KORONA KORKUSU


31 Ağustos Pazartesi sabahı uyandığımda ağrımayan yerim yoktu. Bedenim tel tel dökülmekteydi. Tam da kahvaltı hazırlarken midemde dayanılmaz bir bulantı. Mutfaktan ayakyoluna zorla gittim. Kıl payı yerlerin kirlenmesini önledim. Öyle bir kusma ki anlatılamaz. Kusma bitince onu sürgün izledi. Gün boyunca kusma ve sürgün, bana aman vermedi. Tam saymadım ama her ikisi de otuza yakın olmuştur.

Kusma ve sürgün, çoğaldıkça bedenim gücünü yitirmekteydi git gide. Ne bir şeyler yiyebiliyor ne de bir bardak su içebiliyordum. Bedenimdeki aşırı su yitimi, bedensel gücümü tüketti. Beden ısım, otuz dokuzdan aşağı düşmedi hiç. Bütün bunlar, eşimi ve Atacan’ı oldukça kaygılandırdı. İkindi vakti oturduğum koltuğun üzerinde sızmışım. Bu uyku değil, bedensel tükenmişlik sonunda sızma.

Üçlü koltuğun üstünde ne kadar sızmış olarak uyuduğumu bilmiyorum. Salonda sesler işittim. Yüzüm cama, sırtım salona dönüktü uyurken. Arkamdaki seslerin ne olduğunu anlamak için yerimde yavaşça döndüm. Ayakta eşim, Atacan, maskeli iki erkekle bir kadın vardı. Erkeklerden birinin elinde sedye bulunmaktaydı. Ben şaşkın bir biçimde onlara bakarken sonradan hemşire olduğunu anladığım kadın, bana bir maske verip takmamı istedi. Artık yatmıyor, koltukta oturuyordum. Hemşire Hanım, yanıma şefkatle yanaşıp kolumu elledi ve damarımı buldu. Hemen bir iğne ucunu oraya takıp bantladı. “Özür dilerim! Kolunuz biraz acımış, canınız yanmış olabilir.” diyor. “Kolum acımadı, canım yanmadı, sağolun!” diye yanıtladım onu. Doktor olduğunu anladığım beyefendi, yürüyüp yürüyemeyeceğimi sordu. Yürürüm, dedim. Birlikte merdivenlerden birlikte yürüyerek indik zor da olsa.

Korona şüphesiyle cankurtarana bindik, sayrıevine gideceğiz. . Hemşire Hanım, beni sedyeye bağladı. “Normal koşullarda benim sizin yanınızda oturmam gerekirdi. Ancak virüs nedeniyle öne geçeceğim. Kusura bakmayın!” dedi. Şu inceliğe bakın! Bu ulusun, güzel halkımızın içinden yok etmediği öze, inceliğe bakın! Yedi düvelin birleşerek yok etmeye, kapitalizmin içimizden söküp atmaya çalıştığı insan özümüze tüm dikkatinizle bakın! Sedyedeyim, korona şüphesiyle sayrıevine gideceğim, kimin nerede oturacağını düşünecek durumum mu var? Zaten bitkinlikten ne yapacağımı bilmemekteyim.

Ben cankurtarana binerken sayrılığımın ne olduğuna aldırmadan çevreme doluşan komşularımın kaygılı gözlerini o bitkinlik ve şaşkınlık içinde görebilmem bana nasıl bir güç verdi, anlatamam…

Kapılar kapandı. Cankurtaran sirenini öttürerek hareket etti. Siren sesi işitilmediğinden sayrıevine geldiğimizi anladım. Siren sesinin kesilmesiyle kapının açılması bir oldu. Hemen beni yerimden alıp tekerlekli bir sandalyeye oturttular. Yüzünü görmediğim, adını bilmediğim bir görevli, beni uçarcasına acil servisteki kırmızı bölgeye götürdü. Sedye biçimindeki bir yatağın yanına vardık. Hemen yatağa yatırıldım. Bir sağaltımcı ile birkaç hemşire anında yanıma geldiler. Kimi serum taktı, kimi kan aldı. Biri tansiyonumu ve beden ısımı ölçtü. El parmaklarıma ve göğsüme birtakım şeyler bağlanıp yapıştırılarak EKG’ye bağladılar beni. Yürek atışım belirlenmeye çalışıldı. Diğer bir hemşire, damardan ilaç verdi bana. Tüm olanlara karşın sessizim, korkmuyorum, kaygılı hiç değilim. Ne ahlamam var ne de oflamam. Sayrıevi konusunda biraz deneyimliyim. Ne derlerse yapıyorum. Onların işlerini kolaylaştırmaya çalışmaktayım. Hemşeriler erkeleri tükenmeyen atom karıncalar. Naz niyaz yapan sayrılar da var. Kocaman adamların nazlarını çekmek ustalık işi. İşte, bu gencecik hemşirelerde bu ustalık var. Resmen kahır çekmekteler, büyük bir sabırla. Yalnız kalınca kendimden geçip uykuya daldım sık sık.

Sağaltımcı genç adam yanıma yaklaştı. “Beyefendi, koku ve tat alma duyularınız yerinde mi?” dedi. “Yerinde…” dedim. “Dişlerimi fırçalayamadığımdan ağzımda zehir tadı var. Ağzım ise kusmuk kokuyor.” Deyince gülümseyerek “Bu iyi…” dedi.

Bir süre sonra mide bulantım geçti. Zaten ne kusacak bir şey kalmış midemde ne de sürgünü sürdürecek dışkı var bağırsaklarımda. Ancak içim yanmakta. Susuzluk çekmekteyim. Yanımda bir tek kör kuruş yok, çünkü neredeyse don gömlek götürdüler beni hastaneye. Görevlilerden su isteyemiyorum. Birçok kişi, “Bir şişe ne ki?” diyebilirler. Ancak orada onlarca hasta var. Görevliden istesek cebinden alıp verir, ama ne gerek var? Telefonum çekmiyor bulunduğumuz yerde. Hemşire Hanım yanıma gelince “Telefonum çekmiyor, şu an eşimin numarasını çevirdim, dışarda konuşup gelmesini söyleyebilir misiniz?” dedim. Kendi telefonunu çıkarıp eşimin numarasını yazdı. Fatih Sultan Mehmet Hastanesi, zaten evimize yakın. Eşim kısa süre sonra yanıma geldi. Uyandırdı beni şefkatle. “İçim yanıyor, bana su alıp gel.” Dedim. Çantasından su şişesini çıkarıp bana verdi. Kana kana içitim. İçimin yangını geçince “Gidebilirsin. Buralarda durma!” dedim.

Eşime, Atacan’ı sordum. Onu, evimizin altında bulunan yeiçe bıraktığını söyledi. “Onu düşünme!” dedi. Bir anda yanımdan yitip gitti. Az sonra geldiğinde gülüyordu. Sağaltımcı ve hemşirelerle konuşmuş, durumumun fena olmadığını öğrenmiş. Görevliler ona sayrıevinde beklememesini, gidip üç saat sonra gelmesini söylediler. O da bu uyarıya uyup gitti. O gidince ben yine uykuya daldım. Bitkinlikten göz kapaklarım kapanmakta birden. Bir hemşire geldi ve iki şişe serumun bittiğini söyledi. Serumlar bittikten sonra bir görevli tekerlekli yatağımı tuttuğu gibi kesityazara (tomografiye) götürdü beni. Anında film çekildi ve yerime döndüm. Yeniden uyku… Az sonra eşim göründü yine. Demek ki üç saat geçmiş gidişinden. Elinde kâğıtlar… “Haydi, kalk gidiyoruz. Her şeyin tertemiz.” dedi sevinçle. “Ancak PCR testi yapacaklar sana. Onun için G bloka gitmemiz gerek.” sözlerini de ekledi tümcelerine. Acil çalışanlarıyla vedalaştım, onlara emekleri için “Sağolun” dedim tek tek. Tam çıkarken bir baktım Atacan kapının dışında iki görevliyle söyleşmekte. Onu da alıp arabamıza bindik ve G bloka vardık. Birkaç dakika sonra kardeşim Özgür de geldi.

PCR testi yaptıracak kişiler sırada. Sıradakiler maskeli ve sosyal araya özen göstermişler. Sıradakilerin çoğu genç. Çok beklemeden sıram geldi. İki tane kabin var test için. Aynı anda iki kişi, iki farklı kabinlere girmekte. Kabinler, bir odanın pencereleri önüne sonradan derme çatma yapılmış. Camda iki delik var. Deliklerde iki tane sabit duran plastik eldiven. Eldivenlerin altında bir aralık. O aralıktan barkodunuzu uzatıyorsunuz görevliye. Pencerenin önündeki masamsı yerin üstünde bir enjektör gövdesi. Yanında ucunda pamuk olan bir plastik çubuk. İçeri girdim. Barkodu görevliye uzattım. Görevli iki eldivenin içine ellerini soktu. Ucu pamuklu çubuğu alıp ağzımı açmamı söyledi ve çubuğu gırtlağıma dek soktu. Birden midem kalktı. Az da olsa öksürdüm çubuğun etkisiyle. Ağzımdan çıkan çubuğu burnuma sokup karıştırdı. Sonrasına çıkardı çubuğu enjektör kabının içine koydu. Böylece testimiz için örnek vermiş olduk.

            Hastanede yalnızca kabinleri sağlıklı bulmadım. İster istemez o küçücük yerde öksürüp aksırıyorsunuz. Eğer hastaysanız ağzınızdan çıkan damlacıklar havada kalıyor. Senden sonra giren bir kişi, ister istemez bu damlacıkları soluyor. Bunun dışında hastanede her aşamadaki sağaltım büyük bir ilgiyle yapılmakta. PCR’nin sonucunu internet üzerinden öğreneceğiz.

            Testten sonra ayaküstü Özgür’le bir çift söz ettik. Sonrasında vedalaştık. Arabamıza maskelerimiz takılı olarak bindik. Kısacık yolda duygusallaştım birden. İçimden “İnsanın ailesi gibisi yok!” dedim. Saat gecenin üçüydü. Eve girer girmez banyoya girip yıkandıkça yıkandım. Artık uyuma zamanı. Kendimi yalıttım diğerlerinden. Eşim ve Atacan’dan uzak bir yerde uykuya daldım.

Gece biz sayrıevinden ayrıldıktan sonra beni merak edip oraya gelen komşularıma içten bir saygı ve minnet duyduğumu belirtmeliyim.

            Sabah uyandığımda az da olsa iyiydim. Canım hiçbir şey yemek istemiyor, yalnızca su içiyordum. Su içtikçe de bedenimin canlandığını görüyordum. Eşimin tüm ısrarlarına karşın kahvaltıda ağzıma bir lokma koymadım. Çok sevdiğim çaydan bir yudum bile içmedim. Bu arada test sonucunu alana dek evde hepimizin maskeyle dolaştığımızı da eklemeliyim sözlerime.

            Öğlen olmuştu, ama ben yine uyuyakalmışım üçlü koltukta. Az sonra eşimin mutlu çığlığıyla uyandım. Elinde telefon ve ekranını gözüme sokarcasına “Bak sende korona çıkmadı, testin iyi, ben dememiş miydim sende korona yok, diye.” Ben de mutlu oldum tabi ki… “Ben uyurken cankurtaran çağırıp beni korona şüphesiyle apar topar hastaneye sen postalamadın mı?” dedim. Birlikte gülüştük. Yakınlarımıza haber verdik güzel haberi.

            Eşimden yoğurtlu, buğdaylı, naneli çorba istedim. Anında pişirdi. Bir tas çorba içince “Dünya varmış!” dedim sevinçle.

            Bir gece önce açık balkon kapısının önünde uyumuştum. Cereyanda kalmanın bedelini böylece ödedim.

            Sayrıevinde Atatürk’ün kurduğu halkçı-devletçi sağlık sisteminin ne güzel işlediğini gördüm. Sağaltım için ve sonrasında otamaevinden aldığım ilaçlar için bir kuruş ödemedim. Tüm liberal saldırılara karşı sistem tıkır tıkır işlemekte. Savaş alanında olduğu gibi sayrıevinde de kurtarıcımız Atatürk

                                                                                               Adil Hacıömeroğlu

                                                                                               4 Eylül 2020

 

 

1 yorum:

  1. 😃 Hocam,geç olacak ama çok geçmiş olsun gerçekten.
    1 ay geçmiş üzerinden,nasıl gözümden kaçmış bu yazınız..
    Korona tedirginliği, hayatlarımızı ele geçirdi.Soğuk algınlığını koronaya yormamız o kadar doğal ki...
    Eşinize hak veriyorum. Zira biz de sürekli ateş ölçerle, en ufak bir vücut ısı artışını kontrol eder olduk.
    Korona günlerinde tatlı bir anı ve tecrübe olmuş sizin için.
    En kalbi sevgi ve saygılarımla🙏🏻

    YanıtlaSil