KAHRAMANLARIN TERFİSİNE KARŞI ÇIKAN MUHALEFET



9 Eylül 1922’ye kadar I.TBMM’deki muhalifler, Atatürk’ün başarılı olacağını akıllarının ucundan dahi geçirmediler. Atatürk’ün dehası karşısında ezilen padişahçı, hilafetçi, sıkışınca mandacı vekiller; Atatürk’e karşı akla hayale gelmeyecek zorluklar, engeller çıkardılar. Bu zorluklar, engeller Atatürk’e ve cephede ölüm kalım mücadelesi veren orduya zarar verdi. Ancak deha Atatürk’teydi ve O, bu zorluklara, engellere karşın düşmanı denize döktü ve büyük utkuyu kazandı ulusuyla.
Düşman denize döküldü. Utku kazanıldı. Atatürk ve arkadaşlarının yitirecek, boşa harcanacak zamanları yoktu. Yüzyılların getirdiği geriliği, isteksizliği, üretimsizliği, eğitimsizliği yenmek zorundaydılar. Bu nedenle kollar sıvandı.
Öncelikle hak edenin hakkı verilmeliydi. Yıllardır cephelerde yatıp kalkan, cephelerde bir ömür tüketen, büyük bir tansığa imza atan subaylar ödüllendirilmeliydi. Bu ödüllendirme de onların savaşta gösterdikleri başarı nedeniyle geciken terfilerinin yapılmasıydı.
Atatürk, Çanakkale’de yalnızca Türk Ulusunun değil, dünyanın tarihini değiştirme başarısı, kahramanlık gösteren bir komutandı. Savaş başladığında yarbaydı. Birkaç ay  gecikmeyle de olsa albaylığa yükseltildi rütbesi. Anafartalar utkusundan sonra hak ettiği generalliğe terfisi o dönemin ordu yöneticilerince kıskançlık nedeniyle zamanında yapılmadı. Bu da Mustafa Kemal’in moralini bozmuştu.
Terfilerin zamanında yapılamamasının asker üzerindeki etkisini çok iyi bilen Atatürk, savaş alanlarında kahramanlıklar yaratan askerlerin terfisini geciktiremezdi. Çünkü adaletli olmak, bir yöneticinin en önemli özelliği olmalıydı.
Ordudaki yeni rütbeler hükümetçe verilmiş ve meclis başkanı olan Mustafa Kemal tarafından bu terfiler onaylanmıştı. Büyük utkudan sonra TBMM’de bir süre suskun kalan muhalifler, bu durumu fırsat bilerek sert eleştiriler yapmaya başladılar. Yeni rütbeleri hükümetin vermesini ve meclis başkanının onaylamasını, TBMM’nin hakkına saldırı olarak nitelediler.
Atatürk’ün en önemli muhaliflerinden Erzurum Milletvekili Hüseyin Avni: “Ben, Meclis iradesini çiğneyenleri, Yunanlı kadar memlekete zararlı sayarım.” diyordu. Yunan işgal ordusunu Anadolu topraklarından söküp kovalayarak İzmir’den deniz döken muzaffer bir başkomutanaydı bu sözler. Bu, Atatürk muhaliflerinin bilinçaltlarını ortaya çıkarmaktaydı.
Hüseyin Avni Bey’i bu denli kızdıran neydi? Yunan ordusunu yenen kahramanlarımızın yeni rütbeleri… Bu yeni rütbeleri her asker annesinin ak sütü gibi hak etmişti. Hükümetin ve Atatürk’ün yaptığı iş de bu hakkı, hak edene vermekti. Bu duruma bu kadar sert karşı çıkmanın ne anlamı vardı? Muhalefet, Atatürk’ün dehasının farkındaydı. Büyük bir devrimin öncül dalgalarının gücü onların başlarını döndürmekteydi. Devrimi görmektense Yunan süngüsünü yeğleyen bir anlayışa sürüklenmekteydiler. Ne acı bir durum değil mi?
Oysa muhalif olmak, sorumluluk ister değil mi? Hem de yurdun geleceğini, yazgısını baştan sona duyumsamak sorumluluğu. Sorumsuzluk içinde, kendi dar görüşlülüğüne tutsak olmuş bir muhalefetin bir ülkeye yararı olur mu?                                  
                                                           Adil Hacıömeroğlu
                                                           29 Temmuz 2019


ÖNCE VATAN


Çankaya… Falih Rıfkı Atay’ın ölümsüz yapıtı. Daha lise yıllarımda okudum bu ölümsüz kitabı. Fırsat buldukça göz atarım sayfalarına. Bu kitabı; öğrencilerime, arkadaşlarıma, yakınlarıma, hatta ilk kez tanıştığım ama bir daha görmediğim nice insana okutmak için hep öneri de bulunmaktayım. Atatürk’ü yakından tanıyan, Kurtuluş Savaşı’nı, olayları bire bir yaşayan, o fırtınalı günlere tanıklık eden birinden her şey öğrenilsin istemekteyim hep. Bu isteğimden bir an olsun vazgeçmedim. Atatürk’e karşı zerre kadar sevgi ve saygı duyan herkes, bu kitabı okumalı. Yalnızca bunu mu? O dönemi gerçekçi bir biçimde anlatan birçok kitabı.

Yine Çankaya’nın sayfalarını karıştırmaktayım. Günümüzde ders çıkarabileceğimiz birkaç olayı paylaşayım istedim.

TBMM’nin yeni açıldığı aylar… İşgal güçleri, bir yandan kutsal vatan topraklarını bir bir işgal ederken İngilizlerin desteklediği, Padişah Vahdettin ve hükümetinin kışkırttığı onlarca ayaklanmayla boğuşmakta Ankara. Kimi Kuvayı Milliyecilerin uygulamaları da bir dert… Bu nedenlerle zor günler yaşanmakta. Bir yandan direniş için TBMM’ye bağlı düzenli ordu oluşturulmakta... Bir yandan da yeni kurulan devletin yasaları çıkarılmakta Meclis’ten…

Çiçeği burnunda devletin Maarif Vekilliği, resim dersini çizgi dersine çevirmişti dinsel gerekçelerle. Medreseler açılmaktaydı bir yandan da. “Ankara’da Tanzimat’tan da öncesini hatırlatan bir hava vardı.” Milli Şairimiz Akif, bu yapılanların destekçisiydi. Trabzon Milletvekili Ali Şükrü de bu yapılanların en önemli ve ateşli savunucusuydu.

“Cüretkâr ve atılgan olan Ali Şükrü, bir sağlık kanunu tartışmasında ‘Kadınlarımızdan ne ister bunlar? Yüzlerini açtırmayacağız.’ diye haykırmıştı.”

“İstiklal Marşı’nın yazarı Şair Akif Meclis’te bir daha ağzını açmıştı: Neden sivil gazete ‘Hâkimiyet-i Milliye’ ye ödenek verilmiş de Şeriatçı Sebilürreşad dergisine verilmemiştir, kavgasında bu yardımı esirgeyenlere ‘Dalkavuklar!’ diye bağırmak için!” Oysa Hâkimiyet-i Milliye kurtuluş mücadelemizi dünyaya anlatan sesiydi Ankara’nın. Bunu bilmez miydi Akif ve arkadaşları?

Osmanlıyı kırıma uğratan salgın hastalıklar Kurtuluş Savaşı yıllarında da önü alınmaz bir beladır. Yıllarca salgın hastalıklar önlenemediğinden nüfusumuz kırılmaktadır. Ne yazık ki Osmanlıyı yönetenler, bu hastalıkları “Yazgı…” deyip geçiştirdiler yıllarca. İlk Meclisimiz ve hükümetimiz bu salgınların önünü almak istemektedir. Sağlık Komisyonunda frengi hastalığına karşı önlemler görüşülür. “Evlenecek kadınların önceden hekimce muayene edilmesini” yasalaştırmak istenmekteydi işin uzmanı hekimlerce. Gericiler: “Bakire kadın hekime gösterilemez!” diye ayaklandılar. Hekim yerine bir ebenin muayene etmesini istediler. Eğer ebe gerekli görürse hekime söyler, o da ilaç yazdırır, demekteydiler. Anadolu, frengiden kırılmakta. Halk çaresiz… Gencecik insanlarımız, bu illetten yaşamını yitirmekte. Salgın hastalıklar, memleketimizi işgal eden düşman kadar tehlikeli. Ama bu gerçeği kavrayamayan vekiller var TBMM’de, hem de çokça.

Sağlık Komisyonu Sözcüsü Dr. Emin Bey (Bursa Milletvekili Emin Erkul), frenginin önlenmesi konusunda kararlıdır. Bu konuda hiç geri adım atmamakta. Bu tartışmalar sırasında öfkesini kontrol edemiyor ve hocalardan birine tokat atınca az kalsın linç ediliyordu.

Henüz 1920 yılıdır. II. Mahmut’un Rumlardan taklit ettiği fes için dış ülkelere milyonlarca lira verildiğini ileri sürerek yerli malından üretilen kalpağın başlık olarak kullanılması TBMM’ye teklif edilir. Meclis’te kıyamet kopar. Fes ve kalpak savunucuları hararetli tartışmalara girer.

Trabzon Milletvekili Ali Şükrü’nün teklifi üzerine “Men-i müskirat” yasası çıkarılır. Bu içki yasağı yasası, bir şeriat yasasıdır. Fes yüzünden yirmi milyon lirayı ithalata harcayan yoksul ülkemiz, içki yasağı yüzünden bir yirmi milyonu daha kaybedeceğini anlatamadı sorumlu yöneticiler. Hoca Vehbi Efendi, “Hadd-i Şeri” adı verilen dayak cezasını da teklif etti. İçki içenlere bir kadeh için seksen değnek vurulacaktı bu öneriye göre.

“Bir milletvekili: ‘Yahu dört kadeh içene dört kere seksen sopa! Nasıl dayanır bir insan!’ diye haykırdı.”

Atatürk cephededir… 22 Haziran 1920’de başlayan Yunan ilerlemesi son hızla sürmekte. Yerleşim yerleri bir bir düşman eline geçmekte. Kuvayı Milliye birlikleri bozulmakta. Düzenli ordunun kurulup güçlendirilmesi ivedilik göstermekte. Muhalefet, Yunan ilerlemesiyle azıtmış durumda. Atatürk, cepheden koşup Ankara’ya geliyor, Meclis dağılmasın, ulusun birliği bozulmasın, diye. Hamdullah Suphi gibi yakın arkadaşlarıyla bile sert tartışmalara giriyor. Düzenli orduya karşı çıkanlar çoğunlukta. Birçok kişi kurtuluşun milis güçleriyle olacağını savunmakta.

Örnekleri çoğaltmaya gerek yok sanırım. Türkiye bir vatan savaşımı içindedir. Atatürk, kazanmak zorundadır. “Gerici” diyerek kimseyi dışlayacak durumu yok! Farklı düşüncede olanlar da kurtuluş mücadelesine omuz vermeli. Önce vatanı kurtarmalı…

İlk TBMM: 115 memur ve emekli, 61 hoca, 51 asker, 51 hekim, 49 avukat, 37 tüccar, 26 çiftçi, 8 şeyh, 6 gazeteci, 5 ağa, 5 aşiret reisi, 2 mühendisten oluşmuştu. Türlü mesleklerden, farklı düşüncelerden oluşan Meclis’in ortak amacı vatanın kurtuluşuydu.

Yukarıdaki örnekler günümüze ne kadar da uymakta… Şimdi de bir vatan savaşımı vermekteyiz. ABD emperyalizmi, tüm gücüyle saldırmakta Türkiye’ye. Böyle bir durumda Atatürk gibi düşünüp davranmak zorundayız. Çünkü önce vatan! Vatanımızı, emperyalist saldırılardan kurtardıktan sonra tartışacak çok zamanımız olacak. İç cepheyi sağlam tutmalı. İç cephe dağılırsa Türkiye kalmaz. Bu nedenle bozguncuları iyi tanımalı, onların oyunlarına gelmemeli.

                                            Adil Hacıömeroğlu

                                            25 Temmuz 2019

 

 

 

 


HDP’YE YAŞAM ÖPÜCÜĞÜ (Seçim Değerlendirmesi-6)


                                             
31 Mart Yerel Seçimlerinden önce HDP/PKK, halk desteğini yitirmişti. Hendek savaşını yitiren PKK, kentlerde taban bulamaz duruma gelmişti. TSK’dan yurtiçi ve yurtdışında üst üste darbeler yiyen bölücü örgüt, açılım dönemindeki özgüvenini yitirmişti. Bölücü örgütün siyasal uzantısı olan HDP, gerileyişe koşut olarak politika üretemez duruma geldi. Hatta ona, kol kanat gerenler de HDP’den uzak durmaya başladılar. Yalnızlaşan ve halk desteğini yitirmekte olan HDP zordaydı. İşte, tam da bu anda ABD’de planlanan senaryo yaşama geçirildi.
Libya’da Kaddafi, Irak’ta Saddam nasıl psikolojik savaş senaryolarıyla itibarsızlaştırılıp kötü adam, günah keçisi, diktatör yaftalamalarıyla halkın gözünden düşürülerek devrilip ülkeleri bölündüyse Türkiye’de de Erdoğan aynı yöntemlerle hedefe kondu. PKK ve FETÖ’yü aklamak, halka sevdirmek, onların suçlarını hafifletmek için çalışmalar başlatıldı. “Bak Erdoğan PKK’dan da FETÖ’den daha kötü…” algısı için medya, sosyal medya var gücüyle devreye sokuldu. Yaşam pahalılığı ve ekonomik bunalım nedeniyle zor durumda olan AKP, bu algıya karşı koyamadı. Libya ve Irak senaryolarını ülkemizde uygulamak isteyen küresel merkez, “En kötü olan Erdoğan’a karşı diğer kötülerle ittifak yapmanın sakıncası yoktur.” anlayışını sahneye koydu. Böylece senaryo işlemeye başladı.
HDP, birçok kentte aday göstermedi. Çünkü güç yitirdiğinin farkındaydı. Bu nedenle gerçek gücünün kamuoyunca bilinmesini istemedi. Özellikle anakentlerde güç yitimi çok belirgindi. Kentlerde PKK’nın yaptığı kitlesel kıyım eylemlerini HDP yöneticileri savunamadı. Çoğu zaman utangaç bir tavırla kaçamak yanıtlar verdiler sorulara.
Millet İttifakı’nı destekleme düşüncesi HDP’nin kurtarıcısı oldu. Hem seçimde gerilemesi nedeniyle gerçek gücü ortaya çıkmayacak hem de bağlı olduğu küresel merkezin buyruğuna uyacaktı. Böylece bir taşla iki kuş vurmuş olacaktı. Seçimlerden sonra da gücünün üstünde bir güç takınarak Millet İttifakı partilerinden desteğinin diyetini isteyecekti yüksek sesle.
31 Mart’tan önce HDP sözcüleri alçak perdeden Cumhur İttifakı’nın adaylarını kazandırmayacaklarını söylediler. Bu, dolaylı yoldan CHP adaylarına destekti. “CHP adaylarını destekleyeceğiz.” sözünü çok kullanmadılar. Ancak Kandil’deki PKK liderleri CHP adaylarının destekleneceğini birçok kez açıkladılar.
31 Mart’ta HDP oyları Doğu ve Güneydoğu Anadolu bölgelerinde önemli ölçüde geriledi. HDP sözcüleri, bu gerilemeye türlü kılıflar uydurmak istese de ikna edici olamadılar. Etnik siyasetin karın doyurmadığını bu gerileyiş bize çok iyi anlatmakta. Çünkü bu etnik siyaset, halkın günlük gereksinmelerine çözüm getirmemekte, tersine getirilecek çözümleri de zorlaştırmaktaydı. Halk, sorunlarına gerçekçi çözümler istemekte. HDP ise gerçekçi çözümlerden uzak, tüm umudunu PKK’nın silahlı gücüne bağlamaktaydı.
Millet İttifakı’nın HDP ile seçim işbirliği yapması, halk desteğini yitirmekte olan HDP’ye bir yaşam öpücüğüydü. Bu yolla kendisinin, gerçekçi olmasa da, güçlü ve seçimleri belirleyici partisi olduğunu gösterme fırsatı buldu. Böylece CHP ve İP sayesinde HDP, siyaset sahnesine geçici bir aktör olarak yeniden çıktı.
İstanbul Büyükşehir Belediye başkanlığı seçimlerinin iptali, HDP’ye yeni fırsatlar doğurdu. Daha önce alçak perdeden ve dolambaçlı sözlerle Millet İttifakı’na destek vereceğini söyleyen HDP’liler, bu kez desteklerini açık bir biçimde dile getirdiler. Kandil’deki terör liderleri, Ekrem İmamoğlu’na açıkça destek açıklamaları yaptılar. Çünkü psikolojik savaş önemli ölçüde amacına ulaşmış, CHP’nin ezici çoğunluğu “Atatürkçüyüm!” diyen tabanına HDP, hatta PKK sevdirilmişti. Bu nedenle HDP/PKK sözcülerinin destek açıklamalarını gizlice yapmasına gerek yoktu. Artık işbirliği açıkça söylenebilirdi.
23 Haziran sürecinde Kandil, İmamoğlu’nun arkasında durdu. Bunu gören AKP, seçim sürecinde propagandasını oturttuğu tüm söylemlerini yadsırcasına İmralı’daki bölücü başından medet umdu. Bir mektup ortaya çıktı. İşte, bu tutarsızlık hem AKP’ye seçimi açık ara yitirtti hem de HDP/PKK’nın ekmeğine yağ sürdü. Böylece Millet İttifakı’ndan sonra AKP de HDP/PKK’ya yaşam öpücüğüm vermiş oldu.
Kısacası; İstanbul seçimlerinde Kandil, Millet İttifakı’nın; İmralı da Cumhur İttifakı’nın yanında yer aldı. Bölücü örgüte bu denli prim verilmesinin karşısında milliyetçi olduklarını söyleyen MHP ve İP’in suskunluğu ise ilgi çekicidir. Bir seçimi kazanma uğruna AKP, CHP, MHP ve İP’te ne ilke kaldı ne ideoloji…
HDP, 31 Mart seçimlerinde gerçek oy oranı belli olmasa da kendisini utku kazanmış gibi göstermekte. Ancak bu durum, HDP’nin gerileyişini önleyemeyecek, yalnızca belli bir süre gözlerden saklayacak. Onu “Türkiye partisi” yapmak isteyen tüm projeler de çökmek zorunda. Çünkü ülkemiz, Avrasya’ya yaklaştıkça bölücülük de yobazlık da bu topraklarda yeşerecek ortam bulamaz. Onların boy attığı koşullar Atlantik iklimidir.
                                                           Adil Hacıömeroğlu
                                                           8 Temmuz 2019




31 MART’TA MHP (Seçim Değerlendirmesi-5)


                                                       
MHP, 31 Mart yerel seçimlerine Türkiye’nin her yerinde katılmadı. Cumhur İttifakı’nda yer aldığından birçok ilde AKP’yi destekledi. AKP’yi desteklediği illerin büyük çoğunluğu, seçmen sayısının çok yüksek olduğu iller, büyükşehirler… Bu nedenle MHP’nin oy oranını gerçekçi olarak belirlemek olanaksız.
MHP’nin seçime girdiği illerde kısmi bir başarı elde ettiği söylenebilir. Amasya, Bartın, Bayburt, Çankırı, Erzincan, Karabük, Karaman, Kastamonu, Kütahya, Manisa, Osmaniye illerinde belediye başkanlıklarını kazandı. Ancak Adana, Mersin büyükşehir belediye başkanlıklarının yanı sıra Isparta ve Kars’ı kaybetti MHP. Serhat Şehri Kars’ı HDP’ye kaptırması ise inanılmaz bir durum. MHP, çok iddialı olduğu Iğdır’da kaybetti; bu Serhat Şehri’ni de HDP kazandı.
Kars ve Iğdır, MHP açısından önemli iki il. MHP, yıllardır bu illerde çok güçlü. Bu sınır kentlerimiz, Türkiye’nin stratejik çıkarlarını korumak için son derece önemli. Bu illerimizi HDP’nin (Bölücü Örgüt PKK’nın siyasal uzantısıdır.) kazanması, ülkemizin jeostratejik çıkarları açısından olumsuzluk yaratacaktır. Çünkü bölücü örgütün Ermenistan’la Türkiye’ye karşı bir ittifak içinde olduğu bilinmekte. Ayrıca PKK’nın sınır boylarında yaptığı kanlı eylemler de belleklerden silinmemekte. Bu gerçeğin ışığında, MHP’nin bu illerde gücünü koruması için hem genel merkezin hem de yerel örgütlerinin daha sorumlu davranması gerekir.
            Adana, Isparta, Kars, Mersin illerini MHP’nin kaybetmesinden anlıyoruz ki Bahçeli ve arkadaşlarının belediyecilik konusunda eksiklikleri var. Eğer bir belediye başkanı yönettiği kentte doğru belediyecilik yapıyorsa seçimi yitirmesi epeyce zordur. Demek ki belediyecilik, hamasi milliyetçi söylemlerle olmuyor. Halk, birebir hizmet bekler. Günlük gereksinmelerinin yerine getirilmesini ister yurttaş. Bireyin günlük yaşamı kolaylaştırmayan bir belediye başkanının yeniden seçim kazanması zordur. MHP, Mersin’de partisinde çıkan sorunu çözememiştir. Partili belediye başkanını adeta bir kenara itmiştir. Aday belirleme sürecinde yapılanlar, buranın yitirilmesine neden olmuştur.
            MHP, yerel seçimlerde bir yandan kaybediyor, kaybettiği kadar da kazanıyor. Kazandığı illerin çoğunda (Manisa ve Osmaniye hariç) müttefiki AKP ile kıran kırana yarışarak birinci oldu. Erdoğan’ın memleketi, AKP’nin kalesi sayılan Rize’nin Çayeli, İkizdere ve Derepazarı ilçelerinde AKP’yi geçerek seçim kazanması önemlidir. Türkiye’nin birçok ilçesinde benzer durumu görmekteyiz. Bundan anlıyoruz ki, AKP’den kaçan oyların önemli bir bölümü MHP’de toplanmakta. Ekonomik bunalım derinleştikçe AKP’den MHP’ye oy kaymalarının hızla süreceğini düşünmekteyim.
            Peki, AKP oylarının bir bölümü MHP’ye kayıyor da MHP’den memnun olmayanlar nereye gidiyor. Bu partiden memnun olmayanların bir bölümü İP’e oy vermekteler. Özellikle büyükşehirlerdeki MHP’liler ise CHP’ye destek verdiler. Bu durum, MHP’nin kuruluşundan beri var olan liderin gücüne dayalı sistemin sorgulanmasına neden olacak. Artık ülkücülerin büyük bir bölümü liderin işaretiyle değil, özgür iradeleriyle oy kullanmaktalar.
            Yinelenen İstanbul seçimlerinden önce bölücü başının İmralı’dan gönderdiği mektup ve Osman Öcalan’ın TRT’de konuşturulması konusunda hem Bahçeli’nin hem de diğer yöneticilerin sessiz kalması, MHP tabanın kafasında soru işareti bırakmıştır. Bu durum, halkın gözünde MHP politikalarının tutarsızlığı konusunda şüpheler yaratmıştır. Böylece Millet İttifakı’na karşı yürüttükleri “bölücülükle işbirliği yaptıkları” propagandası çöktü. Bu nedenle de birçok ülkücü, 23 Haziran’da AKP yerine, CHP’ye oy verdi.
            MHP’nin ekonomi, yerel yönetimler, dış politika, Türk Devrimi konusunda açık siyasetler üretmesi gerek. Yıllardır yalnızca PKK karşıtlığıyla oy toplamaktaydı. Bahçeli, grup toplantılarında atasözü ve deyim okumak yerine, Türkiye’nin ivedilikle çözüm bekleyen sorunları konusundaki düşüncelerini açıklamalı.
MHP, bölünmesine karşın gücünden bir şey yitirmediği görülmekte. Bu gücünü sürdürmek için Soğuk Savaş dönemi düşüncelerinden arınarak birçok konuda yeni siyasetlere gereksinimi var. Türk milliyetçiliğinin emperyalizme karşı savaşımla var olduğunu söylememize bilmem gerek var mı? MHP; Yusuf Akçura, Ziya Gökalp, Ahmet Ağaoğlu, Hüseyinzade Ali Bey, Gaspıralı’ya dayanan köklerine dönmeli.
                                                                       Adil Hacıömeroğlu
                                                                       5 Haziran 2019
           

           

İDEOLOJİK SAPLANTILI DIŞ POLİTİKA (Seçim Değerlendirmesi-4)


AKP, iktidara geldiğinde “komşularla sıfır sorun” parolasıyla dış politikayı oluşturmaya başladı. BOP eşbaşkanı olduğunu söyleyen zamanın başbakanı Erdoğan ile ABD Dışişleri Bakanı Colin Powell’la gizli anlaşmalar imzalayan Abdullah Gül, AKP’nin dış politika vitrininde önemli iki kişiydi. Daha sonra emperyalizmin Ortadoğu’yu kan gölüne çevirmenin adı olan “Stratejik Derinlik”çi Davutoğlu damga vurdu Türk dış siyasetine. Bu dönemde Türkiye’nin çıkarları söz konusu edilmezken ABD çıkarları için çaba harcamak asıl amaçtı. 
Peki, AKP’li siyasetçileri ABD politikalarının tutsağı yapan neydi? Başta Türkiye olmak üzere İslam ülkelerinin tümünde İslamcı siyaset yapan grupların asıl düşmanları hep kendi ulus devletleri oldu. Halklarının asıl düşmanı olan emperyalizme değil, kendi ulus devletlerine düşmanlığı esas aldılar. Bu politikalar da İngilizler tarafından oluşturuldu. İngilizlerin desteğiyle kurulan Müslüman Kardeşler Örgütü, İslamcı siyasetin Ortadoğu’da buluştuğu yer oldu.
İngilizler, Atatürk’e düşman mı? Müslüman Kardeşler Örgütü düşüncesiyle zehirlenen İslamcılar da Atatürk’e düşman...
İsrail, Nasır ve Esat’a karşı mı? Müslüman Kardeşler sevdasıyla düş görenler de Nasır ve Esat’a karşı…
ABD, Kaddafi ve Saddam’ı yok etmek mi istiyor? Müslüman Kardeşler’in süslümanları da bu yok edişe elbirliğiyle katılırlar.
ABD, İslam dünyasındaki herhangi bir devlet yöneticisini günah keçisi ilan ettiğinde Müslüman Kardeşler’in dergâhlarında İngiliz zehri içmiş İslamcı, masumiyet ve mağduriyet menkıbeleriyle gözyaşlarını akıta akıta en önde koşar.
AKP iktidarı döneminde birçok İslam ülkesi, ABD ve onun beslediği ajanlarla kundaklandı. Milyonlarca Müslüman’ın kanıyla Arap çölleri sulandı. Bu vahşette AKP yönetimi ABD’nin sadık bağlaşığıydı. Bu nedenle Arap ülkelerinde ilişkimiz olan ülke neredeyse kalmadı. Bu durum, ülkemizin yaşamsal çıkarlarına zarar vermekte. Üstüne üstlük ülkemizde dört milyona yakın Suriyeli yaşamakta. Bu büyük kitleye bakmak zorunda kalmak ekonomisi zor durumda olan ülkemize ağır yükler getirmekte. Bu işin sosyal olumsuzlukları ayrı bir konu.
Zaman içinde görüldü ki BOP, Ortadoğu’da amaca ulaşamayacak. Ezilen Ortadoğu halklarının direnişi, ABD-İsrail saldırganlığını püskürttü. Dünya güç merkezinin Atlantik’ten Avrasya’ya kaymasıyla ezilen ulusların elini güçlendirdi. Avrasya güçlerinin desteğindeki ülkeler, emperyalizmi geriletti. Dünya güç merkezinin Avrasya’ya kaydığını gören AKP yöneticileri ne yazık ki komşularıyla ilişkileri normalleştirmede gereken adımları atmamakta. Üstelik Erdoğan, neredeyse her gün Esat ve Sisi düşmanlığını dile getirmekte. Bu düşmanlık dile getirilirken de emperyalizmin yıllardır savunduğu yanların dili kullanılmakta. Müslüman Kardeşler Örgütünün önemli liderlerinden olan Mursi göklere çıkarılmakta. ABD yurttaşı olan Mursi’den kahraman olmayacağını bir türlü anlayamıyorlar.
Türkiye; güneyden ve batıdan ABD, İsrail, GKRY, Yunanistan tarafından kuşatılmakta. Doğu Akdeniz’deki çıkarlarımız, bu devletlerce adeta gasp edilmekte. Bu durum karşısında Türkiye’nin bölgede ivedi olarak ittifaklar kurması. Kimlerle mi? Suriye, Lübnan, Mısır, KKTC ve Libya ile… Bu gerçeği halkımızın neredeyse tümü bilmekte. Ancak RTE ve AKP yöneticileri bunu bir türlü anlamamaktalar. RTE’nin Esat ve Sisi düşmanlığı halkımızca kabul görmemekte.
Türkiye, Suriye ile barışıp işbirliği yaptığında güney komşumuzun topraklarından kaynaklı terör bitecek. Artık Türkiye’nin ekonomik ve sosyal kamburu olan Suriyeli göçmenler ülkelerine dönünce toplumsal yaşamımızda normalleşme olacak. Türkiye’nin her köşesine dağılmış Suriyelilerden şikâyetçi olmayan yurttaşımız neredeyse yok! Yerel seçimlerde Suriyelilerin yoğun olarak yaşadıkları İstanbul’da Fatih, Küçükçekmece ve Esenyurt, Antalya, Mersin, Adana’da cumhur ittifakının seçimleri yitirdikleri göz önüne alınmalıdır Bundan da anlaşılıyor ki AKP dış politikası, yerel seçimlerde halkımızdan onay almamıştır.
AKP özelikle de RTE, dış politikada Müslüman Kardeşler (İngilizlerce oluşturulan ulus devlet karşıtı ve laiklik düşmanı örgüt) saplantısından kurtularak Türkiye’nin yaşamsal çıkarlarını ön plana alan adımlar atmalıdır. Yoksa muhafazakâr-milliyetçi tabanının önemli bir bölümünü yitirir. AKP’nin yerel seçim sonuçlarından ders alması hem Türkiye’nin hem de kendilerinin çıkarınadır. Tersi bir durum, AKP’yi siyaset sahnesinden sileceği gibi Türkiye’ye de önemli zararlar verecektir.
                                                                       Adil Hacıömeroğlu
                                                                       28 Haziran 2019

BAŞKANLIK TUZAĞINDA ÇIRPINAN AKP (Seçim Değerlendirmesi-3)


                        
16 Nisan 2017’de yapılan halk oylaması öncesi “Evet mi, Hayır mı?” başlıklı bir dizi yazı yayımlamıştım. Ayrıca başka başlıklarla da çokça yazılar yazıp kamuoyunu, başkanlık sistemiyle gelecek tehlikeler karşısında uyarmıştım.
RTE ve AKP, Bahçeli’nin çağrısıyla başkanlık sistemini gündeme taşıdı. Uzun tartışmalar sonunda 16 Nisan 2017 günü başkanlık sistemiyle ilgili halkoylaması yapma kararı alındı. Başkanlık sistemiyle Erdoğan’a tuzak kurulduğunu birçok yazımızda yazıp söyledik. (Bkz. EVET Mİ, HAYIR MI 11? https://adiladalet.blogspot.com/2017/03/evet-mi-hayir-mi-11.html?spref=tw ), (Bkz. EVET Mİ, HAYIR MI 9? https://adiladalet.blogspot.com/2017/03/evet-mi-hayir-mi-9.html?spref=tw ). Bu konuda, uyarılar yaptık. Başkanlık sistemiyle TBMM’nin yetkileri azalacak, hem RTE hem de atanmış bakanlar kurulunun çok zayıflayacağını anlattık. Ama ne yazık ki halkoylamasında başkanlık sistemi kabul edildi. Dünyanın hiçbir yerinde görülmemiş bir ucube sistemle Türkiye’ye yönetilmeye başlandı. TBMM’nin devre dışı kalmasıyla eleştiri, denetleme ve uyarının olmadığı acayip demokrasi(!) işleme(me)ye başladı.
Başkanlık sistemiyle kurulan bakanlar kurulunda bakan sayısı düştü. Koltuklara oturan bakanların çoğu, alanında yetkin değil. Bir şey yapmak isteyen birkaç bakanın arkasında Meclis olmadığından kendilerini güçsüz gördüler ve bir şey yapıyor gibi görünmekteler. Bu arada Meclis’in “millet”
+ demek olduğunu da belirtelim. Anlaşılacağı üzere milletsiz bir hükümet işbaşına geldi. Şöyle bakan koltuğuna oturanlara bakınca bazı bakanların bakancılık oynadıkları herkesçe anlaşılır.
Başkanlık sistemiyle AKP’de var olan “kibir” üst düzeye çıktı. Başta Erdoğan olmak üzere, bakanlar, parti yöneticileri aşırı bir kibrin tutsağı oldular. Kibir, onları halktan kopardı, yanlışlarını çoğalttı.
Hızla varsıllaşan AKP’li işadamları, yoksul halkın gözünden kaçmadı. Çünkü bu sonradan görme varsıllık, aşırı bir görgüsüzlükle birleşince yoksul halkın bu kesime nefreti arttı. Yeni varsıl görgüsüzlerin zevksizlikleri her alanda kendini gösterdi. Aşırı lüks yaşama ve savurganlık, öyle bir boyuttaki insanların bu kesimi fark etmemesi olanaksız. Kendi yoksullukları, dinsel duyguları sömürülerek iktidar olanlar; kendilerini daha da yoksullaştırdıklarını fark etti. Böylece öfke büyüdü. Başta RTE olmak üzere birçok AKP’li yöneticiye güven kalmadı. Özellikle din konusunda AKP’lilerle halkın anlayışları farklılaştı. AKP, dini yalnızca kullandı. Oysa halk, din kurallarını gerçek yaşamda uygulamaktaydı. Bu durum, çok belirginleşince halkın din bezirgânlarına güveni sarsıldı. Kısacası takke düştü, kel göründü.
AKP’nin yıllardır halkı aldatmak için kullandığı yöntemler herkesçe anlaşıldı. Halk dostu görünerek halkı yoksullaştırıp yandaşı varsıllaştıran düşünceleri açıkça görülmekte. Bu nedenle AKP’nin büyük çöküşü başlamıştır. Artık AKP, ülkemizi tek başına yönetememektedir. Olağanüstü koşullar, durumlar, olanaklar ortaya çıkmadıktan sonra bu durum değişmez.
                                                           Adil Hacıömeroğlu
                                                           27 Haziran 2019

AKP, NEDEN KAYBETTİ? (Seçim Değerlendirmesi-2)


                                               
31 Mart yerel seçimleri, İstanbul’daki seçimin sonuçlanmasıyla bitti. AKP’nin belirgin bir gerileme içinde olduğu çok açık. Özellikle AKP yöneticilerinin önemli bir bölümü, bu gerilemenin nedenini bir türlü anlamamakta.
Muhalefet partilerinin birçoğu, medyanın önemli bir kesimi, birçok sendika, meslek odası ve demokratik kitle örgütü 2002’de başlayan AKP iktidarının başarılarından söz ettiler uzun süre. Başarısızlığı ise neredeyse son üç beş aya sığdırmaktalar. Oysa AKP iktidarları hep başarısızdı. Göz boyayıcı ekonomik sistem, hem halkı hem muhalefetin önemli bir bölümünü hem de AKP yöneticilerini aldattı. On yedi yıla varan iktidar döneminde üretime değer hiçbir şey yok! Sanayi, tarım, hayvancılıkta üretim dibe vurmuş; çağın gereği olan bilişim, elektronik, genetik… alanlarında ise hiçbir önemli gelişme olmadı. Üretimin dinamosu sayılan üniversiteler, dünyanın gelişmiş ülkeleriyle yarışmayı bir yana bıraktı, mevcut yapılarını bile koruyamadı. AKP iktidarı, anaokulundan üniversiteye kadar tüm eğitim kademelerini silindir gibi ezip geçti. Eğitim ve öğretim, Ortaçağ düzeyine getirildi. İnşaat yapmakla ülkeyi kalkındıracağını sanan sığ zihniyet, nerdeyse ülkede tüten fabrika bacası bırakmadı. Tarıma dayalı sanayinin özelleştirme adı altında yok edilmesi, uçsuz bucaksız topraklarımızı çoraklaştırdı. Çiftçi tarlasını ekemez, bahçesindeki ürünü toplayamaz duruma geldi.
AKP’nin iktidarının bugüne dek sürmesinin nedeni, halkın RTE ve arkadaşlarının politikalarını beğendiklerinden değil; muhalefet partilerinin olağanüstü beceriksizlikleriydi. Muhalefet açısından durum değişti mi? Hayır… Değişen şey, AKP masallarının inandırıcılığının kalmamasıdır. Muhalefet partileri, seçim sürecinde AKP’nin ekonomik siyasetine karşı herhangi bir seçenek öne süremediler. Üretim ekonomisini ve buna dayalı olarak devletçilik ve halkçılığı savunmadılar. Çünkü iktidarın da muhalefetin de ekonomide kılavuzu Kemal Derviş’tir.
AKP’nin uyguladığı sıcak para ekonomisi duvara dayanıp iflas etti. Bu, halka yoksulluk ve işsizlik olarak yansımakta. Yoksulluk içine düşen geniş kitleler, neredeyse açlık sınırına dayanmış bir yaşam düzeyine gerileyince iktidarın masallarından uyanma başladı. Böylece iktidar partisinin oy deposu sayılan geniş kitleler, yaşamlarının gerçeğinden hareketle oylarının rengini değiştirdiler. İstanbul’da, İmamoğlu’na verilen oylar AKP’ye daha çok da RTE’ye tepki oylarıdır.
Seçim sürecinde AKP yöneticileri inanılmaz yanlışlar yaptılar. Özellikle 23 Haziran öncesi yanlışlar saç baş yoldurdu. Türk Ulusunun ne kadar değeri varsa hepsi hoyratça, sorumsuzca kullanıldı. İmamoğlu özelinde Karadenizlilere yapılan “Pontus” göndermeleri tam bir bölücülüktü. Yedi Düvel’in alayı toplansa böyle bir bölücülüğü yapamazdı. İşte, filmin koptuğu yer de burasıydı. İmamoğlu’nun “Pontus” bölücülüğünü oya dönüştürmek için yaptığı Doğu Karadeniz gezisi İstanbul seçiminin kilidini kırdı, fark yarattı. İstanbul seçimlerinde her dönem belirleyici olan Karadenizli seçmen kitlesi AKP’yi sandığa gömdü. İnsan düşünmeden edemiyor: “Bu Pontus göndermelerini yapan Sevr özlemcileri, FETÖ’nün AKP içindeki uzantıları olmasın!”
Cumhur İttifakı sözcülerinin söylemlerindeki tutarsızlıklar saymakla bitmez. Bu konuda bir köşe yazısı değil, ciltler dolusu kitaplar yazılır. Hele en son canlı cenaze olan Öcalan’dan yardım umulması siyasal sefaletin dip yapmış biçimiydi. Kırmızı bültenle aranan Osman Öcalan’ın devletin televizyonuna çıkarılması “aymazlık, bilgisizlik, sorumsuzluk, tutarsızlık” sözcükleriyle açıklanamaz. RTE’nin Osman Öcalan’ın kırmızı bültenle arandığını bilmediğini söylemesi ise bilgisizliğinin, devlet sorumluluğun zerresinden bile nasibini almadığının dramatik bir görüntüsüdür. Ey Erdoğan, Osman Öcalan’ı bilip tanımıyorsan sen neyi bilirsin?
Binali Yıldırım’a gelince… Adaylığının açıklandığı ilk günden itibaren mutsuzdu. Bu adaylığı Reis’in buyruğuyla kerhen kabul ettiği görüntüsü vardı üstünde. Beden diline bakılınca çoktan seçimi yitirmiş birinin bıkkınlığı açıkça görülmekteydi. Adaylığı, gönülsüzdü… “Gönülsüz yenen aş, ya karın ağrıtır ya baş.” atasözünün anlamına uygun olarak AKP’nin hem karnı hem de başı ağrımıştır seçim sonunda. Bu ağrıların da dinmeyeceği görülmekte.
Halkı, yalnızca kandırılarak oyu alınan ve uyutulan bir kitle olarak görmenin bedelidir bu seçim yenilgisi. Sürekli din üzerinden kandırılan kitlelerin uyanışıdır yerel seçimlerde kaybeden AKP’nin dramı. Cumhuriyetle ve Türkiye’nin tarihsel, kültürel değerleriyle sürekli kavga eden bir zihniyetin millet kayasına çarpmasıdır AKP’nin yaşadığı gerçek.
Keşke yaşananlardan gerekli dersi alsa iktidar partisinin yöneticileri.
                                                                       Adil Hacıömeroğlu
                                                                       26 Haziran 2019



İSTANBUL SEÇİMİNİN İPTALİ (Seçim Değerlendirmesi-1)


31 Mart seçimlerinde AKP, birçok büyükşehirde seçimi yitirdi. Seçim sonrasında en büyük tartışma ve AKP cephesinde şaşkınlık, İstanbul’daki seçim sonuçlarıyla oldu.

İstanbul’un Türkiye’nin lokomotifi olduğunu bilen RTE ve arkadaşları önce suskunluğu yeğlediler. On yedi günlük seçim sonuçlarına kendi tabanlarını gazı almak için usulen itiraz ve düşük düzeyde tartışma döneminden sonra Erdoğan: “Dönem kızgın demiri soğutma, birlik ve beraberliğimizi yeniden perçinleme dönemi.” diyerek seçim sonuçlarını kabul ettiğini gösterdi. Erdoğan sözlerini: “Demokrasi şöleniyle havasıyla geçen seçim maratonunu tamamladık. Elbette birtakım tartışmalar, görüş farklılıkları olmuştur. Ama bu durum demokrasimizin bir kez daha başarıyla işlediği gerçeğinin teslimine engel değildir.” diye sürdürmekte konuşmasını. Bu sözlerden anlaşılacağı üzere RTE, seçimi bir “demokrasi şöleni” olarak görmekte. “Oyların çalındığı(!)” bir seçimin “demokrasi şöleni olması olanaklı mı?

“Kızgın demiri soğutma” sözüyle seçim tartışmalarının sona ermesini ve iktidar ve muhalefet partilerinin önlerine bakmaları gerektiğini belirtmekte RTE. Erdoğan’ın “kızgın demiri soğutma” isteğine karşın İstanbul’un getiriminden yararlanan AKP içindeki bazı çevreler, seçimin iptali için çalışmalar yaptılar gizli ve açık olarak.

Erdoğan: “Biz, her ne kadar hiçbir zaman seçim ekonomisine tevessül etmesek de seçimlerin ülke ekonomisinde ağır bir yük oluşturduğu vakadır. Seçim atmosferinde yükselen siyasi rekabet, toplumumuzun hem sosyolojisinde hem seçimlerin ülke ekonomisinde gerilimlere sebep olmaktadır. Hamdolsun milletimiz sandıkların kapanmasıyla beraber bu dönemi geride bırakmıştır.” diyerek seçim defterinin kapandığını açıkça söylemekte. Üstelik seçimlerin toplumun bölünmesine, ekonominin olumsuz etkilenmesine neden olduğunu da belirtmekte. Çökmekte olan bir ekonominin yeni bir seçimi kaldıramayacağı bu sözlerden anlaşılmakta.

“Ülkemizin bekasını ilgilendiren meselelerde siyasi görüş ayrılıklarımızı bir tarafa koyarak seksen iki milyon hep birlikte Türkiye ittifakı olarak hareket etmeliyiz. Gençlerimizin, memurlarımızın, çiftçi, sanayici, esnaflarımızın sorunlarını çözmek, ancak bu şekilde mümkün olacaktır.” sözleri, Erdoğan’ın ülkemizin ağır sorunlarının çözümü için muhalefete el uzatması olarak değerlendirildi. Bu çağrı, muhalefetten destek buldu. Başta Kılıçdaroğlu ve Perinçek olmak üzere demokratik kitle örgütleri, odalar, sendikalardan destek buldu Türkiye ittifakı çağrısı.

Muhalefet partilerinin “Türkiye ittifakına” olumlu yaklaşması karşısında Devlet Bahçeli: “Ülke bazlı bir siyasi ittifak olamaz. Bizim ittifakımız cumhurladır, bizim ittifakımız AKP’li kardeşlerimledir. Sayın Cumhurbaşkanımızın Türkiye ittifakı ile neyi kastettiğini elbette bilemeyiz. Ama konunun zillet ittifakı tarafından istismar edildiğini görüyoruz. Bizim inandığımız cumhur ittifakıdır. Bizim amacımız milli bekayı sonuna kadar yaşatmaktır. Cumhur ittifakına yönelik sabotajlara fırsat vermemektir.” diyerek RTE’nin “Türkiye ittifakı” önerisine karşı çıktı. Üstelik böyle bir düşüncenin “cumhur ittifakına sabotaj olacağını” belirtti. Bu durumda sabotajı kim yapmış oluyor? “Türkiye ittifakını” ortaya atan Erdoğan. Şunu da ekleyelim ki İstanbul’da 31 Mart seçiminin sonucunu Bahçeli baştan beri hiç kabul etmedi. Büyükşehir belediyesi başkanlığı seçiminin yinelenmesi gerektiğini her fırsatta söyledi Devlet Bey. Bu açıklamadan sonra Erdoğan Türkiye ittifakı söyleminden vazgeçti, kısacası geri adım attı.

İstanbul seçimine itirazlar sürerken sosyal medyada, seçimin iptalinin AKP’ye hezimet getireceğini sürekli söyledik, yazdık. Çünkü koşullar, AKP’nin aleyhindeydi. İstanbul gibi ekonomik koşulların ağırlaştığı, iflasların yaşandığı, işsizliğin çığ gibi büyüdüğü bir kentte iktidar partisinin seçim kazanması olanaksızdı. Bu konudaki sosyal medya paylaşımlarımıza bazı dostlarımızdan olağanüstü tepkiler geldi. Hatta bazıları, beni AKP koruyuculuğu ve savunuculuğuyla suçladı.

Yıllar önce Erdoğan, şiir okudu diye hapsedildi. Bu uyduruk caza ile masumiyet ve mağduriyet zırhına bürünen RTE’nin yıldızı hızla parladı ve böylece iktidara ulaştı Tayyip Bey. Şimdi aynı durum, İmamoğlu için sahneye kondu. Asılsız gerekçelerle İstanbul seçimi iptal edildi. Yıllar önce Erdoğan’ı iktidara taşıyan masumiyet ve mağduriyet zırhı, İmamoğlu’na giydirildi ve önü açıldı.

İstanbul seçimlerinin iptalinde başı çeken Bahçeli ve inandırıcı olmayan bir karara imza atan YSK üyeleri, seçimin iptaliyle oluşan bunalımdan, ülkemize fazladan binen ekonomik yükten sorumludurlar. Ayrıca siyasal olarak erimeye başlayan HDP/PKK’nın yeniden gündeme oturmasına neden oldukları için de büyük bir vebal altındadırlar. HDP sözcüleri, muzaffer Romalı generaller gibi her gün beyazcamda endam etmekteler. Bunun sorumluları kimlerdir acaba?

Türkiye, sorunlarını çözmek zorundadır. Ancak bu, benzer siyasetleri savunanlarla küresel merkezlerin övgüsüne mazhar olan politikacılarla olmaz. Çünkü yaşadığımız bütün sorunların nedeni, emperyalistler ve onların çözüm reçetelerini uygulayan siyasetçilerdedir. Sorunu yaratan anlayışla sorunlar çözülemez.

                                                         Adil Hacıömeroğlu

                                                         25 Haziran 2019

 

 

ILIMLI ATATÜRKÇÜLÜK MÜ?


Gazeteci Can Ataklı, Gerçeği Söylemeyip Saklayalım mı?” başlıklı yazıma dostça bir eleştiride bulundu. Eleştirinin insanı ve toplumu geliştirdiğini düşünen biri olarak Sayın Ataklı’nın eleştirilerini önemsedim ve bakış açımızdaki farklılıklara değinmenin zorunlu olduğunu düşündüm.

Sayın Ataklı, yazımda sözünü ettiğin Hanımefendi’nin bana karşı “nezaketsiz davranışı için üzüldüğünü” söylemekte. Bu inceliği için sağolsun. Ancak yazımdaki kişinin saldırgan, baskıcı ve kişi özgürlüğünü yok sayan tutumuna benzer davranışlar ne yazık ki kendilerini “Atatürkçü, devrimci, solcu…” olarak tanımlayan birçok kişide görülmekte. Hele sosyal medyadaki yazılanlara baktığımızda bunu açıkça görmekteyiz. Farklı düşüncedeki kişileri küçük görmek, görüşleri nedeniyle aşağılamak, hakaret etmek, onların zekâ düzeyleriyle ilgili saptamalarda bulunmak, küfretmek… sıkça rastlanan propaganda yöntemleri. Bu davranışlar konusunda özellikle AKP’den kopmakta olan yurttaşlarımız, partilerinden kopmak yerine AKP’ye daha çok sarılmaktalar. Bundan anlıyoruz ki CHP ve Atatürkçülük adına sosyal medyada klavye oynatanların; sokakta, kahvede propaganda yapanların davranışları, sözleri, olaylara bakışları, saldırganlıkları, kabalıklarıyla AKP’ye çalıştıklarını söyleyebiliriz. Karşıtına hakaret ederek görüşlerini değiştireceğini düşünmek nasıl bir aymazlık? Sayın Ataklı, deneyimli bir gazeteci ve televizyoncu olarak bu aymazlıkla mücadele etmeyi görev edinmek ister misiniz?

Öncelikle belirtmem gereken şudur: Kemalist düşünceye sahip biriyim. Düşünsel ve eylemsel kılavuzum, Atatürk. Siyasal olaylara bakışım, düşünce ve olguları değerlendirişim, siyasal duruşları çözümlemem hep Kemalizmin bakış açısıyla olmakta.

Sosyal medyada Atatürk fotoğrafları paylaşmayı, Atatürkçülük sananlardan değilim. Böyle içi boş bir Atatürkçülüğü de karşıyım. Fotoğrafla Atatürkçü olunacağı düşüncesinin de başta 12 Eylül darbecileri ve AB-ABD emperyalistlerince halkımıza dayatıldığının bilincindeyim. Amaç; Atatürk’ü putlaştırmak, Kemalizmin düşünsel içeriğini boşaltarak onu batıcılık olarak algılatmak.

Öncelikle şunu söyleyeyim ki, Atatürk batıcı değildi. Son nefesine dek Batı ile savaştı. Batı emperyalizminin vahşeti, sömürüsü, insan kırımı, baskıcılığı karşısında hep ezilen dünyanın yanında oldu. Emperyalizme karşı olmak, Kemalizmin temel direği. Bu temel direği yıktığınızda Kemalizm diye bir şey kalmaz.

Sayın Ataklı, yazıma yaptığınız eleştiride “Dünyanın bütün uygar ve demokratik ülkeleri Türkiye’de olup bitenleri ibretle izliyor.” demektesiniz. Ne yazık ki bu tümcenizdeki görüşleri, başta Kemal Kılıçdaroğlu olmak üzere birçok CHP yöneticisi ile bazı Atatürkçü(!) köşe yazıcıları da sık sık dile getirmekteler.

Söz konusu yazıma konu olan ABD Dışişleri Bakanlığı açıklaması, bana göre İmamoğlu lehine kamuoyun oluşturmaktır. Türkiye’nin yurtseverlerinin bu açıklamayla ilgili söyleyecekleri şudur: İmamoğlu’nun hakkını aramak, ABD’nin işi mi? Öncelikle bu duruma, başta İmamoğlu ve CHP yöneticileri karşı çıkmalı.

Türkiye’de demokrasinin kurulmasını uygar(!) ve demokratik(!) ülkelerin” hoşuna gitsin diye istemiyoruz. Demokratikleşmeyi; halkımızı daha özgür, daha uygar, daha mutlu, daha çağcıl yaşatmak için istemek zorundayız. “Uygar ve demokratik ülkeler” dedikleriniz batılı emperyalistler…

Dün Irak’ta oluk oluk mazlumların kanı aktığında “uygarlık ve demokrasi” neredeydi?

Vietnam, Laos, Kamboçya, Kore, Latin Amerika ülkeleri, Burundi, Ruanda, Kongo, Nijerya, Libya, Çad, Yemen ve Sudan’da… insanları vahşice katledenler, kırıma uğratanlar bu “uygar ve demokratik ülkeler” değil miydi?

Venezuela’ya cumhurbaşkanı atayıp sonrasında alçakça darbe girimi yaptıran uygar(!), demokratik(!) ABD ve bu alçaklığa ses çıkarmayıp destekleyen uygar(!), demokratik(!) AB ülkelerinin olduğuna hiç şaşırmadık.

Sayın Ataklı, yaklaşık kırk yıldır ulusumuzun birliğine, devletimizin varlığına, yurdumuzun bütünlüğüne, yurttaşımızın canına kastetmiş bölücü terör örgütü PKK’nın en büyük destekçileri sözünü ettiğiniz sözde uygar ve demokratik ülkeler” değil mi? Bu vahşi örgüte, TIR’lar dolusu silah veren ABD’ye bir çift sözümüz olmayacak mı? ABD’nin haddi ve hakkı mıdır Türkiye’deki seçimlerin nasıl yapıldığını ve sonuçlarını değerlendirip ülkemizdeki demokratik işlerliği sorgulamak?

ABD, İsrail, Yunanistan, Kıbrıs Rum Kesimi ülkemizi güneyden ve batıdan kuşatmaktalar. Doğu Akdeniz’de bir emperyalist saldırıyla karşı karşıyayız. Muhalefet partilerinin bu konuda sessiz kalmalarının nedenini merak etmeyecek miyiz? İktidar partisinin geçmişte yaptığı vahim hatalar yüzünden muhalefetin konuya sırtını dönmesi, Türkiye’ye sırt dönmek değil mi?

Sayın Ataklı, bana gönderdiğiniz iletide: “Konu, Türkiye’nin içişlerine karışılması değildir. Uygarlık ve vahşilik arasındaki tercihtir.” demişsiniz. Bu sözlerinizden anlaşılmaktadır ki Türkiye’ye demokrasi dersi vermeye çalışan ülkelerin “uygar”, Türkiye’nin ve geri kalmış ülkelerin “vahşi” olduğudur. Sizin “uygar” dediğiniz, Mehmet Akif’in tarihsel bir saptamayla “Medeniyet dediğin tek dişi kalmış canavar” dediği Batı’nın uygar(!) davranışlarını sömürgeci dönemlerinden beri izlemekteyiz. Yani biz adam olamıyoruz da Batı mı bizi adam edecek?

Yukarıda saydığım ezilen ülkelerdeki vahşetin boyutlarını anlatmaya sayfalar yetmez. “Uygarlık ve vahşilik” konusunda Tanzimatçılar gibi mi, yoksa Atatürk gibi mi düşünüp davranacağız? Ben, Atatürk gibi düşünenlerdenim. Bunun için kapitalizm ve emperyalizmi insanlığın baş düşmanı görmekteyim.

Atatürk’ün kaleme aldığı ve TBMM’nin 18 Kasım 1920’de kabul ettiği Halkçılık Beyannamesi, bugün de kılavuzumuz olmalı. Bu beyanname ile emperyalizm ve kapitalizme savaş açmıştır Yüce Önder. Bu savaşı, 10 Kasım 19838’’e dek sürdü. Ölüm döşeğinde İnönü, Bayar, Ali Fuat, Tevfik Rüştü ve Kılıç Ali’ye “Sovyetler Birliği’ne karşı kurulacak batı ittifaklarının hiçbirine girmemeleri konusunda uyarılarda bulundu. Bu yarılar, sözü edilen kişilerin anılarında var.

Atatürk: “Efendiler, Batı’nın hiçbir vakit affedemeyeceğimiz zalimleri, memleketimiz Türkiya’yı parçalamak, bu topraklarda yaşayan milletimizin haysiyetini, bağımsızlığını ayaklar altına almak için verdikleri asırlık kararı en nihayet tatbik mevkiine koyarken, milletimiz, bugün cihanı kapsayan inkılaplar ve ihtilaller içinde mevcudiyetini muhafaza lüzumuna kanidir… (1 Kasım 1920, Ankara Subay Adayları Talimgahının Diploma Töreninde Konuşma, Atatürk’ün Kendi Kaleminden Emperyalizm ve Tam Bağımsızlık, Kaynak Yayınları, s. 134)”

Sayın Ataklı, Atatürk batılı zalimleri hiçbir zaman affetmeyeceğini söylemekte, bu görüşe bilmem katılır mısınız?

Yazımda söz etmediğim halde “Erdoğan’dan antiemperyalist bir kahraman çıkarma çabasını ise üzülerek izliyorum.” demiş gönderdiği iletinin sonunda Can Bey. Konu dışın acıkarak yanıt verme, yorum yapma son yıllarda sosyal medyada özellikle muhaliflerin özellikle ilgi çeken bir davranışı. Nedense konuya odaklanma yerine, konuyu saptırma amacı taşımakta bu durum.

Sayın Ataklı, Mondros Anlaşmasını Osmanlı Devleti adına imzalayan Rauf Bey’in Kurtuluş Savaşı’mızın ilk ateşini Mustafa Kemal’le yaktığını biliyordur sanırım. Atatürk Samsun’a çıkmadan önce Vahdettin’le dört kez görüştü. Bu görüşmelerde Mustafa Kemal, milli bir hükümetin kurulmasını ve bu hükümette harbiye nazırlığının kendisine verilmesini istiyor. Bu seçenek gerçekleşmeyince Vahdettin’i Anadolu’ya kaçırıp kurtuluş mücadelesini başlatmak istiyor. Bu seçenek de olmayınca Samsun’a çıkıyor. (Alev Coşkun, Samsun’dan Önce 6 Ay, Cumhuriyet Kitapları) Burada da görüldüğü gibi Atatürk, Vahdettin’in gücünden yararlanmak istemekte antiemperyalist mücadelede.

Ülkem ve İslam dünyası, ABD düşünce kuruluşlarıyla CİA tarafından uygulamaya sokulan 1Ilımlı İslamcılık” ile çökertilmeye çalışıldı. Türkiye bu proje ile birçok cumhuriyet değerini ve kurumunu yitirdi.

ABD emperyalizmi, “Ilımlı Atatürkçülük” ile Cumhuriyet’imizin cenaze namazının kıldırılması görevini, Kılıçdaroğlu eliyle kurucu parti CHP’ye verdi. Bunun içindir ki iktidarın yaptığı yanlış uygulamada (Her yurtseverin sonuna dek mücadele etmesi gerekir bu yanlışlarla.) “Biz, bunu dünyaya anlatamayız.” benzeri sözler söylemekteler. Biz iktidarın yanlış uygulamalarını, “dünya” dedikleri birkaç emperyalist ülkeye değil; halkımıza anlatmalıyız. Yakınma yeri de karar yeri de halkımızdır.

Not: Can Ataklı’nın gönderdiği email:

Not: Sayın Can Ataklı'nın gönderdiği email...

 

Can Ataklı

11 May 2019 11:55 (3 gün önce)

 

Alıcı: ben

sevgili hacıömeroğlu

 

yanınıza gelen kişinin nezaketsiz davranışları için üzüldüm

ancak siz de biliyorsunuz ki amerika "imamoğlu" demedi.

amerika sözcüsünün türkiye'deki demokrasi ve hukuk dışı tutumlara yönelik eleştirisi CHP desteği veya "Amerika İmamoğlu dedi" şeklinde algılamak yanlıştır.

dünyanın bütün uygar ve demokratik ülkeleri Türkiye'de olup bitenleri ibretle izliyor.

konu türkiyenin iç işleri karışılması değildir.

uygarlık vahşilik arasındaki tercihtir.

düşman sizi övmüyor.

yanlış algı yaratmak hiçbirimizin çıkarına olmaz .

erdoğan'dan antiemperyalist bir kahraman çıkarma çabasını ise üzülerek izliyorum

 

 

                                                             Adil Hacıömeroğlu

                                                           14 Mayıs 2019

 

 

 

GERÇEĞİ SÖYLEMEYİP SAKLAYALIM MI?


                                 
Bugün öğleden sonra Bostancı’dan bir belediye otobüsüne bindim. Boş bir koltuk bulunca oturdum ve gazetemi açıp okumaya başladım. Bu arada okuduğum gazetenin Aydınlık olduğunu da söyleyeyim.
Kent içinde toplu taşım araçlarında, şehirlerarası ya da yurtdışı gezilerimde kitap, dergi, gazete okurum genellikle. Kitap okumadığım zamanlarda ya yanımdaki kişiyle söyleşirim ya da çevreyi izleyip hayal kurarım. Yolculuk sırasında uyumayı sevmem.
Yolculuğum sırasında kitap okumamı engeller diye akıllı telefon kullanmam. İnterneti evde kullanırım. O da belirli sürelerle… Dışarda okuduğum kitapla evde okuduklarım farlıdır. Çantamda taşıdığım kitap ya da dergiyi evde okumam. Akıllı telefon kullanımının zamanımın Günümün önemli bir kısmını, sosyal medyada harcamamak için akıllı telefon kullanmam. Önceliğim sosyal medyadan değil, okumaktan yanadır.
İnternet ortamında kitap okumaktan zevk almam. Çünkü okuyup beğendiklerimin altını kırmızı kalemle, beğenmediklerimin altını da mavi kalemle çizerim. Kitap sayfalarına notlar alırım. Konuyla ilgili fişler çıkarırım. Okuduğum kitapların bazıları üzerinde düzeltme yapar, yaptığım düzeltmeleri yayınevine iletirim. Bu saydıklarımı, internet ortamında yapamayacağımdan orada bir şeyler okumak da bana çok yavan gelir.
Neyse sözü uzatmayalım… Yolculuk yaptığım 10 numaralı otobüse dönelim. Çoğu zaman gazete okurken yan koltuklardan gazeteme göz atıldığını fark eder ve bundan memnun olurum. Bu nedenle sayfaları çevirmekte acele etmem. Ağırdan alırım okumayı, ki gazeteme göz konuğu olanlar da okusun, diye. Bu sefer de öyle yaptım.
İneceğim yere yaklaşınca gazetemi katlayıp çantama koydum. İniş kapısına yaklaştım. Otobüs durakta durduğunda inip metroya binmek için yavaşça yürümeye başladım. Yanımda yürümekte olan kadınlardan biri: “Beyefendi, gazetenizin manşetini gördüm, neden AKP’yi destekliyorsunuz?” diye sordu bana.
Ben: “Manşette AKP’yi desteklediğimiz mi yazıyor?” diye yanıtladım onu. Hemen çantamdan gazetemi çıkarıp manşeti gösterdim.
O: “İşte, bu manşet AKP’ye hizmet ediyor.” dedi, biraz da kızarak.
Kadın, bir süre susmadı, hızlı bir tempoyla ve dediklerini sürekli yineleyerek anlaşılmaz sözler söyledi.
Ben: “Söyleyecekleriniz bitti mi?” diye sordum.
“Bitti!” diye yanıtladı beni, sinirli sinirli.
“Sakin olup bir dakika beni dinleyin. Bakın manşette ne yazıyor? ‘ABD İMAMOĞLU DEDİ’ Açıklama yapıp ‘İmamoğlu’ diyen kim? ABD Dışişleri Bakanlığı Sözcüsü Morgan Ortagus. Aydınlık ne yaptı? ABD’nin Türkiye’deki seçimlere müdahalesi sayılacak bu açıklamayı yayımladı. Gazete haber verme görevini yaptı. Ne yapsaydı? Bu haberi yok mu saysaydı? Doğru habercilik yaptığı için kutlamamız gerekmez mi gazeteyi?”
Dinledi, öfkeli öfkeli.  “Ama…” dedi, “Yine de yayımlamamak gerek, çünkü bu AKP’nin ekmeğine yağ sürer.”
“Bakın Hanımefendi, Bu haber, AKP’nin ekmeğine değil; Türkiye’nin ekmeğine yağ sürer. Bu haberi okuyanlar, CHP’ye de AKP’ye de oy vermez; İlker Yücel’e oy verir. Böylece ABD oyunu da bozulmuş olur, daha iyi değil mi?”
Kadın: “Vatan Partisi adayı kazanamaz ki…” dedi umarsızca ve küçümseyerek.
“Siz oy verirseniz kazanır. Eğer bu haber sizleri rahatsız ediyorsa çıksın CHP sözcüleri, ABD’ye: ‘Bizim işimize karışmayın!’ desinler.”
O: “Atatürkçüleri bölüyorsunuz.” diye bağırdı.
“Hanımefendi, Atatürk son nefesine kadar emperyalizmle mücadele etti. Emperyalizme ve kapitalizme karşı olduğunu her fırsatta söyledi. Yaşamının hiçbir döneminde emperyalizmden medet ummadı, hep halkına ve ülkesine güvendi.” dedim sakince.
Söyleşip tartışarak zamanın nasıl geçtiğini anlayamadım. İneceğim durağa yaklaşmıştık.
Ona, Fidel Castro’nun şu sözünü anımsattım: “Düşmanın seni övüyorsa sen de bir puştluk vardır.” “Mutlu günler…” dileyip metrodan indim.
Bizim Kemalizme baş koymuş devrimciler olarak düşmanın nefretine; dostların, mazlumların övgüsüne gereksinimimiz var.
Türkiye emperyalist kuşatma içinde seçeneksiz bırakılmak istenirken bilgiden, öngörüden, tarihsel bilinçten, tartışma kültüründen yoksunluk doruklarda… Demokrasiyi savunanlar(!), kendi adaylarına oy vermeyi zorunlu kılmaktalar. Farklı düşünenlere tahammül edemeyenler, demokrasiyi savunabilirler mi?
Yazımızı Atatürk’ün bugünlerde çok geçerli olan bir sözüyle bitirelim: “Şerlerin en kötüsü ehven-i şerdir.” Şerden de ehven-i şerden de yana değilim. Kimden mi yanayım? Kemalizmi göğsünü gere gere savunandan…
                                                                       Adil Hacıömeroğlu
                                                                       10 Mayıs 2019