Son
günlerde ülkemizin birçok kentinde şiddetli yağmurlar yağdı. Neredeyse her
yerde yağmur damlaları sele dönüştü. Su baskını sonunda Bursa’da altı kişi,
İstanbul’da bir kişi yaşamını yitirdi. Son anda boğulmaktan kurtaranlarını
sayısını bilmiyoruz.
Yağmur
berekettir, derdi atalarımız. Oysa şimdilerde öyle mi? Yağmur yağmaya
başlayınca kentlerin yolları tıkanıyor. Taşıtlar bir adım öteye gidemiyor.
Caddeler, sokaklar ırmağa; kent alanları ve alt geçitler göle dönüşüyor anında.
Bu göl ve ırmakların iki eksiği var: Balık ve tekne…
Kent
yollarının tıkanmasında kentlilerin kaygı ve korkusu var. Yağmur yağınca su
baskınlarının olacağını bilmekteler. Bir an önce evine varıp kurtulma isteği, yollarda
taşıt yoğunluğuna neden olmakta. Yağmura yakalanma korkusu, bilinçsiz bir
ivediliğe yol açınca karmaşayı da getiriyor yanı sıra. Yolları işlemeyen kent, sel
sularına teslim oluyor.
Kentlerimiz
oluşturulurken yapılar ve taşıtlar düşünülmüş. İnsanlar ve diğer canlılar hiç
hesaba katılmamış. Bu nedenle insanların yürüyüp hava alacakları yerler de
betonlaştırılmış. Bitkilerin adı, liberal anlayışın oluşturduğu kentlerde yok
ne yazık ki. Hayvanlar, kentlerde sığıntı durumunda. Bitki, hayvan ve
insanların yok sayıldığı bir yere kent demekte kimileri.
Liberal
kafaların oluşturduğu kentlerde yalnızca canlılar mı düşünülmemiş? Tabi ki
hayır! Suların binlerce yıldır aktığı derelere bile yapılar yapılmış gözü
doymaz açgözlülerce. Utanmadan kurutulmuş derenin üstüne yapılan sokağa da
derenin adını vermiş. Özellikle İstanbul’da dere yatağı olan onlarca sokak ve
cadde adı var: Büyükdere Caddesi; Dere, Kurudere, Turşucudere… sokakları gibi. Derelerin
ismi kalmış cisimleri yok olmuş. Yağmur yağınca ne olacak? Kendi yolunda
gidecek sular, tıpkı göçmen kuşlar gibi. Sen, kalkıp onun yolunu kapatırsan,
çözüm bulup yeni yollar bulacak kendisine. Buralar da kentin yapılarının
aralarındaki alçak alanlar olacak, yani yollar... Bu kadarcık yalın bir gerçeği
bilmeyen insanın kentleri oluştururken usçu davrandığını söyleyebilir miyiz?
Kentler;
dağını, taşını, deresini, ormanını, suyunu, deniz kıyısını, bağını, bahçesini,
tarlasını paragözüyle gören bir arızalı anlayışa teslim edilmekteler. Bu arızalı
anlayış, yalnızca insanlara değil; tüm canlılara kent yaşamını zehir etmekte.
Yaşanan hiçbir felaketten zerre kadar ders alınmamakta.
12
Eylül 1980 darbesinden sonra siyaset alanına egemen olan liberalizm,
kentlerimizi de köylerimizi de yaşanmaz duruma getirdi. Burada parti ayrımı
yapmadan söylemeliyim ki şu anda ülkemizde birkaç belediye yönetimi dışında doğru
iş yaptığını söyleyebileceğimiz belediye yok! Hangi partiden olursa olsun insan
sözde kalıyor. Varsa yoksa yandaşa, eş dostta, partiliye çıkar sağlamak üzerine
kurulu bir anlayış egemen kentlerimize. Yağışlarda en büyük mal ve can
yitiminin olduğu İstanbul’un Esenyurt ilçesini incelemek gerek. Yakın bir
zamana dek bir köy büyüklüğündeki yer, kısa sürede İstanbul’un en kalabalık
ilçesi nasıl oldu? Bu plansız büyüme, kimleri varsıllaştırdı? Kimler, bu kentin
her santimini karış karış sattı? Son kırk yılda Esenyurt’ta belediye
başkanlığı, meclis üyeliği yapanların kendileri ve yakınlarının mal varlıkları
incelendi mi? Bu mal varlıklarının nasıl edinildiği araştırıldı mı? Esenyurt
yağmalanırken zamanın büyükşehir belediye başkanları, meclis üyeleri hangi
duygusal nedenlerle bu yağmaya göz yumdular? Bu yağmaya, cumhuriyet hükümetleri
neden ses çıkarmadı?
Esenyurt
özelinde neredeyse İstanbul’un tümünde ama az ama çok benzer yağmalar yaşandı.
Aynı yağmaların olduğu Ankara, İzmir, Bursa, Antalya, Adana ve onlarca
kentimizde neden her yağmur damlası sele neden olmakta?
Su
baskınları, insanımızın yazgısı mıdır? Yazgısıysa bu yazgıyı kimler belirleyip
yazdı? Sel sularında can veren insanlarımızın ölümünden hiç kimse sorumlu değil
mi? Sorumlular olmadığında sorumsuzluk sürüp gider.
Adil
Hacıömeroğlu
25
Haziran 2020
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder