Dün
eşim, ben ve Atacan(9) gezelim, dedik. Arabamıza atlayıp yola çıktık. “Kervan,
yolda düzelir.” sözü gereğince yola çıktığımızda nereye gideceğimizi
belirlememiştik. Eşim, Validebağ öğretmenevine gitmemizi önerdi. Biz de kabul
ettik.
Valide
Sultan Kasrı, padişah ailesinin malıyken 1927’de unutulmaz Milli Eğitim Bakanı
Mustafa Necati tarafından Milli Eğitim’in malı olup öğretmenlere hizmet vermeye
başlamıştır. Bu nedenle öğretmenler, Kurtuluş Savaşı’nın kahramanlarından da
olan Mustafa Necati’ye ne denli minnet duysalar azdır. Büyük bir yeşil alan bir
ailenin değil, öğretmenlerle birlikte halka hizmet etmeye başlamıştır.
Öğretmenevine
vardığımızda vakit, öğleden sonraydı. Biraz oturduktan sonra öğlen yemeğimizi
yemeye karar verdik. Eşim ve ben yemek söyledik, ancak Atacan tok olduğunu
söyledi. Aslında tok değildi. Bahçede çok fazla kedi vardı. Kedilerle oynamayı
yeğledi, yemek yemeye. Kedilerin çoğu yavrulamış. Anne kediler iyi süt versin
diye uzun süre onları beslemeye çalıştı.
Kedilerin
beslenmesi bitince ağaçlarla ilgilenmeye başladı. Çevredeki erik ağaçlarının
yeşil meyvelerinden topladı epeyce. Onları, kâğıttan keselere koydu. Bir
bölümünü yıkayarak yemeye başladı. Ona, eşim de eşlik etti. Ben, yemedim. Çünkü
çocukluğumdan beri alışkanlığımdır ham meyveyi koparmam da yemem de…
Çocukken
köy enstitülü babam, bize bazı yaşam ilkelerini öğretti. Bunlardan en önemlisi
olgunlaşmamış meyveyi dalından koparmamak… Ham meyveyi, koparmak büyük zarar… O
meyve dalında kalsa bir süre sonra olgunlaşıp tadına doyun olmayacak. Hem
büyüklüğü artacak, hem de lezzeti… Babam, bu tavrıyla bize sabretmeyi
öğretirdi. Sabreden meyvenin olgununu, lezzetlisini, tatlısını yer. Bu nedenle
ivedi davranıp ham meyveyi koparmamalı dalından.
Akşam
olmak üzereyken Validebağ öğretmenevinden ayrıldık. Eşim hafta sonu AYT ve TYT
sınavlarında gözetmen olarak görevli. Görevli olduğu okul öğretmenevine yakın.
Gidip görelim, dedik görev yerini. Kolayca bulduk okulu. Çamlıca yukarıdan bize
bakmakta nazlı nazlı. Bu bakışı, görmezden gelmek olmaz. Çıktık Çamlıca’ya
akşamın alacakaranlığında. Boğaz’ı, Marmara’yı, kiremit ve betondan oluşmuş
mahalleri izledik uzun süre. Betonlaşan İstanbul’un yok oluşuna baktık
üzüntüyle. Atacan’la annesi, meyveleri olgunlaşmakta olan bir karadut ağacının
dallarından dut yediler bir süre. Sonrasında bir şeyler içmek için oturduk yeiçe
(kafeteryaya).
Eşimle
ben içeceklerimizi söyledik, Atacan da yiyeceği yemeği sipariş etti. Yemek ve
içecekler geldi. Atacan, köfteyi yiyemedi. Çünkü pişmemişti. Ne yazık ki bu
durumu, oradaki çalışanlara anlatamadık. Hesabı ödeyip kalktık.
Epey
geç olmuştu. Atacan, biraz daha dolaşmak istedi. Onun isteğine boyun eğdik. Bu
sırada yaramazlığı da tavan yaptı. Hiçbir uyarıyı dinlemiyordu. Ben ona
birazcık kızdım. Benim kızgınlığımı görünce bana: Çocuk nimettir, yere düşmez.”
dedi. Ona yiyecekleri döküp saçtığında “Yemek nimettir, yere atılmaz
(düşmez).” derim sıkça. Bu sözü, akıllıca değiştirip çevirdi bana karşı. Böyle
bir sözden sonra çocuğa kızmak da olmaz artık. Yapsın birazcık yaramazlık. Ne yapalım?
Eve
gelinceye dek çocuğun nasıl bir nimet olduğunu anlattı bize. Böylece yoldaki
taşıt sıkışıklığının farkına bile varmadık.
Adil
Hacıömeroğlu
24
Haziran 2020
Toplumun yaşaması için çocuğun yaşaması lazım. Toplumun nimeti çocuklardır! Aferin Atacan'a...
YanıtlaSilKöyenstitülü büyükbabnın torunu olmak her Afacana nasip plmaz,aferin Atacan.
YanıtlaSil