KAHRAMANLARIN TERFİSİNE KARŞI ÇIKAN MUHALEFET
ÖNCE VATAN
Çankaya…
Falih Rıfkı Atay’ın ölümsüz yapıtı. Daha lise yıllarımda okudum bu ölümsüz kitabı.
Fırsat buldukça göz atarım sayfalarına. Bu kitabı; öğrencilerime,
arkadaşlarıma, yakınlarıma, hatta ilk kez tanıştığım ama bir daha görmediğim
nice insana okutmak için hep öneri de bulunmaktayım. Atatürk’ü yakından
tanıyan, Kurtuluş Savaşı’nı, olayları bire bir yaşayan, o fırtınalı günlere
tanıklık eden birinden her şey öğrenilsin istemekteyim hep. Bu isteğimden bir
an olsun vazgeçmedim. Atatürk’e karşı zerre kadar sevgi ve saygı duyan herkes,
bu kitabı okumalı. Yalnızca bunu mu? O dönemi gerçekçi bir biçimde anlatan
birçok kitabı.
Yine
Çankaya’nın sayfalarını karıştırmaktayım. Günümüzde ders çıkarabileceğimiz
birkaç olayı paylaşayım istedim.
TBMM’nin
yeni açıldığı aylar… İşgal güçleri, bir yandan kutsal vatan topraklarını bir
bir işgal ederken İngilizlerin desteklediği, Padişah Vahdettin ve hükümetinin
kışkırttığı onlarca ayaklanmayla boğuşmakta Ankara. Kimi Kuvayı Milliyecilerin
uygulamaları da bir dert… Bu nedenlerle zor günler yaşanmakta. Bir yandan
direniş için TBMM’ye bağlı düzenli ordu oluşturulmakta... Bir yandan da yeni
kurulan devletin yasaları çıkarılmakta Meclis’ten…
Çiçeği
burnunda devletin Maarif Vekilliği, resim dersini çizgi dersine çevirmişti
dinsel gerekçelerle. Medreseler açılmaktaydı bir yandan da. “Ankara’da
Tanzimat’tan da öncesini hatırlatan bir hava vardı.” Milli Şairimiz Akif, bu
yapılanların destekçisiydi. Trabzon Milletvekili Ali Şükrü de bu yapılanların
en önemli ve ateşli savunucusuydu.
“Cüretkâr
ve atılgan olan Ali Şükrü, bir sağlık kanunu tartışmasında ‘Kadınlarımızdan ne
ister bunlar? Yüzlerini açtırmayacağız.’ diye haykırmıştı.”
“İstiklal
Marşı’nın yazarı Şair Akif Meclis’te bir daha ağzını açmıştı: Neden sivil
gazete ‘Hâkimiyet-i Milliye’ ye ödenek verilmiş de Şeriatçı Sebilürreşad
dergisine verilmemiştir, kavgasında bu yardımı esirgeyenlere ‘Dalkavuklar!’
diye bağırmak için!” Oysa Hâkimiyet-i Milliye kurtuluş mücadelemizi dünyaya
anlatan sesiydi Ankara’nın. Bunu bilmez miydi Akif ve arkadaşları?
Osmanlıyı
kırıma uğratan salgın hastalıklar Kurtuluş Savaşı yıllarında da önü alınmaz bir
beladır. Yıllarca salgın hastalıklar önlenemediğinden nüfusumuz kırılmaktadır.
Ne yazık ki Osmanlıyı yönetenler, bu hastalıkları “Yazgı…” deyip geçiştirdiler
yıllarca. İlk Meclisimiz ve hükümetimiz bu salgınların önünü almak
istemektedir. Sağlık Komisyonunda frengi hastalığına karşı önlemler görüşülür.
“Evlenecek kadınların önceden hekimce muayene edilmesini” yasalaştırmak
istenmekteydi işin uzmanı hekimlerce. Gericiler: “Bakire kadın hekime
gösterilemez!” diye ayaklandılar. Hekim yerine bir ebenin muayene etmesini
istediler. Eğer ebe gerekli görürse hekime söyler, o da ilaç yazdırır,
demekteydiler. Anadolu, frengiden kırılmakta. Halk çaresiz… Gencecik
insanlarımız, bu illetten yaşamını yitirmekte. Salgın hastalıklar,
memleketimizi işgal eden düşman kadar tehlikeli. Ama bu gerçeği kavrayamayan
vekiller var TBMM’de, hem de çokça.
Sağlık
Komisyonu Sözcüsü Dr. Emin Bey (Bursa Milletvekili Emin Erkul), frenginin
önlenmesi konusunda kararlıdır. Bu konuda hiç geri adım atmamakta. Bu
tartışmalar sırasında öfkesini kontrol edemiyor ve hocalardan birine tokat
atınca az kalsın linç ediliyordu.
Henüz
1920 yılıdır. II. Mahmut’un Rumlardan taklit ettiği fes için dış ülkelere
milyonlarca lira verildiğini ileri sürerek yerli malından üretilen kalpağın
başlık olarak kullanılması TBMM’ye teklif edilir. Meclis’te kıyamet kopar. Fes
ve kalpak savunucuları hararetli tartışmalara girer.
Trabzon
Milletvekili Ali Şükrü’nün teklifi üzerine “Men-i müskirat” yasası çıkarılır.
Bu içki yasağı yasası, bir şeriat yasasıdır. Fes yüzünden yirmi milyon lirayı
ithalata harcayan yoksul ülkemiz, içki yasağı yüzünden bir yirmi milyonu daha
kaybedeceğini anlatamadı sorumlu yöneticiler. Hoca Vehbi Efendi, “Hadd-i Şeri”
adı verilen dayak cezasını da teklif etti. İçki içenlere bir kadeh için seksen
değnek vurulacaktı bu öneriye göre.
“Bir
milletvekili: ‘Yahu dört kadeh içene dört kere seksen sopa! Nasıl dayanır bir
insan!’ diye haykırdı.”
Atatürk
cephededir… 22 Haziran 1920’de başlayan Yunan ilerlemesi son hızla sürmekte.
Yerleşim yerleri bir bir düşman eline geçmekte. Kuvayı Milliye birlikleri
bozulmakta. Düzenli ordunun kurulup güçlendirilmesi ivedilik göstermekte.
Muhalefet, Yunan ilerlemesiyle azıtmış durumda. Atatürk, cepheden koşup Ankara’ya
geliyor, Meclis dağılmasın, ulusun birliği bozulmasın, diye. Hamdullah Suphi
gibi yakın arkadaşlarıyla bile sert tartışmalara giriyor. Düzenli orduya karşı
çıkanlar çoğunlukta. Birçok kişi kurtuluşun milis güçleriyle olacağını
savunmakta.
Örnekleri
çoğaltmaya gerek yok sanırım. Türkiye bir vatan savaşımı içindedir. Atatürk,
kazanmak zorundadır. “Gerici” diyerek kimseyi dışlayacak durumu yok! Farklı
düşüncede olanlar da kurtuluş mücadelesine omuz vermeli. Önce vatanı
kurtarmalı…
İlk
TBMM: 115 memur ve emekli, 61 hoca, 51 asker, 51 hekim, 49 avukat, 37 tüccar,
26 çiftçi, 8 şeyh, 6 gazeteci, 5 ağa, 5 aşiret reisi, 2 mühendisten oluşmuştu.
Türlü mesleklerden, farklı düşüncelerden oluşan Meclis’in ortak amacı vatanın
kurtuluşuydu.
Yukarıdaki
örnekler günümüze ne kadar da uymakta… Şimdi de bir vatan savaşımı vermekteyiz.
ABD emperyalizmi, tüm gücüyle saldırmakta Türkiye’ye. Böyle bir durumda Atatürk
gibi düşünüp davranmak zorundayız. Çünkü önce vatan! Vatanımızı, emperyalist
saldırılardan kurtardıktan sonra tartışacak çok zamanımız olacak. İç cepheyi
sağlam tutmalı. İç cephe dağılırsa Türkiye kalmaz. Bu nedenle bozguncuları iyi
tanımalı, onların oyunlarına gelmemeli.
Adil
Hacıömeroğlu
25
Temmuz 2019
HDP’YE YAŞAM ÖPÜCÜĞÜ (Seçim Değerlendirmesi-6)
31 MART’TA MHP (Seçim Değerlendirmesi-5)
İDEOLOJİK SAPLANTILI DIŞ POLİTİKA (Seçim Değerlendirmesi-4)
BAŞKANLIK TUZAĞINDA ÇIRPINAN AKP (Seçim Değerlendirmesi-3)
AKP, NEDEN KAYBETTİ? (Seçim Değerlendirmesi-2)
İSTANBUL SEÇİMİNİN İPTALİ (Seçim Değerlendirmesi-1)
31
Mart seçimlerinde AKP, birçok büyükşehirde seçimi yitirdi. Seçim sonrasında en
büyük tartışma ve AKP cephesinde şaşkınlık, İstanbul’daki seçim sonuçlarıyla
oldu.
İstanbul’un
Türkiye’nin lokomotifi olduğunu bilen RTE ve arkadaşları önce suskunluğu
yeğlediler. On yedi günlük seçim sonuçlarına kendi tabanlarını gazı almak için
usulen itiraz ve düşük düzeyde tartışma döneminden sonra Erdoğan: “Dönem kızgın
demiri soğutma, birlik ve beraberliğimizi yeniden perçinleme dönemi.” diyerek
seçim sonuçlarını kabul ettiğini gösterdi. Erdoğan sözlerini: “Demokrasi
şöleniyle havasıyla geçen seçim maratonunu tamamladık. Elbette birtakım
tartışmalar, görüş farklılıkları olmuştur. Ama bu durum demokrasimizin bir kez
daha başarıyla işlediği gerçeğinin teslimine engel değildir.” diye sürdürmekte
konuşmasını. Bu sözlerden anlaşılacağı üzere RTE, seçimi bir “demokrasi şöleni”
olarak görmekte. “Oyların çalındığı(!)” bir seçimin “demokrasi şöleni olması
olanaklı mı?
“Kızgın
demiri soğutma” sözüyle seçim tartışmalarının sona ermesini ve iktidar ve
muhalefet partilerinin önlerine bakmaları gerektiğini belirtmekte RTE. Erdoğan’ın
“kızgın demiri soğutma” isteğine karşın İstanbul’un getiriminden yararlanan AKP
içindeki bazı çevreler, seçimin iptali için çalışmalar yaptılar gizli ve açık
olarak.
Erdoğan:
“Biz, her ne kadar hiçbir zaman seçim ekonomisine tevessül etmesek de
seçimlerin ülke ekonomisinde ağır bir yük oluşturduğu vakadır. Seçim
atmosferinde yükselen siyasi rekabet, toplumumuzun hem sosyolojisinde hem
seçimlerin ülke ekonomisinde gerilimlere sebep olmaktadır. Hamdolsun milletimiz
sandıkların kapanmasıyla beraber bu dönemi geride bırakmıştır.” diyerek seçim
defterinin kapandığını açıkça söylemekte. Üstelik seçimlerin toplumun
bölünmesine, ekonominin olumsuz etkilenmesine neden olduğunu da belirtmekte.
Çökmekte olan bir ekonominin yeni bir seçimi kaldıramayacağı bu sözlerden
anlaşılmakta.
“Ülkemizin
bekasını ilgilendiren meselelerde siyasi görüş ayrılıklarımızı bir tarafa
koyarak seksen iki milyon hep birlikte Türkiye ittifakı olarak hareket
etmeliyiz. Gençlerimizin, memurlarımızın, çiftçi, sanayici, esnaflarımızın
sorunlarını çözmek, ancak bu şekilde mümkün olacaktır.” sözleri, Erdoğan’ın
ülkemizin ağır sorunlarının çözümü için muhalefete el uzatması olarak
değerlendirildi. Bu çağrı, muhalefetten destek buldu. Başta Kılıçdaroğlu ve
Perinçek olmak üzere demokratik kitle örgütleri, odalar, sendikalardan destek
buldu Türkiye ittifakı çağrısı.
Muhalefet
partilerinin “Türkiye ittifakına” olumlu yaklaşması karşısında Devlet Bahçeli:
“Ülke bazlı bir siyasi ittifak olamaz. Bizim ittifakımız cumhurladır, bizim
ittifakımız AKP’li kardeşlerimledir. Sayın Cumhurbaşkanımızın Türkiye ittifakı
ile neyi kastettiğini elbette bilemeyiz. Ama konunun zillet ittifakı tarafından
istismar edildiğini görüyoruz. Bizim inandığımız cumhur ittifakıdır. Bizim
amacımız milli bekayı sonuna kadar yaşatmaktır. Cumhur ittifakına yönelik
sabotajlara fırsat vermemektir.” diyerek RTE’nin “Türkiye ittifakı” önerisine
karşı çıktı. Üstelik böyle bir düşüncenin “cumhur ittifakına sabotaj olacağını”
belirtti. Bu durumda sabotajı kim yapmış oluyor? “Türkiye ittifakını” ortaya
atan Erdoğan. Şunu da ekleyelim ki İstanbul’da 31 Mart seçiminin sonucunu
Bahçeli baştan beri hiç kabul etmedi. Büyükşehir belediyesi başkanlığı
seçiminin yinelenmesi gerektiğini her fırsatta söyledi Devlet Bey. Bu
açıklamadan sonra Erdoğan Türkiye ittifakı söyleminden vazgeçti, kısacası geri
adım attı.
İstanbul
seçimine itirazlar sürerken sosyal medyada, seçimin iptalinin AKP’ye hezimet
getireceğini sürekli söyledik, yazdık. Çünkü koşullar, AKP’nin aleyhindeydi.
İstanbul gibi ekonomik koşulların ağırlaştığı, iflasların yaşandığı, işsizliğin
çığ gibi büyüdüğü bir kentte iktidar partisinin seçim kazanması olanaksızdı. Bu
konudaki sosyal medya paylaşımlarımıza bazı dostlarımızdan olağanüstü tepkiler
geldi. Hatta bazıları, beni AKP koruyuculuğu ve savunuculuğuyla suçladı.
Yıllar
önce Erdoğan, şiir okudu diye hapsedildi. Bu uyduruk caza ile masumiyet ve
mağduriyet zırhına bürünen RTE’nin yıldızı hızla parladı ve böylece iktidara ulaştı
Tayyip Bey. Şimdi aynı durum, İmamoğlu için sahneye kondu. Asılsız gerekçelerle
İstanbul seçimi iptal edildi. Yıllar önce Erdoğan’ı iktidara taşıyan masumiyet
ve mağduriyet zırhı, İmamoğlu’na giydirildi ve önü açıldı.
İstanbul seçimlerinin iptalinde başı çeken Bahçeli ve inandırıcı olmayan bir karara imza atan YSK üyeleri, seçimin iptaliyle oluşan bunalımdan, ülkemize fazladan binen ekonomik yükten sorumludurlar. Ayrıca siyasal olarak erimeye başlayan HDP/PKK’nın yeniden gündeme oturmasına neden oldukları için de büyük bir vebal altındadırlar. HDP sözcüleri, muzaffer Romalı generaller gibi her gün beyazcamda endam etmekteler. Bunun sorumluları kimlerdir acaba?
Türkiye,
sorunlarını çözmek zorundadır. Ancak bu, benzer siyasetleri savunanlarla
küresel merkezlerin övgüsüne mazhar olan politikacılarla olmaz. Çünkü
yaşadığımız bütün sorunların nedeni, emperyalistler ve onların çözüm
reçetelerini uygulayan siyasetçilerdedir. Sorunu yaratan anlayışla sorunlar
çözülemez.
Adil
Hacıömeroğlu
25
Haziran 2019
ILIMLI ATATÜRKÇÜLÜK MÜ?
Gazeteci Can Ataklı, Gerçeği Söylemeyip Saklayalım mı?” başlıklı yazıma dostça bir eleştiride bulundu. Eleştirinin insanı ve toplumu geliştirdiğini düşünen biri olarak Sayın Ataklı’nın eleştirilerini önemsedim ve bakış açımızdaki farklılıklara değinmenin zorunlu olduğunu düşündüm.
Sayın
Ataklı, yazımda sözünü ettiğin Hanımefendi’nin bana karşı “nezaketsiz davranışı
için üzüldüğünü” söylemekte. Bu inceliği için sağolsun. Ancak yazımdaki kişinin
saldırgan, baskıcı ve kişi özgürlüğünü yok sayan tutumuna benzer davranışlar ne
yazık ki kendilerini “Atatürkçü, devrimci, solcu…” olarak tanımlayan birçok
kişide görülmekte. Hele sosyal medyadaki yazılanlara baktığımızda bunu açıkça
görmekteyiz. Farklı düşüncedeki kişileri küçük görmek, görüşleri nedeniyle
aşağılamak, hakaret etmek, onların zekâ düzeyleriyle ilgili saptamalarda
bulunmak, küfretmek… sıkça rastlanan propaganda yöntemleri. Bu davranışlar
konusunda özellikle AKP’den kopmakta olan yurttaşlarımız, partilerinden kopmak
yerine AKP’ye daha çok sarılmaktalar. Bundan anlıyoruz ki CHP ve Atatürkçülük
adına sosyal medyada klavye oynatanların; sokakta, kahvede propaganda
yapanların davranışları, sözleri, olaylara bakışları, saldırganlıkları,
kabalıklarıyla AKP’ye çalıştıklarını söyleyebiliriz. Karşıtına hakaret ederek
görüşlerini değiştireceğini düşünmek nasıl bir aymazlık? Sayın Ataklı,
deneyimli bir gazeteci ve televizyoncu olarak bu aymazlıkla mücadele etmeyi görev
edinmek ister misiniz?
Öncelikle
belirtmem gereken şudur: Kemalist düşünceye sahip biriyim. Düşünsel ve eylemsel
kılavuzum, Atatürk. Siyasal olaylara bakışım, düşünce ve olguları değerlendirişim,
siyasal duruşları çözümlemem hep Kemalizmin bakış açısıyla olmakta.
Sosyal
medyada Atatürk fotoğrafları paylaşmayı, Atatürkçülük sananlardan değilim.
Böyle içi boş bir Atatürkçülüğü de karşıyım. Fotoğrafla Atatürkçü olunacağı
düşüncesinin de başta 12 Eylül darbecileri ve AB-ABD emperyalistlerince
halkımıza dayatıldığının bilincindeyim. Amaç; Atatürk’ü putlaştırmak, Kemalizmin
düşünsel içeriğini boşaltarak onu batıcılık olarak algılatmak.
Öncelikle
şunu söyleyeyim ki, Atatürk batıcı değildi. Son nefesine dek Batı ile savaştı. Batı
emperyalizminin vahşeti, sömürüsü, insan kırımı, baskıcılığı karşısında hep
ezilen dünyanın yanında oldu. Emperyalizme karşı olmak, Kemalizmin temel
direği. Bu temel direği yıktığınızda Kemalizm diye bir şey kalmaz.
Sayın
Ataklı, yazıma yaptığınız eleştiride “Dünyanın bütün uygar ve demokratik
ülkeleri Türkiye’de olup bitenleri ibretle izliyor.” demektesiniz. Ne yazık ki
bu tümcenizdeki görüşleri, başta Kemal Kılıçdaroğlu olmak üzere birçok CHP
yöneticisi ile bazı Atatürkçü(!) köşe yazıcıları da sık sık dile getirmekteler.
Söz
konusu yazıma konu olan ABD Dışişleri Bakanlığı açıklaması, bana göre İmamoğlu
lehine kamuoyun oluşturmaktır. Türkiye’nin yurtseverlerinin bu açıklamayla
ilgili söyleyecekleri şudur: İmamoğlu’nun hakkını aramak, ABD’nin işi mi? Öncelikle
bu duruma, başta İmamoğlu ve CHP yöneticileri karşı çıkmalı.
Türkiye’de
demokrasinin kurulmasını uygar(!) ve demokratik(!) ülkelerin” hoşuna gitsin
diye istemiyoruz. Demokratikleşmeyi; halkımızı daha özgür, daha uygar, daha
mutlu, daha çağcıl yaşatmak için istemek zorundayız. “Uygar ve demokratik
ülkeler” dedikleriniz batılı emperyalistler…
Dün
Irak’ta oluk oluk mazlumların kanı aktığında “uygarlık ve demokrasi” neredeydi?
Vietnam,
Laos, Kamboçya, Kore, Latin Amerika ülkeleri, Burundi, Ruanda, Kongo, Nijerya,
Libya, Çad, Yemen ve Sudan’da… insanları vahşice katledenler, kırıma uğratanlar
bu “uygar ve demokratik ülkeler” değil miydi?
Venezuela’ya
cumhurbaşkanı atayıp sonrasında alçakça darbe girimi yaptıran uygar(!),
demokratik(!) ABD ve bu alçaklığa ses çıkarmayıp destekleyen uygar(!),
demokratik(!) AB ülkelerinin olduğuna hiç şaşırmadık.
Sayın
Ataklı, yaklaşık kırk yıldır ulusumuzun birliğine, devletimizin varlığına,
yurdumuzun bütünlüğüne, yurttaşımızın canına kastetmiş bölücü terör örgütü
PKK’nın en büyük destekçileri sözünü ettiğiniz sözde uygar ve demokratik
ülkeler” değil mi? Bu vahşi örgüte, TIR’lar dolusu silah veren ABD’ye bir çift
sözümüz olmayacak mı? ABD’nin haddi ve hakkı mıdır Türkiye’deki seçimlerin
nasıl yapıldığını ve sonuçlarını değerlendirip ülkemizdeki demokratik işlerliği
sorgulamak?
ABD,
İsrail, Yunanistan, Kıbrıs Rum Kesimi ülkemizi güneyden ve batıdan
kuşatmaktalar. Doğu Akdeniz’de bir emperyalist saldırıyla karşı karşıyayız. Muhalefet
partilerinin bu konuda sessiz kalmalarının nedenini merak etmeyecek miyiz?
İktidar partisinin geçmişte yaptığı vahim hatalar yüzünden muhalefetin konuya
sırtını dönmesi, Türkiye’ye sırt dönmek değil mi?
Sayın
Ataklı, bana gönderdiğiniz iletide: “Konu, Türkiye’nin içişlerine karışılması
değildir. Uygarlık ve vahşilik arasındaki tercihtir.” demişsiniz. Bu
sözlerinizden anlaşılmaktadır ki Türkiye’ye demokrasi dersi vermeye çalışan ülkelerin
“uygar”, Türkiye’nin ve geri kalmış ülkelerin “vahşi” olduğudur. Sizin “uygar”
dediğiniz, Mehmet Akif’in tarihsel bir saptamayla “Medeniyet dediğin tek dişi
kalmış canavar” dediği Batı’nın uygar(!) davranışlarını sömürgeci dönemlerinden
beri izlemekteyiz. Yani biz adam olamıyoruz da Batı mı bizi adam edecek?
Yukarıda
saydığım ezilen ülkelerdeki vahşetin boyutlarını anlatmaya sayfalar yetmez.
“Uygarlık ve vahşilik” konusunda Tanzimatçılar gibi mi, yoksa Atatürk gibi mi
düşünüp davranacağız? Ben, Atatürk gibi düşünenlerdenim. Bunun için kapitalizm
ve emperyalizmi insanlığın baş düşmanı görmekteyim.
Atatürk’ün
kaleme aldığı ve TBMM’nin 18 Kasım 1920’de kabul ettiği Halkçılık Beyannamesi,
bugün de kılavuzumuz olmalı. Bu beyanname ile emperyalizm ve kapitalizme savaş
açmıştır Yüce Önder. Bu savaşı, 10 Kasım 19838’’e dek sürdü. Ölüm döşeğinde
İnönü, Bayar, Ali Fuat, Tevfik Rüştü ve Kılıç Ali’ye “Sovyetler Birliği’ne
karşı kurulacak batı ittifaklarının hiçbirine girmemeleri konusunda uyarılarda
bulundu. Bu yarılar, sözü edilen kişilerin anılarında var.
Atatürk:
“Efendiler, Batı’nın hiçbir vakit affedemeyeceğimiz zalimleri, memleketimiz
Türkiya’yı parçalamak, bu topraklarda yaşayan milletimizin haysiyetini,
bağımsızlığını ayaklar altına almak için verdikleri asırlık kararı en nihayet
tatbik mevkiine koyarken, milletimiz, bugün cihanı kapsayan inkılaplar ve
ihtilaller içinde mevcudiyetini muhafaza lüzumuna kanidir… (1 Kasım 1920,
Ankara Subay Adayları Talimgahının Diploma Töreninde Konuşma, Atatürk’ün Kendi
Kaleminden Emperyalizm ve Tam Bağımsızlık, Kaynak Yayınları, s. 134)”
Sayın
Ataklı, Atatürk batılı zalimleri hiçbir zaman affetmeyeceğini söylemekte, bu
görüşe bilmem katılır mısınız?
Yazımda
söz etmediğim halde “Erdoğan’dan antiemperyalist bir kahraman çıkarma çabasını
ise üzülerek izliyorum.” demiş gönderdiği iletinin sonunda Can Bey. Konu dışın
acıkarak yanıt verme, yorum yapma son yıllarda sosyal medyada özellikle
muhaliflerin özellikle ilgi çeken bir davranışı. Nedense konuya odaklanma
yerine, konuyu saptırma amacı taşımakta bu durum.
Sayın
Ataklı, Mondros Anlaşmasını Osmanlı Devleti adına imzalayan Rauf Bey’in Kurtuluş
Savaşı’mızın ilk ateşini Mustafa Kemal’le yaktığını biliyordur sanırım. Atatürk
Samsun’a çıkmadan önce Vahdettin’le dört kez görüştü. Bu görüşmelerde Mustafa
Kemal, milli bir hükümetin kurulmasını ve bu hükümette harbiye nazırlığının kendisine
verilmesini istiyor. Bu seçenek gerçekleşmeyince Vahdettin’i Anadolu’ya kaçırıp
kurtuluş mücadelesini başlatmak istiyor. Bu seçenek de olmayınca Samsun’a
çıkıyor. (Alev Coşkun, Samsun’dan Önce 6 Ay, Cumhuriyet Kitapları) Burada da
görüldüğü gibi Atatürk, Vahdettin’in gücünden yararlanmak istemekte
antiemperyalist mücadelede.
Ülkem
ve İslam dünyası, ABD düşünce kuruluşlarıyla CİA tarafından uygulamaya sokulan
1Ilımlı İslamcılık” ile çökertilmeye çalışıldı. Türkiye bu proje ile birçok
cumhuriyet değerini ve kurumunu yitirdi.
ABD
emperyalizmi, “Ilımlı Atatürkçülük” ile Cumhuriyet’imizin cenaze namazının
kıldırılması görevini, Kılıçdaroğlu eliyle kurucu parti CHP’ye verdi. Bunun
içindir ki iktidarın yaptığı yanlış uygulamada (Her yurtseverin sonuna dek mücadele
etmesi gerekir bu yanlışlarla.) “Biz, bunu dünyaya anlatamayız.” benzeri sözler
söylemekteler. Biz iktidarın yanlış uygulamalarını, “dünya” dedikleri birkaç
emperyalist ülkeye değil; halkımıza anlatmalıyız. Yakınma yeri de karar yeri de
halkımızdır.
Not:
Can Ataklı’nın gönderdiği email:
Not: Sayın Can Ataklı'nın
gönderdiği email...
|
11 May 2019 11:55 (3 gün önce) |
|
||
|
sevgili hacıömeroğlu
yanınıza gelen kişinin nezaketsiz davranışları için
üzüldüm
ancak siz de biliyorsunuz ki amerika
"imamoğlu" demedi.
amerika sözcüsünün türkiye'deki demokrasi ve hukuk
dışı tutumlara yönelik eleştirisi CHP desteği veya "Amerika İmamoğlu
dedi" şeklinde algılamak yanlıştır.
dünyanın bütün uygar ve demokratik ülkeleri Türkiye'de
olup bitenleri ibretle izliyor.
konu türkiyenin iç işleri karışılması değildir.
uygarlık vahşilik arasındaki tercihtir.
düşman sizi övmüyor.
yanlış algı yaratmak hiçbirimizin çıkarına olmaz .
erdoğan'dan antiemperyalist bir kahraman çıkarma
çabasını ise üzülerek izliyorum
Adil
Hacıömeroğlu
14
Mayıs 2019