BEBEK DİLİ


Atacan, beş yaşında duyarlı bir çocuk… Olağanüstü düzeyde öğrenme isteği var. Kayıtsız kaldığı bir konu neredeyse yok! Doğduktan sonra 29 gün Cerrahpaşa Tıp Fakültesi Hastanesinin çocuk yoğun bakımında kaldı. Orada hem doktorlar hem de hemşireler olağanüstü çaba gösterdiler Atacan’ın ve oradaki diğer çocukların yaşama tutunması için. Burada eşimin böbrek rahatsızlığını anında fark ederek hemen müdahale eden değerli dostum, kadın hastalıkları ve doğum uzmanı Prof. Dr. Fahri Öçer’i anmadan geçmemeliyim. Hem eşim hem de Atacan yaşamlarını, Sayın Öçer’e borçlular. Bu nedenle ona, yaşamım boyunca minnet duyacağım.

8 Eylül sabahı yaşama gözlerini açtı. Dünyaya geldiği günün gecesinde solunumu kesildi. Yoğun bakımda ilk nöbetini tutmakta olan Doktor Umut, ona umut oldu. Soğukkanlı ve sorumlu bir çabayla Atacan, yeniden soluk alıp vermeye başladı. Sabahleyin erkenden hastaneye gittim. Çocuğumun durumunu bana Doktor Tuğba Hanım söyleyince beynimden vurulmuşa döndüm. Doktor Umut Bey’e ve nöbetçi hemşirelere ne denli minnet duyduğumu anlatamam.

Öğlene doğru bebeğimizi görebileceğim söylendi bana. Çok heyecanlandım. Kadın doğum servisinde yatmakta olan eşime, bu mutlu haberi verdim. Ne diyeceğini şaşırdı. O da heyecanlandı.

Verilen saatten önce yoğun bakımın önündeydim. Bir hemşire, beni içeri aldı. Öncelikle ellerimi birkaç kez sabunla iyice yıkamam istendi. Sonrasında özel kıyafetler giydirildi bana. Bebeklerin yattığı bölümün kapısına geldiğimde yüreğimin atışı değişti, soluğum hızlandı. Girdim içeri. Otuzu aşkın kuvöz sağlı sollu konmuş. Ancak ben, bebeğimizi tanımıyorum. Hemşire Hanım, beni girişin sağında, sağlıkçıların oturduğu yerin hemen yanı başındaki bebeğin, oğlumuz olduğunu söyledi. Heyecanla yaklaştım ona. Baktım, yatağın yanına “Bebek Hacıömeroğlu” yazılmış. El kadar bir bebek, bir kilo iki yüz gram… Her yanında kablolar… Yanımdaki hemşire dokunabileceğimi söyledi. Dokunayım da neresine, nasıl? İşaret parmağımla sol yanağına yavaşça dokundum. Yumuşacık… Bu dokunuşu, haftalarca sağ elimin işaret parmağında duyumsadım. İncitirim korkusu, sarıp sarmalamış beni. Yanağı iki parmak boyutunda neredeyse. Dokunmaktan korktuğumdan uzun uzun izledim onu. Solunum aygıtına baktım yürek atışlarını anlamak için. Beden ölçülerini belleğime yazdım silinmemek üzere.

Hemşire hanım, çıkmam gerektiğini söyleyince yüreğimle vedalaştım onunla. İçimde dua ve iyi dileklerim… Bana giydirilen giysileri çıkarıp çöp kutusuna attım. Koşar adımlarla eşimin yanına gittim. On dakikalık konuşmayı, on saatmiş gibi anlattım ona. Yattığı yerde çok mutlandı. Eşimin annesi ve babası gelince ben izin istedim birkaç saatliğine.

Çıkıp yürüdüm sahil yoluna. Çok geçmeden Bakırköy’den geçen bir belediye otobüsü geldi. Bindim. Yol açık… Bakırköy sahile gelince indim otobüsten. Hızlı adımlarla Cumhuriyet Meydanı’na doğru yürüdüm. Kaymakamlıktan içeri girdim. Bakırköy Nüfus Müdürlüğüne yöneldim ivecenlikle. Atacan’ı çabucak nüfusa kaydettirdim. Elimde onun nüfus cüzdanı, gerisin geri hastaneye döndüm. Zaman geçirmeden eşimin yattığı odaya çıktım soluk soluğa. Nüfus cüzdanını eşime verdim. Neredeyse mutluluktan havalara uçacaktı. Ancak sezaryen ile doğum yaptığı için yerinden fazla kımıldayamıyor. Onun mutluluğunu görmek gerek. Dünyada böyle bir mutluluk yok! Onu nüfusa kaydettirmem, yaşayacağına olan umudumu çoğaltmak içindi. Yalnızca benim mi? Herkesin…

Atacan, 29 gün yoğun bakımda yattıktan sonra 30. gün bize verildi. Bu 29 gün boyunca her gün hastaneye gidip geldim, onu gördüm. Eşimin makineyle sağdığı sütü bozulmasın diye neredeyse uçarak götürdüm ona. Giderek iştahlandı. Anne sütü ona yetmez oldu. Bir kilo yedi yüz grama erişmişti. Eve geldik. Eşim, bebeğe elleyemiyor. Bakıcıya da annesine de bebeği teslim edemeyeceğini söyleyince onun bakımını üslendim. İşimi bıraktım. Yalnızca eşim eve geldikten sonra ikindiden sonra derslerime gitmeye başladım. Bütün gün bebeğimizleydim. Onu öylesine tanıdım ki anlatamam. Bunun en iyi tanığı da eşim. Yaşamımın en güzel günleriydi ona bakmak.

Bebeğimiz odamızda beşiğinde yatıyordu geceleyin, Sabah olunca da salona taşıyorduk onu. Ağlak çocuk değildi. Gece ağlama sesini işitince eşimle fırlardık uykumuzdan. Ben: “Sen uyu. Bir şeyi yok! Beresi gözünü kapatmıştır. Ağlamasını nedeni bu!” Bereyi düzelttiğimde ağlaması kesilirdi. Bebeğimiz küçük doğduğundan kafası çok küçüktü. Bu nedenle bulduğumuz en küçük bereler bile onun kafasına büyük geliyordu. Bu nedenle bere iki de bir gözünün önüne düşüyordu başını kımıldattıkça.

Gecenin bir yarısı ağlardı. Uyanırdık anında. Eşime: “Bu açlık ağlaması. Ona mamasını vereyim.” derdim. Biberon, dudağına değdiğinde susup keyiflenirdi. Başka bir an, ağlama sesiyle ayaklanırdık yine. Ben: “Bebeğimiz bezini kirletti.” diyerek kalkardım yerimden. Bezi değişince uyurdu mışıl mışıl. Uykunun koynundayken birden feryat ederdi, uyandırırdı bizi. “Sorun yok! Bu, gaz feryadı.” deyince gülerdi eşim uykulu uykulu. Onu alıp omuzuma koyardım. Sırtına hafifçe vururdum. Sonrasında bir gaklama sesi işitirdim. Beşiğine yatırmadan çoktan uyurdu omuzumda. Eşim: “Onun sesinden nasıl anlıyorsun niye ağladığını?” diye sorardı. Ben de “Ağlama biçimi, ezgisi farklı.” diyerek yanıtlardım onu.

Bebekler her ağladığında bir isteğini dile getiriyor aslında. Çünkü onun dili, ağlama. İstediği her şeyin ağlaması farklı.

Salondaki ikili koltuğumuzu ona yatak yapmıştık. Karı koca karşısına geçer otururduk. Uykusunda yüzündeki değişimi fark ederdim. “Seninki kaka yapıyor.” derdim gülerek. Ya da… “Atacan, şu anda çiş yapıyor.” diye sessizce söylenirdim. Eşim inanmazdı bana. Kalkıp hemencecik bakardı bebeğimizin altına. Her seferinde tahminimin doğru çıktığını görünce şaşırırdı. Sorardı “Nasıl anladın?” diye. Ben de “Üst dudağının biçiminden…” derdim ona.

Bebeklerin bir dili var. Aslında dikkatlice dinlendiğinde onun farklı ses tonları, vurguları kolayca ayırt edilir. Çocuk, aslında ağlama biçimiyle iletiyi veriyor karşısındakine. Yeter ki onun sesini yalnız kulağımızla değil, yüreğimizle duymalıyız. Onunla yürek köprüsünü kurduğunuzda her şey çok kolaylaşmakta.                                 

27 Ocak 2016

 

ÇARŞAFA DOLANAN YCHP


YCHP’nin 35. Olağan Kurultayı, 16-17 Ocak 2016’da yapıldı. Her kurultay öncesinde olduğu, gibi bu kurultay öncesinde de bazı tartışmalar yaşandı. Günler öncesinden Kılıçdaroğlu’na karşı çıkacak adaylar cılız bir sesle konuşuldu kamuoyunda. Genel başkanlığa kimlerin aday olacağıyla pek ilgilenmedi YCHP’nin kurultay delegeleri.
Kurultay delegelerini asıl ilgilendiren şey, parti meclisi seçimlerinin nasıl yapılacağıydı. Bu nedenle günlerce parti meclisi seçimlerinin blok mu, yoksa çarşaf listeyle mi olacağı tartışıldı. Gerek televizyon ve gazetelerde gerekse sosyal medyada asıl tartışılan konu buydu. Her kurultay öncesinde olduğu gibi parti meclisi adayları ve delege ağalarının düzenlediği yemeklerde hep bu konuşuldu. Blok mu, çarşaf mı?
Çarşaf liste, partinin demokrasiden yana olduğunun bir göstergesi kabul edildi. Demokrasinin ancak çarşaf listeyle olacağı algısı, herkesin belleğine yerleştirilmeye çalışıldı. (Bu arada çarşaf listenin demokratik bir yarışın olması için son adım olacağını söyleyelim. Ancak bu konunun her şeyin önüne geçmesinin bir anlamının olmayacağını da belirtelim.) Oysa kurultay, faşist partilerde bile görülmeyecek biçimde anti demokratik bir genel başkan seçimiyle başladı. İkide bir 12 Eylül anayasasına karşı çıkarak demokrasicilik oynayan YCHP demokrasi aşığı(!) yöneticileri, Evren Paşa’ya rahmet okutacak bir demokrasi dışılıkla genel başkanını seçti. 12 Eylülcülerin genel seçimlerde partilere koyduğu yüzde on barajı, YCHP’nin genel başkan seçiminde de aynen vardı. Bu durum, göstermelik demokrasi savunucularını suçüstü yapmakta.
YCHP’nin AB ve ABD’ce demokrasi(!) şurubu içirilmiş kurultay delegeleri, Kılıçdaroğlu sever kimi üyeleri çarşaf listeden başka bir tartışma yapmadılar. Oysa ülke yangın yeri… Türkiye, tarihinin en büyük iç ve dış saldırısıyla karşı karşıya. ABD-İsrail, PKK ve FETÖ aracılığıyla Türkiye’ye savaş ilan etmiş, her gün vatan evlatları şehit olmakta. AB üyesi bazı ülkeler bu saldırıyı açıkça desteklemekte. Türkiye, bölünmeyle karşı karşıya… Ama YCHP Kurultayı öncesi gündemde değil, vatanın bütünlüğünün ve ulusun birliğinin tehlikeye girmesi. Ne yazık ki bu saldırının farkında bile değil birçok YCHP yöneticisi. Tek dertleri çarşaf liste…
Türkiye’de üretim bitmiş. Liberal politikalarla ülke birikimleri çarçur edilip bir avuç kan emicinin kesesini doldurmuş. İşsizlik almış başını gitmekte. Nüfusun neredeyse üçte birine yakını yoksulluk sınırında yaşamakta. Kimin umurunda? Varsa yoksa çarşaf …
Cumhuriyet yıkılmış. Laiklik yok edilmiş. Eğitim, Ortaçağ koşullarının bile gerisine düşmüş. Atatürk’e saldırılar her geçen gün artmakta… Hatta YCHP’li bir vekil bile TBMM’deki odasında bulunan Atatürk resmini “Yeni şeyler söylemek lazım.” diyerek indiriyor birçok kişinin gözleri önünde. Tıpkı AKP ya da PKK’lılar gibi… Kimin umurunda? Kurultay, bu vekilden hesap sormak yerine, onu parti meclisine seçerek ödüllendirmekte. Atatürk’ün kurduğu partide, Atatürk’e saygısızlık yapan kişi başköşeye oturtuluyor. Kurultayın gündeminde yok bu konu. Bir kişi çıkıp da bu densizliği/saygısızlığı kurultay kürsüsünden dile bile getirmiyor. Neden mi? Önemli olan çarşaf… Ne varsa gizli kapaklı olan çarşafa dolar, sarıp sarmalar halkın gözünü demokrasi ile boyayıp Cumhuriyet yıkıcılığında AKP-PKK ile kol kola yürürüz, düşüncesinde YCHP’liler. Tabi burada, AB ve ABD’ye şirin görünme yarışı da gözlerden kaçmamakta.
“Anayasa değişikliği, başkanlık sistemi, özerklik…” konuları gündemde… Bu yolla Cumhuriyet’in köküne kibrit suyu dökülmek istenmekte. Ama YCHP Kurultayı bunları tartışmamakta. Delegeler, ülkenin geleceği için yaşamsal olan bu konuları yöneticilerine sormamakta kurultay kürsüsünden… Tek kurtuluş çarşafta… Herkes bir yakınının parti meclisine girmesi için uğraşmakta… İktidar olmaktan umudunu kesen YCHP delegesi, 2019 yerel seçimlerinin peşinde. Bu seçimde, bir yere kapağı atmak için çabalamakta… Kişisel kurtuluşu, toplumsal kurtuluşun önüne koyanların başarıya ulaşması olanaklı mı? Ulaşsa bile bu tür bir anlayışın Türkiye’ye bir yararı olur mu?
YCHP’nin 35, Kurultayı, yayımlanan sonuç bildirisi (Bu konu ayrı bir yazı konusudur.), topluma verilen iletiler ve yönetimde görev alan kişiler değerlendirildiğinde CHP’yi feshetme toplantısıdır. CHP’nin Atatürk’ten, Cumhuriyet’ten, altıoktan, tarihten koparılma kurultayıdır bu. YCHP tam bağımsız Türkiye ülküsünü bırakarak ABD ve AB denetimini yeğlemiştir.
YCHP, günlerce parti meclisi listesi blok mu, çarşaf mı olsun derken Türkiye’yi, tarihsel görev ve amaçlarını unutmuştur. Kurultay çarşafa dolanarak AKP-FETÖ-PKK’nın yanına, ABD’nin kucağına yuvarlanmıştır.
 Eee, başka ne diyelim ki? Vatan savaşımı her şeye karşın sürmekte… 1919 ruhu, çoban ateşi örneği alev alev yanmakta ulusun yüreğinde… Bu ateşi de söndüremezsiniz ya…
                                                                       Adil Hacıömeroğlu
                                                                       26 Ocak 2016




MUSTAFA KOÇ’UN ÖLÜMÜ


21 Ocak 2016 sabahı, Mustafa Koç’un geçirdiği kalp krizi nedeniyle Beykoz Devlet Hastanesi’ne kaldırıldığı haberi neredeyse tüm televizyonlarda birinci haber oldu. Türkiye’nin en büyük patronu, Beykoz’da acil servisteydi. Belki de ömrü boyunca önünden bile geçmediği bir hastanede yaşam savaşı vermekteydi. Çoğu kişiyi şaşkınlığa sürükleyen de bu durumdu.
Öncelikle merhuma Tanrı’dan rahmet, Koç ailesine sabır dilerim.
Mustafa Koç, kalp hastasıydı. Türkiye’nin en büyük özel hastanelerinden birinin sahibiydi. Önemli bir işadamıydı. Sağlık kontrollerini zamanında yaptırdığını düşünüyoruz. Bu sağlık kontrollerinde kalp krizi riskinin belirlenmemesi ilginç. Diyelim ki, belirlendi… Bu konuda bir planlanmanın olmaması büyük eksiklik. Türkiye’nin en büyük holdingini yöneten birinin kalp krizi geçirdiğinde hangi hastaneye, hangi yolla götürüleceği önceden planlanıp belirlenmesi gerekmez miydi? Hatta sağlık sorununu ön plana alarak hastaneye en kısa sürede ulaşabileceği bir yerde evini kuramaz mıydı? Burada öngörüsüzlük, en küçük olasılığı bile değerlendirmeyişin bir ihmali yok mu?
Türkiye’nin patronlarına “Hayır!” diyebilecek danışmanlara, işvereni de olsa yanlış yaptığında ona doğru yolu göstermede ısrarcı olabilecek doktorlara gereksinimi var.
Asıl büyük felaket, Koç’un hastalığının risk durumunun belirlenmemiş olmasıdır. Türkiye’de sağlık sistemi hızla özelleştirilmekte. Özelleştirme, sağlık sistemini mahvetmekte. Kamu kurumları hızla güç yitirmekte. Birçok kamu hastanesine yıllardır bir çivi bile çakılmadı. Kamu hastaneleri lime lime dökülmekte. Özel hastaneler ise süslenip püslenip göz boyamakta. Beş yıldızlı otel konforuyla hastaların, pardon müşterilerin gözleri boyanmakta.
 Ne yazık ki birçok doktor, popülist tavırlarla medyatik olmanın peşinde. Bir televizyonda ekran yüzü olmak için bin takla atanlar az değil. Televizyonlarda popüler olup özel hastanelerde başköşelere kurulanları da unutmamak gerek. Ne kadar popüler, ne kadar ekran yüzüysen o kadar çok hastan/müşterin olmakta. Bu durum, bilim yapmayı, tıbbi yenilikleri izlemeyi, idealizmi yok etmekte.
Mustafa Koç’un Beykoz’dan kendi hastanelerine götürülmesi iyi mi olmuştur, kötü mü? Böyle bir soru sormak yanlış… Çünkü sonuç ortada… Hasta yaşamını yitirmiştir ne yazık ki…
Popüler, göz boyayıcı iş yapmak toplumumuzun en büyük sorunu. Bu durum, neredeyse tüm sektörlerde egemen olmakta. Buna bir de torpil eklenince her şey mahvolmakta. İnsanlar, hak etmedikleri işlerde, üst orunlarda toplum yaşamına zarar vermekteler. Özellikle üniversitelerde idealist, çalışkan, üretken kişilerin yükselmesinin önünün tıkalı olması bir başka sorun. Bilim yuvalarında bile bazı hocaların kişilikli, dik duruşlu asistanlar yerine uysal koyunları araması dikkat çekicidir.
Bir doktor düşünün… İki yabancı dili, üst düzeyde bilsin. Daha uzman olmadan beş makalesi tıp dergilerinde yayımlansın (Bu arada yıllardır öğretim üyeliği koltuğunu işgal edip tıp dergilerinin yolunu bilmeyenler var.) . Güneydoğu’nun bir ilçe hastanesi koşularında yapılmayacak bir ameliyatı başarıyla yapsın ve hastasını kurtarsın. Bu başarı gazetelerde haber olsun. Koca ilçe yediden yetmişe terörle değil de bilimle anıldıkları için gururlansın.... Ama bu idealist doktora öğretim üyesi olma yolu kapatılmakta. Neden mi? Orun sahibi kişileri hoş tutmasını bilmediği için… Bilim namusunu popüler olmaya yeğlediği için…
Sağlık sistemi baştan ayağa değişmeli. Hem de ivedilikle… İdealizmin yok olduğu meslekler halka hizmet etmekte zorlanır. Önce mesleki idealizm…
Özelleştirilen ve popülerlik bataklığına gömülen sağlık sistemi, Türkiye’nin en varsıl kişisinin yoksul kişilerle eşitlemekte hastane acil servisinde. İlginç olan da bu değil mi?
                                                           Adil Hacıömeroğlu
                                                           24 Ocak 2016



HER DERDİN DEVASI ANAYASA

                                    
TBMM’nin neredeyse her yasama dönemi başladığında bir anayasa değişikliği tartışması çıkmakta. Kamuoyu uzunca bir süre bu tartışmalarla meşgul edilmekte. Bu tartışmalarla halkın nabzı ölçülmekte. Yurttaş, sinsi bir tuzakla ulus devletin değiştirilmesi durumuna alıştırılmakta alttan alta.
AKP, on üç yıllık iktidarı döneminde ekonomiyi düzeltemedi. Üretim ekonomisi bitti sayılır. Sanayi, tarım, hayvancılık bitti sayılır. İşsizlik diz boyu... Kaçak ve ucuz işçilik dorukta... Neden mi? Neden anayasa...
Terör almış başını gidiyor. Kentler boşalıyor. Halk yaşamdan bıkmış. Caddeler, sokaklar harabeye dönmüş. PKK vergi toplayıp tüyü bitmemiş çocukları askere almakta. Güneydoğu’nun birçok yerinde günlük ekonomik etkinlikler bıçak gibi kesilmiş. Halk, zorbalığa teslim olmuş. Eşkıya, dağda bayırda değil; kentlerin merkezlerinde dolanmakta. Her gün şehit vermekte Türkiye. Suçlu mu kim? “Kim?” diye sorulur mu hiç? Suçlu, anayasa...
Ortadoğu bataklığında debelenmekte Türkiye. Sıfır sorundan sıfır komşuya yol almış talihsiz ülkem. Dost kalmamış, düşman çoğalmış. Sınırlar kevgire dönmüş. Suçlu mu arıyorsunuz? İşte, anayasa karşınızda durmakta...
Rus uçağını düşürmüş Türk jetleri. Olur mu böyle iş? Olur tabi ki... Anayasa değişmezse bal gibi olur.
KPSS’de soruları çalanlar suçüstü yakalanmış. Binlerce kişinin emeği boşa gitmiş. Son yirmi yıldır yapılan merkezi sınavların neredeyse hepsinde şaibe varmış. Dert etmeyin bütün bunları anayasa değişikliği olursa hallolur bu sorun.
Trafik sorunu insanları yaşamından mı bezdirmekte. Sıkın dişinizi, anayasa demokratikleşirse yollar açılır.
Yolsuzluk almış başını gidiyor. Tüyü bitmemiş yetimin hakkını yiyenler, başköşelere kurulmuş. Halk bir dilim ekmeğe, bir tas çorbaya muhtaç. Aşılır bu sorunlar, yeter ki anayasayı demokratikleştirelim.
Kadın cinayetleri mi var? Sorun, anayasanın ilk dört maddesinde... O maddeler, özgürlükleri kısıtlamakta... Değiştirelim, ülke özgürleşsin.
Sokakta yaşayan insanlar soğuktan donarak mı ölüyor? Açlıktan çöpten ekmek mi topluyorlar? Takmayın kafanızı bu sorunlara... “TBMM’de anayasa için mutabakat sağlarsak sorun çözülür.”
Toplumsal çözülme mi yaşamaktayız? Olsun... Anayasa değişikliğiyle bunun üstesinden geliriz.
Anlaşılacağı üzere her derdin devası anayasa değişikliği...
İktidar partisi AKP, düşüncesi gereği anayasayı kuşa çevirmek istemekte. Türkiye Cumhuriyeti’nin köküne dinamit koymak istemekte. Cumhuriyet kurucularından Vahdettin’in, Damat Ferit’in ve İngiliz işbirlikçisi tüm itilafçıların intikamını almak istemekte. Ortaçağ düşleriyle uyuyup uyanmaktalar. Bir de iktidar partisi, sorunlar ağırlaştıkça halkın tepkisini azaltmak için hedef şaşırtmaktalar yapay tartışmalarla. Kendilerince haklılar...
PKK/HDP; Şeyh Sait, Seyit Rıza’nın izinde... Dün İngiliz ve Fransızlar; bugün ABD ve İsrail’in kışkırtmasıyla Türkiye Cumhuriyeti’ne savaş açtılar. Onların görevi emperyalizmin piyonu olmak... Onları da anladık sayılır.
AKP ile PKK/HDP’yi anladık da YCHP ile MHP’ye ne oluyor. Onların Anayasa değişikliği sevdasının kaynağında ne var? Söyleyin dostlar... Hadi, söyleyin!
                                               Adil Hacıömeroğlu
                                               3 Ocak 2016
                                              



DTK BİLDİRİSİYLE SAVAŞ İLANI

                                  
PKK’nın legal üst çatı örgütü Demokratik Toplum Kongresi (DTK), 26-27 Aralık 2015 günlerinde Diyarbakır’da toplandı. Toplantının ardından on dört maddelik bir bildiri yayımlandı. PKK, bu on dört maddede ne demek istiyor sırayla inceleyelim.
“1- Ülke genelinde kültürel, ekonomik, coğrafi yakınlıkları dikkate alınarak bir veya birkaç komşu şehri kapsayacak biçimde demokratik özerk bölgelerin oluşturulması. www.milliyet.com.tr)” Burada DTK, açıkça özerk bölgelerin olacağını savunmakta. “Kültürel” sözcüğüyle etnik kimlik vurgusu yapılmakta. “Coğrafi” sözüyle de Doğu ve Güneydoğu Anadolu bölgelerindeki iller söz konusu edilmekte. DTK, bildirinin daha ilk maddesinde ayrılık vurgusu yapmakta. Bu anlayışın varacağı yer, Türkiye’nin bölünmesidir.
“2- Tüm bu özerk bölgelerin ve kentlerin demokratik esaslarla seçilmiş meclisler ve meclisler içinden seçilmiş özyönetim organları tarafından Türkiye’nin yeni demokratik anayasasının temel prensipleri çerçevesinde yönetilmesi, Özerk Bölgelerin halk iradesinin ayrıca TBMM ve merkezi yönetimde de demokratik esaslar temelinde temsil edilmesi.” Bu maddeyle özerk bölgelerin bağımsız yönetimlerinin oluşturulması savunulmakta. Bu yolla yeni anayasa görüşmelerine yön verilmek istenmekte. Bölücülüğün yeni anayasaya sokularak üniter devlet yapısının ortadan kaldırılması amaçlanmakta. Bu yolla da ulus devleti yok etmenin bir aşaması olarak düşünülmekte. Kısacası, Türkiye’nin bölünmesini anayasa aracılığıyla yapmak istemekte PKK.
“3- Demokratik özerk bölgeler ve diğer idari birimlerde merkezi yönetimin seçilmişler üzerindeki her türlü vesayetine son verilmesi, seçilmişleri görevden alma yetkisinin kaldırılması, Merkezi yönetim organlarının, yeni demokratik anayasa ilkelerine uyulması doğrultusundaki denetimleri dışında bölgesel ve yerel yönetimler üzerindeki her türlü vesayetinin son bulması.” Bu maddede anlatılanların Türkçesi şu: Ben, yerel yönetimimde bulunan yerleri istediğim gibi yönetirim; devlet, yani merkezi yönetim bana hiçbir biçimde karışamaz. Ayrıca merkezi yönetimin aldığı kararlara da uymak zorunda değilim. Bunun adı, ayrı devlet kurmak değil de nedir?
“4- Özerk bölge ve kentlerde şehir, mahalle, köy, kadın ve gençlik meclislerinin farklı halklar ve inanç toplulukları meclislerinin, sivil toplum örgütlerinin karar alma ve denetleme süreçlerine doğrudan katılımının sağlanması.” Açıkça denmektedir ki, Türkiye etnik ve inanç ayrımı temelinde parçalara ayrılsın. Her parça da kendi başına hareket etsin. Anlaşılacağı üzere DTK bildirisi, beylikler dönemi başlatmak istemekte.
“5- Demokrasinin derinleşmesi, kapsamlılaşması, özgür ve demokratik yaşamın sağlanması açısından kadınların meclislerde, tüm karar mekanizmaları ve özyönetim kademelerinde eşit temsilin tanınması. Kadınların ihtiyaçları doğrultusunda meclis, komün ve toplumsal kurumlar kurabilmesi, kadın kurumları ve kadınlarla ilgili kararların tamamen kadın meclislerinin onayından geçmesi. Kadının her alanda özgür ve özerk örgütlenmesinin tanınması.” Kadına önem veriyor görünerek demokratik görüntü verme isteğidir burada anlatılanlar. Kadınlar, “eşbaşkanlık” adı altında güya önemsenmekte PKK’ca. “Eşbaşkanlık” tamamen göstermelik bir uygulama ve kandırmaca. Güneydoğu’da yaygın olan ve kadını köleleştiren hiçbir uygulamanı karşısında görmedik PKK’yı. Ne berdele, ne çocuk gelinlere ne de çok eşliliğe karşı çıktılar bugüne kadar. Akraba evliliklerini eleştirdiklerini gören var mı? Kadını, çocuk doğurma makinesi durumuna getiren feodal anlayışa karşı bir söylemlerini işiten var mı?
“6- Gençliğin karar mekanizmalarında ve özyönetim organlarında yer alması. Bu açıdan geçliğin her alanda özgün örgütlenmesi ve karar mekanizmalarına özgün kimliğiyle katılmasının sağlanması.” PKK, gençliği “özgün” olarak yalnızca militan olarak kullanmakta. Gencecik çocukların (Ortaokul düzeyinde çocuklar da epey çoğunluktadır.) eline silah verilerek terör eylemlerinde kullanılması hem insan hem de çocuk haklarına aykırıdır. Çocuk ve gençleri, yalnızca eline silah vererek anımsayan bir anlayışın gençlerin demokratik haklarından söz etmesi son derece gülünçtür.
“7- Her kademede eğitimin özyönetimlere bırakılması. Türkçenin yanı sıra bütün anadillerinde eğitim ve öğretim dili olması. Eğitim müfredatında genel müfredat dışında yeni demokratik anayasa, evrensel değerler ve insan hakları çerçevesinde yerelin tarihi, kültürel ve toplumsal özgünlükleri ve ihtiyaçları temelinde müfredata eklemeler yapılması. Türkçenin yanında yerel dillerin de resmi dil olarak kabul edilmesi.” Laf kalabalığına gerek yok! Açıkça çıkıp deyin ki “Çift resmi dil istiyoruz.” Yani Anayasanın ilk dört maddesini değiştirmek için yapılan kamuoyu oluşturma manevralarıdır bu laf kalabalığı. Çağdaş ülkelerde Belçika dışında iki resmi dili olan bir ülke var mı? O Belçika ki Avrupa dengeleri gereğince payandalarla ayakta durmakta.
“8- Dil, tarih ve kültür alanında her türlü çalışma yapabilmek. Aynı zamanda inanç ve ibadet hizmetleri sunan kurumların özerk kurumlar olarak örgütlendirilmesinin sağlanması.” Bu açıklamayla laiklik rafa kaldırılmak istenmekte. “İnanç grupları” sözüyle mezhepler, tarikat ve cemaatler vurgulanmakta. Yani din, tamamen devlet denetiminden çıkarılmakta. Ayrıca “dil, tarih, kültür alanındaki çalışmalar” denerek anlatılmak istenen, Kürtlere ulusal bir kimlik yaratma uğraşısıdır.
“9- Bütün seviyelerdeki sağlık ve tedavi hizmetlerinin özerk yönetimlerce sunulabilmesi.” Bununla sağlık hizmetleri, özerk yönetimlerin elinde olacak. Merkezi yönetim, sağlık alanından çekilecek.
“10- Yargı sistemi ve adalet hizmetlerinin Özerk Bölge Modeline göre yeniden düzenlenmesi.” Merkezi yönetimden ayrı bir yargı sisteminin oluşması istenmekte. Kısacası, Türkiye’nin farklı bölgelerinde, farklı adalet sistemi olacak. Her bölgenin yasası farklılık gösterecek. Ondan sonra da kalkıp her şeyiyle farklı olan özerk bölgelerin aynı ülkenin parçaları olduğu söylenecek öyle mi? Buna kargalar bile güler.
“11- Toprak, su ve enerji kaynaklarının ekolojik çerçevede toplum yararına işletilmesi, denetlenmesi ve üretimden pay alma yetkisinin Özek Bölge Yönetimine verilmesi. Özyönetimin tarım, hayvancılık, sanayi ve ticaret dahil her alanda genel demokratik anayasa ilkelerine ters düşmeden her türlü üretim ve işletme birimleri oluşturma, bu tür toplumsal ve bireysel girişimleri destekleme, teşvik etme, hibe desteği sunma yetkisine sahip olması.” Görüldüğü üzere neredeyse tüm ekonomik etkinlikleri yönetme, düzenleme yetkisi özyönetimde olacak. Şimdi adama sormazlar mı?.. Peki, merkezi yönetim ne yapacak, ne işe yarayacak?
“12- Özerk Bölgenin Yönetim alanında ve kent içinde, her türlü kara, hava, deniz ulaşım hizmetlerini sunması ve denetimini sağlaması. Trafik hizmetlerinin merkezi trafik kurumları ile uyumlu halde yerel yönetim organları denetimindeki birimlerce yürütülmesi.” Ulaşım hizmetlerini de özyönetim yapacak. Ancak lütfetmişler, trafik hizmetlerinde merkezi yönetimle işbirliği yapılması gerektiğini söylemişler.
“13- Yukarıda belirtilen hizmetlerin sunulabilmesi için yerelde bütçelemenin Özerk Bölge Yönetimine devredilmesi ve kadın odaklı bütçelemenin esas alınması; merkezle ve diğer yerellerle varılacak anlaşmalara ve hakkaniyet ilkelerine bağlı olarak bazı vergilerin özyönetim birimleri tarafından toplanması. Merkezin yerelden topladığı bütün vergi gelirlerinden yerele pay verilmesi. Merkezin, bölgelerin gelişmişlik farkını giderecek şekilde tedbirleri alması.” Merkezi yönetim, bütçesini özerk bölge yönetimlere terk edecek. Böylece devletçik her yanıyla oluşmuş olacak. “Kadın odaklı bütçeleme” sözüyle de bölücülüğe kılıf uydurulmakta. PKK; süslü sözlerle bölücülüğünü, feodal düşüncelerle bezenmiş yapısını örtmede başarılı. Ne yazık ki bu süslü sözlere kanan birçok iyi niyetli insan var.
“14- Özerk Bölge Yönetiminin denetiminde, yereldeki asayişin tümünü sağlayacak resmi yerel güvenlik birimlerinin sağlaması, bu birimlerin Anayasal kurallar çerçevesinde ihtiyaçlara bağlı olarak kurulmuş merkezi savunma ve güvenlik birimleriyle koordineli olarak çalışması.” Asayişin sağlanması da özyönetimde... Bari elleri değmişken bu asayiş birimlerinde kimlerin görev alacağını da söyleseler açıkça. Şu anda, Güneydoğu kentlerine harabeye çeviren PKK’nın YDG-H militanlarından oluşan asayiş timlerinden yararlanacakları çok açık.
DTK bildirisinde birçok kişinin dikkatinden kaçmış küçük olarak görülebilecek, ama bence önemli bir ayrıntıya değinmek zorundayım. “Özerk Bölge Yönetimi” tanımını oluşturan sözcüklerin hepsi büyük harfle başlamış. Yani özel ad olarak kullanılmış. Bu sözün tekil olarak kullanılması da ilginçtir. Bu kullanımla yalnızca bir özerk bölgenin kastedildiği açıktır. Ayrıca bu kullanımla anlatılmak istenen ABD uydusu olacak İkinci İsrail’dir.
DTK bildirisinde görüldüğü gibi eğitim, sağlık, ekonomi, bütçe, vergi, tarım, hayvancılık, sanayi, ticaret, bayındırlık, ulaşım, güvenlik, yönetim, adalet... gibi akla gelebilecek her türlü hizmet ve etkinlik özyönetimlerce yapılacak. Böylece merkezi yönetim etkisizleşecek, işlevsiz kalacak. İşlevi olmayan bir şeyin var olmasının gereği de kalmayacak. Bölünmeyi Anayasanın hükmü durumuna getirecek cin fikirli bir öneriler dizisi bu bildirge.
PKK, DTK bildirgesiyle AKP, özellikle de RTE ile pazarlığa oturmak istemekte. Başkanlık istiyorsan özerkliğimi ver, demekte açık açık. Bakalım, bu pazarlık önerisine RTE ve AKP’nin yanıtı ne olacak?
Ne yazık ki, buram buram bölücülük kokan DTK bildirgesinin TBMM’de görüşülmesini isteyen, Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucu Partisi CHP’nin TR 705 kodlu CİA haber elamanı Halk haber elemanına casus der.) genel başkan yardımcısı.
Başta iktidardaki AKP olmak üzere ana muhalefet partisinin baş başa vererek yeni anayasa yapma düşüncesi, tamamen kendilerinin PKK’nın kuyruğuna takılarak bölücülüğe destek olmaktır. Bu durum aymazlıktır. Türk Ulusu, bu aymazlığa sessiz kalmayacaktır. Türkiye, bölücü anayasa düşüncesine karşı mücadele etmeli. Önümüzdeki günlerin en büyük ulusal görevi de budur.
DTK/PKK, yayımlandığı bildiriyle Türkiye’ye savaş ilan etmiştir. Çünkü bir ülkenin bölünmesi ancak savaşla olur. Bakalım, bu savaşın safları nasıl oluşacak. Türkiye’nin yanında olanlarla karşısında olanların savaşı bu. Ey sözde aydınlar, AB’ci solcular, Vahabilik’i İslam sanan yobazlar, fırıldak gibi dönen liberaller; ABD, İsrail ve PKK’nın safında mısınız, yoksa Türkiye’nin mi?
                                               Adil Hacıömeroğlu

                                               2 Ocak 2016

HDP AYRILMAK İSTİYOR, YA SİZ?


Yıllardır söyleye söyleye dilimizde tüy bitti, ne yazık ki birçok kişiye derdimizi anlatamadık. Anlatamadığımız gibi bir de demokrasi dışı düşünmek ve ırkçılıkla suçlandık üstüne üstlük. PKK’nın asıl amacının Türkiye’den ayrılmak olduğunu ısrarla söyledik. Ama inandıramadık... Sonunda HDP Eş Genel Başkanı Demirtaş, açıkça Kürdistan’ı kuracaklarını söyledi.
Demirtaş, Demokratik Toplum Kongresi (DTK) olağanüstü genel kurulunda bir konuşma yaptı 26 Aralık 2015 günü. Demirtaş: “Artık gelecek yüzyılda Kürdistan olacak! Özerk bölgeleri de olacak, belki devleti de olacak. Kürt halkı burada nasıl yaşamak istiyorsa önce Kürt halkı karar verir.”  demekte. Herkesin anlayacağı bir dille Türkiye’nin bölünerek Kürdistan’ın kurulacağını söylemekte.
“Bu direniş zaferle sonuçlanacak, herkes halkın iradesine saygı duyacak. Diktatörlük mü, tek adam mı, özyönetim mi? Bunun kararını biz verdik. Batı da buna katılmalı ve bunun kararını vermeli.” diyerek sürdürmekte sözlerini Demirtaş.
Zaferle sonuçlanacak olan ne? PKK’nın hendek savaşları... Zaferle anlatılmak istenen ne? Özyönetim... Yani ayrılığın ilk önemli adımı. Demirtaş, her zaman yaptığı gibi saptırılmış seçeneklerle halkı uyutmaya çalışmakta aklınca. Verdiği seçenekler: Diktatörlük (Tek adam) ya da özyönetim... Oysa özyönetimin karşıtı, ulus/üniter devlet... Bu saptırıcı seçeneklerden de anlaşılacağı üzere Demirtaş’ın, dolayısıyla HDP’nin gündeminde ulus devleti savunmak yok! Varsa yoksa ayrılık, bölücülük...
Batı’nın karar vermesi gereken ne? Türkiye’nin bölünmesine destek vermek ve Kürdistan’ın bağımsızlığını tanımak. Şimdi daha iyi anlaşıldı mı Selahattin Demirtaş’ın ABD, Rusya ve bazı Avrupa ülkelerini ziyaret etmesinin nedeni? Hazret, devlet kuracak destek turuna çıkmış. Kürdistan’ın kurulması demek, Ortadoğu’nun daha çok kan gölüne dönmesi demek. Kısacası emperyalist planların gerçekleşmesidir bu.
Şimdi merak ettiğimiz şu: PKK’nın isteklerini, etnik bir grubun masum kültürel istekleri olarak gören ve buna kananlar, hala gerçeği görmediniz mi? Türkiye’deki etnik bölücü kalkışmanın, terörün asıl amacının İkinci İsrail’i kurmak olduğunu ne zaman anlayacaksınız ey aymazlık denizinde yüzen şaşkın balıklar? HDP, Türkiye’den ayrılmak istiyor ya siz HDP parlatıcıları?
                                                           Adil Hacıömeroğlu

                                                           28 Aralık 2015

DEDEYLE KUNDAKTAKİ TORUNU ÖLDÜRÜLÜRKEN TARAFSIZSIN, ÖYLE Mİ KEMAL BEY?


PKK,   hendek kazıp koca kentlerde ulaşımı engelliyor. Hendeklere bomba düzenekleri kurarak halkın can ve mal güvenliğini tehlikeye atmakta. Bu yüzden elektrik, su kesintileri olmakta çoğu zaman.  
Hendekler ve bombalar yüzünden çöpler toplanamıyor, itfaiye yangınlara zamanında yetişemiyor, cankurtaranlar hastalara ulaşamıyor. Halk, adeta açık cezaevlerinde ilkel koşullarda yaşamaya mahkum edilmekte bu yüzden.
Güvenlik güçleri, hendekleri kapatarak bomba düzeneklerini yok etmek için sokağa çıkma yasağı uygulayarak bölücü teröristleri etkisiz duruma getirmek için operasyonlar düzenlemekte.
Şimdi akla şu soru gelecek: Bu hendekleri PKK, kazma-kürekle mi kazıyor? Hendekleri PKK, HDP’li belediyelerin iş makineleriyle kazmakta. Bundan da anlaşılacağı üzere PKK-HDP her işte olduğu gibi hendek işinde de kol kola.
Dünyanın en pis savaşlarında bile okul, hastane ve ibadethanelere dokunulmaz. Buralar bombalanmaz. Buralara sığınanlara kurşun atılmaz. Ama ne yazık ki PKK, savaşlarda en insancıl olan bu kurala uymamakta. Hasta taşıyan cankurtaranlara ateş etmekte. Can çekişen hastalar, bu yüzden hastanelere ulaşamadan can vermekte.
Yangını söndürmeye giden itfaiye araçlarına saldırmakta PKK. Okullara bomba atılmakta. Anaokulları yakılmakta. Sağlık kuruluşlarındaki bilgisayarlar çalındığından hastalar izlenememekte. Bu yüzden otama süreçleri kesintiye uğramakta.
Camiler ateşe verilmekte bölücü örgütçe. Özellikle tarihsel değerdeki yapılar, ibadethaneler hedef alınmakta. Neden mi? Uyduruk bir tarih yazmak için binlerce yıllık insanlık kalıtları kül edilerek yok edilmekte.
Şırnak’ta kültür merkezini yakıyor PKK. Hitler’le kitap yakma yarışı yapmakta bölücü örgüt. Ama ne yazık ki terörist sever kimi sahte aydınlar bunu görmezden gelmekteler.
Dünyanın en pis savaşlarında bile elinde silah olmayanlar kurşunlanmaz. PKK, yaşamı zindana çevirdiği kentleri terk etmek isteyen halka; yaşlı, genç, kadın, erkek, çocuk ve hamile demeden saldırmakta. Üstelik Kürt halkını kurşunlayarak Kürtlerin haklarını savunduğunu söylemekte bölücü terör örgütü sözcüleri. Ne garip değil mi?
PKK, dükkânların kepenklerini açtırmıyor. Halkın en temel gereksinmelerini sağlamasını engellemekte. İnsanlara aç susuz bir yaşamı dayatmakta.
PKK’nın estirdiği terör yüzünden yüzlerce yıldır aynı topraklarda yaşayan Kürtler, evlerinden göç etmekte. Nereye mi? Türk güvenlik güçlerinin egemen olduğu batı illerine. Yani Kürtler, kendi güvenliklerini sağlamak için Türk kardeşlerine sığınmaktalar, tıpkı Irak ve Suriye’den gelenler gibi.
PKK’nın büyük bir Vandallığa, baskıya, ilkelliğe, saldırganlığa, halk düşmanlığına imza attığı bir çatışmada YCHP Genel Başkanı Kılıçdaroğlu: “Bu çatışmada tarafsızız.” demekte. Yani zalimin, mazlumu yok ettiği bir ortamda tarafsızmış Kemal Bey. Dedeyle kundaktaki torunu PKK kurşunlarıyla can verirken siz tarafsızsınız öyle mi Kemal Bey? Bu ne demektir? Mazlumun yok edilmesine göz yummak demektir. Anlaşılacağı üzere Zalime çaktırmadan destek vermektir bu. Tabi, anlayana...
                                                           Adil Hacıömeroğlu
                                                           26 Aralık 2015




İLLERİN ADI MI DEĞİŞTİ?


Türkiye’de futbol, TFF tarafından örgütlenir, yönetilir. Her kademedeki ligler, yine TFF’ce düzenlenir. Türkiye Futbol Federasyonu (TFF) her ne kadar özerk olsa da Türkiye Cumhuriyeti Anayasasına, TBMM’ce çıkarılan yasalara uymak zorunda.
Spor Toto 2. Lig Beyaz Grup’ta “Amed Sportif Faaliyetler” diye bir takım var. “Amed” bir şirketin mi ya da futbol takımını destekleyici bir firmanın kısaltılmış adı mı acaba? Belli değil... Bir ilimizin ya da yerleşim biriminin adı değişti de biz bilmiyoruz yoksa?
“Amed”, PKK’lıların Diyarbakır’a verdikleri ad....
Gelelim Spor Toto 3. Lig 2. Gruba... Bu grupta Diyarbekirspor A.Ş. var. Bakırın diyarı ne zamandan beri Bekir’in diyarı oldu? İller yasasında değişiklik oldu da kamuoyunun haberi mi yok?
Gerçi başbakancılık oynayan düğün, cenaze demeden her yerde gülen ergen; kurban bayramının birinci günü, her zamanki gülümsemesiyle ve ergence konuşmasıyla Diyarbakır’a “Diyarbekir” diyordu, bayram namazı çıkışı konuşmasında. Anlaşılacağı üzere devleti teslim ettiğimiz kişi, yönettiği illerin adını bilmiyor daha... Kendisine işgal ettiği orunu bırakıp Diyarbekirspor A.Ş.’ye başkan olmasını öneririm. Bu, ülkemiz için daha hayırlı olur.
Spor Toto 3. Lig 3. Grup’ta ise Dersimspor bulunmakta... Eee, memlekette kendini “Dersimli Kemal’im!” diye tanıtan parti genel başkanı olur da futbol takımı olmaz mı? Davutoğlu’na kulüp başkanlığı önerince onunla laf yarışına çıkan Kılıçdaroğlu üzülür. Tabi, “Dersimli Kemal” için de en iyi görev Dersimspor başkanlığı...
Türkiye’de balık baştan kokuyor, hem de iktidarıyla ve muhalefetiyle... TFF, yönetimi de siyasal modaya uymakta. Moda, bölücülüğe hoş görünmek nedense... TFF, futbolu yönetemeyince siyasete soyundu sanırım. Ne de olsa koltuk sevdası... Bakalım, TFF’nin yasadışı bu uygulamasına ses çıkaracak Cumhuriyet Savcısı var mı Türkiye’de?
                                                           Adil Hacıömeroğlu
                                                           15 Aralık 2015




İKTİDAR VE MUHALEFETİN PUTİN DÜŞMANLIĞI


8 Aralık 2015 Salı günü RTE, muhtarları toplamış konuşuyor. Parti grup toplantılarına alışmış Erdoğan, bu gereksinimini muhtarlarla gidermekte. Neredeyse gündemdeki tüm konulara değindi. Son yıllarda konuşmaların olmaz”sa olmazı Suriye. Her zaman olduğu gibi Suriye konusuna geniş yer ayırmakta. Tabi, konu Suriye olunca Putin’e dokundurmadan geçemiyor RTE.
“Suriye ve Rusya vatandaşı olan kişiler petrolü (IŞİD petrolünü) alıyor, hem rejime satıyor hem de dünyaya satıyorlar. Bu örgütle ciddi bir mücadele ortaya koyamayanların, aynı bahaneyle Suriye’de askeri varlık gösterme konusunda çok hızlı ve cevval olduklarını görüyoruz. Bunlar, ev sahibini bastıran yavuz hırsız.” demekte RTE.    
Son günlerin moda konusu IŞİD petrolü... Açıkçası petrol kaçakçılığı... Putin, delillerle RTE’nin üstüne gelmekte. RTE de petrol kaçakçılığını biz değil, Rus vatandaşları yapıyor demeye getiriyor. Ama düşük profilde... Amacı, petrol kaçakçılığı konusundaki sıkışmışlığını en azından iç siyaset alanında biraz hafifletmek.
Aynı gün AKP grup toplantısında Davutoğlu: “Putin’i de buradan empatiye davet ediyorum. Bu olay, Rusya’nın doğrudan sınırı olmayan bir yerde, Türkiye-Suriye sınırında, Türkiye’nin yakın akraba ve dostları olan Türkmenlere, Araplara, Kürtlere dönük olarak yürütülen bir hava bombardımanı esnasında sınırımız ihlal edilerek yaşandı. Şöyle bir şeyi düşünsün Rus liderler, eğer biz Ukrayna Devleti’nin çağrısına uyarak aynen Rusya’nın iddia ettiği gibi Suriye Devleti’nin çağrısına uyması gibi, gidip Doğu Ukrayna’da Rusya’yla akrabalık bağları olan yerleri Rusya hava sahasını da ihlal ederek bombalasaydık acaba Putin ne düşünürdü, ne yapardı?”diye Rusya’ya yüklenmekte. Aradan bunca zaman geçmesine karşın, AKP hükümeti uçak düşürme konusundaki haklılığını(!) kanıtlamanın peşinde. Ancak verdiği örnek çocukça... Bu kadar sığ bir değerlendirme yapan birine koskocaman Türkiye’yi emanet etmek faciadır. Davutoğlu, yönettiği ülkenin tarihsel, stratejik değerinin farkında değil.
Gelelim muhalefete...
Kılıçdaroğlu, aynı gün parti grup toplantısında: “Rus uçaklarının zaman zaman sınırımızı ihlal ettiğini de biliyoruz. Ruslara angajman kurallarına uyulması gerektiği konusunda uyarı yapıldı, kurallara uyulmadı ve Rus uçağı düşürüldü.” demekte. Kemal Bey, Rus uçağının düşürülmesini kendince haklı bulmakta ve hukuksal bir temele oturtmaya çalışmakta. Bunu uyumlu muhalefet yapma adına mı, yoksa Atlantik’e şirin görünmek için mi yapmakta?
Kılıçdaroğlu: “Bizim görüşümüz net. Hiçbir ülkenin sınırının ihlal edilmesi kabul edilemez. Biz görüşümüzü dile getirdik.” diyerek sözlerini sürdürmekte. Sanki Türkiye’nin sınırlarını, hava sahasını ilk kez ihlal eden Rus uçağı. AKP hükümetine desteği sürdürüyor Kemal Bey Rus uçağının düşürülmesi konusunda. Bu açık destek belli olmasın diye konuşmanın devamında çelişkili sözcükler, araya sıkıştırılmış AKP eleştirisi görüntüsü veren tümceler de var.
Peki, Bahçeli ne konuştu MHP grup toplantısında 8 Aralık’ta?
“Rus yetkililerden gerilimi artırmaya yönelik açıklamalar gelmektedir. Putin ve adamlarının dili sivri ve zehirlidir.” diyerek AKP’nin Rusya karşıtı kışkırtmalarına yüksek perdeden katılmakta Bahçeli.
“Rusya Savunma Bakanlığı, IŞİD militanlarının gelir kaynağını açıklamıştır. Erdoğan ve ailesinin petrol ticaretiyle ilişkili olduğu iddia edilmiştir. Türkiye topraklarında IŞİD ve Nusra saflarına katılım olduğu Rusya tarafından söylenmiştir. IŞİD petrolünün İskenderun’a geldiği Rusya’nın tezidir. ABD ise bu iddiaları reddetmiş, Türkiye’nin yanında durmuştur.” diye sözlerini sürdürmekte Devlet Bey.
Ey Bahçeli! ABD, Türkiye’nin mi, yoksa RTE’nin mi yanında yer almıştır? Petrol kaçakçılığı konusunda zaman zaman ABD’li yetkililerin yarım ağız suçlamalarını işitmedin mi? Bu konuyu ABD’nin AKP’ye karşı bir tehdit unsuru olarak kullandığının farkında değil misin? IŞİD petrolünün satılması, yalnızca Ruslarca değil, birçok devlet ve uluslar arası kurulu tarafından dile getirilmiştir. Sen, nerede yaşıyorsun, bunlardan haberin yok mu?
Bahçeli, RTE’nin her sıkıştığı zaman yaptığı gibi yine göğsünü siper etmekte Erdoğan’a. Onu korumak adına gerçekleri görmezden gelmekte. Kafa soğuk savaş kafası.  Amerika’nın oluşturduğu klasik Rus düşmanlığı... Devlet Bey’in biraz tarih, biraz da uluslararası ilişkiler bilgisine gereksinimi var.
Tarih, 8 Aralık 2015... Bir gün içinde ardı ardına yapılan dört konuşma... Dört lider... Dördü de Atlantik’in yanında saf tutmak adına Putin düşmanlığı yapmakta. Dördü de aslında aynı şeyleri savunmaktalar... Dördü de “Yok birbirimizden farkımız, biz Atlantikçiyiz!” diye bağırmaktalar. Tabi, duyup anlayana....
                                               Adil Hacıömeroğlu
                                               11 Aralık 1015




ORTADOĞU’YU ATATÜRK KURTARIR


Irak’ta Şii din adamı İyad Cemaleddin, El Arabiya’da “Gündem” adlı programda ilginç açıklamalarda bulundu. Şii din adamı, öncelikle şeriat rejimine karşı olduğunu ve laiklikten yana olduğunu belirtti.
“Irak’ın yeniden birliğini sağlayabilmek için yasayı zorla uygulayabilecek bir Iraklı Atatürk lazım.” Diyerek ulus devletin ancak Atatürk gibi düşünerek oluşabileceğini vurgulamakta İyad Cemaleddin. Irak’ta ulus devletin yıkılması, yerini kan ve gözyaşına bıraktı. Etnik kökenlerine ve inançlarına göre parçalanan halk, kırıma uğramakta emperyalist kışkırtmalarla.
Şii din adamı, “Irak’ı bir arada tutmanın yolunun laiklik olduğunu” belirtmekte. Laikliğin ulus devletin oluşmasındaki öneminin altını çizmekte bu sözlerle. Bu konuda da Atatürk’ün örnek alınması gerektiğini söylemekte.
Atatürk, yalnızca Türkiye’nin değil, tüm İslam coğrafyasını aydınlatacak bir çağdaşlaşma ışığıdır. Türkiye kurulurken yurttaşların farklılıkları üzerinde değil, yurttaşların ortaklıkları üzerinde kuruldu. Farklı etnik kökenden ve değişik inançlardan gelen Türkiye halkının ortak noktalarından ulus devlet paydası oluşturuldu. Bu üst kimlik, tüm halkı kucakladı.
Emperyalizm, alt kimlikleri kışkırtıcı bir biçimde ortaya çıkararak ulus devletleri parçalamakta. Bunu da küreselcilik adına yapmakta. İşte, ulusalcılığın ortaya çıkışı da emperyalizmin küreselciliğine karşıdır. Parçalanan, kırıma uğrayan uluslar; ulusal birliklerini savunmak için ulus devletlerini yeniden Atatürk ışığında oluşturmak peşindeler. Bunun da sihirli anahtarı laikliktir.
Arap dünyasında, BAAS’çılığın ortaya çıkmasıyla Atatürk’e yöneliş başlamıştı. Ne yazık ki o dönemde Türkiye’de ABD bağımlısı Menderes iktidardaydı. Atatürk’ün ülkesi, kurucu liderine karşı olan bir yönelişi Atlantik’in çıkarlarına feda etti.
Bugün mü?
Günümüzde de durum farklı değil 1950’li yıllardan. Atlantik rüzgârına kapılan hem iktidar hem de muhalefet, Arap dünyasının Atatürk’ü keşfetme eğiliminin önünde set oluşturmakta.
Şii din adamının Atatürk’ün laiklik ilkesiyle ulus oluşturma ilkesini benimsemesi çok güzel ve anlamlı. Birazcık kafası çalışan ve içinde azıcık ulus sevgisi olan kişi, Atatürk’ün İslam dünyası için ne kadar önemli bir lider olduğunu kolayca anlar. Dinci değil, dindar olanlar ise laikliğin aslında İslam’ı din tacirlerinden koruduğunu bilerek çağdaşlaşma yolunda Atatürk’ün peşi sıra gider.
Not: Konuyla ilgili daha önce yazdığım MISIR, ATATÜRK’Ü ARIYOR http://adiladalet.blogspot.com.tr/2013/07/misir-ataturku-ariyor.html yazsını da okumakta yarar görmekteyim.
                                               Adil Hacıömeroğlu

                                               10 Aralık 2015

YCHP’DE HER ŞEY VAR, KEMALİST YOK!


YCHP’de bir genel başkan, bir genel sekreter, on dörtte genel başkan yardımcısı var halihazırda. Bu on altı kişi, partinin merkez yönetim kurulunu oluşturmakta... Kısacası, partinin beyni bu kişiler... Partinin geleceğini, politikalarını bu kurul belirlemekte...

YCHP’nin MYK’sında...

Atatürk’e “kefere” diyen var mı? Var... Hem de kadın kontenjanından girdi parti meclisine.

HDP, baraj aşsın diye iyi niyet(!) gösteren açıklamalar yapanlar var mı? Hem de çok...

“HDP’ye oy verdim.” diyenler var mıydı? Olmaz mı?

 7 Haziran’da, HDP’ye oy oy verdiğini söyleyen yönetici oldu mu? Hem de birden çok... Oy verdiğini söylemeyenler de vardır.

Neoliberal düzenin savunucuları bulunmakta mı? Hem de başköşedeler...

Tarikatları, sivil toplum örgütü olarak görenler var? Onlar da var ne yazık ki...

Cemaat’e demokrasi(!) adına kol kanat gerenler oldu mu? Olmaz mı hiç...

TR 705 kodlu CİA’nın yan kuruluşunu haber elamanı (Biz buna ajan demekteyiz.) var mı? Hem de vazgeçilmez kişisi partinin...

Tek parti dönemini (Ki bu dönem, Atatürk dönemidir.) eleştirenler var mı? Bu konuda genel başkandan başlayarak neredeyse tüm yöneticiler arasında bir yarış yapılmakta...

Sosyal demokrat (Sosyal demokrasi, emperyalizmin sol ayağıdır.) olanlar var mı? Tüm yöneticiler...

Avrupa yerel yönetimler özerklik şartı kabul edeceğini söyleyen var mı? Başta Kılıçdaroğlu... Hem de Kurultayda, tüm delegelerin huzurunda bu isteğini dile getirdi Dersimli Kemal. Peki, karşı çıkan yönetici oldu mu? Nerde...

Anayasanın ilk dört maddesi dâhil, anayasa değişikliğini AKP ile yapmak isteyen kim? Partinin genel sekreteri...

Çalıştığı gazetenin genel yayın yönetmeniyken AKP ve patronunun isteğiyle AKP muhalifi, Cumhuriyet savunucusu yazarları kovan gazeteci var mı? Olmaz mı? Hem de değişmez kişi...

Güneydoğu’da hendekleri kimin kazdığını bilmeyen Antarktika’da yaşayan biri var mı? Var tabi ki... Hem de genel başkan koltuğunda... Üstelik hendek kazan, asker ve polisimizi şehit edenlere “Arkadaşlar!” diye seslenmekte...

İşin özetine gelirsek...

YCHP yönetiminde her şey var bir tek “Ben Kemalistim” diyen yok. Ne garip değil mi?

                               Adil Hacıömeroğlu

                               7 Haziran 2015

 

 

 

TAHİR ELÇİ’Yİ KİM ÖLDÜRDÜ?


Tahir Elçi... Diyarbakır Barosu Başkanı... Son yılların etkin kişilerinden biri... Terörün kol gezdiği topraklarda kendince çözümler arayan sorumluluk sahibi yurttaş... Medyatik bir hukukçu... Söyledikleri çoğu zaman birçok kişiyi rahatsız eden bir avukat... Ne İsa’ya ne de Musa’ya yaranabilen bir yürek...
28 Kasım 2015’te Diyarbakır’da bir tarihsel yapıtı savunurken yaşamdan koparıldı. Onca insanın arasında tek kurşunla toprağa düştü. Herkes kendince bir şeyler söyledi. PKK ve bağdaşıkları, devleti; AKP hükümeti, PKK’yı suçladı Elçi’nin öldürülmesiyle ilgili olarak.
Elçi’nin vurulmasının üzerinden beş gün geçti. Daha olay yeri incelemesi doğru düzgün yapılmadı (Adalet Bakanı yaptık dese de...). Bu ne demek oluyor? Olay yerindeki kanıtlar sıcağı sıcağına toplanamadı. Neden mi? Savcılar, polisler olay yerine gittiğinde PKK’lı teröristler yaylım ateş açmaktalar. “Niye?” diye sormayın sakın! “Niye?”si yok bu işin... PKK’nın yaptığı iş, delil karartma... Elçi’yi vuran mermi çekirdeği bulunursa cinayeti işleyen belli olur. Delil karatmak isteyenler, katilin bulunmasını engellemeye çalışmaktalar. Bu çok açık...
Tahir Elçi’yi vuran silah kimin elinde olursa olsun suçlular PKK ve AKP... Neden mi? AKP, açılım politikasıyla dağdaki eşkıyayı kentlere yerleştirmiş. Birçok kent, PKK’nın kontrolüne girmiş. Bölücü teröristler, Koskoca Diyarbakır’da caddelerde, alanlarda elde silah rahatça dolaşmaktalar. İstedikleri an, saldırlar yapabilmekteler. Dört Ayaklı Minare çevresini adeta kuşatmış durumdalar.
Tahir Elçi’ye sıkılan kurşun, Türkiye’nin birliğin vurdu. Delilleri karartanlar ve delilleri toplayamayanlar... İşte, Elçi’yi vuran bu aymazlık... Şimdi, yetmemiş gibi kalkmışlar, yeniden açılım masallarıyla koca bir ulusu uyutmaya çalışmaktalar. Neden mi? Yeni cinayetlerin işlenmesi için...
                                               Adil Hacıömeroğlu

                                               2 Aralık 2015

BAŞ DÜŞMAN KİM?


Türkiye’de siyasal alanda büyük bir karmaşa yaşanmakta. Popülist politikacılık yapma eğilimi ve geçerliliği, gerçekçiliği yok etmekte. Bu nedenle Türkiye’nin ağırlaşan ve çözümü güçleşen sorunları konusunda nesnel, gerçekçi, çözümleyici bakışlar da çok az nedense. Bu konuda en acı verici olanı da başta ABD olmak üzere AB ve birtakım dış güçlerin Türkiye’ye yol gösterir olmalarıdır. Gerek siyasetçilerin gerekse sözde aydınların bu yol göstericilerin(!) peşine takılmaları ilginç. Oysa yol göstericilik rolüne soyunanların ülkemizdeki sorunların ortaya çıkmasında kaynaklık ettikleri de önemli bir gerçektir.
Konuyu daha iyi anlamak için tarihimizden ders almalıyız.
Türkiye’yi parçalamak isteyen itilaf devletleri: İngiltere, Fransa ve İtalya idi. Yunanistan ve Ermenistan ise bu emperyalist güçlerin piyonlarıydı. Türkiye’yi işgal ve parçalama planlarının asıl sahibi İngiltere idi. Atatürk, düşmanı teke indirme, hedefi daraltma ve Türkiye’nin müttefiklerini çoğaltma politikasını esas aldı. Basit bir deyişle İngiltere’yi baş düşman olarak belirledi Ankara. Bir de Türkiye’yi, İngilizlerin desteği ve kışkırtmasıyla işgale yeltenen Yunanistan’la savaşımı ön plana aldı. Öncelikle Sovyetler Birliği ile müttefik oldu. Bu yolla hem doğu sınırını hem de Karadeniz’in güvenliğini sağladı.
Rusya ile dayanışma içindeki Türkiye, Doğu’daki Ermeni sorununu Karabekir Paşa’nın gayretleriyle çözüme bağlandı. Ermenistan’la 3 Aralık 1920’de imzalanan Gümrü Antlaşması’yla Doğu’da bir dayanak noktası oldu. Bu antlaşma BMM hükümetinin ilk uluslararası anlaşması nedeniyle önemli bir siyasal başarıdır. Bu dayanak sayesindedir ki Batı’daki Yunan işgali sona erdirildi.
Mondros Mütarekesi’nden sonra itilaf devletleri ve onlarla işbirliği yapanlar, Türkiye’yi parçalamak için kolları sıvadılar. Fransızlar güney illerimizi işgale yeltendiler. Yöre halkı, Mustafa Kemal ve arkadaşlarının desteğiyle Fransızları kovdu.  Ardından Fransa ile 20 Ekim 1921’de Ankara Anlaşması imzalandı. Bu anlaşmayla bugünkü Suriye sınırımız (Hatay bölümü hariç) belirlenmiş oldu. Bu yolla da Fransa düşman cephesinden çıkarılarak dostluk ilişkilerinin geliştiği bir ülke olmuştur. Ankara Anlaşması ile itilaf devletlerinden biri, Ankara hükümetini resmen tanımış oldu. Bu da hukuksal anlamda büyük bir başarıdır.
Atatürk’ün Kurtuluş Savaşı hazırlıklarını yürüttüğü Şişli’deki evi İtalyan elçiliğinin karşısındaydı. Buradaki amaç, İngiltere’den kazık yiyen İtalya’yı Türkiye’nin yanına çekmekti. Böylece düşman cephesini daraltıp güçsüzleştirmekti. Kurtuluş Savaşı sırasında bu taktiğin işe yaradığını görmekteyiz.
Kurtuluş Savaşı’nda Türkiye, asıl savaşı Yunanistan’a karşı verdi. Dolayısıyla İngiltere ile savaştı. Doğru strateji, doğru taktikler, doğru öngörüler, doğru siyaset başarıyı getirdi. Hayaller peşinde koşulmadı. Gerçekçi olmak temel ilkeydi. Olanaksız olanın değil, gerçekleşebilecek hedeflerin peşinden gidildi.
Günümüze gelince...
Neredeyse yetmiş yıldır Türkiye’nin başına çorap ören ABD emperyalizmidir. Türkiye’deki çatışmaların, yoksulluğun, yolsuzluğun, gericileşmenin, Cumhuriyet’in ortadan kaldırılmasının arkasında hep ABD var. Türkiye’deki hiçbir siyasal bunalım, Amerika olmadan açıklanamaz. Bu nedenle Türkiye’nin kurtuluşu, ABD emperyalizminin boyunduruğundan kurtulmasıyla olacaktır. Türkiye, bölücü tehlikeyi önlemek, ülke bütünlüğünü korumak için ABD’nin kurduğu sistemden çıkmalı. ABD ile kol kola yürüyerek Türkiye hiçbir sorununu çözemez. Çünkü sorunları yaratan ABD’dir. Sorunları yaratandan sorunları çözmesini beklemek saflıktır.
O zaman ne yapmalı?
Dün Türkiye’nin baş düşmanı nasıl İngiltere (Türkiye’ye silah çeken Yunanistan) ise bugün de ülkemizin baş düşmanı ABD’dir. ABD’nin silahlı gücü PKK da bu bağlamda düşünülmeli. Çünkü ABD, PKK aracılığıyla Türkiye’ye silah çekmekte ve ülke bütünlüğünü tehlikeye düşürmekte. Bu nedenle düşmanları çoğaltmamalı, hedefi daraltmalı. Bunu yaparken de dostları, müttefikleri çoğaltmalı.
Müttefik konusu, çoğu zaman karıştırılır bazı dostlarca. Müttefik ilişkisi esnektir. Zaman zaman ittifaklar gevşer, bozulmaya yüz tutar. Ustalık, ittifakı hedefe varıncaya kadar sağlam tutmakta. Birisiyle ittifak kurduğunuzda onunla tamamen aynı görüşleri paylaşarak bir olmuyorsunuz. Bir hedef için geçici birliktir ittifak. Bu konuda örnek alınacak kişi de Atatürk’tür.
Son yıllarda solun önemli bir kısmı, emperyalizme göre konumlanma düşüncesinden vazgeçmiş durumdalar. Emperyalizmi gündeminden çıkaran kimi sol gruplar, emperyalizmin güdümündeki PKK ile ittifak kurabiliyorlar. Bu durum, sol ideolojiyi inkârdır. Öncelikle yapılacak iş, Türkiye’nin ve Ortadoğu halklarının baş düşmanının kim olduğunun belirlenmesidir. Baş düşman doğru belirlenirse kurtuluş da yakınlaşır ve zorunluluk durumuna gelir. Yurtsever olmanın da solcu olmanın da gereği budur.

Not: 1 Aralık 2015 tarihli Aydınlık gazetesinde yayımlanmıştır.
                                                           Adil Hacıömeroğlu
                                                           24 Kasım 2015