Köy
enstitülü babam, ilkokulda üç yıl öğretmenim oldu. Birinci, ikinci ve beşinci sınıfta
öğretmenimdi. Bizlere okuma yazmayı öğrettiği gibi insanlık eğitimi de verdi.
İlkokul arkadaşlarımın çoğuyla görüşmekteyim sık olmasa da. Yüz yüze ya da telefonda
konuştuğumuzda en çok dile getirdikleri, babamın verdiği insanlık dersleri.
Enstitülü
öğretmenimiz, yalan ve iftiraya çok kızardı. Bu nedenle her fırsatta yalanın,
iftiranın kişi ve toplumlara ne denli zarar verdiğini anlatırdı. “Yalan söyleyen,
iftira atan kişi, kendini alçaltır.” derdi. Hangi nedenle olursa olsun kişi,
yalan konuşmamalıydı. Yalan konuşana çok kızardı. Yalanın çocukluk döneminde
öğrenildiği kanısındaydı. Bunu da yetişkinlerin tavırlarına bağlardı.
Enstitülü
öğretmenimizin en çok kızdıkları arasında, insanlara ad ya da türlü sıfatlar
(lakap) takılmasıydı. Onun için en önemli ve güzel olan kişinin kendi adıydı.
Ad takmanın olmaması için zaman zaman bize örneklerle anlatımda bulunurdu. Bu
eğitimin asıl noktası, kendimizi karşımızdakinin yerine koymaktı. Bize lakap
takıldığında nasıl kızıyor, bozuluyorsak karşımızdaki kişi de en az bizim kadar
bundan mutsuz olur. Bu nedenle aynı şeyin bize yapılamaması için biz de
yapmayacağız öyleyse.
Beşinci
sınıftaydık. Bir doğa gezisine çıkmıştık sınıfça yürüyerek. Ben, şeytana uyup bir
kız arkadaşımıza takılan adıyla seslendim. Oysa bütün sınıf bu adı, ders
aralarındaki dinlencelerde söylüyordu arkadaşımıza. Takılan ad “derviş”ti. Ben,
söyleyince arkadaşım yakınmadı. Yalnızca gülmüştü bana. Öğretmenimiz bunu işitti ve bana çok kızdı,
cezalandırdı beni. Hem de oğlu olduğum halde.
Eve
gelince anneme yakındım, gezide babamın bana kızması konusunda. Öğretmenim, eve
gelince annem, ona kızarak gezide beni neden cezalandırdığını sordu. O: “Kendi
çocuğum, benim sözümü, uyarılarımı dinlemezse başkalarının çocukları beni niye
dinlesin.” dedi annem sustu. Bu arada babama, okulda “öğretmenim” derdim. Öğretmen
odasına girmezdim. Okulda, baba-oğul yakınlığı değil, öğretmen-öğrenci ilişkisi
söz konusuydu. O zamanın öğretmenleri böyleydi. Her öğrenciye (evladı olsa
bile), adaletli ve yansız davranmak temel ilkeydi onlar için.
İnsanlık
dersinin en önemlisi şu idi. “Hiç kimsenin dili, inancı, bedensel kusurları,
davranışları, ten rengi, giyimi, anne ve babasının yaptığım iş, oturdukları ev,
aile yapısı, geçim durumu, hastalığı, aile üyeleri, akrabaları, soyu sopu, alışkanlıklarıyla
dalga geçip alay edemezsiniz.” derdi sık sık. Bu kurallara uymayanlara çok
kızardı.
Arkadaşlar
arasında söylenen “Kel, kör, topal, çolak, kara, şişko, sıska, pepe, eğri
bacak, kırmızı burun, büyük ağız, çürük diş, yamalı, asabi, deli, deve, uykulu,
pörtlek göz, kambur… gibi” lakaplara çok kızardı. Burada yazamayacağım kötü
yakıştırmalar da vardı. İçeriği ne olursa olsun onun için lakaplar kötüydü.
İkide bir bunun yasalarımızla yasaklandığını ve böyle bir davranışın suç
olduğunu söylerdi. Atatürk’ü savunmak demek, onun devrimlerini yaşam içinde
uygulamak ve Ulu Önder’in devrim yasalarına uymak gerektiğini vurgulardı sık
sık.
Öğretmenimizin
en çok vurguladığı şeylerden biri de insanların dirisine de ölüsüne de saygı
göstermek gerektiğiydi. İnsan, ne durumda olursa olsun saygıyı hak ediyordu ona
göre. Hayrat’ta ilk kez okulumuzun önünden eller üzerinde taşınan bir tabutun karşısında
sınıfça saygı duruşunda bulunmuştuk. Üstelik ölen kişinin kim olduğunu da
bilmiyorduk. Bundan sonra arkadaşlarımızın çoğu, gördükleri tabutların
karşısında saygı duruşunda bulunmaya başladılar.
İnsanları
sevmek gerekliydi. Ancak öncelikle küçük olsun büyük olsun saygı göstermeliydik
herkese. Saygısız kişiye çok kızardı öğretmenimiz. Saygının, sevgiyi büyüteceği
kanısındaydı. Bu nedenle insan ilişkilerinin temelini saygı oluşturmaktaydı ona
göre.
Öğretmenimiz
doğa aşığıydı, diğer köy enstitülüler gibi. Doğaya değer verip saygı göstermek,
insan olmanın gereğiydi. Hayvanları, bitkileri korumak da insanlık göreviydi. Doğa
bir bütündü onun için.
İnsana,
insan olduğu için verilmeliydi. Doğada yaşayan her canlı saygıya değerdi.
Canlılardan birini diğerine üstün tutmak olmazdı. Her canlının dünyaya gelmesinde
bir amaç ve görev söz konusuydu.
Babam,
öğretmenim, arkadaşım, dostum, yoldaşım aramızdan ayrılalı yıllar oldu. Ancak
verdiği insanlık dersleri, belleğimde ilk günkü gibi capcanlı. Demek ki ölümsüz
olmak böyle bir şey. Düşüncenle, yapıtınla yaşayabiliyorsan belleklerde ölümsüzleşiyorsun.
İşte enstitülü öğretmenimin yaptığı da buydu.
Adil
Hacıömeroğlu
20
Aralık 2021
Enstitülü öğretmenler kadar saygı görmüyor günümüzde öğretmenler. Bunun kanımca en önemli sebebi ailelerin, çocuklarının kalbine öğretmenlerinin dokunmasına izin vermiyor oluşlarıdır. Çoğu aile için günümüzde öğretmen, eğitmen değil, belirli sınavlarda çocuklarını hedefe ulaştıracak hazırlayıcı.
YanıtlaSil