TÜRKİYE’NİN FIRSATI, KUŞAK YOL


Son günlerde Hindistan’la Pakistan arasında yaşanan gerilimin nedeni Çin’in Kuşak Yol projesi. Kuşak Yol, iki komşu ülkeyi savaşın eşiğine getirdi. Çünkü Kuşak Yol, ABD’nin dünya egemenliğini ve sömürüsünü engellemekte. Bu nedenle de uluslararası bir işbirliği amacı taşıyan Kuşak Yol’u engellemek için elinden geleni ardına koymuyor ABD.

Kuşak Yol, uluslararası işbirliğini nasıl sağlıyor? Kuşak Yol’da hem Çin hem de projenin uygulandığı ülke kazanıyor. “Kazan-kazan” anlatımında yer aldığı gibi Çin ve Kuşak Yol’un uygulandığı ülke, kazancı yarı yarıya paylaşıyor. Bu eşitlikçi anlayış, yıllarca emperyalizmin acımasız sömürüsüyle yoksullaşan dünyanın geri kalmış ülkelerini kendine çekmekte. Bu yolla ulusal geliri artmaya, yoksulluğun pençesinden kurtulmaya başlayan onlarca ülke var. Bunun en çarpıcı örneklerine geçtiğimiz aylarda tanık olduk. Batı Afrika ülkeleri, Fransa’yı Kara Kıta’dan kovdu. Bu kovma, sömürüden kurtulma çabası.

Çin, Kulak Yol gereğince Pakistan’ı kuzeyden güneye boydan boya geçip Gvadar kentinde Umman Denizi’ne ulaşmakta. Bu demiryolu, çok kestirme ve kısa. Böyle olunca hem zamandan hem de ulaşım ederinden kazanılıyor. Bu yol, ülkemizin de çıkarına. Neden mi?

Türkiye; 22 Nisan 2024 tarihinde Irak, Katar ve BAE (Birleşik Arap Emirlikleri) ile Kalkınma Yolu projesi anlaşmasını imzaladı. Kalkınma Yolu Projesi ile Irak’ın en güneyindeki FAV Limanı’ndan başlayıp Londra’ya kadar uzanan bir demiryolunun yapımını amaçlamakta. Bu yolun, Gvadar Limanına bağlantılı çalışması, ülkemizin jeostratejik önemini artırırken önemli bir lojistik üs olmasını da sağlar. Bu, ülkemiz için önemli bir fırsat.

Kalkınma Yolu’na koşut olarak Türkiye, doğrudan Çin’e bağlanacak olan Kuşak Yol kapsamında demiryolu projesini zaman geçirmeden uygulamaya sokmalı. Bu yol, Şanghay Limanı’ndan başlayıp Trabzon Limanı’na ulaşmakta. Gelen mallar, Trabzon’dan denizyolu ile Tuna üzerinden yapılan suyolu ile Avrupa’nın neredeyse tüm ülkelerine ulaştırılma olanağı sağlamakta. Şanghay’ı Avrupa’ya bağlayacak en kestirme, kısa yol bu. Bu nedenle bu yolun yaşama geçmesiyle başta Trabzon ve çevre iller olmak üzere ülkemizin tümü önemli bir kazanca kavuşacak. Bu konuda AKP Hükümeti kararlı duruş göstermeli. ABD ile Asya arasında yalpalamayı bırakmalı.

Dünyanın ağırlık merkezi Asya’ya kaydı. Atlantik büyük bir gerilemenin içinde. ABD ve AB’den medet ummak zaman yitimi. Bu nedenle Türkiye, rotasını Asya’ya çevirmeli kararlılıkla. Çünkü ülkemizin geleceği, Asya ile işbirliğine bağlı. Şanghay-Trabzon demiryolu, ülkemiz için önemli fırsatların kapısı. Bu fırsat kapısını açmak, ülkemize önemli olanaklar sağlayacak bir projeyi sürüncemede bırakmak Türk hükümetlerine yakışmaz.

Bölgemizde ve dünyanın birçok yerinde yaşanan savaşların, anlaşmazlıkların arkasında hep emperyalizm var. Bu nedenle dünyada barışı sağlama her ulusun başlıca amacı olmalı. Pakistan da Hindistan da dünyanın ezilenleri. Yıllarca emperyalizmin sömürüsü altında yaşadılar. Onların savaşması, ulusal kaynaklarını yok etmesi en çok ABD’ye yarar. Bu nedenle savaşmak yerine, işbirliği yapmak zorundalar ulusal çıkarları için.

Not: Yazının iyi anlaşılması açısından STRATEJİK MERKEZ TRABZON https://adiladalet.blogspot.com/2019/11/stratejik-merkez-trabzon.html başlıklı yazım okunabilir.

                                                       Adil Hacıömeroğlu

                                                       8 Mayıs 2025

KAPANMAZ YARA, KEŞMİR

 

Hindistan, Pakistan ve Bangladeş yüzyıllarca birlikte yaşadılar. Bu geniş kıtanın adı Hindistan’dı. Hindistan adı, “İndus” sözcüğünden türetildi. Günümüzde Pakistan ve Hindistan arasında anlaşmazlık konusu olan İndus Nehri, tüm coğrafyaya adını verdi. Muson yağmurlarının bolluk getirdiği topraklardır burası. İndus sözcüğünden Hint’i türeten Yunanlılar… Hindistan adı ise Farsçadan gelmekte.

Kral Bharat adından esinlenerek Hindistan’a, “Bharat” der yerli halk genellikle. “Baharat” sözcüğü de buradan gelir. Bir ara hem de yakın bir zamanda Hintliler, ülkelerinin adını “Baharat” olarak değiştirmek istediler. Hindistan yıllarca hep “baharat ülkesi” olarak anıldı. Baharat yoluyla batı ülkelerine taşındı bin bir türlü lezzetli baharatlar. Coğrafi keşiflerin başlamasında asıl amaç, Hindistan’a ulaşmaktı. Çünkü Yavuz Sultan Selim’in Mısır’ı ele geçirmesiyle Baharat Yolu, Osmanlıların denetimine girdi.

Hindistan bir süre Türklerin egemenliğinde kaldı. Türk (Babür) egemenliği, Portekizlilerin ülkeyi keşfetmesiyle sarsılmaya başladı. Giderek yok oldu. Sonrasında Büyük Britanya’nın egemenliğine girdi bu topraklar. Yıllarca Büyük Britanya’nın sömürüsü altında kaldı bu topraklar. Gandi önderliğindeki uzun ve sabırlı bir mücadelenin sonunda 1947’de bağımsızlığına kavuştu bu dev ülke. Bu bağımsızlıkta Atatürk etkisi yadsınamaz. Ancak bağımsızlığına kavuşurken üç parçaya ayrıldı dinsel temelde. Pakistan ve Bangladeş koptu Hindistan’dan. Pakistan batı, Bangladeş ise doğu Pakistan adıyla anıldı bir süre. Doğu Pakistan, 1971 yılında “Bangladeş” adını alarak bağımsızlığına kavuştu.

İngilizler, Hindistan’dan çıkıp giderken çekildikleri her yerde yaptıkları gibi önemli bir sorunu artlarında bıraktılar. Nüfusunun ezici çoğunluğu Müslüman olan Keşmir’in önemli bir bölümünü Hindistan’a bıraktılar. Hindistan ve Pakistan arasında 1947’den beri sürüp giden anlaşmazlık konusu oldu bu bölge. İki ülke zaman zaman savaştı Keşmir için. Keşmir sorunu, dünya üzerinde egemenlik kurma amacı taşıyan emperyalist ülkelerinin kendi çıkarları için kullandıkları bir fırsat oldu. Her iki ülkeyi, bu sorun üzerinden kışkırttılar yıllarca.

İngilizlerin ünlü Kaşmir kumaşı, Keşmir’de üretildi. Yıllarca kıta büyüklüğündeki bir ülkenin kanını emdi İngiltere. İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra İngiltere’nin yerini ABD aldı. Bu emperyalist ülke, Hindistan-Pakistan anlaşmazlığını hep kışkırttı. İki ülkeyi kendi çıkarları için çatıştırdı. Son günlerde depreşen anlaşmazlığın altında da Amerika var. ABD, Çin’i kuşatıp yaşam damarlarını kesmeye çalışmakta. Son yıllarda Pakistan’ın Çin’le ilişkileri çok iyi ve üst düzeyde. İki ülke arasında ekonomik, siyasal, askersel işbirliği söz konusu. Çin, ABD denetimindeki Malakka Boğazı yerine, Pakistan üzerinden geçirdiği demiryoluyla Umman Denizi kıyısındaki Gvadar limanını kullanmak için kolları sıvadı. Bu yol, Mallakka Boğazına göre oldukça kısa. Limanın geliştirmesi için Çin, büyük yatırımlar yaptı. Bu liman, Pakistan’ın Belucistan eyaletine bağlı. İran’ı bölmek için elinden geleni yapan ABD, İran’ın Güneydoğusundaki Belucileri kışkırtmakta. Amacı Pakistan ve İran’daki Belucileri birleştirerek bir uydu devlet kurdurmak. Böylece bölgede, yeni çatışmaların yolunu açmak.

ABD, Çin’in Gvadar limanına inmesini önlemek için Hindistan’ı kışkırtmakta. İndus’u oluşturan kollar, Hindistan’ın denetimindeki Keşmir bölgesinde. Bu kollardaki suları, sututarlarla kendi topraklarında kullanmak istiyor. Amacı Pakistan ekonomisinin temelini oluşturan tarımı engellemek. Ayrıca suyu azalan İndus, iklim değişikliği de oluşturacak. Böylece Pakistan’a diz çöktürülecek. Diz çöken bir ülkenin bölünüp parçalanması da kolay olacak.

Pakistan-Hindistan çatışması, dünyayı büyük tehlikelerin eşiğine getirecek. Hindistan’ın başlıca destekçileri ABD ve İsrail. AB ülkelerinin önemli bir kısmı da ABD’nin yanında. Bu olası savaş, Türkiye’yi de etkileyecek. Çünkü ulus devletimizi yok etmek hala ABD’nin palanları arasında. Hem komşu hem de dost ülkedeki yangın izlenmez. Bu yangın izleyeni de yakar. Bu nedenle yangını baştan söndürmek gerek. Emperyalist saldırganlığa, kışkırtmaya baştan karşı çıkmalı. Bu saflaşmada Türkiye’nin yeri, Kurtuluş Savaşı ve 1974’te Kıbrıs Harekâtı sırasında kayıtsız, koşulsuz her şeyiyle ulusumuzun yanında duran Pakistan’ın yanı olmalı.

Dünya egemenliğini yitirmekte olan ABD, dört bir yandan yangın çıkarıp ülkeleri kundaklamaya çalışmakta. Bu saldırganlığa karşı dünya ülkeleri birleşmeli. Çünkü ABD’nin hedefinde dünya insanlığı var. İnsanlığı yok etmek isteyen dünyanın baş belası ABD emperyalizmini geriletmek, herkesin görevi olmalı

Emperyalizmin dünyada açtığı yaralar sürekli kanamakta. Keşmir sorunu da bunlardan biri... Bu kanamayı durduracak olan dünyadaki tüm ezilen ulusların bir olması değil mi?

Not: Yazıyı desteklemesi açısından “Pakistan, Yeni Bir Afganistan mı?” başlıklı yazım okunabilir. https://adiladalet.blogspot.com/2011/03/pakistan-yeni-bir-afganistan-mi.html

                                                       Adil Hacıömeroğlu

                                                       7 Mayıs 2025

 

 

 

SÖZÜNÜ BİL, PİŞİR; AĞZINI DER, DEVŞİR


Atalarımızın hakkını nasıl ödeyeceğimizi bilemiyorum. Bize bıraktıkları düşünsel, yol gösterici, ders verici kalıtlar çok değerli. Neredeyse insanların her düşünüşü, konuşması ve davranışı için uyarıcı bir öğüt vermişler bize yüzyıllar öncesinden. Kimi bu sözlerin gereğini yapar, kimi de kulak asmaz bu değerli öğütlere.

Kişi, her gün onlarca yanlış davranış yapıp söylenmesi uygun olmayan söz söyler. Çoğu zaman yaptıklarından, söylediklerinden pişman olur. Kimi zaman söylediğimiz söz, yaptığımız davranış çevremizdeki kişilerle anlaşmazlıklara neden olur, ilişkilerimizi bozar. Ne yazık ki ağızdan çıkan söz bir daha geri gelmez. Böyle durumlar karşısında yaptığımız davranışın, söylediğimiz sözün tutsağı oluruz. Bu tutsaklık, kişiyi zor durumda bırakır çoğu zaman.

“Sözünü bil, pişir; ağzını der, devşir.” atasözü, çok sevdiğim bir söz. Bu söz, kılavuzumdur. Onun yol göstericiliğiyle davranıp konuşmayı kendime ilke edindim. Ancak yine de insanız. Yeri gelir kantarın topuzu kayar, sözün ayarı kaçar. Sözüm, birini kırıp yaralamışsa en büyük yara benim yüreğimde açılır ve günlerce sağalmaz. İçime dert olup oturur.

Kişi, usuna gelen her sözü söylememeli. Ağzına geldiği gibi konuşmamalı kişi. Ağızdan çıkan sözün nereye gideceği iyi hesaplanmalı. Bazı sözler yüreğin kadife yastığı, bazıları da yüreği yaralayan zehirli ok. Söylenme amacı belli olmayan söz, kişiye çok büyük yük.

Düşünmeden söylenen sözlerin birçok sorun yaratacağını önceden bilmeli insan. Önemli olan sorun yaratmak değil, var olan sorunları çözmek. İnsanlar arasındaki sorunların, küslüklerin, kavgaların çoğunun nedeninin bir söz olduğunu gözlemlemekteyiz. Demek ki sözü doğru söylesek sorun çıkmayacak. Böylece dostlarımızı, arkadaşlarımızı, dost olma olasılığı olan kişileri yitirmeyeceğiz.

Yanlış söylenen, basmakalıp, sözler kişinin amacını tam olarak anlatmaz. Bazı kişilerin sözleri sonbahar yaprağı gibi esen yele göre savrulur her yana. Bazı sözler de mevsimin rengine uyar. Esen yelin yönüne, mevsimin rengine göre söylenen sözlerin toplumda bir değeri olmaz. Bu sözler, çoğu zaman dinleyenleri şaşırtır.

Karşılıklı konuşmalarda, tartışmalarda bazı kişiler sürekli karşısındakini suçlar. Çoğu zaman düşüncelerini anlatmak yerine, karşısındaki kişinin kendi dediklerini anlamadığını ya da kavramadığını söyler. Oysa anlatabilse karşısındaki anlayacak. Bu kişilerin en önemli özelliği de aynı sözleri sürekli yinelemeleri. Çok yalın gerçekleri bile anlatamadıkları için karşısındakini suçlamayı yeğler bu kişiler. Bu yöntemleriyle karşısındakini kırıp döker. Oysa anlatabilse karşısındaki anlayacak kolayca.

Dünyada milyarlarca insan yaşamakta. Demek ki milyarlarca düşünce ve söz var. İnsan varoluşu gereğince üretkendir. Yaratıcı, özgün düşüncelerin kaynağı kişinin usudur. Bu nedenle kişi, özgün görüşlerini dile getirmeli. Sözünü bilmeli. Nasıl mı?

Sözü, usunda ölçüp biçmeli. Sözün fırını, ustur. Orada pişer o. Pişip olgunlaşır. Söylenecek duruma gelir. Sözcükler, usun duyarlı imbiğinden geçirilmeli. Us imbiğinden süzülmeli ağza gelinceye dek. Süzülen sözde bir atık varsa ondan kurtulmalı dil. Kişi, söyleyeceği sözü; gül bahçesinden en güzel gülleri, en lezzetli meyveleri daldan devşirir gibi seçmeli. Nasıl seçtiğimiz güllerin içine kurumaya yüz tutmuşları, devşirdiğimiz meyvelerin içine hamları karıştırmıyorsak söyleyeceğimiz sözlerin arasına da çürük sözcükleri sokmamalıyız. Çürük söz, insan ilişkilerini çürütür. Ham söz, kişinin boğazında kalır olmamış meyve gibi yutamazsın.

Atalarımız: “Önce düşün, sonra söyle.” sözünü boşuna mı söylemiş? Düşüneceğiz sözü söylemeden önce. Hem de bin kez… Çünkü insanın en büyük gücü düşüncesi… Düşünce olmadan kişi, insan olur mu?

                                                                  Adil Hacıömeroğlu

                                                                  5 Mayıs 2025

 

 

KİMSENİN ÇIRASI TANA KADAR YANMAZ


Atasözlerimizin neredeyse hepsi bizlere ders verir. Yanlış yapmamamız için bizi uyarır atalarımız yüzyıllar öncesinden. Çoğu kişi, bu uyarılara kulak asmaz. Oysa atasözleri, atalarımızın uzun deneyimler, gözlemler sonunda söyledikleri sözler.

İnsanoğlu, deneyimlerini kendisinin ve toplumun yaşamından çıkarır. Deneyimler; kişinin yaşadıklarından, tanığı olduğu olaylardan çıkardığı dersler değil mi?

Kişi, dünyaya geldiği andan başlayarak çevresini, olayları, nesneleri, doğa olaylarını gözlemler. Bu gözlemlerinden deneyimler edinir. Onlardan dersler çıkarıp düşünceler oluşturur. Gözlemler, kişiyi olgunlaştırıp bilinçlendirir. Çoğu zaman ona doğruyla yanlışı ayrımsamasını sağlar. Aslında doğa, insanın en büyük öğretmeni.

Halk, gerçekçidir. Algısal değil, olgusal düşünür. Çünkü içinde yaşadığı doğa gerçektir. Neredeyse her gün tarımsal ve hayvansal üretimin içinde olan kişi, gerçekçi olmak zorunda. İçinde bulunduğu koşullara göre davranma zorunluluğu var. O, olumsuz koşulları olumlu yönde değiştirmeye uğraşır. Yeni üretim yöntemlerini geliştirir gerçekçi bir bakış ve düşünüşle. Doğadan öğrendikleriyle doğaya egemen olmaya çalışır.

Halk, doğadan alıp doğaya vermesini bilir. Doğayı çoraklaştırdığında kendisinin de yok olacağının ayırdındadır. Doğa, onun anası. İnsan; anasını yok etmez, ona koruyup saygı duyar.

“Kimsenin çırası tana kadar yanmaz.” atasözü, “Hiç kimsenin parlak yaşamı sürekli olmaz. (Atasözleri Sözlüğü, Ömer Asım Aksoy, İnkılap Yayınevi)” anlamında. Bir kişi, yaşamı boyunca parlak bir yaşam yaşayamaz. Yaşam dediğimiz şey inişli çıkışlı bir yol. Olumlu ve olumsuzluklarla dolu bir yaşam süreriz. Burada önemli olan, olumsuzluklar karşısında teslim olup bıkkınlık göstermemek, vazgeçmemek. Olumsuzlukları olumluya dönüştürmek için savaşım vermeli.

Acı ile tatlı, güzel ile çirkin, üzüntü ile mutluluk, iyilikle sayrılık hep yan yanadır yaşamımızda tıpkı gece gündüz, yaz kış gibi. Yaşam, karşıtlıklar üzerine kurulu. Halkımız bu gerçeği; gözlemleri, deneyimleriyle bilir ve buna göre düşünüp davranır. Karşıtların zamanla birbirine dönüşebileceği gerçeğini de usundan çıkarmaz. Bu diyalektik düşünüş, onu olumsuzlukları yaşadığında savaşımdan koparmaz. Bu yalın gerçeğin ışığında hep umutlu olur. Umudunu hep canlı tuttuğu için de “Kara gün kararıp kalmaz.” atasözünü kılavuz edinir kendine.

Umut, kişiyi de toplumu da ayakta tutar. Onu üretici, savaşımcı yapar. Çıramızın tan vaktine kadar yanmayacağını düşünerek davranmalı. Çıra yanarken onun ışığından gereği gibi yararlanmalı. Bir zaman gelip sönen çıranın ışığına çok fazla gereksinim duyacağımızı usumuzdan çıkarmamalı. Çıradır yanar da söner de.

                                                                            Adil Hacıömeroğlu

                                                                            4 Mayıs 2025

TÜRK’ÜN TÜRK’TEN BAŞKA DOSTU YOK MU?


Kendini milliyetçi, Türkçü gören bazı kesimler öteden beri “Türk’ün Türk’ten başka dostu yoktur.” sözünü söyleyegelir. Aslında bu söz, görünüşte Türk birliğini amaçlasa da Türk’ü yalnızlaştıran, dostsuz bırakan, bölgesel ve küresel bağlaşmalardan yoksun bırakan bir söz.

Günümüz dünyasında bağımsız olarak yaşayan yedi Türk devleti (Türkiye, KKTC, Azerbaycan, Türkmenistan, Özbekistan, Kazakistan ve Kırgızistan) var. Ne yazık ki bu devletlerden biri olan KKTC, dost ülkelerce tanınmadığı için Birleşmiş Milletler Örgütüne üye değil. Yavru Vatan’ı yalnız Türkiye tanıyor. Pakistan ve Bangladeş’in tanıma isteği önce gerçekleşse de sonrasında AB ve ABD’nin baskılarıyla bu kararlardan vazgeçti bu iki dost ülke.

Kıbrıs Rum Kesimi, uluslararası ilişkilerde kendilerinin tüm Kıbrıs’ın temsilcisi olduğunu söylemekteler. Yani, KKTC’nin de kendilerinin bir parçası olduğunu vurgulamaktalar. Böyle olunca da her fırsatta Türkiye’nin Kuzey Kıbrıs’ta işgalci olduğunu belirtmekteler.

Türkiye, İngiltere ve Yunanistan Kıbrıs’ta garantör ülkeler 11 Şubat 1959 Zürih Anlaşmasıyla. Anlaşmanın 1. Maddesinin ikinci paragrafında: “Kıbrıs Cumhuriyeti, ayrıca tümüyle veya bir bölümüyle herhangi bir devlet ile hiçbir şekilde siyasi veya ekonomik bütünleşmeye girmeyeceğini taahhüt eder.” denmekte. Yani Türkiye’nin izni olmadan Güney Kıbrıs, hiçbir uluslararası birliğe üye olamaz. Durum böyleyken 2004’te işbaşında bulunan AKP hükümetinin izniyle Güney Kıbrıs Rum Kesimi, Avrupa Birliğine üye oldu. Bu üyelikle GKRY, siyasal anlamda güçlendi. Bu durum, KKTC’yi uluslararası alanda yalnızlığa itti. Türkiye, en haklı milli davasında Kıbrıs Türk’ünü yalnızlaştırıp, siyasal çözümü zora soktu. Bu yapılan, hata olarak geçiştirilemez.

AKP hükümeti, Güney Kıbrıs’ın AB’ye üye olmasına göz yumarak Türkiye’nin de birliğe alınacağını düşündü. Bu bakış açısı safça ve de siyaset bilmemekle açıklanabilir. Ulusal çıkarların nasıl korunacağı konusundaki siyasal, tarihsel eksikliği göstermesi bakımından önemli ve derslerle doludur bu durum.

Ne yazık ki 23 yıldır iktidarda bulunan AKP, KKTC’nin tanınması için özel bir çaba göstermedi. Hatta Annan Planı ile Kıbrıs davasının büyük kahramanı, merhum Rauf Denktaş’ı çok zor durumlara soktu.

Ne yazık ki geçtiğimiz aylarda Türk devletleri olan Kazakistan, Kırgızistan, Özbekistan ve Türkmenistan Güney Kıbrıs’a elçi gönderme kararı aldılar. Bu devletlere dost ülke Tacikistan da katıldı. Bu tanıma, Türkiye’yi Kıbrıs’ta işgalci gören Rum Kesimini siyasal olarak onaylamaktır. Bu girişimle Rum tezlerini kabul etti bu beş ülke. Peki, niye?

Orta Asya’daki beş kardeş ülkenin AB’nin verdiği 12 milyar Avro karşılığında GKRY’yi tanıdığını söylemek gerçeklerle bağdaşmaz. 12 milyarı, beşe böldüğümüzde her ülkeye 2 milyar 400 milyon Avro’nun düştüğü görülür. Bu para, bir devlet için ülke siyasetinde kırılmalar oluşturacak, dostlarına kazık atacak denli önemli değil. Asıl neden bu olamaz.

Daha önceki yazılarımda AKP hükümetinin Astana sürecine tam olarak uymadığını yazdım. HTŞ’ye kendince gizli, ancak dünyanın gözü önünde yardım ettiğini söyledim. AKP’nin HTŞ aşkı, hem Suriye’de hem de Kıbrıs’ta aleyhimize döndü. Çünkü Putin, AKP’nin ne yaptığının, hangi ata oynadığının farkındaydı. Erdoğan’ın Beşar Esat’ın devrilmesinde önemli bir etken olduğunun bilincinde Rus yöneticiler.

AKP’nin Rusya’ya karşı ikinci yanlışı ise Kırım konusunda. İkide bir Kırım’ın Ukrayna’ya ait olduğunu söyledi R. Tayyip Erdoğan ve diğer AKP yetkilileri. Eee, sen Rusya’yı Kırım’da işgalci görürsen o da seni Kıbrıs’ta işgalci görür. Hem de yumuşak karnından kardeşlerinle vurur seni.

GKRY’yi tanıyan Orta Asya’daki beş kardeş ülkenin Rusya’dan ayrı düşünmeyeceği, farklı siyaset izleyemeyeceği bir gerçek. Rusya, Erdoğan hükümetine Türkiye’nin en duyarlı olduğu bir konu üzerinden ders verdi. Erdoğan’ın denge politikası adı altında gösterdiği siyasal dengesizliği bu yolla anlattı AKP yöneticilerine. Stratejik akılla düşünmeyen AKP yöneticileri bu olaydan ders almalı. AKP yöneticileri tarih bilmediklerinden, tarihten ders çıkarmadıkları için Türkiye’nin dost ve düşmanlarını saptamada yaşamsal yanlışlar yapıyor. ABD ve AB’den ülkemize dost olmayacağını iyice akıllarına yerleştirmeliler. Rusya ve İran batıcı politikalara feda edilecek dostlar değil.

AKP hükümeti Suriye konusunda yaptığı yanlışlar, ülkemize önemli zararlar verecek. Esat döneminde Lazkiye’den Beyrut bağlantılı KKTC’ye gemi seferleri vardı. Türkiye Esat’la dostluğunu bozmasaydı. Belki de KKTC’yi, Türkiye’den sonra tanıyacak ilk ülke olacaktı Suriye. Bu arada bu seferlerin HTŞ döneminde niye yapılmadığını RTE, Golani'ye sorsun bakalım ne yanıt alacak. Ne yazık ki Erdoğan’ın dost bildiği Golani, GKRY dışişleri bakanıyla Şam’da görüştü. Bu görüşmede Kıbrıs bayrağı vardı. Bu bayrakta, KKTC de Güney Kıbrıs’ın toprağı görünmekte. Bu yolla da HTŞ lideri, GKRY’yi tanımış ve ülkemizi Ada’da işgalci görmüş oldu. Yakında Suriye ile GKRY arasında Türk kamuoyunu şaşırtacak anlaşmalar imzalanırsa şaşırmam.

Dört Orta Asya Türk devletinin GKRY’yi tanıması doğru siyaset izlenmediğinde Türk’ün dostluğunun kazanılmayacağının çarpıcı bir örneği. Ülkeleri kan bağı değil, doğru siyasetler birleştirir. Bu gerçeği hiçbir zaman unutmamalı.

Dış politikada kendi çıkarlarının korunmasını istiyorsan dost ülkelerin çıkarlarına saygı gösterip onları koruyacaksın. Şark kurnazlığıyla dostuna kazık atarsan bunun yanıtını er geç alırsın. AKP hükümeti, dış ilişkilerdeki kafa karışıklığından kurtulmalı ve tutarlı siyasetler izlemeli. Bu konuda örnek alacağı kişi ise Atatürk. AKP kurmayları zaman geçirmeden oturup Atatürk dönemindeki dış politikanın nasıl olduğunu öğrenmeliler. Yoksa şark kurnazlığıyla Türkiye’nin çıkarları korunmaz.

                                                                  Adil Hacıömeroğlu

                                                                  3 Mayıs 2025

 

SURİYE’DE NELER OLUYOR?


Suriye’ye 2010’da BOP kapsamında saldırı başlattı emperyalist merkezler. Suriyeli olmayan çok sayıda yabancı savaşçı, ülkeye sokuldu. İç savaş adı altında başlatılan saldırıların merkezi ABD idi. Bu konuda ABD’nin en büyük destekçisi İsrail’di. Ne yazık ki bu sözde iç savaşı bazı Araplar ve Müslüman ülkeler de destekledi. Türkiye’nin Suriye’yi bölmeye yönelik savaşta, ABD ve İsrail’in yanında yer alması çok ilginçti.

ABD, AB, İsrail ve Türkiye’nin Esat’a karşı savaş başlatmasının nedeni, Suriye’ye demokrasi(!) ve özgürlük(!) getirme isteğiydi. Demokrasinin uzaktan yakından uğramadığı bazı Arap ülkelerinin Suriye’ye demokrasi ve özgürlük getirme kervanına katılmaları hem acıklı hem de gülünç.

Esat yönetimi on dört yıl dayandı emperyalist saldırıya. Bu süre içinde ülke yakılıp yıkıldı. Ekonomi çöktü. Nüfusun önemli bir bölümü başka ülkelere göçtü. Devlet, topraklarının çoğunda egemenliğini yitirdi. Ne vergi toplayabildi ne de askerlik çağına gelen yurttaşlarını silahaltına alabildi. Özellikle yabancı teröristlerin içlerinde yuvalandığı örgütler eliyle on binlerce kişinin kanı döküldü. Suriye, dünyanın gözü önünde yok olmaktaydı. Bu da en çok İsrail’in işine yarıyordu.

Golani’nin lideri olduğu HTŞ (Heyet Tahrir eş Şam), 27 Aralık 2024 günü İdlip’ten çıkarak Özgürlük Şafağı harekâtını başlattı. Sırasıyla Halep, Hama ve Humus’u ele geçirdi onu destekleyenlerin terör örgütü saydığı HTŞ. 8 Aralık 2024 günü Şam düştü. Böylece 61 yıl süren BAAS iktidarı sona erdi.

HTŞ, İslamcı bir ideolojiye sahip. Sünni İslam’ı benimseyen bu örgüt, diğer mezheplere hoşgörülü değil. Yalnız farklı inaçlara mı saygılı değil? Kendisi gibi düşünmeyen, yaşamayan Sünni Araplara da dost değil. Bu da farklı din, mezhep, etnik kökenden oluşmuş Suriye’deki ulusal bütünlüğü bozmakta.

HTŞ, Şam’a yürürken devlet kurumlarını, askeri üslere zarar vererek ilerledi. Bunu fırsat bilen İsrail, neredeyse Suriye’nin bütün askeri üslerini kullanılmaz duruma getirdi. Ne yazık ki Şam’da yönetimin değişmesiyle İsrail, başkente 13 kilometre yaklaşarak önemli toprakları işgal etti. Suriye’nin dinsel temelde bölünmesi için kışkırtmalara girişti. Zaten bunun alt yapısını HTŞ hazırlamıştı. Akdeniz kıyılarında yaşayan Alevilere karşı kıyımlar yaptı bu örgüt. Güneyde yaşayan Dürzilere karşı dışlama tavrı gözden kaçmadı. Zaten ülkenin kuzey doğusu PYD’nin elinde. Bu topraklardan vergi toplayamayan, buraları yönetemeyen bir Şam yönetimi var.

Ebu Muhammet Golani, 29 Ocak 2025 günü kendini Suriye cumhurbaşkanı ilan etti. 10 Mart 2025’te PKK’nın Suriye kolu ABD destekli SDG (Suriye Demokratik Güçleri) lideri Mazlum Abdi, bir Amerikan helikopteriyle Şam’a gitti. Burada Golani ile görüşüp bir anlaşma imzaladılar. Mazlum Abdi’yi Şam’a götüren ABD’liler… Bu nedenle bu işten hayır beklemek çok zor.

İsrail, Suriye’yi vurup işgal ederken SDG de kontrolü altındaki yerlerde egemenliğini pekiştirmekte gün geçtikçe. Bu arada Golani ve örgütü, mezhepçilikle farklı mezhepler ve dinlerden olan Suriyelileri giderek ulusal birliğin dışına çıkarmakta. Ayrıca tutuculuğun egemen olduğu bir din anlayışıyla Sünni Arapları bile kaygılandırmakta. Bu da hem kendi iktidarını güçsüzleştirmekte hem de ulusal birliği parçalamakta. Böylesi bir anlayış, en çok İsrail’i mutlu etmekte.

27 Kasım 2024’te İdlip’ten çıkan HTŞ savaşçılarının ellerindeki silahlar ve kamyonetler herkesin ilgisini çekmişti. Batısı ve kuzeyi Türkiye’nin, doğusu ile güneyi Esat güçlerinin denetiminde olan İdlip’e bunca silah ve teçhizatın hangi yolla ulaştığı merak konusu. AKP hükümetinin HTŞ’ye öteden beri ilgi duyduğu bilinmekte. İdlip’teki örgüt militanlarının silahlanmasının AKP yetkililerince bilinmemesi olanaksız. Böyle bir durum, Türkiye’nin Astana ile başlayan Rusya ve İran’la yapılan anlaşmalara tam olarak uymadığının göstergesi. Bunu İran ve Rusya’nın fark etmemesi olanaksız. Esat yönetiminin yıkılması, Türkiye’nin İran ve Rusya ile ilişkilerinde güvensizlik yarattığını söyleyebiliriz.

Hakan Fidan ve İbrahim Kalın’ın Şam ziyaretlerindeki konuşmalarından, beden dillerinden anladık ki Fidan ve Kalın, Golani ile oldukça yakın. Daha önce görüşüp tanıştıkları çok belli.

Dünyadaki siyasal gelişmeler, ülkeler arasındaki saflaşmalar ülkemizin Rusya ve İran’la dostluğunu zorunlu kılmakta. ABD-Çin savaşımının gittikçe genişlemesi, ülkemizi yeni bağlaşmaların gerekliliğine itmekte. Türkiye, ABD-İsrail’in çıkarları doğrultusunda oluşan Suriye politikalarına destek vermemeli.

HTŞ’nin başta Alevi ve Dürzilere uyguladığı kıyım ve dışlamaya karşı çıkmalı AKP hükümeti. Alevi, Dürzi ve diğer farklı inançları taşıyan kitlelerin yaşama haklarını korumalı Ankara. Şam merkezli güçlü bir hükümetin oluşması için yol göstermeli. Ulus devlet anlayışıyla Suriye’nin içinde bulunduğu çıkmazdan kurtulacağı düşüncesini anlatmalı Golani ve arkadaşlarına. İnanç temelinde yönetilen bir devlet, ulusu bölüp düşmanı güçlendirir. Bu yalın gerçek bilinmeli ve buna göre davranmalı.

ABD ve İsrail Suriye’de güçlü bir ulus devletten yana değil. Suriye’nin şimdilik gevşek federasyonlara bölünmesini istiyor emperyalizm ve Siyonizm. Bu nedenle de ellerinden gelen her türlü kışkırtmayı yapıyorlar. Suriye’nin bölünmesinin en çok zarar vereceği ülke ise Türkiye. Bu yalın gerçeği, görmezden gelmemeli.

                                                         Adil Hacıömeroğlu

                                                         2 Mayıs 2005


DOYUMSUZLUK


Son yıllarda toplumumuzda göze çarpan bir doyumsuzluk var. Bu, hem özdeksel hem de tinsel alanda söz konusu. Doymak bilmeyen, elindekiyle yetinmeyen, hakkına razı olmayan bir bencilliğin doyumsuzluğun altında yattığını söyleyebilirim. Vahşi kapitalizm, toplumun üstüne bir karabasan gibi çöktükçe bencillik de gelişmekte ne yazık ki. Bencillik güçlenirken toplumculuk zayıflamakta giderek. Hatta toplumcu düşünenlere modası geçmiş(!) bir görüşü savundukları öne sürülerek dinozormuş gibi bakılmakta.

Doyumsuzluk, öncelikle özdeksel alanda başladı. Bu durum, tinsel doyumu ortadan kaldırıyor nedense. Özdeksel ve tinsel doyumsuzluk birbirine koşut olarak artmakta toplum içinde. Bunu en iyi açıklayan ise halkımızın: "Karnı doysa gözü doymaz." sözüdür.

12 Eylül 1980 darbesiyle ülkemize egemen olan vahşi kapitalizm, 24 Ocak kararları doğrultusunda toplumcu olan her şeyi ortadan kaldırmayı bir görev edindi. Kamuculuğu, ülkemizden silmek için özel çaba gösterdi küresel sermayenin buyruğunda olan darbeciler ve onun kültür, sanat, spor, ekonomideki görevlileri. Her konuda bireysel başarılar övülüp toplumsal başarılar görmezden gelindi. Kamuculuk basın-yayın organlarında iktidarın sözde aydınlarınca kötülendi. Toplumsal dayanışmanın, yardımlaşmanın birlikte çalışıp üreterek hakça paylaşmanın erdemleri küçük görüldü, gösterildi. Böylece doymak bilmeyen bir insan tipi oluşturulmaya başlandı.

Doymak bilmeyen insanın oluşumunda en önemli etken, televizyonun yaygınlaşması oldu. Toplumun egemenleri, televizyonları kendi çıkarları için kullanarak toplumculuğa savaş açtılar akçamdan. Reklamlarla tüketimi özendirdiler yurttaşlarımıza. Üretim konusunda halkı yüreklendirmek yerine tüketimin özendirilmesi niye mi?

Tüketim çoğaldıkça üretim azalmaya başladı. Cumhuriyet’imizin kuruluşuyla bin bir emekle kurulan sanayi kuruluşlarımız, özelleştirme adı altında kapatıldı. Tarım, üvey evlat görüldü. Bu nedenle köylerimiz boşaltıldı bilerek. Dışalım çoğaldı. Dışalıma koşut olarak ülkemiz daha çok borçlandı. Bu da dış ülkelere siyasal bağımlılığımızı artırdı.

Kamuculuğun ortadan kalkmasıyla yasa, kural tanımayan ve sırtını ülkemiz siyasetçilerine yaslayan bazı kişiler hızla varsıllaştı. Her alanda tekelleşme söz konusu oldu. Sözde serbest piyasacı olan düzen rekabeti ortadan kaldırdı tekelleşmeyle. Gittikçe tekelleşen ekonomi, bir soygun düzenine dönüştü. Bu durum, sosyal yaşamı da etkiledi. Doymak bilmeyen bir açgözlülük ortaya çıktı. Açgözlülük, görgüsüzlükle beslendi.

Vahşi kapitalizmin ortaya çıkardığı insan tipi doymuyor. Her şeyin kendisinin olmasını istiyor. Özdeksel bir doyum söz konusu. Bu nedenle tinsel doyum bir yana itildi. Yeni varsıllık çok tapu, çok para biriktirmeyi amaçladı. Tapuya ve paraya ulaşmak için kurallar ve yasalar bir yana itildi. Hangi yolla olursa olsun amaca ulaşmak için her yolu kendilerine hak bellediler. Bu varsıl tipi; bilim, sanat, spor, kültürden ne yazık ki çok uzak. Doğru düzgün düşküleri yok. Uğruna savaşacağı, özveride bulunacağı ülküleri hiç olmadı. Ülküleri için savaşım verenleri, yaşamını ülküleri uğruna harcayanları, toplum için özveride bulunanları vahşi kapitalizmin görgüsüzleri beceriksiz olarak gördüler. Onlar için toplum yararını düşünmek yararsız bir düşünce.

Vahşi kapitalizmin egemenlerince benimsenen görgüsüzlük ve açgözlülüğün doruğa çıkardığı doyumsuzluk, iletişim organları aracılığıyla hızla topluma yayıldı. Ne yazık ki toplumun her kesiminde doyumsuzluk baş gösterdi. Hiçbir şeyle mutlu olmayan, elindekiyle yetinmeyen, kendi yaşamsal gereksinmesinden çoğunu isteyen, başkalarının hakkı olana göz diken insan tipi her yanda. Bu kişiler, özdeksel açıdan doymak bilmedikleri gibi tinsel olarak da doymuyorlar. Bu doyumsuzluk, toplumumuzun geleneklerini, değerlerini örseliyor. Hatta bu doyumsuz bencillik, çocuk yapıp topluma biyolojik ve sosyolojik katkı yapmaktan bile uzak durmakta. Çünkü onun düşüncesinde başkası için özveride bulunmak diye bir şey yok, çocuğu bile olsa.

Özdeksel ve tinsel doyumsuzluk; toplumsal dokumuzu bozmakta, elseverliğimizi ve duygudaşlığımızı yok etmekte. Ülküsü, düşküsü, özverisi olmayan kişi için halkımız: “Gözünü toprak doyursun.” der. Ne güzel bir söz değil mi?

                                                                            Adil Hacıömeroğlu

                                                                            28 Nisan 2025

 

MUTLULUK, KİŞİNİN İÇİNDE


Dünyanın her yanında insanlar; hangi sosyal sınıftan, etnik kökenden, inançtan, renkten, kültürden, düşünceden, duygudan olursa olsun küçük de olsa bir mutluluk anını yaşamak için uğraşır. Sınırlı bir yaşamda sonsuz mutluluğa ulaşmak ise kişinin asıl amacı, ülküsü. Onu aramak, ona ulaşmak, mutluluğu kesintisiz yaşamak için insanoğlunu, yaşam boyu çaba gösterir.

Mutluluğun göreceli bir kavram olduğunu söyleyelim. Kişiden kişiye değişir. Herkesin mutluluk anlayışı aynı değil. Bu arada mutluluk anlayışının toplumsal dönemlere göre değiştiğini de belirtelim. Buna karşın, insanlar, her koşulda mutlu olmasını bilmeli.  İletişim organlarının gelişmesiyle egemen sınıfların halka dayattığı mutluluk anlayışları, biçimleri de var.  Bu, insanları kalıba dökmekten başka bir şey değil.

Çoğu kişi, mutluluğu kayıp bir nesne gibi arar her yerde. Onun nazlı bir sevgili gibi insanlardan kaçtığını düşünür. O kaçtıkça da insan onu kovalar yakalamak için. “Kaçan, kovalanır.” örneğinde olduğu gibi kaçan mutluluğun peşinden koşuş, yaşam boyu sürer. Koşmak, amaca ulaşmanın düşüyle dolu olduğundan her adımda ona ulaşma olasılığın güçlenir. Böyle olunca onun peşinden koşmak bile kişiyi mutlu eder. Mutluluğa ulaşma olasılığının bile insanı mutlu ettiği bir tılsımdır, içildiğinde yeni bir yaşamın başlayacağı umudunu yeşertecek iksirdir o.

İnsanların çoğu için mutluluk, Kaf Dağı’nın ardında. O, bazıları için ulaşılmaz, duyumsanmaz, yaşanılmaz bir şey. Kimileri, Kaf Dağı’nın ardına gidecek dermanı dizlerinde, yüreğinde bulamaz. Bu nedenle mutluluktan vazgeçer kolayca. Yaşamın kendine dayattığı olumsuz koşulları kolayca kabullenir. Onun peşinden koşmayı, amaçsızlık ve boşuna bir çaba gibi görür. Olumsuzlukları, yaşadığı kötü durumları kendi yazgısı olarak benimseyip içselleştirir. Bunun için de mutlu olma savaşımından uzak durur. Bu kişiler, kendi mutsuzluğunu çevresine de yayar. Çevresindekilerin kendisi gibi mutsuz olmasından içten içe bir sevinç de duyabilir. Mutsuzluğu, bir salgın durumundaki sayrılığın virüsü gibi yayarlar topluma. Bu da toplumsal mutsuzluğu, öğrenilmiş bir umutsuzluğa dönüştürür.

Mutsuzluk, kişinin ve toplumun içgücünü giderek yok eder. Bu da toplumsal dayanışmayı, yardımlaşmayı olumsuz yönde etkiler. İçgücü yokluğu büyük bir bıkkınlığın, yaşamdan kopuşun başlangıcı. Böylece yaptığı işten zevk almayan, onu mutlu edecek onlarca nedeni görmezden gelen, mutluluğun bir soluk kadar kendine yakın olduğunun farkında bile olmaz.

Bazı kişiler, mutsuzluğunu; yaşadığı yere, koşullara ve yakın çevresindeki insanlara bağlar. Mutsuzluğunun nedenini, kendi dışındaki varlıklar ya da yaşatılara bağlamak bir kaçıştır aslında. Kimileri de mutlu olmak için bir tansığa bel bağlar. Bu tür kişiler, kendilerini kendi yaşamlarının öznesi, belirleyicisi, düzenleyicisi olduğunun farkında değildir. Kendini yaşamının öznesi değil de nesnesi olarak gören kişiler; mevsimin rengine, yelin yönüne doğru sürekli savrulur ve çevresindeki öznelerin eylemlerine göre kendine yer ve yön arar.

Mutluluk, kişinin içindedir. Onu, başka yerlerde aramak boşuna bir çaba. Sen, kendinle barışık olacaksın öncelikle. Mutluluğu kendi içinde, yaşamında, içinde bulunduğun koşullarda arayacaksın. O, aslında en yakınında. Yeter ki onu bulmasını bil. Kimi zaman yaşamımızda görmezden geldiğimiz öyle küçük şeyler vardır ki, bize olağanüstü mutluluk yaşatır. O küçük şeyler, bizim ayaklarımızı yerden kesmeye, bizi mutluluktan ve sevinçten havalara uçurmaya yeter de artar bile.

Aslında insanın yaşaması, en büyük mutluluk. Bir de üstüne sağlık, erinç ve başarı eklenince katmerli bir mutluluk yaşar kişi. Sağlık, erinç ve başarının kaynağı; kişinin içindeki mutluluk. O, yüreğimizde sakladığımız büyük bir hazine. Onu fark ettiğimizde yaşamımız bambaşka olur. Bunun için de insan içindeki olumsuzlukları, kötümserliği, karamsarlığı, özgüvensizliği, içgüçsüzlüğü yok etmeli. Kişinin yüreği, olumsuz olan her şeye kapalı olmalı.  Mutluluğu uzaklarda değil, kendinde aramalı insan. İçindeki mutluluğu keşfedince kişi, bu mutluluk dalga dalga yayılacaktır her yana. Önemli olan kendini, içindeki hazineyi keşfetmekte.

Mutluluk, özgürlüktür. Algılardan, dayatmalardan kurtularak kendi içindeki cevheri keşfederek mutlu olur insan.

Zor sanılan mutlu olmak, aslında ne denli kolay değil mi?

                                                                  Adil Hacıömeroğlu

                                                                  27 Nisan 2025

25 NİSAN 1915’TE ÇANAKKALE’YE DÜŞMAN ÇIKARMASI


İngiliz ve Fransızların Çanakkale’yi denizden geçme düşünceleri, 18 Mart 1918’de suya düştü.  Bu nedenle karaya çıkarma yapmaya karar verdiler.  24 Nisan 1915 akşamı düşman güçleri hazırlıklarını bitirmiş, Gelibolu Yarımadası’na çıkarma yapmak için sabahı bekliyorlardı. Akşam askerlerin tümüne sıcak yemek verildi. Her asker üç günlük yiyecek ve 200 fişek yanına aldı. Birleşik düşman donanması da hazırdı. Önce kıyılar donanmanın ateşiyle dövülecek, Türk direnişi yok edilecekti. Ardından da karaya ayak basacaktı düşman çizmeleri.

25 Nisan sabahı düşman, ordumuzu yanıltmak için farklı yerlere yalancı çıkarmalar yaptı. Amacı, askerimizi farklı yerlere dağıtarak gücünü bölmek, kafaları karıştırmaktı. Asıl çıkarmayı, Arıburnu ve Seddülbahir’e yaptı düşman. Mustafa Kemal, başta ordu komutanı Mareşal Liman Von Sanders olmak üzere komuta kademesini ısrarla buralara çıkarma yapılacağı konusunda uyarmıştı. Ne yazık ki kıyıları savunması gereken birlikler çok uzaktaydı. Liman Paşa, düşmanın karaya çıkmasına izin verilmesini ve onları karada yenmeyi düşünmekteydi. Yarbay Mustafa Kemal ise düşmanı karaya ayak bastırmamanın gereği üzerinde durmaktaydı.

Mustafa Kemal’in 19. Tümen’i ihtiyattı. Yani yedekteydi Buna karşın Mustafa Kemal Bey, çıkarmanın yapıldığı sabah, 57. Alay’la Arıburnu’na doğru hareket etti. 1. ve 3 taburlar sağında solunda dizilerek çalılar arasından ilerliyordu. Dağ bataryası gelmekte gecikmişti. Buna karşın beklemedi, kıyıyı gözetleyerek ilerledi. Hızlanmak için askerlerin sırt çantalarını bırakmalarını istedi. Askerler yanlarına yedek mermilerini, matara ve ekmek torbalarını aldılar. Ayrıca temiz iç çamaşırlarını alarak ekmek torbalarına koydular. Dört tane ağır makineli tüfek de yanlarındaydı.

Çalıların arasından ilerleyen taburları düşman göremiyordu. Emir Subayı Asteğmen, komutanını uyardı fundalıklara bakması için. Askerler kirli çamaşırlarını çıkarıp çalıların diplerine saklamışlardı. Temiz çamaşırları giyerek Allah’ın huzuruna çıkmak için hazırdılar. Çünkü hepsi, şehit olacağını biliyordu. Bu durum, herkesi çok duygulandırdı.

Mustafa Kemal, ivedilik gösterdi. Bir an önce Arıburnu’na ulaşmak istiyordu. Atından inerek alayı bırakarak yanında emir subayı, başhekim ve topçu komutanıyla hızlı adımlarla yürüdü. Conkbayırı’na ulaştığında Arıburnu’ndaki düşman savaş ve çıkarma gemilerini gördü. Düşman çıkarması başlamıştı. Saat, 10.00’du.

Elleri yüzleri yara bere içinde, giysileri yırtık bir grup askerin koşarak yaklaştığını gördü.

Askerlerden biri: “Düşman efendim!” dedi heyecanla.

Askerlerin arkalarından bir Anzak birliği gelmekteydi. Aralarında bir kilometreye yakın uzaklık vardı. Conkbayırı, düşmanın eline geçmemeliydi. Henüz 57. Alay gelmemişti. Askeri süngü taktırıp yere yatırdı. Düşman birliğinin komutanı bizimkilerin ateş açacağını düşünüp kendi birliğini de yere yatırdı. Saatler 10.25’i gösterirken öncü bölük yetişmişti. Hemen saldırı için emir verdi ve savaş başlamış oldu. Hızır gibi yetişen bölüğümüz, direnmeye çalışan düşmanı süngüyle yok etti.

Çok geçmeden 57. Alay üç taburuyla yetişti başlarında komutanları Binbaşı Hüseyin Avni Bey’le. Mustafa Kemal kısa bir toplantı yaptı komutanlarla. Bulundukları yerin savunmasının ne denli önemli olduğunu anlattı onlara. Alay, savaş düzeni aldı. Askerlerin tümü ellerini temiz vatan toprağına ve tüfeklerinin kabzalarına sürerek kuru abdest aldılar. Savaşın tüm yazgısını değiştirecek olan saldırıyı başlattılar. Düşmanın sütüne indiler dalga dalga. Ölümden korkmuyorlardı. Çünkü şehit olmaya inanmışlardı, ant içmişlerdi yola çıkarken can vermeye. 27. Alay da Arıburnu direnişin ön safındaydı. İki alay omuz omuza verdi düşmana karşı.

“Allah, Allah…” sesleri yeri göğü inletirken bir milletin sonsuza dek varlığı için Conkbayırı’ndan Arıburnu’na doğru akıyordu Mehmetçik. Mustafa Kemal, kendine bağlı 77. Alay’ı, 27. Alay’ın sol yanına yolladı. Savaş alanına yetişen 19. Tümen’e bağlı 72. Alay’ın bir taburunu hemen 57. Alay’a destek olmak için sürdü cepheye. Savaş, iyice kızıştı. Anzaklar, beklemedikleri sert bir direnişle karşılaşmışlardı.

Gün boyu sürdü savaş. Mustafa Kemal, akşama doğru tüm cepheyi gezdi. Emrindeki birlikleri denetledi. Mevziler sağlamlaştırıldı. Bu denetlemeleri yaparken ateş hattında olmaktan korkmuyordu. Bu durum, askerlerin gözünden kaçmadı. Komutanlarının yürekliliği, askerin savaşma azmini daha da artırdı.

Mustafa Kemal’in Çanakkale kahramanlığı, ilk gün başladı. Emrindeki 19. Tümen yedek kuvvet olmasına karşın düşman işgaline kendi kişisel kararıyla karşı koydu. Gözünü kırpmadan tehlikenin üstüne yürüdü. İşte, kahramanlık budur. Gerektiği zaman vatanı için canını hiçe saymaktır. Tehlikeyi önceden görüp sorumluluk almaktır kahramanlık ve liderlik.

Çanakkale utkusunun 110. yılında başta Atatürk olmak üzere tüm şehit ve gazilerimizi saygıyla anıyorum.

                                                                  Adil Hacıömeroğlu

                                                                  25 Nisan 2025

İSTANBUL’DA DEPREM


23 Nisan Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramı’nın heyecanı, gururu içindeydim. Bu güzel günü yaşarken bir de 23 Nisan yazısı yazayım, dedim. Masaya oturdum bilgisayarımla. Haberleri de izliyorum bu arada. Silivri merkezli 3,9 şiddetinde bir depremin olduğu söylendi. “Olağandır.” dedim kendi kendime. Başladım yazmaya. Tam da yazıyı yarılamışken ev sarsılmaya başladı. Sarsılma başladığı an, cep telefonuma deprem uyarısı geldi. Saat, 12.49’du…

Deprem başlar başlamaz masadan kalktım. Sakin olmaya çalıştım, çok korkmadım. Kendimce güvenli bir yerde bekledim sarsıntıların bitmesini. Doğaldır ki ev giysileriyle oturmaktaydım masada. Sarsıntı bitti ve hemen üstümü değiştirdim. Sırt çantamı yanıma alıp oturdum yazımı bitireyim diye.

Sarsıntılar sürerken eşimi aradım, ancak konuşamadık. Çünkü o, okulunun bahçesinde 23 Nisan törenini sunuyordu. Oğlumu ve diğer yakınlarımı aradım. Ne yazık ki ulaşamadım hiçbirine. Çünkü telefon hatları kilitlendi sanırım yoğunluktan. Telefonların uzun ve gereksiz konuşmalar, gereksiz iletilerle meşgul edilmemesi konusunda sosyal medya hesaplarımdan çağrı yaptım. Böyle durumlarda telefon hatlarının açık almasının önemini belirttim. Ayrıca telefonların şarjlarının gereksiz yere tüketilmemesi konusunda uyarılar yaptım. Uyarılarımın pek dinlendiğini sanmıyorum.

Televizyon açık… Bir yandan haberleri izliyorum. Çok geçmeden depremin şiddetinin 6,2 olduğu açıklandı. Ardından peş peşe depremler oldu. Yazımın son bölümünü yazmak üzereydim. Dışarı çıkmaya karar verdim. Yazımı akşam eve dönünce tamamladım.

Akşama dek dışardaydık, yani sahilde. Özellikle sahil tıklım tıklım insan dolu... Herkes daha büyük deprem olacak diye evden kaçmıştı. Oysa beklenen büyük deprem olursa tsunami tehlikesi var. Anadolu yakasının Marmara kıyıları neredeyse tamamen dolgu. Hem tsunami tehlikesi hem de dolgu alanında olması nedeniyle yıkıcı bir deprem anında can güvenliğinin olmayacağı bir yer. Niçin mi kıyılara sığındı halk? Çünkü mahallelerde deprem toplanma alanı yok! Kent, bir karış yeşil alan bırakmamacasına beton yapılara teslim edilmiş. Kent oluşturulurken her şey düşünülmüş, bir tek insan düşünülmemiş. Demek ki yaklaşık yirmi milyon insanın yaşadığı İstanbul’da, deprem sırasında halkın sığınacağı doğru düzgün bir yer yok neredeyse.

Çoğu kişinin deprem çantası bulunmamakta. Çöken bir yapının yıkıntısı altında kalan bir yurttaşın yaşama tutunma olasılığı bu nedenle azalmakta.

Deprem sonrasında çoğu kişi, taşıtlarına binerek yola çıktı. Bu nedenle yollar tıkandı. Deprem sonrası kurtulan kişilerin nasıl davranacağı ne yazık ki bilinmemekte. Olmadı, ama diyelim ki deprem daha yıkıcıydı. Bazı yapıların yıkıldığını, birçok insanın yıkıntılar altında kaldığını düşünelim. Yıkıntılar altında kalanları oradan çıkarmak için yetişecek kurtarma ekipleri hangi yoldan gelecek? Yardım bekleyenlere nasıl ulaşacak yardım ekipleri?

Kurtarma ekipleri yıkıntılara ulaştı diyelim. Yıkıntılar altından yaralı kurtarılan yurttaşlarımız en yakın sağlık kuruluşuna hangi yollardan ulaştırılacak?

Deprem sırasında farklı bölgelerde, çok sayıda yangının çıktığını varsayalım. Bunları söndürecek yangın söndürücüler nasıl ulaşacak buralara?

İşin en şaşırtıcı, acıklı, gülünç yanı ise yollara düşen İstanbullulardan bazılarının Silivri’deki yazlıklarına gitmeleri. Oysa depremin merkezi Silivri… İnsanlar ne yapacağını, nereye gideceğini bilmemekteler. Kafası kesik tavuk gibi çırpınmaktalar.

23 Nisan günü olan İstanbul depremi gösterdi ki hükümet de belediyeler de yurttaşlar da bir felakete hazır değil. Hükümet ve belediyeler yalnızca göz boyayıcı boş sözler üretmekte. Köktenci çözüm yok! Aslında bu gerçeği her yurttaşımız da bilmekte. Bildiği içindir ki kendince kurtuluş yolu aramakta.

Büyük bir İstanbul depreminin ülkemiz için ulusal güvenlik sorununa yol açacağını devletimizi yönetenler de bilmekte. Bu gerçeğin ışığında davranmalı. Depreme hazırlığın savsaklanacak yanı yok! Bu nedenle hangi görevde olursa olsun herkes sorumluluğunu bilip ona göre davranmalı.

                                                                  Adil Hacıömeroğlu

                                                                  25 Nisan 2025

23 NİSAN DÜŞÜ VE DEPREM


23 Nisan Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramı’nın heyecanıyla uyandım erkenden. Önce farklı televizyonlardan bayram törenlerini izledim. Ardından ekranlarda Atatürk ve Kurtuluş Savaşı’mızı anlatanlara kulak verdim. Evimizin karşısında Bostancı Atatürk Ortaokulu var. Balkon kapısı açık… Konuşmalar, şiirler… Sonrasında bando takımı yeri göğü inletmeye başladı. Önce okulun bahçesinde çaldılar trampetlerini. Bu arada bando takımında boruların olmaması büyük eksiklik… Gerçi olsa nerde çalacak çocuklar? Eskisi gibi yollarda dolaşmaları çok zor…

Bando takımı önde, bir sınıfı dolduracak kadar öğrenci arkada yürüyüş başladı. Birkaç veli de var yanı sıra yürüyen. Okul bahçesinden çıkıldı. Minibüs yolunda yavaşça gümbür gümbür ilerlemekteler Kadıköy yönüne doğru. Bazı sürücüler yollarındaki çocukların heyecanına ortak olurken kimilerinin bu durumdan rahatsız oldukları çok açık. Öğrencilerin yoldan çekilmeleri için rahatsız edici düdüklerini çalmaktalar. Belli ki padişaha kelle yetiştirecek bu sürücüler. Neyse ki sayıları çok değil. Öğretmenler, öğrencilerin güvenliğini sağlamak için çırpınmakta.

Nerede olursam olayım bando takımını gördüğümde, o tılsımlı sesi işittiğimde heyecanlanırım. Yüreğim yerinden fırlayıp çıkacakmış gibi olur. İlkokul beşteydim. Okuduğumuz ilkokulun alt katında ortaokul vardı. Onlarla aynı bahçeyi kullanıyorduk. Bando takımı kurulmuştu ortaokulda. Boru ve trampet takımına öğrenciler seçildi. Her resmi bayram öncesi çalışmalar yaparlar, törenlere hazırlanırlardı. Kimi zaman dersteki öğrenciler rahatsız olmasın diye okulun arkasındaki fındıklıkta yaparlardı bu çalışmalarını. Ders aralarında bando takımının çevresini alırdık hemencecik. Hayranlıkla izlerdik onların boru ve trampet çalmalarını. O günlerde benim ve bazı arkadaşlarımın en büyük düşü, bando takımında yer almaktı.

Boru çalan üç kişi vardı bandoda. İkisi son sınıftaydı. Biri orta birdeydi. Adı: İrfan Yıldırım’dı. Onu tanıyordum. Bizden bir yıl önce bizim okulumuzdan mezun olmuştu. Sınıf arkadaşım Hamdi Özcan’la ders aralarında giderdik bandocuların yanına koşa koşa. İrfan Yıldırım’a: “Boruya bir kez olsun üfleyebilir miyiz” derdik. O da bizi kırmaz, üfletirdi boruya. Birkaç gün geçmeden neredeyse öğrenmiştik marşları çalmayı. Yolda yürürken, evde otururken, top oynarken, ders çalışırken ağzımızda boru varmış gibi dudaklarımızı büzer, dilimizle marşların ezgisini çalardık kendi kendimize. Çok geçmeden marşların tümünü çalmaya başladık.

Bizim hevesimizi ve becerimizi gören İrfan Yıldırım, bize boruyu daha çok çaldırmaya başlamıştı. Hatta bir defasında, gelecek yıl ikimizi boru takımına aldıracağını söylemişti. “Bu yıl iki arkadaşımız mezun olacak. Siz, ortaokula geldiğinizde ikinizi onların yerine aldırırım. Bunu öğretmene söylerim. Siz, nasıl olsa çalıyorsunuz boruyu. Yeniden öğrenci yetiştirmek zor.” dedi bize.

Ağzım burnum deyinceye dek okulu bitirdik. Yaz dinlencesi de sayılı gün çabuk geçti. Ortaokula başladık. Cumhuriyet Bayramı yaklaşıyordu. Bando çalışmalara başlayacaktı. İrfan Yıldırım, dinlence de bizi arayıp buldu. Onun iki yanında öğretmen odasına gittik. Öğretmenimize bizim boru çalmayı bildiğimizi söyledi. Öğretmenimiz bahçeye çıktı, biz de arkasındayız. Boruyu sırayla bize verdi. İkimiz de tüm marşları çaldık eksiksiz. Böylece bando takımına girdik.

O yıllarda bandocular izci giysisi giyerdi. Hamdi ile bana izci giysileri verdi öğretmenimiz. Cumhuriyet Bayramı’nda yerimizi aldık giysilerimizle. Yaşamımın en mutlu günlerinden birini yaşadım. O zamanlar bucak merkezi olan Hayrat’ı baştan sona dolaştık uygun adım. Halkın ilgisi doruktaydı. Beni tanıyan bazı kişiler bana seslenmekteydiler mutlulukla. Ancak ben, tüm ciddiyetimle kendimi işime vermiş, önüme bakıyordum Atatürk bakışlarımla.

Ortaokul eğitimim boyunca üç yıl boru çaldım. Orta üçte Denizli-Çal-İsabey Ortaokulu’nda sürdürdüm eğitimimi. Orada da bando takımına girdim. Bu nedenle bando takımını her gördüğümde heyecandan ölecekmiş gibi olurum. Onlarla ortaokul yıllarıma gider, derin düşlere dalarım.

Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramı’nda tam da düşlere dalmışken 12.49’da deprem oldu. Düşümden uyanıp deprem gerçeğini acı da olsa yaşadım.

                                                                  Adil Hacıömeroğlu

                                                                  24 Nisan 2025

 

23 NİSAN 1920 TBMM’NİN AÇILIŞI


Yurdun dört bir yanından milletvekilleri, Atatürk’ün çağrısı üzerine Ankara’ya geldi. 23 Nisan 1920’de Büyük Millet Meclisi, en yaşlı üye olan Sinop Milletvekili Şerif Bey tarafından açıldı. BMM açılışının tanığı olan Hıfzı Veldet Velidedeoğlu, Şerif Bey’in açılış konuşmasının Mustafa Kemal Paşa tarafından kaleme alındığını söyler. Bu konuşma şöyledir:

“Huzzarı kiram (değerli hazır bulunanlar)! İstanbul’un geçici kaydıyla yabancı kuvvetler tarafından işgal olunduğu ve bütün esaslarıyla hilafet makamı ve hükümet merkezinin bağımsızlığı iptal edildiği malumunuzdur. Bu vaziyete baş eğmek, milletimizin teklif olunan yabancı esaretini kabul etmesi demekti. Ancak tam bakımsızlık ile yaşamak kati azminde olan, ezelden beri hür ve serbest milletimiz, esaret vaziyetini tam bir şiddet ve katiyetle reddetmiş ve derhal vekillerini toplamaya başlayarak Yüce Meclis’inizi vücuda getirmiştir. Bu Yüce Meclis’in Reisi Sinni (en yaşlı üye) sıfatıyla ve Allah’ın yardımı ile, milletimizin dâhili ve harici tam bağımsızlık dâhilinde mukadderatını bizzat üstlenmeye ve idare etmeye başladığını bütün cihana ilan ederek Büyük Millet Meclisi’ni açıyorum. Metbuu akdesimiz (tabi olunan en kutsal varlık) olan, bütün Müslümanların halifesi ve Osmanlıların padişahı Sultan Mehmet Hanı Sadis (altıncı) Hazretleri’nin yabancı kayıtlarından kurtarılmasına ve yüce saltanatın ebedi payitahtı olan İstanbul’umuz ile işgal altında ve türlü zulümler ve facialar içinde maddeten ve manen insafsızca imha edilmekte bulunan bütün mazlum vilayetlerimizin kurtarılmasına muvaffakiyet ihsan buyurmasını Cenabı Allah’tan niyaz eylerim. (Atatürk’ün Bütün Eserleri, Cilt: 8, Kaynak Yayınları, Birinci Basım: Mayıs 2002, s. 25)” Mustafa Kemal Paşa, İstanbul’un işgalinin emperyalistlerin Türk ulusunu tutsaklaştırmak ve bağımsızlığını yok etmek için olduğunu BMM’nin ilk gününde vurgulamakta Meclis’in geçici başkanı Şerif Bey aracılığıyla.

Atatürk’ün yukarıdaki metinde “tam bağımsızlık” vurgusu çok önemli ve anlamlı. Ayrıca bu hem Atatürk’ün hem Meclis’in hem de ulusun ülkemizin kararlılığını göstermesi bakımından ilgi çekici.

23 Nisan 1920’de, Ankara’da Meclis’in açılması hem padişahlık yönetimini, hem de İstanbul’un başkentliğini reddeden bir devrim. Aynı zamanda Cumhuriyet’in açıktan olmasa da eylemli olarak yaşama geçirilmesi. Bu nedenle 23 Nisan günü Türk Devriminin ve yeni ulus devletin tüm dünyaya duyurulmasıdır.

Şerif Bey’in kısa açılış konuşmasından sonra Mustafa Kemal Paşa, söz alır ve kısa bir konuşma yapar. Bu konuşmasında, yurdun dört bir yanından yeni seçilip gelen milletvekillerinin mazbatalarının incelenmesini önerir.

“Yüce Meclis’iniz, yüksek malumları, fevkalade salahiyete sahip olarak yeniden seçilen değerli mebuslar ile taarruza uğrayan saltanat merkezinden kendilerini kurtararak buraya gelen değerli mebuslardan meydana gelmektedir. Kendilerini kurtarıp gelebilecek olan mebuslar ile birlikte bir Yüce Meclis meydana getirilmesi, ancak yeni seçilen seçim tarzında söz konusu olmuştur. Bu anda Meclis’imiz toplanmıştır. Evvelce seçilen mebusların dahi aynı salahiyet derecesinde vazife yapmasının, mebusların seçim tarzından daha ziyade kapsamlı olduğu için bunun uygun olacağı kanaatindeyim. Bu hususu teyit etmek isterim. (Aynı yapıt, s. 26)” Bu önergede görüldüğü gibi Meclis’in ilk baştan hakka, hukuka uygun davranması sağlandı. Meclis’in oluşturulması konusunda kimsenin usunda en küçük bir şüphenin kalmamasına özen gösterildi bu önergeyle.

Atatürk, Müdafa-i Hukuk’tan yanadır. Ülkemizin kurtuluşunun her aşamasında hukuk kurallarını egemen kılmak amacındadır. Ulusal egemenliğimizin temelini hukuk oluşturur. Bu hukuk, ulusun hukukudur. Devlet yöneticilerinin hukuktan ayrılmaması; ulusal egemenliğimizi sağlamlaştırmanın, sonsuza dek sürdürmenin, iç cephenin bütünlüğünün korunmasının en önemli etkeni.

                                                         Adil Hacıömeroğlu

                                                         23 Nisan 2025

 

TÜRKİYE KUŞATILIRKEN SİZ NE YAPIYORSUNUZ?


Ülkemiz, dört bir yandan kuşatılmakta. ABD, İsrail, Yunanistan, Güney Kıbrıs ittifakı bu kuşatmanın özneleri. Avrupa’nın tek dişi kalmış emperyalistleri de bu ittifakı her koşulda desteklemekte. Bu ülkelerin düşmanca tutumları açıkça görülmekte. Buna karşın TBMM’de temsil edilen siyasal partilerin iktidar ve muhalefetiyle bu durumu görmemeleri ya da görüp de görmezden gelmeleri çok ilginç.  Oysa bu kuşatmayı siyasal uyanıklık ve ulusal birliği güçlendirerek yarabiliriz.

Çözüm bekleyen onlarca sorun var önümüzde. Bu sorunları ortak akıl, ulusal çözüm yollarını tartışarak, iç cepheyi sağlamlaştırarak, günlük kısır siyasal çekişmelerden uzak durarak aşabiliriz. Ne yazık ki ülkemiz siyasetinde söz sahibi partilerin ivedilikle çözülmesi gerektiren sorunlar karşısındaki vurdumduymazlıkları bağışlanır gibi değil. Bu konuda AKP ve CHP yönetimlerinin sorumsuz tavırları ilgi çekmekte. Nedense Ekrem İmamoğlu üzerinden başlanan yolsuzluk soruşturması, günlük siyasetin ana konusunu oluşturmakta. Yargının çözeceği bir sorunun neredeyse her gün yirmi dört saat her ortamda tartışılması soruşturmanın da yargılamanın da sağlıklı yürümesini tehlikeye düşürmekte.

Türkiye’nin ulusal birliğini, toprak bütünlüğünü bozmayı amaçlayan yaşamsal sorunlarımızı; bir yazı dizisi olarak anlatmaya çalışacağım dilim döndüğünce.

Ülkemizi en çok ilgilendiren sorunların ilki, ABD-Çin arasında başlayan ekonomik, siyasal savaş. Bu savaşın, dünyanın bütün ülkelerini etkileyeceği kesin. Hiçbir ülke, bu çekişmenin dışında kalamaz. Bu yalın gerçeği görmemek, büyük aymazlık. Bu çekişme, tüm alanlarda kendini gösterecek. ABD-Çin savaşı, bazı ülkeleri zor durumda bırakırken bazılarının karşısına da yeni fırsatlar sunacak. Doğaldır ki fırsat, kişinin ya da ülkelerin avucuna gökten düşmez. Fırsatı yakalamak için bu savaşta doğru yerde durmak, ülke çıkarlarını öncelemek, öngörülü olmak, siyasal saplantılardan kurtulmak, emperyalizme teslimiyet alışkanlığından vazgeçmek, Türkiye’nin önünü açacak siyasetler ve bakış açıları gerekir.

Muhalefet, değişen dünya koşullarına uygun politikalar üreterek iktidarı yönlendirerek yanlışlarını göstermeli. Bu konuda yürekli, sorumlu davranmalı.

Atlantik’in gerilemeye, Asya’nın yükselmeye başladığı bir çağdayız. Bu nedenle dünyanın bu gerçeğine uygun siyaset izlemek zorunluluk.

Gerileyip çökmekte olan batı emperyalizmine bel bağlamak, batı merkezli emperyalist ittifakların ülkemize karşı düşmanca düşünce ve eylemlerini görmemek Türkiye’ye yarar sağlamaz. Dost görünümlü düşmanla gerçek dostları birbirinden iyi ayırt etmeli. Bile bile düşmanın yanında görünmek, ülkemize yarar sağlamaz. Böyle bir duruş, düşmana hizmet değilse nedir?

ABD, yüksek teknolojik ürünler üretmekte Çin’in epeyce gerisinde kaldı. Bu nedenle bu eksikliği gören Trump, seçimlerden önce Elon Mask başta olmak üzere yüksek teknoloji alanında üretim yapan birkaç varsılı yanına aldı. ABD, büyük bir üretim atağına hazırlanıyor, ancak toplumsal ve siyasal koşulları buna uygun değil.

ABD emperyalizminin çökmekte olduğunu herkes görmekte. ABD’yi ayakta tutan en önemli ekonomik kaynaklarından biri, dolar… Doların dünya ticaretindeki etkisi azalırsa ABD ekonomisi önemli bir darbe alır. Bu durum, ülke içindeki siyasal ve ekonomik çelişkileri keskinleştirir. Bu da geri dönülmez çözümsüz sorunlara yol açar. Bu nedenle başta Türkiye olmak üzere dünyanın tüm ülkeleri ulusal paralarla dış ticarete geçmeli. Bu, dolar egemenliğini sona erdirir.

Türkiye, iktidar ve muhalefetiyle ABD-Çin savaşında safını belli etmeli. Her iki ülkeye göz kırpmak, “denge politikası” denen dengesizlik siyasetinin içinde debelenmemeli. Savaşan her iki tarafın yanındaymış gibi görünmek, bu savaşın amacını anlamamak olur. Böyle bir durum, kolayca fark edilir her iki ülkece. Böylece ne İsa’ya ne de Musa’ya yaranılır. AKP’nin 22 yılı aşan iktidarı döneminde “denge politikası uygulandı güya. Bu politikayla dostla düşman birbirine karıştı. Ülkemizin geleceğini, bütünlüğünü ilgilendiren birçok konuda olumlu tavır takınılmadı, sağlam duruş gösterilmedi. Herkesi idare edip memnun etmeye çalışan, kimseyi memnun edemez.

Not: Yazıda anlatılanları tamamlayıcı nitelikte olan aşağıdaki iki yazıyı okumakta yarar var.

1-Denge Politikası https://adiladalet.blogspot.com/2022/03/denge-politikasi.html

2-Ulusal Paralarla Dış Ticaret https://adiladalet.blogspot.com/2022/08/ulusal-paralarla-dis-ticaret.html

                                                                  Adil Hacıömeroğlu

                                                                  22 Nisan 2025