Yazın kavurucu sıcakları yerini, sonbaharın ılık
esintilerine bırakırken yağmurlar da başladı. Sonbahar yağmurları sararıp
solmakta olan doğaya canlılık aşılar. İlkbaharda canlanacak toprağı yumuşatır
bu yağmurlar, suya doyurur tarlaları,
bahçeleri, ormanları… Ağaçlar sonbahar yağmurlarıyla özsularını depolar.
Çiftçinin ürününün bereketi, sonbahar yağmurlarından belli olur.
Yağmura “rahmet” dedi atalarımız. Bizler de
rahmetin suladığı bereketli topraklarda kolayca sürdürdük yaşamımızı. Yağmur
yağdığında “Rahmetten kaçılmaz.” düşüncesiyle ıslanırdık özgürce sırılsıklam.
Köylü sevinirdi yağmurun yağmasından, çünkü ambarı rahmetin bereketiyle dolardı.
Kentli mutlu olurdu; özlemini çektiği toprak kokusu, yağmurla işlerdi
hücrelerine. Şimdi öyle mi? Her yağmur yağdığında ülkemizin bir köşesinden
felaket haberi gelmekte.
Geçtiğimiz
günlerde hava tahmin raporlarında bayrama yağmurla gireceğimiz söylenip durdu,
uyarılarda bulunuldu. Yağışların batıdan doğuya doğru kayacağı duyuruldu.
Yağmur,
önce Trakya’yı vurdu. Tekirdağ ve Kırklareli illerimiz yağmura teslim oldu.
Halk çaresiz, devlet yöneticilerimiz umursamaz. Sel suları evleri, hayvan
sürülerini, tarladaki ekini, bahçedeki meyveyi, ambardaki birikimi vahşi ve
doymak bilmeyen bir canavar gibi yuttu. Lüleburgaz, Saray, Çorlu, Çerkezköy’de yurttaşlarımızın
çaresizliği yüreklerimizi burktu, içimizi eritti. Sel suları çekildiğinde üç
kişi yaşamını yitirdi. Yıkılan köprüler, kuyuya dönüşen yollar, sel sularında
sürüklenen taşıtlar… Milyonlarca liralık mal kaybı, felaketin boyutlarını
göstermek açısından ilgi çekici.
Yağış,
bir gün sonra İstanbul’a geldi. Denize kıyısı olan Sarıyer ve Beykoz sular
altındaydı bu kez. Metrelerle ölçülebilecek yakınlıktaki denize, sel sularını
ulaştıramamak hangi beceriksizliğin ürünüdür acaba?
İşin
en trajik yönü ise Marmara Adası’nın sel baskınına uğramasıdır. Çamur deryasına
batan Ada’da yaşam durdu, bayram zehir oldu. Küçücük adayı sele teslim ederek
bir dünya rekoruna imza atmış oldu ülkemiz. Dört tarafı denizle çevrili bir
yerde sel sularının akacak yol bulamamasına gülelim mi, ağlayalım mı? Hoyrat
bir turizm anlayışına, doymak bilmez yapsatçılığa, görgüsüz yazlıkçılığa kurban
ettik güzelim adayı.
Sonraki
gün, sel Gaziantep’teydi. Karayolları, nehirlere dönüştü. Araçların içindekiler
bir can pazarının cehenneminde kaldılar. Ne yazık ki üç yurttaşımızı yitirdik
burada da. Ağaçların tepesinde, otobüslerin üzerinde canını kurtarmak için
çırpınan insanların görüntüleri kaldı belleklerde.
Sel
“canavarı” ertesi gün Şanlıurfa’daydı. Başta Harran olmak üzere birçok yerleşim
yeri sular altındaydı. Üç yurttaşımızı sele kurban verdik Urfa’da.
Acaba
sırada hangi ilimiz var? Sel sularına kaç canımızı daha kurban vereceğiz kim bilir?
Kentlerimizi
bilime, teknolojiye inat yanlış inşa ediyoruz. Varsa yoksa para… Bir ülkede
varsıllaşmanın tek yolu inşaat sektörü olunca insan yaşamı ikinci sıraya
itiliyor. Kentin her santimetre toprağı para olarak görülmekte. Suya akacak
yer, güneşe ısıtacak toprak bırakılmıyor. Küçücük kasabalar bile zevksizliğin
örneği olarak oluşturulmakta.
Kentlerin
oluşmasındaki yanlışlar ortada. Peki, kırsal kesimde seller neden olmakta? Son
yıllarda orman ve doğa katliamı yapılmakta. Dağların yeşili, yerini grinin
soğukluğuna bırakmakta. Yedi veren ovalar, açgözlü siyasetçinin hoyratlığında
çoraklaşıyor. Ne kentlerde ne de köylerde planlama var. Nerede, neyi
yetiştireceğimiz belli değil. Neyi, ne kadar üreteceğimizi bilmiyoruz. Doğada
bir denge olmalı. Ne, ne kadar tüketilmeli, bilinmeli.
Türkiye’yi
batıdan doğuya sel aldı, biricik yârimiz ülkemizi hoyrat eller mahvetmekte. Sel,
deprem, heyelan, çığ… Canlarımızı koparıp almakta. Su baskınları “doğal afet” denilip
geçiştirilmekte. Türkiye’de yaşanan su baskınlarının büyük çoğunluğu insanın
doğaya verdiği zararlardan kaynaklanmakta. İnsanların kendi hatalarını doğaya,
Tanrı’ya yükleyerek sorumluluktan kaçmaları şark kurnazlığı! Bunca felaketten
ders almayan bir toplumun geleceğe umutla bakması olanaklı mı?
Adil Hacıömeroğlu
27
Ekim 2012
Not:
Yazılarımın tümünü, http://adiladalet.blogspot.com
dan okuyabilirsiniz.
Eskiden beri hep yağmur yağardı,ama bu kadar felaketle sonuçlanmazdı.Nedenlerini siz gayet güzel ortaya koydunuz.Elinize yüreğinize sağlık..
YanıtlaSilDoğal felaketleri önlemenin çaresi ilimdir.İlm ve tekniği terketen bir toplumun başına elbette kötü şeyler gelecektir.Bunları manevi duyguların altına kapatarak çözemezsiniz.Bu yüzden felaketler artıyor.Bir yandan törör belası,diğer yandan doğal afetler.Anadolu'yu çehenneme mi çevirdik,ne?Yetisiz ve beceriksiz insanlara yetkiyi verdik.Şimdi de ağlıyoruz.Şu sahil kenarlarına yapılan gökdelenler.Hiçbir bilimsel altyapısı yok.Eğimi yüksek yerlerden akan sularr denize ulaşacakları yerde gökdelenler önüne çıkıyor.Sular ortalığı kasıp kavuruyor.Kardeniz sahil yolunu örnek alalım.Son on yıda meydana gelen su baskınları bu yanlış planlama değil midİR?İçraat yapanlar bilime değil de paraya bakrlarsa çok daha fazla ağlayacağız demektir.
YanıtlaSil