz!” demişti annesine. Sokaklar karışıktı o gün. “Sen hızlı koşamazsın, ben gideyim, ben hızlı koşarım.” dedi annesine karakaşlı, kara gözlü çocuk. Nereden bilecek çocuk, kurşundan hızlı koşamayacağını?
Dokuz ay yoğun bakımda yaşam savaşı verdi. Umut kesilmedi ondan. “Gençtir, direnir, tutunur yaşama!” diye düşünüldü. En güzel dualar onun için edildi. Tutunamadı yaşama Berkin. Eridi, eridi, eridi... Üç mevsim gördü yatakta. Farkına varmadı mevsim değişikliklerinin.
Son nefesini verdiğinde diktatör paraları kutulamaktaydı mahdumuyla. Umurunda olmadı Berkin’in son nefesi. Diktatörler, sevmez taze fidanları. Fidan gelecek, umut ve aydınlık demektir. Kan emiciler sevmez aydınlığı. Gözleri kamaşır ışıkta. Kiri, pası görünür diye ışıktan korkarlar. Karanlık, onların en büyük gücü. Karanlık olsun ki her yer, kimse görmeden kutulasınlar yoksulun cebinden aşırdıklarını. Yalanları, aydınlıkta erir mart karı gibi. Bu nedenle aydınlığın gücünden ürker diktatörler.
Berkin’in küçücük bedeni toprağa verilecek. Anasının gözyaşları sulayacak kara toprağı. En güzel çiçekler boy atacak mezarının üstünde.
On beş yaşında bir çocuğun tabutuna omuz verdiniz mi hiç? Hele o çocuk, yakınınızsa neler hissettiniz. Canınızdan kopan bir canı soğuk toprağın kucağına bıraktığınızda yüreğinizin kaç milyon parçaya bölündüğünü düşünen var mı aranızda?
Berkin, vicdanının yerine, cüzdanlarını koyan gafil bir iktidarın hain kurşunlarıyla aramızdan ayrıldı. O, tomurcuk bir çiçekti; açmadan soldu. Onu dalından koparanlar, paralarını kutulamayı sürdüredursun. Bu dünya nice diktatörler gördü. Bu son diktatör, çürümüş bir kütük gibi yol kenarında durmakta. Onu, olması gereken yere taşıyacaklar zamanı geldiğinde. Pek yakında olacak bu taşıma işi.
Berkin’i milyonlarca insan bağrına basıp onun için gözyaşı dökerken diktatörü toprak bile kabul etmeyecek. Çünkü bu topraklar azizdir. Şehit kanlarıyla sulanan bu topraklar, kendisine ihanet edeni bağrına basmaz.
Duydunuz mu? On dört yaşında bir çocuk vurulmuş. Adı: Berkin, soyadı: Elvan... Hem de ülkesini yöneten diktatörün sözde kahramanlarınca. Berkin, soruyor yattığı yerden: Çocukları vurandan kahraman olur mu söyleyin bana?
                                                              Adil Hacıömeroğlu
                                                              12 Mart 2014
                                                             

CEMAAT’İN NE OLDUĞUNU ANLAMAYANLARA


10 Mart 2014... Yurtseverleri tutuklamakla ünlü Silivri’nin 13. Ağır Ceza Mahkemesi sabahleyin tutuklulardan tahliye dilekçesi istiyor. Ne güzel... Silivri mahkemesinin imana geldiğini düşündürten bir adım.
Tutuklular, dilekçeleri veriyorlar mahkemeye, çoğunun avukatı yokken. Bu da güzel... Mahkeme, tahliye taleplerini reddediyor. Bu konuda tek yetkilinin kendisi olduğunu da belirterek.
Özel yetkili mahkemeler kalktı mı? Kalktı. Peki, 13.Ağır Ceza’nın görevi bitti mi? Bitti... O zaman gelin güvey olmak niye? İşte, bütün mesele burada...
Yasal olarak ortadan kalkmış mahkeme, “TBMM, beni ortadan kaldıramaz.” demekte. Kim kaldırır? HSYK...
HSYK, yanıtlıyor mahkemeyi. “Siz yoksunuz, yetkisizsiniz, ortadan kalktınız.” demekte. Ancak 13.Ağır Ceza direnmekte... Yasa koyucuyu reddetmekte. TBMM’yi yok saymakta. Kendini, TBMM yerine koymakta. Milli irade benim, demekte. Devletin tüm yetkilerini kendi görevi saymakta. Bu anlayışta, halk yok! Millet iradesi yok! Yasalara saygı yok! Erkler ayrımının ne olduğunu bilmek, yok!
Yargıyı ele geçiren Cemaat, devletin sahibi saymakta kendini. TSK’ya ve Cumhuriyetçi aydınlara kumpasın sürmesini istemekte. Hukukun işlemesi, Cemaat yargısını korkutmakta.
Dünyanın hiçbir yerinde, en geri ülkeler de dâhil olmak üzere böylesine bir hukuk garabeti yaşanmamıştır. Bunun nedeni, cemaatleşen yargıdır. Yargıda ve emniyette Cemaat’i göremeyen Kemal Kılıçdaroğlu’na, 17 Aralık’tan bu yana F Örgütünü eleştirmemek için özen gösteren CHP ve MHP yöneticilerine nasıl bir canavara göz yumduklarını anımsatmak isterim.
“Cemaat nedir?” diyenlere... Cemaat, 13. Ağır Ceza’dır. Açın gözünüzü iyi bakın, neler göreceksiniz?
                                                           Adil Hacıömeroğlu
                                                           10 Mart 2014



HELAL LOKMA YEMEYEN EVLATLAR

                                  
Yer, Eskişehir... Tarih, 7 Mart 2014...
Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın seçim mitingi var. Başbakan önüne geleni suçlayarak ayar vermeye çalışmakta. Her zaman olduğu gibi avazı çıktığı kadar bağırmakta. Öfkeden deliye dönmek üzere...
17 Aralık’ta başlayan rüşvet ve yolsuzluk operasyonunu boşa çıkarma telaşı var RTE’de. Peş peşe açıklanan telefon konuşmaları sinir sistemini çökertmiş durumda. Uçana, kaçana saldırmakta.
Kürsüde konuşmayı seviyor başbakan. Öteden beri suçlayıcı bir dil kullanmakta. Sürekli olarak haksızlığa uğradığı izlenimini vermekte kamuoyuna. Masumiyet ve mağduriyet örtüsüne sarmalanmak istemekte.
Tam da öfkesi doruğa çıkmışken “Benim evlatlarıma helal lokma yedirmediğim halde, evlatlarıma da haramdan bahsedecek kalitede evsafta da değilsin.” Diyor Kılıçdaroğlu’na.
Dil sürçmesinin böylesi de olmaz. Allah söyletiyor Erdoğan’ı. Allah şaşırtıyor onu. Şaşırtınca da itiraflar dökülmekte dilinden.
Doğru söz ne denir? Allah, evlatlarına helal lokma yediren babalar nasip etsin!
                                                                           Adil Hacıömeroğlu
                                                                           9 Mart 2014


TAYYİP, NEREYE KAÇAR?


Son günlerde herkesin en çok merak ettiği konulardan biri RTE’nin hangi ülkeye kaçacağı konusudur. Diktatörlüklerce yönetilen ve yolsuzluk bataklığına batmış tüm liderler ülkelerinden kaçıp giderler bir yerlere.
Diyeceksiniz ki, diktatörler niçin kaçarlar ülkelerinden? Bu soruya verilecek en kestirme yanıt: Korktukları içindir.
Zalimlikte sınır tanımayan diktatörler niçin bu kadar korkaktırlar? Suçlu bir kişi işlediği suçun boyutunu bilir. Tabi, cezasının ne olacağını da... Bu kişiler korkaklıklarını; sert duruşları, zalim tavırları, acımasızlıkları, yasadışılıkları ve sahte cesaret gösterileriyle örtmeye çalışırlar.
Dünyadaki tüm diktatörlerin ortak özellikleri vardır. Bunların başlıcaları; hırsızlık, halkına zulmetmek, emperyalizmin işbirlikçisi olmak, ülke kaynaklarını efendilerine peşkeş çekmek, yurttaşlarını yoksullaştırmak, yalan söylemek, muhaliflerine dünyada görülmemiş iftiralar atmak, çağdaşlığı yok etmek, yönettiği toplumun tarihi ve kültürüyle bağını kesmek, bilimi baltalayarak yerini hurafelerle doldurmak, gençlikteki yaratıcı duyguları köreltmek, yoksulluğu yazgı durumuna getirmek, insanlara korku salmak, ulusu bölebildiği kadar bölüp kavga ettirmek, düşünen beyinleri yok etmek, yüz yılların imbiğinden geçen insancıl değerleri kıymetsizleştirmek, komşularla ilişkileri gergin tutmak, sürekli düşman yaratmaktır. Bu saydıklarımızın hepsi suçtur. Hepsi millete ihanettir.
Diktatörler, aşka ve sevgiye de düşmandırlar. Büyüdükleri nefret bataklığı, yüreklerini taşlaştırmıştır.
Diktatör, halkına ihanet ettiğinin farkındadır. Yönettiği ülkenin her ferdini düşman belleyen diktatör, insan görmeye dayanamaz. Gördüğünde korkar insandan. Çünkü suçluluk duygusu, onu içten içe kemirir. Geceleri uyuyamaz yatakta. Gündüzleri dolaşamaz sokakta. Korku büyüdükçe koruma ordusu çoğalır. Koruma ordusu çoğaldıkça çevresindekilere güveni azalır. Eski dostlarını bile düşman görür, onların kendisine ihanet içinde olabileceklerini düşünür. Çünkü herkesi kendi gibi görür diktatör.
Her diktatörün bir hazırlığı vardır. Önceden sıkıştığında kaçabileceği ülkeyi belirler. Yükte hafif, pahada ağır ne varsa elinin altında bulundurur. Aile bireyleri de eğitimlidir kaçış konusunda. Bu nedenle yatırımlar taşınabilir değerlere yapılır.
Şimdi gelelim asıl konumuza... Yani RTE’nin nereye kaçabileceğine... RTE’nin kaçabileceği dört ülke var: Malezya, Birleşik Arap Emirlikleri (BAE), Katar ve Sudan...
RTE’nin gelecekte uluslar arası mahkemelerde yargılanacağını düşünerek onun gideceği ülkeyi belirleyelim.
BAE, Tayyip’i çok zor kabul eder. Çünkü Batı ile siyasal ve ekonomik ilişkileri çok önemli. Özellikle turizm merkezi olma konusundaki çabalarına ters düşer Tayyip’i konuk etmeleri.
Katar, Körfez’de ABD’ye en bağımlı ülke. Bu küçük ülke, ABD desteği olmasa bir gün ayakta duramaz. Bir aşiretin egemenliğindeki Katar, ABD’nin kullanıp çöpe attığı hiç kimseye sınırlarını açmaz. Zaten ABD, bugüne kadar kullandığı hiçbir diktatörü konuk etmemiştir kendi ülkesinde. Katar’ın, ABD’ye olan bağımlılık ilişkisi düşünüldüğünde bunun olanaksızlığı görülmekte.
Malezya, AKP’nin iyi ilişkiler içinde olduğu bir ülke. Türkiye’den oraya bir nakit akışı mevcut. Bunun miktarı araştırılmalı. Malezya, AKP’lilerin kaçışında bir geçiş ülkesi olabilir. Neden mi? Malezya, ihracatı yüksek bir ülke. Turizm gelirleri de iyi. Bu durumdaki bir ülke diktatörleri barındıran bir konumda olmak istemez. Çünkü böyle bir durum, onun ticari ilişkilerine darbe vurur.
Geride kala kala Sudan kaldı. AKP’liler için en uygun ülke. Devlet Başkanı RTE’nin “Kardeşim!” dediği El Beşir. Hani Tayyip’in “Müslüman soykırım yapar mı?” diyerek savunduğu El Beşir. Dünyada birkaç ülke hariç, hiçbir yere gidemeyen bir diktatör var Sudan’ın başında. Uluslararası mahkemelerce soykırım yaptığı gerekçesiyle yargılama kararı var bu diktatör için. Son yıllarda AKP’ye yakın sözde yardım derneğinin suyolu yaptığı bir ülke burası. Başbakan da fırsat buldukça ziyaret etti bu ülkeyi. Kardeşi El Beşir’i Türkiye’de konuk etti dünyaya nispet yaparcasına. Ne de olsa kardeşlik ilişkisi... Yarın kimin, kime işinin düşeceği belli olmaz. Yazgıları ortak iki yönetici...
Merak ettiğim bir şey var. 17 Aralık’tan sonra Sudan’a ne kadar para gönderildi değişik yollarla? Paralar, dolaylı yollar izleyerek gidebilir bu yoksul ülkeye. Muhalefet partilerinin milletvekillerine iyi bir ev ödevidir bu. Çalışsınlar, araştırsınlar, kulaklarını ve gözlerini açıp görevlerini yapsınlar, bakalım.
Pek yakında RTE’nin hangi ülkeye kaçabileceği konusuna İngiliz bahis şirketleri el atabilir. Bahis oynayacakları bilgilendirmek istedim, karınca kararınca...
                                                                       Adil Hacıömeroğlu
                                                                       8 Mart 2014


GAZETE PATRONUNUN ACIKLI DURUMU


Kaset savaşları başladı başlayalı yalnız AKP’li siyasetçilerin değil, milletin sırtından para kazanmayı alışkanlık durumuna getirmiş işadamlarının gerçek yüzünü de görüyoruz.
Dün kamuoyunun ilgisini çeken telefon kaydı RTE ile İşadamı Demirören arasında.
Demirören, yılların işadamı. Birçok işadamı gibi iktidara yakın olup işlerini büyütme kaygısına düşmüş. Kendince başarılı da olmuş sayılır.
AKP ve Başbakanla ilişkileri daha sıkı fıkı yapmak için iki gazeteyi satın alıyor iktidarın önerisiyle. Yılların Milliyet’i iktidar borazanı olmak için el değiştiriyor. Muhalif yazarların çokça yer aldığı Vatan da Demirören’in oluyor. Birçok yazar kovuluyor bu iki gazeteden. Yazar olmayan iktidar savunucuları köşe kapıyor bu gazetelerde.
Milliyet ve Vatan da Demirören sayesinde diğer iktidar yanlısı gazetelerle yarışmakta yandaşlıkta. Kırk yılda bir iktidarın hoşuna gitmeyen yazı ya da haber yayımlandığında diktatör küplere binmekte.
Öcalan’la BDP heyetinin İmralı’daki görüşmelerinin tutanaklarını yayımlıyor Milliyet. Diktatör küplere biniyor. Çünkü bölücülerle verdiği ödünlerle ilgili kendi rezaleti ortalara serilmekte bu haberle. “Açılım” denen rezaletin içyüzünü halk öğrenme fırsatı yakalıyor. Tabi, bir ihanetin resmi de çıkmakta ortaya.
Telefon görüşmesinde RTE’nin önünde neredeyse kırk takla atacak gazete patronu af dilemek için. Patron, yalvarıp yağladıkça karşısındakini, RTE hakaretleri bir bir yağdırmakta. Bu arada RTE’nin ağzının bozukluğu gözlerden kaçmamakta. Güya dindarmış diktatör! Dinin d’sinden, İslam’ın i’sinden haberi olan biri, bu kadar küfürbaz olabilir mi? Hele karşındaki kişi, kendisini savunmaktan acizse... Atalarımız: “Eğilen baş kesilmez.” demiş. Bu konuşmada Demirören,özgür(!) basının patronu eğilmekle kalmıyor, yerlerde sürünüyor. El insaf...
Bir kişi neden bu durumlara düşer? Yılların işadamı, niye başbakanın karşısında hüngür hüngür ağlar? Bu kadar büyük rezalet, birkaç kuruş kazanmak için mi? Yoksa yönettiği spor kulübünü batıran beceriksiz oğlunu Futbol Federasyon Başkanlığı koltuğuna oturtmak için mi? Aç değilsin, açık değilsin; geçimin yerinde. Yaşın kemale ermiş, sayılır. İnsanın para için bu durumlara düşmesi çok ayıp. Hele belli bir yaştan sonra bu kadar eğilip bükülmek ayıbın ayıbı. Acından mı öleceksin ey Demirören.
Boşuna dememiş atalarımız: “Tatlı tatlı yemenin, acı acı geğirmesi olur.” diye. Evet, bir işadamının acı acı geğirmesidir bu. Çok yazık, çok... Her şeyi öldürün, yere serin. Ancak insanlığı, kişiliği, onuru, ahlakı yere sermeyin. Sermeyin ki bir gün, bir yerde gerekli olur.
Not: Yazılarımın tümüne, http://adiladalet.blogspot.com.tr  den ulaşabilirsiniz.
                                                           Adil Hacıömeroğlu

                                                           7 Mart 2014

TAYYİP’İ ALLAH ŞAŞIRTIYOR


“Bizde ise medya her gün ses kayıtları ve tapeler yayımlanıyor. Bazıları ‘Bunlar yasal dinleme’ diye kılıf uyduruyor. Bunlar, yasal dinleme değildir. Türkiye’de dinleme yapmanın kuralları vardır.”
“Bir başbakanı, cumhurbaşkanını, bakanları dünyanın hiçbir yerinde dinleyemezsiniz. Savcı, yasalara aykırı şekilde keyfi olarak devletin mahrem görüşmelerini dinlemiştir. Savcıların ya da memurların servis ettikleri bu görüşmeleri yayımlayanlar da anayasa ve yasaları ihlal etmişlerdir.”          
"TÜBİTAK gibi bir kurum merkezinde bu dinlemeleri yapıyor ve siz, güvenilir hattır, diye bu görüşmeleri yapıyorsunuz. Kriptolu telefonlar, o merkezde dinlenip depolanıyor, sonra da çalınıp götürülüyor.”       
“Adalet Bakanımla benim görüşmem, malum gazetede yayımlanmış; çünkü kendisiyle ilgili. Benim Adalet Bakanıma ‘Yakından takip!’ demekten daha doğal ne olur? Bana SPK’nın verdiği bilgiler, çok tehlikeli bilgiler. Paralel yapılar, kirli ilişkiler... İster istemez ‘Burayı yakından takip et!’ dememi gerektiriyor.”
Yukarıdaki sözler RTE’ye ait. Acı, ama gerçek... RTE, itiraflarda bulunuyor. Kendi konuşmalarına “Montaj, dublaj...” diyemiyor. Konuşmalarını inkâr edemiyor artık.
“Adalet Bakanım” demekte RTE. Evet, bu doğru ... Senin Adalet Bakanın, milletin değil. Eğer milletin bakanı olsaydı, sen ona mahkemeleri etkileme emri veremezdin.
Fazla yoruma gerek yok! Her şey itiraf edilmiş.
Önce Arınç “fazla söz yalansız, fazla para haramsız olmaz. “demiş. Ne güzel söylemiş. Ancak Ağlak Bakan’dan yeni itiraflar beklemekte kamuoyu. Bizi yanıltmasın... Ardından Külünk ve sonrasında Tayyip...
Başta Tayyip olmak üzere AKP’lileri Allah şaşırtıyor, dilleri çözülüyor. Hele gemi iyice su alsın bakalım, ne konuşkan fareler çıkar ortaya. Bu arada gemide kaptan da kalmayabilir. Aman dikkat!
                                                                       Adil Hacıömeroğlu

                                                                       6 Mart 2014

GÜNAH İŞLEME ÖZGÜRLÜĞÜ


RTE’ye yaranmak için TBMM’de, CHP’li bir milletvekilinin burnunu sıkarak hastanelik eden AKP İstanbul milletvekili Külünk’ün Habertürk’teki açıklamaları ilgi çekici.
AKP limanına yanaşarak televizyon yıldızı olmak için çaba gösteren Balçiçek’in programında, siyasete yeni söylemler getirdi Külünk. Millet olarak kendilerine ne kadar teşekkür etsek azdır.
17 Aralık’ta yapılan yolsuzluk ve rüşvet soruşturmasıyla ilgili olarak “Operasyon günah işleme özgürlüğüne müdahaledir.” demekte AKP’nin felsefeci(!) milletvekili. Kendi partisinden bakanların günah işleyip işlemediklerini en iyi yakınlarında bulunan Külünk bilir. Böyle bir itirafta bulunuyorsa haklıdır sayın vekil, biz ne diyebiliriz ki buna?
“Günah işleme özgürlüğü” dinde olabilir; ancak devlet yönetiminde olanların suç işleme ve hırsızlık yapma özgürlükleri yoktur. Dünyanın neresine giderseniz gidin, hırsızlık ve rüşvet yüz kızartıcı bir suçtur. Cezası da yasalarda belirtilmiştir.
“Günah” Tanrı ile kul arasındaki bir konu. Ona biz karışamayız. Ancak milletin malına, emanetine karşı işlenen suç, tüm halkı ilgilendirir. Bu suçun cezası, Tanrı’ya ve öteki dünyaya bırakılmaz; davası, bağımsız mahkemelerde görülür bu dünyada.
Bekleyelim, bakalım ne Külünkler çıkıp nice itiraflarda bulunacak...
AKP’lilerin şaşkınlıklarına bakın. Hırsızlığı, toplumda meşrulaştırmak için felsefe yapıp Diyanet’ten yardım istiyorlar.
Külünk’ün din ve felsefe konusundaki bilgisine(!) hayran kaldığımı da söylemeliyim. Yahu, bu adamlar İslamiyet’i nerelerden ve kimlerden öğreniyorlar? Hırsızlığın “günah işleme özgürlüğü” olduğunu onlara kim, niçin öğretti acaba?
Çıkıp sokaklarda bağıracağım neredeyse “Din elden gidiyor!” diye avazım çıktığı kadar. Sanki gizli bir el insanları İslam karşıtı yapmak için uğraşmakta. AKP de taşeron olarak kullanılmakta...
                                                                       Adil Hacıömeroğlu

                                                                       5 Mart 2014

YERDEKİ AKP’Yİ KİM KALDIRDI?


AKP, Haziran Direnişiyle tökezledi, sendeledi. Ancak koltuk değneklerine tutunarak ayağa kalkabilmekteydi.
Ağır aksak yürüyen AKP, 17 Aralık’ta yere serildi, yolsuzluk soruşturmalarıyla. Sere serpe yere uzanmışken kalktı yavaşça. Ancak ayağa kalkamadı tam olarak. Dizlerinin üstünde yürümekte bu kez ellerinin yardımıyla.
AKP’yi kim ya da kimler kaldırdı yerden?
AKP, yolsuzluk operasyonu başladığında şaşkınlık içindeydi. Öncelikle muhalefet partilerinin tepkisi gözlemlendi. Kimin, nasıl bir tavır göstereceğini bekledi iktidar partisi yöneticileri birkaç gün.
CHP ve MHP yolsuzluklar üzerinden AKP’ye yüklendiler.  Oysa devleti ele geçiren Cemaat’in yaptığı yasadışı işler de en az yolsuzluklar kadar tehlikeliydi. Cemaat bürokrasisi, devleti kilitledi. Cumhuriyet kurumlarını AKP’nin siyasal gücüyle yerle bir etti.
CHP ve MHP yönetimleri, politikayı günlük bir uğraşmış gibi gördüklerinden yolsuzluğu asıl hedefe oturttular. Cemaat ile AKP’nin geçmiş ilişkilerini sorgulamadılar derinliğine. Cemaat’in kumpaslarını bir kenara ittiler adeta. Cemaat’in yaptığı yasa dışılıkları gündeme getirmemeleri, AKP’ye güç kazandırdı zaman içinde. Cemaat’le aynı safta mücadele ediyormuş gibi gözüken CHP ve MHP, zamanla AKP’nin toparlanmasına fırsat yarattılar. Muhalefet partileri her şeyde olduğu gibi, bu konuda da sağlam öngörülü bir strateji uygulayamadılar. Bilerek ya da bilmeyerek AKP’ye soluk aldırdılar.
AKP ise CHP ve MHP yönetimlerinin yanlış tavrını fırsat bildi, yüklendikçe yüklendi onlara. Muhalefetin iki partisini Cemaat’in yanında göstermek için olağanüstü çaba harcadı RTE. RTE’nin bu stratejisi geçici sürede de olsa başarıya ulaştı. Cemaat’in yasadışı dinlemelerinin hukuksuzluğunu hep gündemde tuttular. TSK’ya kurulan kumpası bile göstermelik de olsa anlatmaya çalıştı iktidar basını ve AKP yöneticileri. Silivri tutsaklarını savunuyor göründüler.
Rüzgâr, AKP’ye karşı esmekteydi. Hem ulusal hem de uluslar arası alanda çok sıkışmış durumdaydı AKP. Cemaat da halk nezdinde prestij kaybına uğramakta her geçen gün. Ama ne yazık ki muhalefet bu durumu iyi göremedi. Özellikle AKP ile Cemaat’in birlikte gidebileceğini düşünmediler. Bu savaşta her iki taraf da kirli işlere gömülmüşlerdi gırtlaklarına kadar. Her geçen gün kirlilikleri artmakta. Bataklıkta debelendikçe de batmaktalar giderek.
CHP ve MHP yöneticileri ne yazık ki siyaset yapmayı, RTE’ye laf yetiştirmek olarak anlamaktalar. Bu durum da AKP’nin ömrünü uzatmakta.
Yere yüz üstü kapaklanan AKP’yi, izlenen yanlış politikalar biraz olsun yaşama döndürdü. Ancak bu, oksijen çadırındaki bir yaşam. Halkın sağduyusu, AKP’yi götürecek. Tabi Cemaat de onunla gidecek. Dileğimiz odur ki, muhalefet partileri yanlıştan vazgeçerler.
Cemaat de AKP de Türkiye’ye çok zarar veriyor, çok... Ülkeyi paramparça eden, Türkiye’yi dünyaya rezil eden bu ittifakı taşıyacak gücü kalmadı artık halkın. Emperyalizme dayanarak kendi ülkesinin değerlerini yerle bir eden AKP-Cemaat ittifakı tarihin çöplüğüne gitmek üzere.
                                                                       Adil Hacıömeroğlu

                                                                       4 Mart 2014

SANDIĞA GİT, OY VER

                                               
18 Şubat 2014 tarihli yazımda iki partiye dayalı (AKP-CHP) seçim anlayışının AKP’ye yaradığını söylemiştim. Bu konuda olumlu/olumsuz eleştirilerde bulundu bazı dostlar.
Siyaseti aklıyla değil, duygularıyla ele alan, particiliği futbol takımı tutuculuğuyla yapmaya çalışanlar da az değil. Tabi böyle bir bakış açısı, Türk siyasetinin önündeki en büyük engel. Siyasette üretkenliği, gelişmeyi yok eden bu anlayıştır. Bu nedenle siyasete, aklı egemen kılmak zorundayız.
30 Mart’ta yapılacak yerel seçimler, Türkiye açısından çok önemlidir. Siyasetin düzgün bir raya oturması, can çekişmekte olan demokrasinin yaşama döndürülmesi, yolsuzluklarla kirlenen toplum ve devlet hayatının temizlenmesi, hukukun yeniden işlemesi için bu seçimler belirleyici olacak. Yerel seçimlerin hemen ardından yapılacak Cumhurbaşkanlığı seçimi de 30 Mart’ta kullanılacak oylarla biçimlenecek.
Öncelikle her yurttaşın oy vermesi gerek 30 Mart’ta. AKP dışındaki partilere verilecek her oy; yolsuzluğa batmış, demokrasiyi yok etmiş, devleti tarikat ve cemaatlere teslim etmiş, bölücülüğü azgınlaştırmış, Cumhuriyet’i yıkmış iktidar partisinden kurtuluşu hızlandıracaktır.
AKP’ye daha önce oy vermiş, ancak partisinden memnun olmayan seçmenlerin büyük çoğunluğu CHP’ye oy verme eğiliminde değil. Bu seçmen kitlesini, “Ya AKP’ye ya da CHP’ye oy vereceksin!” seçeneğine mahkûm etmemeli. Böyle bir durumda AKP’nin memnuniyetsiz seçmeni, kerhen de olsa eski partisine oy vermekte.
AKP ve CHP adaylarından memnun olmayan partili kitleler, ikili seçenek arasına sıkıştığında sandığa gitmemeyi yeğlemekteler. Bu seçmen kitlesinin, kendilerine yakın buldukları başka partilere oy vermelerinin önü açılmalı. Onlara “mahalle baskısı” yaparak AKP’nin ekmeğine yağ sürmemeli.
            Konuyu bir örnekle açıklayalım. Türkiye genelinde yüzde kırkın üzerinde oy alan ve birkaç büyükşehir belediyesini yitiren bir AKP mi; yoksa oyu yüzde otuzlara inmiş, ancak belediyelerdeki gücünü koruyan bir iktidar partisi mi yıkılma sürecine girer? Tabi ki ikinci seçenek gerçekleştiğinde AKP hızla yıkılmaya başlar. O zaman ne demeliyiz? “Sandığa git, hangi partiye oy verirsen ver, AKP’ye verme!” Küçük partilere dağılacak birkaç puanlık oylar, bir araya gelince Türkiye genelinde büyük bir oran oluşturacak. Bu oylar, AKP tabanından geleceği için iktidar partisi yenilecek.
            AKP ve CHP’nin dışındaki partilere verilecek oylar boşa gitmez. Oy neden boşa gitsin? Her partiye verilen oy değerlidir. Yeter ki AKP’ye verilmesin.
            İki partiye mahkûmiyet içeren bu sistemden kurtulmak, gerçek demokrasinin de önünü açacak. Güçlü partilerin “Odunu koysam kazanır.” anlayışından kurtulması için de bir fırsattır bu.
            Türkiye’nin yeni liderlere, yeni siyaset anlayışlarına gereksinimi var. Mevcut siyasetçilerle ve onların bir adım ötesini göremeyen anlayışlarıyla Türkiye’nin önü açılamaz. Yaşadığımız sıkıntılar; zaten mevcut siyasetçilerin öngörüsüzlüğünden, doğru çözümler üretememesinden, bunalımdan çıkış yolu bulamamasından kaynaklanmakta. Sorunu yaratanların, sorun çözdüğü dünyanın hiçbir yerinde görülmemiştir. Türkiye, seçimleri yeni siyaset fırsatına dönüştürmeli. İkili sistemde sesi işitilmeyen siyasetçilere fırsat verilmeli.
            Her yurttaş sandığa girmeli ve gönlünden geçirdiği, aklının onayladığı partiye oy vermeli. Vermeli ki, siyaset kendini diktatör sanan, demokrasiyi laf ebeliği yapmak olarak düşünen, halkı hiçe sayan, kendi parti üyelerini kurşun asker olarak gören siyasal anlayışlar ortadan kalksın.
            Gücünü halktan değil de ABD’deki lobilerden alarak iktidar olmayı düşünen politikacıların siyaset mezarlığına gönderilme zamanları gelmedi mi?
                                                                       Adil Hacıömeroğlu
                                                                       3 Mart 2014