TEĞMENLERE KIYMAYIN EFENDİLER


30 Ağustos 2024 günü Kara, Deniz ve Hava Harp okullarında mezuniyet törenleri yapıldı. Bu törenlere Cumhurbaşkanı R. Tayyip Erdoğan da katıldı. Derece alan öğrencilere anmalıklar verildi. Her üç okulda da birinciler kızlar oldu. Bu, Cumhuriyet’imizin kadınlara tanıdığı hakların ve onlara toplumsal yaşamda verdiği fırsat eşitliğinin bir kanıtı. Demek ki eşit haklar tanındığında kadınlarımızın yetenekleri ortaya çıkmakta.

Okullarını birincilikle bitiren üç teğmenin konuşmalarını dinledim. Üç teğmenimizin de Atatürk’ün düşünce sistemini içselleştirdiğini gurur duyarak gördüm. Askeri okullarda birincilik, yalnızca kuramsal eğitimle olmuyor. Uygulamalar da değerlendirmekte. Her alanda yetenekleri, bilgileriyle öne çıktı üç birinci teğmen. Bu nedenle ülkemizin yüz akı olan bu üç teğmenimizin değeri bilinmeli.

Harp okullarında birinci olan üç teğmen kızın başarısını içine sindiremeyen yobazların olduğu çok açık. Çünkü kadının çalışma yaşamında olmasını istemez bu Ortaçağ kafalılar. Onlar için kadın, erkeğin hizmetçisi konumundan dışarı çıkmamalı. Kadınların kendilerini yönetmesini istemez bu kişiler.

Teğmen kızların Kurtuluş Savaşı’mızda olağanüstü yararlılıklar göstermiş Kara Fatma, Şerife Bacı, Çete Ayşe, Gördesli Makbule, Tayyar Rahime, Halime Çavuş ve adı sanı duyulmamış nice kadın kahramanlarımızın izinden gittiklerini söylemeliyim. Türk kadını, tarih boyunca erkeğiyle yan yana, omuz omuza yaşamın her alanında yer aldı. Tarlada, yaylada, kışlakta, göçlerde, savaşlarda, kıtlıkta, salgınlarda, yazda kışta, baharda güzde, sağlıkta sayrılıkta, iyilikte kötülükte, çarşıda pazarda, sılada gurbette, varlıkta yoklukta, mutlulukta üzüntüde, acıda tatlıda birliktedir kadınla erkek. Yaşam her iki cinsin işbirliği, görev bölüşümü, sırt sırta vermesiyle yürüyüp gelmiştir binlerce yıl. Bu birlikteliği anlamayanlar, toplumumuzun küçük bir kısmı.

15 Temmuz darbe girişiminden sonra askeri okulların hepsinde yeni düzenlemeler yapıldı. Askeri liseler kapatıldı ki bu, büyük bir yanlıştı. FETÖ sızması, neredeyse tüm devlet kurumlarında görüldü. Bu kurumları kapattık mı? Askeri hastanelerin de kapatılması büyük yanlış. Bu, trafik kazalarını önlemek için tüm motorlu taşıtlara yollara çıkmayı yasaklamak gibi bir yaptırım. Evet, yollarda taşıtlar olmasa kazalar da olmaz. Oldukça mantıksız ve yaşama uymayan bir uygulama...   

Harp okulları Milli Savunma Üniversitesi çatısı altında toplandı. Ne yazık ki bu üniversitenin başına sivil bir profesör atandı. Bunu da onaylamak, doğru kabul etmek olanaksız. Askeri, asker eğitir. Harp okullarının tarihin derinliklerinden gelen birikimini yok saymak büyük yanlış.

TSK’dan ve askeri okullardan sökülüp atılan FETÖ, her zaman olduğu gibi yalanlarla saldırdı bu kurumlara. Özellikle de Atatürkçü görünen kesimi yanına çekmeye çalıştı uydurduğu yalanlarla. Harp okullarını bazı tarikat ve cemaatlerin ele geçirdiği yalanını yaydılar. Yeni alınan öğrencilerin bu dinsel kümelerden olduğunu söylediler. Konuyu iyi araştırmayan ve AKP’ye karşı muhalefet oluşturmak amacıyla FETÖ yalanına kolaylıkla inanan, her gün Atatürk fotoğrafı paylaşmayı Atatürkçü olmak sanan bazıları bu yalanın yayıcıları oldu. Zaten bu kesimde “Tayyip düşmanlığı” üst düzeyde. Tayyip Erdoğan’dan kurtulmak için kim olursa olsun, ister FETÖ isterse PKK fark etmez herkesle bir arada olmayı düşünen bir kesim bu. Bilerek ya da bilmeyerek emperyalizmin Türk askerini halkın gözünden düşürme, ordumuzu Atatürk’ten uzaklaştırıp güçsüzleştirme saldırılarına ortak oldular. Ne yazık ki harp okullarındaki öğrenciler üzerinde olağanüstü ve haksız bir baskı oluşturdular bu yolla.

Kara Harp Okulu öğrencileri, resmî törenden sonra 2023’e dek askeri okullarda okunan yemini ettiler. Sonunda da “Mustafa Kemal’in askerleriyiz.” diye bağırdılar. Bunun nedeni, onları tarikat ve cemaat üyesi olmakla suçlayan yalancılara bir yanıt vermekti. Eğitim yaşamları boyunca üzerlerinde oluşturulan baskılardan kurtulmaktı amaçları.  Ne yazık ki bunu bazı siyasetçiler ve hükümet üyeleri anlayamadı. FETÖ bu kez tavır değiştirerek bunların darbeci olduğu yalanını yaydılar. Ne yazık ki AKP içinde çok açık olmasa da FETÖ artıkları ve onlardan etkilenmiş önemli bir kesim var. Ayrıca yandaş basının içinde FETÖ etkisi ve Soğuk Savaş döneminin koşullanmalarıyla davranan çok sayıda gazeteci var. Teğmenler konusunu köpürtenler de bu kişiler.  Bunları anlamanın en kolay yolu, bu kişilerin azılı Atatürk düşmanları olmasıdır.  

Bir Harp Okulu öğrencisinin Mustafa Kemal’in askeri olması ve bunu dile getirmesi kadar olağan bir şey yok! Subayımız, Mustafa Kemal’in askeri olduğunda yurdunu savunabilir. Mustafa Kemal’in askeri olmayanlar 15 Temmuz’da görüldüğü gibi emperyalizmin askeri olurlar. Kara Harp Okulu mezunu teğmenlere soruşturma açılmış, onları çok sevdikleri yurt hizmetinden yoksun bırakmak için. Bu teğmenlerin içinde okul birincisi Ebru Eroğlu da var. Eğer bu teğmenler askerlik görevinden atılırsa buna en çok FETÖ, PKK ve ülkemize düşmanlık eden emperyalistler sevinir.

Sözüm, Cumhurbaşkanı Erdoğan ve Milli Savunma Bakanı Yaşar Güler’edir. Teğmenlere kıymayın! Kıyıp da FETÖ’cüleri sevindirmeyin. Çünkü FETÖ, harp okullarında Kemalist subayların yetişmesini istemez. Atatürk’ün olduğu yerde FETÖ de PKK da olmaz. Çünkü o ulusumuzu birleştiren en önemli öğe. Teğmenlerimizin yüreklerinden gelen güçlü sese ortak olmak için bağırıyorum: Mustafa Kemal’in askerleriyiz. Seksen beş milyon yurttaşımız bu sese katılırsa ülkemizin dirlik ve düzenini sağlayabiliriz.

                                                       Adil Hacıömeroğlu

                                                       19 Kasım 2024


ATATÜRK VE ARKADAŞLARI SİVAS’TA


Atatürk ve arkadaşları, zorlu bir yolculuktan sonra 2 Eylül 1919 Salı günü akşamüstü Sivas’a vardı. Onları coşkulu bir kalabalık karşıladı. Sivas’a beş kilometre kala çadırlar kurulmuştu. Sivaslılar, Atatürk ve arkadaşlarını burada karşılayarak kurtuluş umuduna umut kattılar. Bu umut, büyük bir inanca ve kararlılığa dönüştü. Mustafa Kemal ve yanındakiler, karşılayıcıları ve onların coşkularını bir kilometre uzaktan görmüşlerdi.

“…Şeyh Fevzi Efendi’ye, hep tasavvuftan, tarikattan bahsedecek değildim ya latife olsun diye:

-Efendi Hazretleri, bu kalabalığı pek beğenmedim. Bizi tevkif için olmasın?

Dedim. Şeyh Fevzi Efendi Hazretleri:

-Latife latif olmak gerek evlat…

Dedikten sonra ilave etti:

-Fakiriniz çok mesudum. Bu kalabalık bir nişanei sürurdur. Halk tezahüratla Paşamızı beklemektedir. Bu kadar kalabalıkla, meydanı dolduran atlar, arabalar, çadırlar, davul ve zurnalarla Mustafa Kemal Paşa Hazretleri tevkif değil, ancak istikbal olunabilir. Bunu fâli hayır addettim. İnşallahü tealâ bütün işlerimizde muvaffakıyet rehberimiz olacaktır. ((Mazhar Müfit Kansu, Erzurum’dan Ölümüne Kadar Atatürk’le Beraber, 1. Cilt, Türk Tarih Kurumu Basımevi-Ankara, İkinci Baskı: 1986, s. 204)” Görüldüğü gibi Sivas’a Atatürk’le gelenler, halkın coşkusundan çok mutludur. Bu durum hem Kemal Paşa’yı hem yanındakileri hem de halkı daha da yüreklendirir. Onların içi, umutla dolar.

Mustafa Kemal Paşa’nın otomobili kalabalığa yaklaşınca herkes birbiriyle yarışırcasına koştu kurtarıcılarına doğru. Halk; “Hoş geldiniz, safa geldiniz.” sözleriyle Kemal Paşa’yı, bağırlarına basıyordu. Birçoğu onun elini öpüyor, bazıları da ellerini sıkıyordu. Paşa, halkın isteklerine karşı koymuyor, büyük bir alçak gönüllülükle onların sevgi gösterilerine yanıt vermeye çalışıyordu. Alkış tufanı içinde yola koyuldular. Güneş battıktan sonra Sivas’a vardılar sonunda. Yurttaşlarımız ana caddenin iki yanına yığılmış, Atatürk’ü karşılıyordu coşkuyla.

Kemal Paşa ve beraberindekiler, doğruca liseye gittiler. Vali Reşit Paşa okulun kapısında onları karşıladı “Hoş geldiniz.” dedi ve ayrıldı. Konuklar, odalarına yerleşip biraz dinlendikten sonra yemeğe gittiler.

“Mustafa Kemal Paşa valinin bu hareket tavına bir ‘mim’ koymuştu. Yemeğe gelmeden:

-Diplomat vali. Şehir dışında bizi karşılasa işine elvermeyecek. Mektep kapısına gelmese bizi gücendirecek, ne yapsın?

Diyor ve… ilave ediyor:

-Haksız değil. Henüz bizim mi, İstanbul’un mu ağır basacağımızı kestiremiyor. (Aynı yapıt, s. 205)”

Yemekten sonra Mazhar Müfit Bey’le yalnız kaldığında yine vali konusunu açar Paşa:

“-Mütereddit olmasına rağmen, Reşit Paşa’nın daha çok bize taraftar olduğunu hissediyorum.

Dedi. Paşa’yı temin ettim:

-Reşit Paşa’yı Rumeli’nden ve yakından tanıyorum. İttihad ve Terakkinin faaliyete geçmesi sırasında kendisi Serez mutasarrıfı idi. Sultan Abdülhamid’e ilk telgrafı o çekmiştir. Bizden ayrılacağını ummam.

Dedim. Paşa da:

-Bakalım, göreceğiz.

Demekle iktifa etti. Paşa, yemekteyken bir ara Reşit Paşa’ya sordu:

-Mösyö Brüno nerede? Bizi tevkif için tertibat almakla mı, yoksa Sivas’ı istila ve işgal için ordu celbi ile mi meşgul?

Reşit Paşa, herhalde biraz üzülerek:

-Malatya’ya doğru firar ile meşgul.

Diyerek cevabını tamamladı:

-Erzurum’dan hareketinizi işittikten sonra, jandarmayı teftiş edeceğini söyleyerek Malatya’ya gitti.

Mustafa Kemal Paşa tılsımlı gözlerini Erzurum arkadaşlarının gözlerinde gezdirerek:

-Binbaşı Brüno, belki bir gün Sivas’a gelmek için bizden müsaade dahi istemeyi düşünecektir. Ve hatta bizden olduğunu iddia ve ispata çalışacaktır.

Dedi. Bu, Paşa tarafından belki Brüno için, belki: ‘Kızım sana söylüyorum, gelinim sen anla…’ kabilinden söylenmiş bir sözdü! (Aynı yapıt, s. 205)”

Kemal Paşa ve arkadaşları çok yorgundu. Dinlenmeleri gerekiyordu. Bu nedenle yemekten sonra odalarına çekilip uyudular. Yapacak çok işleri vardı. Sivaslıları coşkusu onları çok mutlu etmiş, fazlasıyla umutlandırmıştı.

Atatürk, her geçen önlerine çıkan engelleri bir bir aşıyordu. Engeller aşıldıkça kurtuluşa daha çok yaklaşılıyordu. O, ülkemizi doğudan batıya doğru aydınlatan bir güneşti. Hem de sonsuzluğa göçtükten sonra da ışığı artarak parlayan bir güneş…

                                                       Adil Hacıömeroğlu

                                                       18 Kasım 2024

 

 

 

KURTULUŞ YOLUNDA BİR NAKŞİBENDİ ŞEYHİ


30 Ağustos 1919 günü Atatürk ve arkadaşları, Erzincan’dan Sivas’a gitmek için yola çıktıklarında onlara, bu kentten Temsil Heyeti üyesi Nakşibendi Şeyhi Ahmet Fevzi Efendi (Baysoy) katılır. Peki kimdir Ahmet Fevzi Efendi?

1861’de (Bazı kaynaklarda doğum tarihi 1864 olarak geçmekte.) Erzincan’da doğdu Fevzi Efendi. Babası Nakşibendi Şeyhi Fehmi Efendi’dir. Terzi Baba dergahında yetişti. Babasından ve diğer din bilginlerinden eğitim aldı yaşadığı kentte. Çok genç yaştayken babası öldü. Onun yerine 1882’de Erzincan’daki Nakşibendi dergâhının postnişini oldu. Çevresinde sevilip sayıldı, halkın güvenini kazandı. Babasıyla İstanbul’a giderek II. Abdülhamit’i, ziyaret etti. Daha sonra aynı padişah tarafında siyasal nedenlerle zulme uğrayarak 1887’de Şam’a sürgün edildi. Sonrasında Erzincan’a döndü. I. Dünya Savaşı’nda Rusların Erzincan’ı işgali sırasında işgalcilere karşı direnince tutuklanarak Tiflis’e sürüldü. Tutsaklığı uzun sürmedi. Dokuz ay sonra kaçarak memleketine döndü.

Atatürk Erzurum Kongresi için Erzurum’a 9. Ordu Müfettişi olarak giderken Erzincan’a uğrar ve geceyi burada geçirir. Onu, 1 Temmuz 1919’da Şeyh Fevzi Efendi törenle karşılar. Anadolu’da, Mustafa Kemal Paşa’nın yanında yer alan ilk kişilerdendir. Bu bağlılığı yaşamının sonu dek (1924) sürer.

Erzurum Kongresine Erzincan delegesi olarak katılır ve Temsil Heyeti’ne seçilir. Fevzi Efendi, I. Meclis’te milletvekili olarak yer alır (23 Nisan 1920-16 Nisan 1923).

Mazhar Müfit Kansu ile aynı arabada Sivas’a doğru giderken ilginç konuşmalar yaşanır aralarında. Mazhar Bey’in Şeyh’le ilgili ilk izlenimlerini ve aralarında geçen konuşmaları şöyledir:

“Çok düşünüyor, az konuşuyordu. Nakşi tarikatı şeyh efendilerine mahsus kavuk ve libası ile seyahat ediyordu. Az konuşmasına rağmen daima nükteli cümleler tertip ediyor ve mümkün olduğu kadar arifane ve mutasavvıfane bir üslup kullanıyordu. Bilhassa daima:

-Fakiriniz.

Diye söze başlaması ve fevkalade mütevazı oluşu hakkında hemen bir hissi hürmet tevlit ediyordu. Jandarma subayının telaşlı ihbar ve mütalaaları, Mustafa Kemal Paşa’nın azim ve irade taşıyan heyecanlı kararı karşısında Fevzi Efendi de bihakkın metanet gösteriyor ve:

-Dersim eşkıyasının taarruzu ile emri hakka vüsul, şüphesiz mertebei şehadeti ihraz olur. Biz gazayi hak, bir gazayı vatan ve millet uğruna yola çıkmış bulunuyoruz.

Diyor, maneviyatımız takviye ediyor, boğazı geçerken sükunla tesbihini çekerek harekât halinde bulunan dudaklarından kendi kendisine dualar ettiği anlaşılıyordu.

Fakat, Allah’a bin şükür ki, hiçbir arızaya uğramaksızın birkaç saatlik heyecanlı bir seyahat sonunda çoktan boğazı geride bırakmıştık.

Fakat, bu, Paşa’nın arkadaşlarını bir defa daha ve bizim de karşılıklı olarak yine Paşa’yı ölüm tehlikesi karşısında yakından tanımamız için bir esaslı tecrübe olmuştu.

Paşa, hiçbir engel karşısında yılmayan bir iradenin ve arkadaşları da kayıtsız ve şartsız ona bağlılığın ve inanın sahibi bulunuyorlardı.

Gece konakladığımız köy evinde Paşa bu noktaya bilhassa temas ederek:

-Arkadaşlar hepinize ayrı ayrı teşekkür ederim. Ölümü göze alarak benden ayrılmadınız. Milli kurtuluş yolunda gösterdiğiniz bu feragatı nefisten dolayı hepinizi tebrik ederim.

Diyerek ilave etti:

-Milli dava ancak bu inan, bu irade ve azimle tahakkuk ettirilecektir. Yaşaması ve muzaffer olması gereken naçiz şahıslarımız değil, milli kurtuluşu temin edecek olan fikirlerdir. (Mazhar Müfit Kansu, Erzurum’dan Ölümüne Kadar Atatürk’le Beraber, 1. Cilt, Türk Tarih Kurumu Basımevi-Ankara, İkinci Baskı: 1986, s. 202-203)”

Şeyh Fevzi Efendi’nin yürekliliği, ulusal davaya inancı övgüye değer. Yazgı birliği yaptığı kişilerle şehit olmaya hazır olması ise başka bir övgü konusu. İstanbul’daki Şeyhülislam ise Mustafa Kemal ve arkadaşları için idam fermanları çıkarmaktayken Anadolu’daki din adamaları, kutsal kurtuluş davasında yerleri almışlardı. Bazı din kisveliler ise İngilizlerin isteği üzerine İslam Teali Cemiyeti’nde yerlerini alıyorlardı Kurtuluş Savaşı’mıza karşı. Ne yazık ki günümüzde dini siyasete alet edenlerin usuna, din adamı deyince yalnızca İslam Teali Cemiyeti üyesi ihanet şebekesi gelmekte. Oysa Anadolu’nun bağrındaki din adamları hem İngilizlere hem de onların işbirlikçisi Yunanlılara karşı en ön saflarda yerlerini alanlar uslarının köşesinden bile geçmez. Çok yazık değil mi?

                                                         Adil Hacıömeroğlu

                                                         17 Kasım 2024

SİVAS YOLUNDA YAŞANAN TEHLİKE


Mustafa Kemal ve arkadaşları; Erzincan’dan mutlu, umut dolu ayrıldılar. Halkın kurtuluşa olan inancı, onları çok mutlu etmiş ve umutlandırmıştı. Erzurum’dan yüklendikleri umudu, Erzincan’da çoğaltıp yolculuklarını sürdürüyorlardı.

“Erzincan’dan ayrılalı bir saat kadar olmuştu ve Erzincan boğazına girmek üzereydik. Bu sırada uzaktan birtakım işaretler verildiğini dürbünle görüyorduk. İşaret verenlere biraz daha yaklaştığımız zaman bunların jandarma zabit ve neferleri olduğunu gördük. Kendilerine iyice yaklaştığımız zaman:

-Durunuz...

Dediler. Durduk. Koşa koşa Paşa’nın otomobiline giden jandarma zabitinin telaşlı telaşlı bir şeyler anlattığını ve eli ile boğazı, etraftaki yalçın dağları gösterdiğini müşahede ediyorduk. Merak ettik. Arabadan inerek, Paşa’nın yanına gittik.

Jandarma zabitinin söylediği kısaca şuydu:

-Müsellâh (silahlı-AH) Dersimli çeteler boğazı kapattılar. Boğazı geçmek imkânsızdır. Merkezden kuvvet istedim. Kuvvet gelir gelmez hemen eşkıya üzerine hücum edip boğazı açacağım. Ancak bundan sonradır ki kafilenin emniyetle boğazı geçmesi mümkün olabilir. (Mazhar Müfit Kansu, Erzurum’dan Ölümüne Kadar Atatürk’le Beraber, 1. Cilt, Türk Tarih Kurumu Basımevi-Ankara, İkinci Baskı: 1986, s. 199)”

Durum ciddiydi. Dersim çeteleri, Kurtuluş Savaşı başlamadan boğmak istiyordu. Halkın işgalcilere karşı ayağa kalkması karşısında emperyalistlerin safında yer alıyordu bu çeteler.. Görev ertelenemezdi. Hele eşkıyaya hiçbir biçimde ödün vermek düşünülemezdi bile. Atatürk ve arkadaşları, kurtuluş için gemileri yakarken bu yola baş koymuşlardı bir kere. En küçük kararsızlık; yurdun her köşesindeki eşkıyayı, bozguncuları, işbirlikçileri yüreklendirirdi. Bu nedenle Kemal Paşa, tehlikenin üstüne yürüdü yaşamı boyunca yaptığı gibi. Jandarma subayını can kulağıyla dinledi. Sonrasından arabadan inerek sordu:

“-Eşkıyanın miktarı hakkında malumatınız var mı?

Zabit:

-Kat’i malumatım yok...

Cevabını verdi. Müteakiben Paşa’nın sualleri ve zabitin cevapları şöylece devam etti:

-Eşkıya boğazın neresinde mevzi almış?

-Usulleridir. Boğazın içine girmeye müsaade ederler. Kafilenin sonu geldiği zaman yolun iki tarafını birden kapatırlar.

-Yani biz boğaza gireceğiz, çıkmadan yolumuzun kapatıldığını ve arkamızın kesildiğini göreceğiz, öyle mi?

-Evet…

-Fakat ne eşkıyanın miktarı, ne de nerede pusu kurduğu hakkında sahih malumatınız yok.

-Müşahadeye müstenid malumatımız yok. İstihbaratımızı arz ettim.

-Merkezden ne kadar kuvvet istediniz?

-Bir tabur istedim. Bir iki bölük de gelse olur!

-Gönderdiğiniz haber kaç saatte buraya gelebilecek?

-Kıt’a hemen yola çıkarılırsa yarın burada olur.

-Boğazı temizlememiz ne kadar sürer? (Aynı yapıt, 200)” Mustafa Kemal’in astlarıyla konuşmasındaki kullandığı dilin, dilindeki inceliğin ilgi çekmemesi olanaksız. İnsanın mevkisi, işi, rütbesi ne olursa olsun oun varlığına saygı gösteriyor Ulu Önder. Jandarma subayı, son soruya yanıt veremez. Subayın söyledikleri varsayım. Oysa Kemal Paşa varsayımlara değil, olgulara göre davranır.

Mustafa Kemal Paşa:

“-Arkadaşlar, bu izahat ve telkine nazaran, Erzincan’a dönmemiz, eşkıyanın temizlenmesi ve boğazın açılması için günlerce beklememiz lazım geldiği anlaşılıyor…

Diyerek, mülakaatına devam etti:

-Biliyorsunuz ki işimiz acele. Sivas kongresine gününde yetişmek mecburiyetindeyiz. Yol programımızı değiştiremeyeceğimiz gibi, Kongre’nin açılmasını da geciktiremeyiz. Gecikmemiz, bilhassa yollarda eşkıya var, diye gecikmemiz Kongre’yi felce uğratır ve çığ halinde büyütülerek şayialarla Sivas’ta siyasi bir panik olur. Ben, her ne pahasına olursa olsun vaktinde Sivas’ta bulunmak icap ettiği kanaatindeyim. (Aynı yapıt, s.200-201)” Kemal Paşa, kararını vermiştir. Padişah fermanlarını dinlemeyen devrimci, eşkıyanın tehdidine mi pabuç bırakacak?

“Paşa sözlerinin bu noktasında sesinin tonunu biraz daha yükselterek ve heyecanlandırarak:

 Otomobilin birinde hafif mitralyözler var. Osman Bey [O zaman yüzbaşıydı. Generalken öldü. Osman Tufan merhum] ve birkaç arkadaş mitralyözleri ateşe hazır bulundurarak önden ilerlesin. Bizim arabalar da kendisini takip etsin. Etraftan gelecek ateşlere ehemmiyet vermeyerek otomobillerimiz bütün süratleriyle ilerlerler. Fakat önümüze eşkıya çıkar ve yol kapatılmış olursa o zaman da hemen otomobillerden atlayarak ve derhal birer mevzi edinerek mukabil ateşe başlarız.

Müsademe sonunda ya muvaffak oluruz yahut da ölürüz. Ancak, tavsiyem şudur ki, böyle bir hal vukuunda aramızda yaralanan ve ölenler bulunursa onlarla asla meşgul olmayacağız. Sağ kalanlar için tek kişi dahi olsa hedefi Sivas’a ulaşmak teşkil edecektir.  

Dedi ve gözlerimizin içine bakarak:

Benim kararım bu, sizler de kabul ediyor musunuz?

Diye sordu. İstisnasız:

-Tabii Paşam…

Dedik. Arabalara atladık. Paşa jandarma zabitine de şu emri verdi:

-Biz gidiyoruz. Allaha ısmarladık. İsterseniz siz de boğaza doğru mevcut kuvvetinizle ilerleyiniz. Biz bir müsademeye tutuşursak, belki bizi takviye edebilirsiniz. (Aynı yapıt, s. 201)” Burada Kemal Paşa’nın dilindeki inceliğe dikkat ediniz. Jandarma subayını buyruğundaki birlikle kendilerine katılıp ölümü göze alması için zorlamıyor. Ayrıca aldığı karar konusunda arkadaşlarının onayına başvurması da övgüye değer.

Mustafa Kemal ve yanındakiler ölüme meydan okuyarak kurtuluş yoluna çıktılar. Tehlikelerin üstüne gitmeden ve ölümü göze almadan kahraman olunmaz. Atatürk ve arkadaşları ulusun sonsuza dek yaşamasın için ölümü göze aldıkları için kahramandırlar.

Kimse karşı çıkmıyor Atatürk’ün bu kararına. Herkes silahını eline alıp ölümü göze alarak eşkıyanın üstüne gitti. Boğazdan kimsenin burnu kanamadan geçildi. Atatürk, bu kararında da haklı çıktı ve kazandı. Onu Atatürk yapan da ulusunu varlığını tehlikeye düşürecek konularda gözünü budaktan sakınmaması ve yurdu için canını vermeye hazır olması değil mi?

                                                                  Adil Hacıömeroğlu

                                                                  16 Kasım 2024

 

 

 

ATATÜRK ERZİNCAN’DA


Atatürk 29-30 Ağustos gecesini iyi geçirmedi. Ateşi yüksekti. 30 Ağustos sabahı erkenden uyandı. Kalktı yatağından hazırlanıp yola koyuldular. Çünkü akşama Erzincan’da olmak zorundaydılar. Gecikirseler Sivas Kongresi’ne zamanında yetişemeyeceklerdi. Yollar çok bozuktu. Arabalar ikide bir arızalanmaktaydı. Güç bela yol almaktaydılar. Zaman çok değerliydi onlar için. Yurdu kurtarma ülküsü, içgüçlerini ayakta tutuyordu.

“Paşa, öğle üzeri:

-Hiçbir yerde mola vermeyelim…

Diyerek emretti.

-Zaten peynir, ekmek, zeytin yiyecek değil miyiz? Arabalarda yenilsin!

Ancak, bu sayededir ki, arabaların arızaları yüzünden kaybettiğimiz zaman telafi ettik. Hatta, hiçbir yerde ve herhangi bir şartla yolda tevakkuf etmemek (eğleşmemek) için Paşa’nın emri vardı.

Buna rağmen Erzincan’a yakın bir su başında tevakkuf etmeye mecbur olduk. Zira, Erzincan mutasarrıfı ve ahzıasker (askere alma) kalemi reisi ile sair zevat, Mustafa Kemal Paşa Hazretlerini ve heyeti karşılamaya gelmişlerdi.

Bu su gazlı bir suydu. Belki de tahlili yapılmamış olduğu için ismi ve hususiyetleri memlekete meçhul en nefis bir maden suyu idi. Belki de “Kisarna”dan “Afyonkarahisar”dan daha faydalı olan bu sudan bir hayli içtik ve başında bir müddet mola verdik.

Paşa, mutasarrıftan ve kalem reisinden vaziyeti, halkın düşüncelerini sordu. İzahat aldı. Sonra, hep beraber yola düzüldük ve akşam karanlığı basmadan Erzincan’a girdik. (Mazhar Müfit Kansu, Erzurum’dan Ölümüne Kadar Atatürk’le Beraber, 1. Cilt, Türk Tarih  Kurumu Basımevi-Ankara, İkinci Baskı: 1986, s. 198)”

Yukarıdaki anlatımdan anlıyoruz ki Anadolu, Mustafa Kemal Paşa’nın önderliğini kabul etti. Onun çevresinde toplanarak ulusal gücü oluşturmak için seferber olmuştu halk. Halkın gücü, gittikçe büyümekte. Erzincan’ın ileri gelenleri ve halk, Kemal Paşa’yı kent dışında karşılayarak kurtuluşa olan umutlarını gösterdiler.

Yol boyunca yemek molası bile verilmemesi çok ilginç. Her konuda, her koşulda, her şeyden özveri söz konusu. Çünkü yitirilecek zaman yok! Bir an önce kurtuluş amacına ulaşmak için ivedilik gösterilmekte. Çünkü yurdumuzun birçok yöresinde halk, tutsak edilmiş. Düşman; kadın çocuk, genç yaşlı demeden insanımıza kıymakta. Köyler, kasabalar ve kentler yakılmakta. Ülkemiz düşman çizmesi altında inim inim inlerken yitirilecek bir tek saniye bile yok! Karşılayıcılarla Erzincan’a girilir.

Kalem reisi, konuklara yatacak yer hazırladı. Mutasarrıf, konuklarını akşam yemeğinde belediyede ağırladı. Gece yarısına dek yemekte kaldılar. Paşa, ulusal kurtuluşun amacını, yurdu kurtarmanın çarelerini anlattı sofrada. Her konuda açıklama yaptı, halkından hiçbir şeyi gizlemedi. Bu sırada Sivas’a bazı buyruklar yazdırdı telgrafla. Sofradaki Erzincan halkı, Mustafa Kemal Paşa’nın konuşmalarını dinledikçe kurtuluşa inandı.

“-Paşam, son damla kanımızı senin yolunda ve milletin kurtuluşu uğrunda akıtacağız…

Diyor, üstüne teminat veriyorlardı. Paşa, bu tezahürden fevkalade memnundu. Bunun içindir ki, sabahleyin erkenden yola çıkmak yerine halk ile temas etmeyi ve şehri dolaşmayı tercih etti. Ziyafet sofrasında Erzincanlıların verdiği teminat sanki bir parola halinde ve bir anda bütün şehre yayılmıştı. Paşa, kiminle temas ediyorsa, ondan:

-Vatan için canımızı fedaya hazırız.

Cevabını alıyordu. Paşa’nın cesareti artıyor, milli şuur ve inanın bu galip beraberliği hepimizin maneviyatını yükseltiyor ve Türk milletinin istiklal aşkının vatan sevgisinin ne ölçüde hesaba sığmaz bir azamet olduğunu belirtiyordu. Bu intibalar içinde, öğleden bir saat önce, mutasarrıfa, kalem reisine, belediye reisine ve şehir halkına veda ederek büyük milli tezahürat arasında vatan ve millet uğruna son damla kanını akıtmaya hazır bu kahramanlar diyarından ayrıldık. (Aynı yapıt, s. 199)” Görüldüğü gibi Erzincan halkının Kemal Paşa’ya ve ulusal kurtuluşa verdiği coşkulu destek, övgüye değer.

Temsil Heyeti üyelerinden Erzincanlı Şeyh Fevzi Efendi, Sivas Kongresi’ne katılmak üzere kurtuluş yolcularına katıldı. Mazhar Müfit Bey’in bulunduğu arabaya bindi.

Atatürk ve arkadaşları, koca bir ulusun düşmandan kurtuluş sorumluluğunun bilincinde olarak Erzincan’dan ayrıldılar. Erzurum’da tomurcuklanan umut, Erzincan’da filizlendi. Küçük bir köye uğradıklarında, bir pınar başında eğleşip yolcularla konuştuklarında bile filiz büyümekteydi yol boyunca. Atatürk’e en büyük gücü veren halkıydı. Bunun içindir ki yaşamı boyunca her fırsatta halkla konuştu. Derdini anlattı, dert dinledi.

                                                        Adil Hacıömeroğlu

                                                         15 Kasım 2024

ATATÜRK’ÜN ERZURUM’DAN SİVAS’A GİDİŞİ


Mustafa Kemal Paşa ve Temsil Heyeti üyeleri, 4 Eylül’de toplanacak Sivas Kongresi’ne katılmak için 29 Ağustos 1919 Cuma günü Erzurum’dan yola çıktılar.

Kemal Paşa, Erzurum’dayken Sivas’tan sürekli çağrı telgrafları alıyordu. Bu çağrıları yapanlar arasında bir zamanlar onun yanında yer almak konusunda kararsızlık yaşayan Sivas Valisi Reşit Paşa ve eski milletvekillerinden Rasim Bey de vardı. Bu arada Fransız Binbaşı Mösyö Brüno da tehditler savurmaktaydı. Paşa, tehditlere ve Fransız Binbaşı’nın blöflerine karşın kararlıydı. Yurdu kurtarma sevgisi her şeyin önündeydi.

Temsil Heyeti’nin Erzurum’dan ayrılışı zor oldu. Çünkü özverili, kahraman kent halkıyla bir duygu birliği oluşmuştu aralarında. Hem Erzurumlular hem de Mustafa Kemal ve arkadaşları vedalaşırken üzüntü içindeydiler.

Üç otomobil ile üç atlı araba hazırlandı. Otomobiller hurda sayılacak durumdaydı. Yollar ise asfalt değildi ve berbattı. Mustafa Kemal, Rauf Bey ve Erzurumlu Hoca Raif Efendi aynı otomobile bindiler.

Mazhar Müfit (Kansu), Süreyya (Yiğit), Hüsrev (Gerede) ikinci; Refik (Saydam), Cevat Abbas (Gürer), Muzaffer (Kılıç) ve Yüzbaşı Osman (Tufan) beyler de üçüncü otomobildeydiler. Hayati Bey’in buyruğundaki diğer kişilerde at arabalarına yerleştiler. Hepsinin küçük yükçeleri vardı yanlarında. Ayrıca Türkiye’nin farklı yerleriyle kurdukları iletişim evraklarının yer aldığı dosyaları da arabalara koydular.

Erzurum halkı, heyecanlı ve umutluydu. “Allah muvaffak etsin!”, “Hayırlı olsun!” dilekleriyle uğurluyorlardı Mustafa Kemal ve arkadaşlarını. Bu coşkun dilekler arasında yola çıkıldı. Erzurumlular, uğurlamalarını kent dışına çıkarak sürdürdü. Erzurumluların bu coşku ve kurtuluşa olan inancı, Erzurum Kongresinde ortaya çıkan doğu illerinin düşüncesini simgelemekteydi. Türk ulusu tutsak olamazdı. Yaradılışında var olan özgürlük tutkusu, her şeyin önündeydi.

Sivas, herkes için umudun kenti olmuştu birdenbire. Erzurum’daki uğurlama umut doluydu. Bu umut, her geçen gün çoğalarak yurdun her yanına yayıldı. Giderek Türk ulusu kurtuluş umudunu, Kemal Paşa’nın sarsılmaz kararlılığı ve kurtuluşa odaklanmış istenciyle birleştirdi.

Erzurum’dan on beş kilometre uzaklaşmışlardı ki Mahzar Müfit Bey, Enderunlu Hafız Hüsnü Efendi’nin “Sabâ tarafı vefadan Peyam yok mu?” şarkısını kendi kendine söylemeye başlar. Bu, Mazhar Müfit’in ağlamaklı durumunun dışa vurumuydu. Şarkıya dalan Müfit Bey, sesini biraz yükseltince arkaya dönerek eliyle daha yüksek sesle söylemesini işaret eder Kemal Paşa. Ardından “Ey gaziler yol göründü” şarkısını söylemeye başlar yüksek sesle. Arabalardaki herkes katılır bu şarkıya.

Sabah erkenden Erzurum’dan ayrılan kafile, öğlen vakti bir pınar başında durur. Paşa: “Hemen yemeğimizi yiyelim. Vakit kaybetmeksizin yine yola devam edelim.” der. Herkes iner arabalardan.

“… Yemek deyince bilhassa Anadolu’daki kara yolculuklarında gün görmüş insanlar için yemek: Tavuk, hindi, soğuk et, su böreği, köfte ve saire gibi şeylerden düzülen nevaledir.

Hepimiz de bu çeşit nevalelerle yolculuk etmiş insanlardık. Fakat, bu defa nevalemiz: Peynir, zeytin kuru ekmekten ibaret bir azıktı.

Su başında rastladığımız köylüler de torbalarından birkaç kuru soğan ikram ettiler. Fakat, Paşa başta olmak üzere hepimiz en büyük bir lokantada pişirilmiş veya ziyafette tertiplenmiş yemeklerden ve İstanbul tabiri ile: ‘Et’amei nefisei lezize [Çok güzel, lezzetli yemekler-AH]’den daha mükemmel ve daha iştahalı olarak zevkle kuru soğanı, peyniri, zeytini ekmeğimize katık ederek ve pınarın buz gibi suyunu içerek karnımızı doyurduk.

Zevk ve neşe ile tekrar yola düzüldük. (Mazhar Müfit Kansu, Erzurum’dan Ölümüne Kadar Atatürk’le Beraber, 1. Cilt, Türk Tarih Kurumu Basımevi-Ankara, İkinci Baskı: 1986, s. 196)” Görüldüğü gibi ülkemizi kurtarmak için yola çıkan Atatürk ve arkadaşlarının öğle yemekleri Anadolu’nun bir pınar başında peynir, zeytin ve ekmekten oluşmakta. Bir köylülerin verdikleri kuru sağan var. Ülkemiz, sarayın kuş sütü eksik sofralarında oturanlarca kurtarılmadı; halk gibi yaşayan, halk gibi yiyip içenlerce kurtarıldı.

Konuşup söyleşerek, anılar anlatarak neşeyle yolculukları sürer. Bir ara sağanak yağmur başlar. Arabaların üstlerindeki tente parçalanmış, delik deşikti. Başta Mustafa Kemal Paşa olmak üzere hepsi sırılsıklam olurlar. Islanmaları onların neşesini, kararlılığını bozmaz. Derken geceyi geçirecekleri köye gelirler.

“Köylüler bizi canla başla ve büyük bir sevgi ile karşıladılar. Mustafa Kemal’in adı ve şahsiyeti köyde büyük bir ün salmış bulunuyordu. Köyün iki yer odasından ibaret bulunan en büyük evini Paşa’ya tahsis ve diğer arkadaşları da diğer evlere taksim ettiler. Kurunduk, ısındık ve akşam yemeğimizi yedik. (Aynı yapıt, s. 197)”

Mazhar Müfit, Paşa’nın bulunduğu evde konaklamaktadır. Tam uyuyacakları sıra Kemal Paşa, yaverlerinden Muzaffer’i çağırır. O, koşup gider. Paşa üşütmüştür yağmur altında ve ateşi yükselir. Mustafa Kemal, Refik Bey’in uyandırılıp rahatsız edilmesini istemez. Ancak onlar yine de Dr. Refik Bey’i çağırırlar. O da gelir. Muayene eder. Ateşi: 37.5… Dinlenmesini söyler.

Gece ateşlenen Paşa, herkesten erken kalkar ve hemen yola koyulurlar Erzincan’a doğru. Küçük rahatsızlıklarla uğraşacak zaman yoktur. Çünkü yurdumuzun büyük bir bölümü işgal altında, ulusun önemli bir kısmı tutsak. Görev büyük, sorumluluk yüksek…

                                                                  Adil Hacıömeroğlu

                                                                  14 Kasım 2024


ATATÜRK’Ü HERKESE ANLATMALI


Atatürk’ü 10 Kasım’da anmak, ulusal birliğin sağlanması ve ulusal bilincin uyanıp canlı tutulması için çok önemli… Anmanın yanı sıra, onu doğru anlamak ise yurttaşlarımız için bir yurtseverlik ödevi… 10 Kasımlardaki Atatürk anmalarına  koşut olarak ona her yurttaşın hesap vermesi ise yüksek bir sorumluluk bilinci… Bütün bunların yanında Atatürk’ü ve onun düşüncelerinin vücut bulduğu Kemalizm’i herkese anlatmak ise yaşadığımız toplumsal sorunlardan kurtulmak için kurtuluşa giden yolda koşmak demek…

Atatürk’ü doğru anlayanlar, onun düşüncelerini ayrım yapmadan toplumun her kesimindeki yurttaşlarımıza anlatmalı dili döndüğünce bıkıp usanmadan. Kemalizm’i herkese anlatmak, ulusal bir görev ve sorumluluk olmalı. Kemalizm, 1923-38 arasında ülkemizde yaşama geçmiş, denenmiş, yararları her düşünceden siyasetçilerin çoğu tarafından beğenilip övülmekte günümüzde. Ancak birçok siyasetçinin Atatürk övgüsü içerikten yoksun. On beş yılda ekonomik büyümemiz, sosyal gelişmişliğimiz, eğitimdeki atılımlarımız, hukuk alanındaki devrimlimizle dünyayı şaşırttık. Bunun içindir ki batılı emperyalistler, Genç Cumhuriyet’imize savaş açtılar. İçerdeki işbirlikçileriyle iç cepheyi bölmeye çalıştılar. O, sonsuzluğa göçtükten sonra II. Dünya Savaşı’nın sıkıntılı günlerinden yararlandı emperyalistler. O dönemin öngörüsü zayıf yöneticilerinin hatalarından yararlanarak Atlantik’e bağlandı ülkemiz. Böylece Türk devriminin bin bir emek ve özveriyle oluşturduğu kurumları bir bir ortadan kaldırıldı. Atlantik sistemiyle her geçen gün daha da yakınlaşan ülkemiz, ne yazık ki emperyalistlere doğru her adım attığında tam bağımsızlığımızdan ödün verdi. Atlantik sevisi, tam bağımsızlık ülküsünü yok etti giderek.

Ne yazık ki Türkiye, NATO’ya girdikten sonra bağımsızlığı feda etti Atlantik uğruna iş bilmez yöneticilerince. Buna karşın “Tam bağımsızlık ülküsü” kor alev gibi ulusumuzun yüreğinde hiç sönmedi, içten içe hep yandı. Kimi zaman alevlenip parladı. Bu süreçte ülkemizi yöneten siyasetçilerin çoğu, bağımsızlık alevleri karşısında telaşlandılar. Bağımsızlık ülküsüyle ayağa kalkan gençlerimizi kırıma uğrattılar.

Son yıllarda bağımsızlık koru, köze dönüştü halk içinde. Toplumumuz Atatürk’ü yeniden keşfetmekte. Bu nedenle her kesimden halka Atatürk anlatılmalı özüne uygun olarak. Tıpkı Cumhuriyet’imizin kuruluş yıllarında yapılan okuma yazma seferberliği gibi seferberlik yapılmalı. Bu seferberliği başlatacak olan da Kemalistler…

Atatürk’ün Harf Devrimi sırasında söylediği: “Yeni Türk harflerini çabuk öğrenmelidir. Vatandaşa, kadına, erkeğe, hamala, sandalcıya öğretiniz. Bunu vatanperverlik, bunu milliyetperverlik vazifesi biliniz.” sözü uyarınca Kemalizm’i herkese anlatıp öğretmeli, hem de beşikten mezara kadar. Bu, bir vatan görevi…

Ateş çemberine dönen bir coğrafyada varlığımızı korumak için her zamankinden daha çok gereksinmemiz var Atatürk’e ve onun düşüncelerine.  Yoksa emperyalizmin bölüp parçalama ve yok etme saldırganlığına karşı nasıl savunuruz kendimizi?

                                                                  Adil Hacıömeroğlu

                                                                  13 Kasım 2024

                                                                  

10 KASIM’LAR ATATÜRK’E HESAP VERME GÜNÜ OLMALI


29 Ekim 2024’te kutladığımız Cumhuriyet Bayramı’nda Anıtkabir’e giden kişi sayısı, 745 bin 920… 10 Kasım 2024 Pazar günü Ata’sına koşan insan sayısı ise 1 milyon 92 bin 365… Bu 10 Kasım’da Anıtkabir, ziyaretçi rekoru kırdı.

Halkımız, resmi ve dini bayram günleriyle 10 Kasım’da Atatürk’ü anmak için Anıtkabir’e koşmakta. Yalnızca özel günlerde mi? Doğaldır ki hayır! Yağmur çamur, yaz kış, sıcak soğuk demeden yurdun dört bir yanından ve yurtdışından birçok kişi yılın her günü Anıtkabir’e geliyor. Neredeyse tüm partilere oy veren insanların sığınağıdır burası. Zor da kalanın çözüm aradığı yerdir Atatürk’ün mozolesi. Burada tarihsel, düşünsel ve duygusal bir yolculuğa çıkılıyor. Bu ziyaretler, kimsenin zorlaması ya da isteğiyle olmuyor. Tamamen kendi us ve yüreklerinin sesidir onları kilometrelerce yoldan buraya getiren. Dünyada eşi benzeri görülmeyen bir sevgi ve saygının göstergesidir halkımızın Anıtkabir’e koşması.

Yurttaşlarımız, siyasetçilere ve toplumun her kesimiyle tüm dünyaya ülkemizin kurtuluşunun Atatürk’ün izinde giderek olacağını söylüyorlar bu ziyaretleriyle. Yol göstermekteler anlayana ve anlamayanlara. Ne yazık ki siyasetçilerin çoğu, Anıtkabir yerine yönünü Washington ve Brüksel’e dönüyor. Onların Anıtkabir’e gidişleri de Atatürk’le ilgili söylemleri de göstermelik ve halkımızın gözünü boyamak için.

Üzülerek söyleyeyim ki Atatürk’e karşı çıkanlar, niye karşı çıktıklarını bilmiyorlar. Kulaktan dolma, genellikle de zamanında İngilizlerin ve onların işbirlikçilerinin yaydığı yalanlara inanarak kendilerine bir düşünce, karşı çıkış oluşturmuşlar. Bu düşünceleri, nesnellikten çok uzak…

Atatürk’ü savunuyor görünenlerin birçoğu, onunla ilgili büyük bir bilgisizlik içinde. Ne yazık ki onun düşünce sistemini ve uygulamalarının içeriğini kavramış değiller. Kavramış gibi görünenler de Kemalist düşünce sistemini nedense içselleştirememişler. Atatürk’ün “Bağımsızlık ve özgürlük benim karakterimdir.” özdeyişinin anlatmak isteği tam bağımsızlık vurgusunu bir türlü anlamak istememekteler. Kemalist düşünce sisteminin üstünde yükselip beslendiği kök, tam bağımsızlık. Tam bağımsızlık varsa Atatürk var. Yaşamı boyunca batı emperyalizmiyle savaşmış birini, batıcı göstermeleri ise onu hiç anlamadıklarının temel göstergesi.

10 Kasımlar, Atatürk’e hesap verme günü olmalı hepimiz için. Atatürk’ün gösterdiği amaca yürüdük mü? Yürüyor görünüp ayaklarımız bizi, başka yerlere mi götürdü? Onun tam bağımsız yaşamak için emperyalizme karşı hem kendimiz hem de dünyanın tüm ezilenleri için savaşmayı meslek edindik mi? Onun halkçı-devletçi yönetme uygulamasını savunduk mu? Halkçı-devletçi ve üretime dayalı ekonomik sistemimizden vazgeçip emperyalistlerin reçetelerine boyun eğenlerden hesap sorabildik mi? Eğitimimizi özünden saptırarak ve içi boşaltılarak küresel güçlerin buyruğuna sokanlara karşı durabildik mi? İnsanımızı yoksulluğun, yoksunluğun ve Ortaçağ karanlığının pençesinden kurtardık mı? Ulu Önder’in vasiyetlerini yerine getirdik mi?

Onun bizlere emanet ettiği tam bağımsız Türkiye’ye ve Cumhuriyet’e ne derecede sahip çıkıp emanetini koruduk? Bunun hesabını vermemiz gerekmiyor mu?

Yukarıda yer alan kendimizi sorgulama sorularını en çok kendine soracak olan aydın geçinenler ve onun adını kendi kişisel ve siyasal çıkarları için kullananlar, halka üstten bakanlar, yurttaşı hor görenler, “cahil” diyerek ulusunu aşağılayanlar… Oysa Atatürk, Onuncu Yıl Nutkunda: “Çünkü, Türk milletinin karakteri yüksektir. Türk milleti çalışkandır. Türk milleti zekidir.” diyerek ulusuna saygısını, sevgisini, güvenini haykırmakta tüm dünyaya. Halk olmadan devri olur mu? Halkın katılmadığı bir Kurtuluş Savaşı kazanılabilir mi?

Atatürk’ü yeterince öğrenip içselleştiremediğimiz, onun izinde kararlılıkla yürüyemediğimiz için kendimizi ulusça sorgulama zamanıdır 10 Kasımlar. Sorgulayıp Atatürk’e hesap verme günüdür. Acaba, bu hesap vermeyi ne denli yapıyoruz? Ya da böylesi bir hesabı vermeye yüzümüz tutuyor, yüreğimiz yetiyor mu?

                                                       Adil Hacıömeroğlu

                                                       12 Kasım 2024

ATATÜRK’Ü ANMAK KADAR ANLAMAK DA GEREKİR


Dün yine, güz serinliğinde erkenden uyandı tüm Türkiye Atatürk’ün anmak için. Günlerden pazar olmasına karşın herkes, kendisine uygun bir yerde Ata’sına koştu anma için. Kimi resmî törenlere yetişti sabahın köründe. Kimi de bugün dinlence günümdür, demeden önceden belirlenmiş yerlerde saygı duruşunda bulundu. Bazıları evinin camlarında, balkonlarında yerini aldı. Ben ise grip olduğum için evdeydim.

Sabahleyin altıda uyandım. Hava aydınlaşmamıştı daha. Yatağımdan kalkar kalkmaz televizyonu açtım. Birkaç haber kanalında Atatürk’le ilgili konuşmalar vardı eskiden kalma. Çay demledim ivedilikle. Önümüzdeki ana cadde ıssızdı henüz. Kahvaltı hazırladım.

Kahvaltımı yaparken farklı televizyonlara baktım. Bazıları erkenden canlı bağlantılar kurdular tören yerlerindeki arkadaşlarıyla. Çay doldurmaya her gidişimde aşevinin camından caddeye baktım. Birçok insan bayrakları ellerinde sahile doğru yürümeye başlamıştı. Kalabalık giderek arttı. Belli ki sahilde yapılacak Atatürk’e saygı için insan zincirine katılacaklar.

Kahvaltım bitti. İlaçlarımı içtim. Keyif çayımı içerken gözüm ve kulağım ekranlarda. Öncelikle söyleyeyim ki televizyonlarda sunuculuk yapanların çoğunun Atatürk’le ilgili bilgileri çok yetersiz. Birkaç basmakalıp sözü yineleyip durdular gün boyu. Bu arada bazları, yanlış bilgiler de veriyor.

Saat dokuzu beş geçe kentte yaşam durdu sanki. Siren seslerinden başka bir şey işitilmiyordu ne insan bağırışları ne de motor gürültüsü. Gökyüzünde kanat çırpan kuşlar bile yoktu nedense. İstanbul’un Avrupa yakasında yağmur vardı, ancak Anadolu yakasında bir damla bile düşmedi yere.

Durmadan terliyorum sayrılığım nedeniyle. Baş ağrısı çekilmez durumda. Televizyonların neredeyse hepsinde Atatürk anlatılmakta. Anlatanların bazıları güya konunun uzmanı. Bu kişiler, bilindik sözlerle anlatmaktalar Atatürk’ü. Atatürk’ün tam bağımsızlıkçı antiemperyalist, antikapitalist yönüne değinen yok nedense! Herkes kendince bir Atatürk yaratmış kafasında. Daha çok duygusal yaklaşımlar söz konusu. Oysa Atatürk’ün yazdıkları, söyledikleri, ne ile savaştığı belli.

Bu yıl Cumhuriyet Bayramı kutlamaları çok güzeldi. Halk, Cumhuriyet’ine sahip çıktı. Dün de Atatürk’ü aramızdan ayrılışının 86. yılında halkımız yediden yetmişe her yandaydı. Türk ulusu, bu 10 Kasım’da sorunlarla boğuşan ülkemizin tek çıkış yolunun Atatürk olduğunu gösterdi dosta düşmana. Bir de siyasetçiler anlasalar halkın bu düşüncesini.

Anmalarda yapılan konuşmalara, sosyal medyadaki paylaşımlara bakıldığında simgesellik öne çıkmakta. Simgesel bakış açıları, basmakalıp sözler Atatürk’ün yeterince anlaşılmadığını gösteriyor. Bu nedenle Atatürk’ü doğru anlama zamanının geldiğini düşünenlerdenim. Atatürk’ü doğru anladığımızda ülkemizde birçok olumsuzluğun üstesinden geliriz. Böylece Ulu Önder’in ulusumuza amaç olarak gösterdiği “muasır medeniyet seviyesinin üstüne çıkmayı” başarabiliriz.

Atatürk’ü anmak kadar anlamak önemli. Ulu Önder’i yalnızca anmak yeterli değil, anlamak da gerek. Büyük Devrimci’yi, duygusallığın yanı sıra düşünselliğe de taşımak zorundayız. Onu anlamak için birincil kaynaklardan okumalıyız sözlerini ve yaptıklarını. Şehir efsanelerine inanıp Kemalist düşünceyi sığlaştırmaya karşı çıkılmalı. Ayrıca Atatürk’ü magazin konusu yapmak, ülkemize de ulusumuza da en büyük zarar. Atatürk’ü doğru anlamak her Türk’ün başlıca ödevi. Atatürk’ü basmakalıp söylemlerden kurtarıp gerçek Kemalizm’e dönüştürdüğümüzde ülkemizin önü apaydınlık olacak.

                                                         Adil Hacıömeroğlu

                                                         11 Kasım 2024

ATATÜRK’ÜN SON ÜÇ GÜNÜ


Atatürk’ün hastalığı gittikçe ilerledi. Sonunda komaya girdi. Komaya girmesiyle umutlar da tükenmeye başladı. Büyük Kurtarıcı, adım adım uçmağa yaklaşıyordu. O, tutsak edilen bir ulusu kurtardı; ancak o ulus, ellerinden uçup gitmekte olan kurtarıcısını bir türlü kurtaramıyordu hastalığın pençesinden. Doktorlar, gece gündüz nöbetteydi.

8 Kasım 1938 Salı saat: 23.00

Bugün saat 18.30’da hastalık birdenbire normal seyrinden çıkarak şiddetlenmiş ve sıhhi vaziyetleri yeniden ciddiyet kesbetmiştir; hararet derecesi 36.4, nabız muntazam 100, teneffüs 22’dir.

9 Kasım 1938 saat: 10.00

Geceyi rahatsız geçirdiler; umumi hallerdeki vaziyet ciddiyetini muhafaza etmektedir. Hararet derecesi 36.8, nabız muntazam 128, teneffüs 28’dir.  

9 Kasım 1938 saat: 20.00

Bugünü yorgun ve dalgın geçirdiler. Umumi ahvaldeki ciddiyet biraz daha ilerlemiştir. Nabız muntazam dakikada 124, teneffüs 40, hararet derecesi 37.6’dır.

9 Kasım 1938 saat: 24.00

Saat 20.00’den itibaren dalgınlık artmıştır. Umumi ahval vehamete doğru seyretmektedir. Hararet derecesi 37.6, nabız 132, teneffüs 33’tür.

*          *            *

         1938 yılı Kasım ayının 10’uncu günü saat 9.00. Türk Vatanının Kurtarıcısı, Türkiye Cumhuriyeti’nin Kurucusu, Eşsiz İnkılapçı ve beşerin Müstesna Evladı Büyük insanın fena aleminde ancak 5 dakikası kalmıştır; gözleri kapalıdır; göğsü mütemadiyen inip çıkmaktadır.

         Odada ve bütün Sarayda derin ve ruhani bir sükût hüküm sürüyor.

         Sağ tarafta başucunda Operatör Mim Kemal duruyor; Dr. Kâmil Berk başını onun omuzuna dayamış, hıçkırıyor…

         Prof. Dr. Akil Muhtar Özden kendinden geçmiş, odanın içinde telaşlı adımlarla durmadan dolaşıyor; hem ağlıyor, hem de mütemadiyen: ‘Aman Yarabbi!’ diye mırıldanıyor.

         Ben yatağın sol tarafında ayakta duruyorum; yanımda Muhafız Komutanı İsmail Hakkı Tekçe var. Her tarafım uyuşmuş, bütün duygularım donmuş bir halde, o güzel, o nurlu çehreye dalmış, bakıyorum. Hazin sessizlik içinde kulağıma yalnız Dr. Mehmet Kâmil ve Prof. Akil Muhtar’ın hıçkırıkları çarpıyor.

         Saat tam 9’u 5 geçiyor. Birdenbire gözleri açılıyor, dikkat ediyorum: Gök mavisi gözlerinde hâlâ bildiğimiz çelik parıltıları ışıldamaktadır.

         Bir an sert bir hareketle başını sağa çeviriyor. Bana öyle geliyor ki, bu hareketiyle etrafındakilerin şahıslarında ilahi bir aşk ile bağlandığı ve inandığı aziz milletini son defa askerce selamlamaktadır.

         Birkaç saniye sonra o Azametli Varlık, milletinin kalp ve idrakiyle beşer tarihindeki ölümsüz hayatına göçmüş bulunuyordu.

         Ben de artık hıçkırıklarımı zaptedemedim; yatağa dönüp diz çöktüm, sağ elini ellerimin içine aldım, öptüm ve yüzüme gözüme sürdüm.

Bu sırada Operatör Mim Kemal gözlerini kapatıyor, Mehmet Kâmil de çenesini bağlıyor. Yerimden kalktım, yapılacak vazifelerim vardı; gözyaşlarımı sildim ve odadan çıktım. (Hasan Rıza Soyak, Atatürk’ten Hatıralar, Yapı Kredi Yayınları, 5. Baskı: İstanbul, Ekim 2008, s. 729-730) Atatürk döneminde yıllarca cumhurbaşkanlığı genel sekreterliği yapmış Hasan Rıza Soyak, Atatürk’ün son anlarını bizlere böyle anlatıyor.

Yedi Düvele karşı utkular kazanmış, ulusumuzun kurtarıcısı, devletimizin kurucusu, devrimlerimizin öncüsü Atatürk; kuş olup uçtu bir anda uçmağa. Bir ulusun küllerinden yeniden doğmasını sağladı. Elli yedi yıllık yaşamına yüzlerce başarıyı sığdırdı. O, ulusuyla var oldu. Ulusu da sonsuzluğa göçmesinin üstünden 86 yıl geçmesine karşın onu bir an olsun unutmadı.

Varsın dünün İngiliz severlerin, işgalcilerin torunlarıyla bugünün ABD-İsrail hayranları, emperyalizmin gönüllü ajanları Atatürk’ü sevip saymasın. Onu büyük bir ulus sevip saymakta. O, emperyalizme karşı tam bağımsızlık demek. Cumhuriyet’imiz başta olmak üzere tüm devrimlerimizin korunması tam bağımsız olmakla olanaklı. Bu nedenle Atatürk’ün yaptığı gibi emperyalizme ve kapitalizme karşı savaşmayı meslek edinerek tam bağımsızlığımızı savunalım sonsuza dek.

                                                                  Adil Hacıömeroğlu

                                                                  10 Kasım 2024

 

ÇOCUK RESİMLERİNDEKİ GERÇEKÇİLİK


Çocukken herkes iyi kötü resim yapmıştır. Bir an için çocukluğumuza gidip düşsel bir yolculuğa çıkalım. O dönemde daha çok karakalemle çizdiğimiz resimleri gözümüzün önüne getirelim. Neler çizdik, neler…

Evler, okullar, arkadaşlar, gülen mutlu insanlar, oyunlar, türlü türlü hayvanlar, çayır çimen, orman, farklı meyve ağaçları, ekili biçili tarlalar, bağ bahçeler, kuş yuvaları, bulutlar, yağmurun yağışı, gülümseyerek parlayan güneş, geceleyin gökyüzündeki ayla yıldızların görünümü, akan çeşmeler, dereler, deniz, deniz araçları, rengarenk uçurtmalar, kar, kızak, çiçek, mevsimler, sel, toprak… resimleri yapardı çocuklar eskiden. Çevresinde, yaşamında ne varsa onları çizerlerdi kâğıda. Bu yönüyle gerçekçi resimlerdi bunlar.  Bu resimlerin birçoğunda çocukların düşlerini de görmek olanaklıydı.

Çocuklar gerçekçiliklerinin yanı sıra iyimserdir. Onların kitabında karamsar olma, kötü düşünme, olumsuz seçeneklere saplanıp kalma yazmaz. Yaşamları, hep olumluluklar üstüne kurulu. Çünkü bellekleri, henüz büyüklerince kirletilmemiştir. Bu nedenle güneş güler. Oyunlar hep el eldir. El ele olan çocuklar gülümser. Ocağın başında oturan aile üyeleri mutludur. Çünkü ev, mutluluğun ve güvenin adresidir. Evdeki mutluluk, dalga dalga yayılır her yana.

İnsan, çocukluk döneminde somut düşünür. Bunun için gerçekçidir resimleri. Çocuklar büyüyüp ergenlik çağına gelince soyut düşünmeye başlar. Böylece düşünce biçimleri de değişir.

Sosyal medyada adı yerine takma ad kullanan bir hanımefendi, bir çocuk resmi paylaşmış. Resimde bacası tüten bir ev var. Paylaşımcı da resmi eleştiriyor kendince. Çocuk resimlerinde evlerin bacasından yaz kış duman çıkmasını mantıksız buluyormuş.

Çocuk resimlerindeki betimleme doğrudur. Neden yaz kış ev bacalarından duman çıkar? Çünkü eskiden evlerde tüp, doğal gaz, elektrik yoktu. Ekmek ve yemekler ocakta ya da sobada (kuzine) odun ateşinde pişerdi. Bu nedenle yaz geldiğinde de bacalardan duman tüter. Ateş yalnıza ısınmak için kullanılmazdı. Ayrıca evlerde tüp olsa bile odun yeğlenirdi ateş için. Çünkü tüp parayla, odun bedavaydı. Yalnızca yemek pişmezdi ocak ve sobalarda. Oralarda ekmek de yapılırdı. Bir de sobaların üstünden hiç eksilmeyen, sürekli kaynayan su güğümleri ya da tenekeleri vardı. Bu suyla çamaşır, bulaşık yıkanır, yeri gelince yunakta kullanılırdı. Kaynar su; çabucak çay demlemek, yemek pişirmek için de gerekliydi. Bunun için yaz kış ocaklar yanar, ev bacalarından duman tüterdi.

Bacadan dumanın çıkması, evde yaşamın olduğunun belirtisi. Yaşam varsa duman da var. O, yaşamın dumanıdır. Ocak söndüğünde, o evde yaşam da biter. Halk arasında bu durum “ocağı sönmek” sözüyle açıklanır. Bu nedenle ocakta ateş sönmez mevsim ne olursa olsun. Ocak kullanılmadığında közler, külle kapatılır. Gerekli olduğunda çalı çırpıyla yeniden tutuşturulur. Çünkü kibrit ve benzeri gibi tutuşturucular yaygın olarak kullanılmazdı.  

Ülkemizde ne yazık ki kentte yaşayanların çoğu kendi geçmişlerini, kültürlerini, geleneklerini, kırsal kesimde ve eski kentlerde halkın yaşayışını bilmiyorlar. Bunun da nedeni okumamaları, ülkemizi gezmemeleri. Bir kişinin ülkesini tanıyıp bilmeden yaşadığı toprakların geleceğine ilişkin gerçekçi önerilerde bulunması çok zor. Atatürk büyük bir önder ve devrimciyse bunun asıl nedenlerinden biri ülkesinin, halkını çok iyi tanımasındandır. Onun başarısının arkasındaki giz de budur. Bu arada halkın yaşayışına saygı duymanın da insanın gerçekçi düşünmesine önemli bir katkı yapacağını söylemeliyim.

İşte, çocuklar yaşadıkları gerçeğin resmini çizerlerdi kağıtlara. Ocağın yanması, bacadan dumanın tütmesi bir mutluluk kaynağıydı. Çocuklar, o mutluluğu, yaşamlarının gerçeğini kâğıda geçirmeyip de ne yapsalardı?

                                                                  Adil Hacıömeroğlu

                                                                  9 Kasım 2024