2025’TE UMUDUMUZU ÇOĞALTACAĞIZ


2024’te insanlık, büyük acılar yaşadı. Büyük insan kıyımlarına tanık olduk içimiz yanarak. Ne yazık ki bu kıyımlar karşısında birçok ülkenin yöneticisi ve insanların çoğu duyarsız kaldı. “Bana dokunmayan yılan bin yaşasın.” atasözündeki anlama uygun davrandı dünyadaşlarımızın çoğu. Bu durum hem insanlık hem de insanlığın binlerce yılda oluşturduğu uygarlık açsından utanç verici.  

Başta Filistin ve Lübnan’da olmak üzere dünyanın birçok yerinde herkesin gözü önünde insanlar öldürüldü sistemli bir biçimde. Ne yazık ki insanların bir kısmı bu insanlık suçunu duygusuzca izledi. Oysa insanlık bir bütün.

Atatürk: “Bugün bütün dünya ulusları aşağı yukarı akraba olmuşlardır ve olmakla meşguldüler. Bu nedenle insan mensup olduğu milletin varlığını ve saadetini düşündüğü kadar, bütün dünya milletlerinin huzur ve refahını düşünmeli ve kendi milletinin saadetine ne kadar önem veriyorsa bütün dünya milletlerinin saadetine katkıda bulunmak için elinden geldiği kadar çalışmalıdır. Bütün akıllı adamlar takdir ederler ki, bu yolda çalışmakla hiçbir şey kaybedilmez. Çünkü dünya milletlerinin mutluluğuna çalışmak, diğer bir yoldan kendi huzur ve mutluluğumuzu temine çalışmak demektir. Dünyada ve dünya milletleri arasında barış, dayanışma ve iyi geçim olmazsa, bir millet kendi kendisi için ne yaparsa yapsın huzurdan mahrumdur. Onun için ben sevdiklerime şunu tavsiye ederim: Milletleri sevk ve idare eden adamlar, tabii önce kendi milletinin varlığını ve mutluluğunu sağlamak isterler. Fakat aynı zamanda bütün milletler için aynı şeyi istemek lazımdır. Bütün dünya olayları bize bunu açıktan açığa ispat eder. En uzakta zannettiğimiz bir olayın bir gün bizi etkilemeyeceğini bilemeyiz. Bunun için insanlığın hepsini bir vücut ve bir milleti bunun uzvu kabul etmek gerekir. Bir vücudun parmağının ucundaki acıdan diğer bütün organlar müteessir olur. (Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri, Atatürk Araştırma Merkezi, Cilt II, 324)” 1937’de böyle demekte.

Dünyanın neresinde olursa olsun insanlığın çektiği acıyı içselleştirmeyen, onlarla duygudaşlık yapamayanların insanlıktan uzak olduklarını söyleyebiliriz.  

Yıllardır dünyada yaşanan savaşların, insan kırımlarının, düşmanlıkların en büyük nedeni, 20. Yüzyıl öncesinde sömürgecilik düşüncesiydi. Son yüz yıldır da emperyalizmin doymak bilmeyen kâr hırsı. Ne yazık ki emperyalist amaçlar uğruna insanlar öldürülüyor, uluslara soykırım uygulanıyor, dünyanın maddi ve manevi varlıkları hunharca yok ediliyor. Emperyalizm ve işbirlikçileri, büyük bir açlıkla dünyamızı talan etmekte. Hiç kimse bu acımasız vahşeti görmezden gelemez. Bir gün sıranın kendisine geleceğini düşünmeli. İnsanlığın bu vahşetten kurtulması için topyekûn bir savaşa girmenin zamanı geldi de geçiyor bile. Günümüzde emperyalizmle savaş, insanlığın var olma savaşıdır. Bundan kaçmak olur mu hiç?

“Sömürgecilik ve emperyalizm yeryüzünden yok olacak ve yerlerine milletler arasında hiçbir renk, din ve ırk farkı gözetmeyen yeni bir ahenk ve işbirliği çağı geçecektir. (Atatürk’ün Kendi Kaleminden 7 Emperyalizm ve Tam Bağımsızlık, Kaynak Yayınları, 1. Basım: Nisan 2018, s. 230)” Atatürk’ün dediği gibi dünyadaki tüm ulusların, insanların uyum ve işbirliği içinde kardeşçe yaşaması için emperyalizmin yok olması gerekir.

Yeni bir yıla girerken tüm insanlık adına dileğim, emperyalizmin dünya üzerinden yok olmasıdır. Erinç, barış, dostluk içinde savaşsız, insan kanının dökülmediği bir dünyayı düşlemek kadar güzel bir dilek olur mu yeni yıl için. Bu nedenle her alanda umudumuzu çoğaltacağımız bir yıl olsun 2025.

                                                                  Adil Hacıömeroğlu

                                                                  31 Aralık 2024

 

EN ÇOK SENİ SEVDİM


En çok yaşamayı sevdim

Soluk almayı, soluk vermeyi

Yemeyi, içmeyi

Yedirip içirmeyi

Ayaklarımın üstünde yürümeyi

Başımı dik tutmayı, bağışlamayı

En çok yaşamayı sevdim

 

En çok yaşamayı sevdim

Sevip saymayı

Sevilip sayılmayı

Güvenip güvenilmeyi

Özverili olmayı

Yardımlaşmayı, işbirliğini

Kara gün dostu olmayı

En çok yaşamayı sevdim

 

En çok yaşamayı sevdim

Yakan güneşi, ıslatan yağmuru

Üşütüp serinleten yeli

Tozu dumanı

Geceyi de gündüzü de

Akşamı, sabahı da

Yazı, güzü, kışı, baharı

En çok yaşamayı sevdim

 

En çok yaşamayı sevdim

Suyu, havayı, toprağı

Kurdu, kuşu, ırmağı

Ovayı, dağı, vadiyi

Balıkları, dalgalarıyla denizi

Dünyayı tüm canlılarıyla

Yurdumu, ulusumu

En çok yaşamayı sevdim

 

En çok yaşamayı sevdim

Bir kadın yüreğinde olmayı

Onun saçlarında serinlemeyi

Göğsünde eriyip yitmeyi

Ellerinde terlemeyi

Sözlerinde yaşam bulmayı

Onunla görüp işitmeyi

Diz dize duyumsamayı

En çok yaşamayı sevdim

Zaten yaşamak, sevmek değil mi?

                        Adil Hacıömeroğlu

                        29 Aralık 2024

 

 

 

 

 

 

 

SORMAYIN


Gönlümü verdim ki bir hayırsıza

Pişman mıyım, değil miyim sormayın

Yüreğimi çalan pişkin hırsıza

Kızar mıyım, kızmaz mıyım sormayın

 

Yıllarımı verdim pul oldu gitti

Benliğim hiçti kul oldu gitti

Emeğim değersiz çul oldu gitti

Yanar mıyım, yanmaz mıyım sormayın

 

Sorup da derdimi deşmeyin sakın

Deşip de halime gülmeyin sakın

Gülüp de gönlümü eşmeyin sakın

Kanar mıyım, kanmaz mıyım sormayın

 

Gönül kafesinde akrep saklanmaz

Sevi ırmağında kemlik paklanmaz

Yüreksizlik kötü süsle aklanmaz

Derviş miyim, değil miyim sormayın

                                Adil Hacıömeroğlu

                                28 Aralık 2024

 

 

 


İSRAİL’E TEK SÖZ SÖYLEYEMEYEN HTŞ


HTŞ ve öncülü örgütlerin göze çarpan en önemli özellikleri, kuruluşlarından bugüne dek ABD ve İsrail’e karşı bir eleştirisini, karşı çıkışını duymadık. Suriye’de on üç yıldır süren çatışma ortamında İsrail’e tek bir mermi attıklarını görüp işiten var mı?   Gazze yanarken ve Filistinliler soykırıma uğratılırken sözüm ona bu İslam fedaileri neredeydi?

Yıllardır Müslümanlarla savaşan bir örgüt sistemi içinde yer almakta HTŞ ve öncülleri. Tekbir getirerek kendisi gibi düşünüp yaşamayan Müslümanları gözünü kırpmadan öldüren bu örgütler, nedense Suriye ve Irak’ın bazı bölgelerinde bulunan ABD üslerine karşı ses çıkarmayışlarının nedeni nedir?

HTŞ, Suriye yönetimini devirmek için İdlip’ten yürüyüşe başladığında İsrail de Ahmet el Şara’nın memleketi olan Golan tepelerine yürüdü. En stratejik yerleri ele geçirdi Siyonistler. İsrail, işgalini kuzeye doğru bir şerit olarak yayarak Hizbullah’ın bulunduğu yerleri kuşatmakta. Ancak bu durum karşısında bile Şara, İsrail’e karşı değil, Hizbullah’a karşı sözler söylüyor. Bu söylemine bakılınca onun düşmanı İsrail değil de İran ve Hizbullah. Peki, neden? Ayrıca Filistin konusunda bir açıklamalarını şimdiye dek işitmedik nedense. İslam dünyasını mezhepçilik temelinde bölmekten başka bir görevleri yok gibi. Bu da ABD-İsrail’in amaçlarına uygun. Yani İsrail’le savaşanlara düşman. Bu durum, HTŞ’yi tanıyıp anlamak için yeterli değil mi?

HTŞ, Suriye’nin yıllardır kullandığı bayrağı değiştirdi. Acaba niye? BAAS’la kabul edilen bayrakta yer alan iki yıldız Arap birliğini temsil etmekteydi. Yani 1958’de Suriye ile Mısır’ın oluşturduğu Birleşik Arap Cumhuriyeti’ni simgelemekte. Yıldızlardan biri Suriye’yi, diğeri de Mısır’ı göstermekte. Bu birlik bozulmasına karşın Suriye, bayrağını değiştirmedi. Arap birliğini gerçekleşebilecek bir amaç ve ulusal bir ülkü olarak bayraklarında yaşatmaktaydılar. Arap devletlerinin birleşmesinin kime yararı, kime de zararı olduğu düşünülmesi gerekmez mi?

HTŞ’nin elindeki bayrak 1932’de kabul edilmiş. Yani henüz bağımsız değildi o yıllarda, Fransız mandası altındaydı ülke. Doğaldır ki Suriyeliler de işgale karşı savaşım durumundaydı. Fransızlar, Suriye’yi etnik köken ve inanç temelinde beş ya da altı parçaya bölünmesi düşünülmekteydi. Bu bayraktaki üç yıldız, Suriye’de yaşayan farklı etnik ve inançlardan olanları simgelemekte. Yani şu anda kabul edilen bayrak, ülkenin bölünmesinin önünü açmakta.

Televizyonlarda neredeyse her gün Suriye’den canlı yayınlar yapılmakta. Fırsat buldukça izliyorum bunları. Yine televizyonlarda, Suriye ile ilgili yapılan tartışmaları da kaçırmamaya çalışıyorum. Neredeyse tüm kurgu etnik kökenler ve inançlar üstünden yapılmakta. Zaten ABD ve İsrail’in istediği de bu değil mi? Bunu Lübnan ve Irak anayasalarında görmedik mi? Bu iki ülkenin etnik köken ve inanç ayrılıklarıyla nasıl bölündüğünden hala ders çıkaramadık, niye?

Bugüne dek İsrail’le hiç kavga etmeyen, Filistin’in yanında açıkça yer alamayan bir örgütün Suriye’ye kazandıracağı ne var? Bir an bile unutulmaması gereken şey, Batı Asya’da yaşanan sorunların hepsi İsrail’in güvenliğiyle ilgili. Filistin’in yanında olmayan hiçbir siyasal hareketin bölgemize yararı yok! Üstelik ABD ve İsrail’in mutlu olduğu yerde, ben niye mutlu olayım?

                                                         Adil Hacıömeroğlu

                                                         27 Aralık 2024

   

İDLİP’E DESTEK NEREDEN?


Suriye’de Beşar Esat’ı devirmek için 2011’de muhalif denen gruplar ayaklandı. Esat’ı devirmek ve ayaklanmaya destek olmak için önceden dünyanın dört yanından, farklı görüşlerden, farklı uluslardan yüzlerce terörist getirildi ülkeye. Ayrıca Esat yönteminden memnun olmayan muhalifler de ayaklandı. Bu muhaliflerin arasında daha önce Hafız Esat ve Beşar Esat döneminde bürokraside üst düzeyde çalışmış, hükümetlerde görev almış kişiler de vardı.

Farklı örgütlerin, değişik savaşma biçimlerine tanık olduk. En çok da IŞİD’in kafa kesme görüntüleri ilgi çekip nefret uyandırdı. Bu görüntülere, dünyanın dört bir yanından çok sert tepkiler geldi. ABD Başkanı Trump, bu örgütü Obama’nın kurdurduğunu itiraf etti. Dünyanın nefretini gören ABD, IŞİD’le savaşmayı kendine iş edindi. Böylece Suriye ve Irak’ta kalmanın olanağını yarattı kendine.

Irak ve Suriye’ye yerleşen terör örgütlerinin ad değiştirmesi ve bölünüp yeni örgütler doğurmalarına sıkça rastlıyoruz. HTŞ de böyle bir örgüt. Bu örgütün lideri Ahmet Hüseyin eş Şara, önce Irak’ta bulunan El Kaide üyesiydi. Burada ABD tarafından yakalanarak tutsak edildi. Beş yıl tutukevinde kaldı. Sonrasında salıverildi Amerika tarafından. Serbest kalınca Suriye’ye geçti. Burada El Nusra Cephesi’nin lideri oldu. Bu örgüt, başta Türkiye ve ABD olmak üzere birçok ülkece terör örgütü olarak görülmekte. Böyle olunca da eş Şara da terörist olarak tanımlanmakta.

2011’de başlayan ayaklanmayı Suriye yönetimi; Rusya, İran ve Hizbullah’ın desteğiyle bastırdı. Bu arada Türkiye, Rusya ve İran’ın yaptığı Astana anlaşması Suriye’nin toprak bütünlüğünün sağlanması için çok önemliydi. Astana üçlüsü birçok kez bir araya geldi. Bu görüşmelerde terör örgütlerinin Suriye’den çıkarılması kararlaştırıldı. HTŞ’yi oluşturan terör örgütleri İdlip’e yerleşti. Ne yazık ki Türkiye, IŞİD ve PKK hedeflerini yok ederken terör örgütü saydığı HTŞ’ye göz yumdu. Bu örgütün İdlip’te kök salıp güçlenmesine yardım etmiş oldu böylece.

AKP Hükümetinin Suriye’de asıl desteklediği örgüt, Suriye Milli Ordusu (SMO). Baştan beri eğitip donattığı bir örgüt bu. HTŞ, Halep’e girdiğinde yanında SMO yoktu. Sonrasında da SMO’yu göremedik. Şu anda da Şam’da yoklar. Demek ki Türkiye’nin destekledikleri, Suriye’nin geleceğinde söz sahibi ve belirleyici değil.

İdlip’in neredeyse üç yanında Türkiye’nin kontrolü var. Batısında ise Esat yönetiminde olan Lazkiye bölgesi bulunmakta. Böyle bir durumda Türkiye’nin yardımı ya da göz yumması olmadan HTŞ’nin silahlanıp güçlenmesi olanaksız. HTŞ liderinin Şam’da İbrahim Kalın ve Hakan Fidan’la görüşmesinin televizyon görüntülerine bakıldığında daha önce tanıştıkları kolayca anlaşılmakta. Demek ki MİT’te halef ve selef olan Fidan ile Kalın’ın eş Şara ile görüşmeleri olağan görülebilir.  

HTŞ’nin silah donanımına bakıldığında ABD ve İngiltere etkisi öne çıkmakta. Demek ki bu iki emperyalist güç, baştan beri HTŞ’nin kontrolünü ellerinde tutmakta. Eş Şara, bu güçlerce eğitildi, köktenci söylemleri törpülendi. En önemlisi de İsrail’e karşı söylemlerinin olmaması sağlandı. Düşmanlık oklarının İran ve Hizbullah’ı göstermesi, bu örgütün amacını ve kimlerle yan yana olduğunu açıklamaya yeter. AKP Hükümeti, ABD ve İngiltere’nin yanında yer almıştı. Hakan Fidan’ın dediği gibi “Tarihin doğru tarafında(!)” yer almıştı hükümetimiz.

ABD ve İngiltere’nin olduğu yerde İsrail’in olmaması düşünülebilir mi?

                                                                            Adil Hacıömeroğlu

                                                                            26 Aralık 2024

CUMHURİYET ŞEHİDİ KUBİLAY


Mustafa Fehmi Kubilay, Giritli bir ailenin çocuğu olarak 15 Kasım 1906’da Kozan’da doğdu. 1926’da Bursa Muallim Mektebi’ni bitirdi. 1928’de görev yaptığı Aydın Gazipaşa Mektebi’nde tanıştığı öğretmen Fatma Vedide Hanım’la evlendi. Bu evlilikten 10 Mayıs 1929’da oğlu Vedat Aktuğ doğdu.

Kubilay, askerlik görevini tamamlamak için Menemen’deki 43. Piyade Alayı’na yedek subay olarak atanır. 23 Aralık 1930 günü Derviş Mehmet adındaki bir yobaz ve işbirlikçi, altı arkadaşıyla başlarında külah, sırtlarında cübbeyle bir camiye girerlar. Oradan üzerinde “İnna fetahna leke fethan mübina (Şüphesiz biz, sana apaçık bir fetih verdik.)” ayetinin yazılı olduğu bir bayrak aldılar. Cami önünde bulunanların kendilerine katılmalarını istediler. Derviş Mehmet, halka: “Ey Müslümanlar! Ne duruyorsunuz; Halife Abdülmecid hududa geldi, sancak-ı şerif çıktı, gelin altına toplanalım, şeriat isteyelim.” diye bağırır. Tekbirler getirerek ilçe merkezinde dolaşırlar. Bu dolaşma, yeni kurulan Cumhuriyet’e karşı bir isyana dönüşür. Ellerindeki bayrağı, hükümet meydanına dikerler.

Jandarma komutanı, ihanet dolu yobaz kalkışmayı bastırmada kararsızlık gösterir. İş çığırından çıkınca 43. Piyade Alayı’ndan yardım istenir. Kalkışmayı bastırmak için Kubilay komutasında bir birlik görevlendirilir. Ne yazık ki silahlarında gerçek mermi yoktur.  Kubilay, isyancılara önce öğüt vererek kalabalığı dağıtmak ister. İsyancılar, onun öğüdüne kurşunla yanıt verirler. Onların ateşine karşılık verir Kubilay askerleri kurusıkıyla. İsyancılara bir şey olmaz. Bunu fırsata çevirir Derviş Mehmet. Kendisine kutsallık vererek “Bana kurşun işlemiyor.” diye bağırır. Bu durum, isyancıları daha da yüreklendirir.  Kurşunlardan biri, Kubilay’a denk gelir. Yaralanıp yer düşer. Gözü dönmüş isyancılardan Manisalı Mehmet Emin, yere düşen Kubilay’ın üstüne abanır. Elindeki kör bıçakla Asteğmen Öğretmen’in kafasını keser. Kubilay’ın kesilen başını bayrak direğine takar Mehmet Emin. Bu sırada mahalle bekçileri Hasan ve Şevki de şehit edilir.

Jandarmanın yetişmesiyle isyan bastırılır. Çatışma sırasında Derviş Mehmet vurulup öldürülür. İsyancılardan ikisi yaralanır. Derviş Mehmet, Millî Mücadele sırasında Yunanlılarla işbirliği yapmıştı. Kurtuluştan sonra Cumhuriyet ve devrimlere karşı propaganda yürüttü. Bu kalkışmanın başında İstanbul-Erenköy’de yaşayan 90 yaşındaki Nakşibendi Şeyhi Hacı Mehmet Esat Efendi (Erbili) ile oğlu vardı. Manisa’daki askeri hastanenin imamlığından emekli olmuş Laz İbrahim Efendi de Şeyh Esad’ın halifesi olarak aylardan beri bölgede kışkırtmalarda bulunmuştu. Halkı kışkırtmak için on gün boyunca köyleri dolaştılar. Bu kişilerin Cumhuriyet’i yıkma amaçları kanıtlandı.

Atatürk, Kubilay’ın şehit edildiği haberini yurt gezisinde bulunduğu Edirne’de aldı. Hemen İstanbul’a hareket etti. Dolmabahçe Sarayı’nda onun başkanlığında TBMM Başkanı Kazı Özalp, Başbakan İsmet İnönü, Genelkurmay Başkanı Mareşal Fevzi Çakmak, İçişleri Bakanı Şükrü Kaya ve Ordu Müfettişi Orgeneral Fahrettin Altay’la konuyu görüştüler.

Başbakan İnönü, zaman geçirmeden Ankara’ya giderek bakanlar kurulunu topladı. Sıkıyönetim ilan edildi. Komutanlığına da Altay Paşa getirildi. Suçlular, mahkemeye çıkarıldılar. Daha önce 31 Mart gerici ayaklanmasına da katlan Şeyh Esat, yaşlı olduğu için asılmadı. Bir yıl sonra eceliyle öldü. Yargılanırken Cumhuriyet’e karşı sözler söyledi. AKP’li Menemen Belediye Başkanı Aydın Pehlivan, Kurtuluş Savaşı sırasında Yunanlılarla işbirliği yapan, Cumhuriyet’e meydan okuyan bir hainin mezarına gidip dua okumak, bu ihanete katılmaktan başka bir şey değil.  

Şeyh Esat’ın oğlu Mehmet Ali ve Laz İbrahim ile toplam 37 sanık hakkında idam cezası verildi. Sanıklardan biri öldüğünden idam edilmedi. Sanıklardan altısının yaşı küçük olduğu için cezaları ağır hapse çevrildi. TBMM, idama mahkûm olan iki kişinin cezasını iki yıla indirdi. 28 suçlu, 3 Şubat 1931 gecesi Menemen’de idam edildi. Kubilay’ın başını kesen Mehmet Emin ise suçu işlediği yerde kurulan darağacına çekildi.

Kubilay’ın başının kesilmesi sırasında ses çıkarmayıp onları destekleyen sözler söyleyen, alkışlayan Menemenlilere Atatürk çok kızdı. Bu durumun kabul edilemez olduğunu dile getirdi. (Yararlanılan Kaynak: Atatürk’ten Hatıralar, Hasan Rıza Soyak)

Atatürk, 27 Aralık 1930'da Genelkurmay Başkanı Mareşal Fevzi Çakmak’a “Kubilay’ın Menemen’de Şehit Edilmesi Dolayısıyla Ordu’ya” başlıklı bir mektup gönderdi. Bu mektup, tarihsel açıdan çok önemli.

“Menemen’de son zamanda vukua gelen irtica teşebbüsü esnasında Zabit Vekili [Asteğmen-AH] Kubilay Bey’in vazife yaparken uğradığı akıbetten Cumhuriyet ordusunu taziyet ederim.

Kubilay Bey’in şehadetinde mürtecilerin gösterdiği vahşet karşısında Menemen’deki ahaliden bazılarının alkışla tasvipkâr bulunmaları, bütün Cumhuriyetçi ve vatanperverler için utanılacak bir hadisedir. Vatanı müdafaa için yetiştirilen, dahili her politika ve anlaşmazlığın haricinde ve üstünde muhterem bir vaziyette bulunan Türk subayının mürteciler karşısındaki yüksek vazifesi vatandaşlar tarafından yalnız hürmetle karşılandığına şüphe yoktur. Menemen’de ahaliden bazılarının hataları bütün milleti elemlendirmiştir.

İstilanın acılığını tatmış bir muhitte genç ve kahraman Zabit Vekili’nin uğradığı tecavüzü milletin bizzat Cumhuriyet’e karşı bir suikast kabul ettiği ve tecavüzcüler ile teşvikçileri ona göre takip edeceği muhakkaktır.

Hepimizin dikkatimiz bu meseledeki vazifelerimizin icaplarını hassasiyetle ve hakkıyla yerine getirmeye yöneliktir.

Büyük Ordu’nun kahraman genç subayı ve Cumhuriyet’in mefkûreci [ülkücü-AH] muallim heyetinin kıymetli uzvu Kubilay Bey temiz kanı ile Cumhuriyet’in hayatiyetini tazelemiş ve kuvvetlendirmiş olacaktır. (Atatürk’ün Bütün Eserleri, Cilt: 24, Birinci Basım: Kasım 2008, s. 391)”

Kubilay, canilerce şehit edildiğinde 24 yaşındaydı, oğlu ise iki buçuk. Bu sırada annesi Zeynep Hanım yaşıyordu. Bir annenin en zor dayanacağı şeydir evladını toprağa vermek. “Bir anne, evladı öldüğünde o da onunla ölür.” derler. Kubilay’ın, Cumhuriyet’e, devrimlere bağlı bir öğretmenin ve askerin toprağa düşmesi ulusumuzun yüreğinde derin acılar bıraktı.

Evet, Atatürk’ün dediği gibi: “Kubilay Bey temiz kanı  ile Cumhuriyet’in hayatiyetini tazelemiş ve kuvvetlendirmiştir.” Cumhuriyet’imizi ayakta tutan şehitlerimizin kanlarıdır. Şehidimizi, katledilişinin 94.yılında saygıyla anıyorum.

                                                                  Adil Hacıömeroğlu

23 Aralık 2024

BOP VE ULUS DEVLETLER


Condoleezza Rice… Önce ABD Başkanı George W. Bush’un ulusal güvenlik danışmanlığını yaptı. Sonrasında dışişleri bakanı oldu. Ulusal güvenlik danışmanıyken yazdığı makalede Ortadoğu’da 22 ülkenin sınırlarının değişeceğini söyledi. Bu ülkeler arasında Türkiye de vardı. Bu bölünme projesini uygulamak için Büyük Ortadoğu Projesi (BOP) devreye sokuldu.

Ne yazık ki Türkiye’yi yönetenler, BOP’un ülkemizi ve bölgemizi mahvedeceğini ve kan gölüne çevireceğini görüp anlamadılar. Çünkü onlar zaten Atatürk’ün kurduğu devlet sistemine karşıydılar. Kemalist devlet anlayışının ortadan kalkması için şeytanla işbirliği yapmaya dünden hazırdılar. Öteden beri “vesayeti yok etme” sözünü dillerinden düşürmüyorlardı. Bu nedenle dönemin başbakanı R. Tayyip Erdoğan, BOP eşbaşkanı olduğunu açıkladı defalarca. Bu yıllarda AKP ile FETÖ iktidar ortağıydı. ABD projelerinde AKP’yi yönlendiren FETÖ idi. Ulus devletin temellerini oluşturan değerlere karşı saldırıya geçtiler “Özgürlük ve demokrasi getiriyoruz.” diye. Oysa emperyalizmin ulus devleti yok etme zehri, “özgürlük, demokrasi” şekerine sarılarak halka yedirilmekteydi. Halk, kendini var eden değerlerden nefret ettirilmeye çalışılıyordu bu yolla.

Peş peşe açılımlar yapılmaya başlandı: Demokratik açılım, Kürt açılımı, Ermeni açılımı, Annan planıyla Kıbrıs açılımı… Açılımların en hevesli ise zamanın Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’dü. Kıbrıs davasının kahramanı Rauf Denktaş’ı gözden düşürme çalışmaları yapıldı.

Ergenekon, balyoz… adlarıyla tutuklamalar başladı. Türk ordusu, bu yolla dağıtılmaya, köklerinden koparılmaya çalışılıyordu. Kemalist aydın kıyımı başladı buna koşut olarak. Türk tarihinin önemli bir simgesi olan “Ergenekon” sözcüğünün terör örgütü adı olarak kamuoyuna sunulması ilginçti. Andımız yasaklandı. “Türk’üm” demek, ırkçılık olarak algılatıldı kamuoyuna. Alt kimlikler öne çıkarıldı. Ülkemizde bunlar olurken Tunus’ta batılı emperyalistlerin desteğiyle ayaklanma başladı. Buna “Arap Baharı” dendi. Bu ayaklanmalar, neredeyse Arap coğrafyasının tümünü kapladı. Birçok Arap ülkesinde iktidarlar değişti. Bu ayaklanmalara en çok direnen, Suriye idi.  O günlerde konuyla ilgili birçok yazı yazdım. Arap ülkelerini saran ayaklanmalara “Arap Zemherisi (Karakışı)” dedim. Bu işten ABD ve İsrail’in kazançlı çıkacağını söyledim yazılarımda.

Arap ülkelerinin yıllarca yöneten iktidarların çok başarılı işler yaptıklarını söyleyemeyiz. Birçok yanlışları oldu devlet yönetiminde. Bu yanlışları fırsata dönüştüren emperyalistler düğmeye bastı ve toplumsal muhalefeti kendi istedikleri yöne çevirdiler. İşte, Arap Zemherisi bu ortamda başladı.

Arap Zemherisi ile ülkeler mezhep, etnik köken temelinde bölündükçe bölündü. Bunun “özgürlük(!) ve demokrasi(!)” olduğu savunuldu. Neredeyse her ülkede farklı mezheplerden ve etnik kökenlerden insanlar birbirini boğazlamaya başladı. Ne yazık ki AKP hükümeti, ABD’nin ayaklandırdığı sözde muhalefetleri destekledi. Arap ülkelerindeki ulusal bölünmelere taraf oldular. Özellikle Mısır ve Suriye ile diplomatik ilişkiler kesildi. 1948’den beri İsrail’le yapılan savaşların ön cephesinde yer alan bu iki ülkenin güçsüzleşmesine neden oldu bu tavır. Böylece İsrail, bölgede istediği gibi at oynatmaya başladı. Bu süreçte başta Filistin olmak üzere Arap ülkelerinin çoğu büyük bedeller ödedi. Ülkeler, kan yitirdi. Ekonomileri çöktü. Toplumsal barış bozuldu. Devletler, asıl düşmanlarını unutup kendi iç işleriyle uğraştılar. Ülkeler, kurucu felsefelerinden uzaklaşıp ulusal birliklerini yitirdiler. Bazıları paramparça oldu.

Suriye, 2011’den başlayarak BOP kapsamında emperyalizmin saldırısının hedefi oldu. Dünyanın dört bir yanından toplanan teröristler, Esat yönetimine karşı silahlandırıldılar. Mezhep ayrımcılığı körüklendi. PKK’nın ülkedeki Kürt kökenlileri örgütlenmesine alan açıldı. Bu arada Suriye’ye batılı emperyalistlerce on üç yıl boyunca ambargo uygulandı. Ekonomi çökertildi. Sosyal yaşam paramparça edildi. Üstüne üstlük on üç yıl boyunca İsrail, hava saldırılarıyla ülkenin askeri gücünü neredeyse yok etti. Ne yazık ki Beşar Esat’ın kötü yönetimi de bütün bunlara eklenince Suriye diz çöktü.

Yıllardır İdlip’te beslenip büyütülen terör örgütü HTŞ, 27 Kasım 2024’te saldırıya geçti. 8 Aralık’ta Şam düştü. Herkes şaşırdı buna. “Bir ülke, on bir günde savaşmadan nasıl teslim olur?” diye sorulmakta. Suriye on bir günde değil, on üç yılda yıkıldı.

                                                                  Adil Hacıömeroğlu

                                                                  22 Aralık 2024

 

 

 

 

 

 

 

ARAP UYANIŞI VE BAASÇILIK


Emperyalizmin “böl, parçala, yönet” düşüncesinin en açık biçimde uygulandığı yerdir Arap coğrafyası. Başta İngilizler olmak üzere batılı emperyalistler, masa başında cetvelle ölçüp biçerek devletlerin sınırlarını çizdiler. Kendilerine bağımlı zayıf devletler yarattılar. Bu devletler arasına da düşmanlık tohumları ektiler. Onların birleşmelerini ya da barış içinde dayanışma yaparak yaşamalarının önüne engeller koydular.

Emperyalistlerin Arapları tutsaklaştırmak istemesinin nedeni, dünya erke kaynaklarının önemli bir kısmının Arap topraklarında olmasından kaynaklanmakta. Arap çöllerinin altı, petrol ve doğalgazla dolu. Bu da emperyalistlerin sömürme iştahını kabartmakta. Doğaldır ki Batı Asya ve Kuzey Afrika’nın dünya açısından stratejik önemi yadsınamaz.

1948’de başta ABD olmak üzere batılı emperyalistler, Arap coğrafyasının kürek kemiklerinin arasına, Filistin toraklarına İsrail hançerini sapladılar. Bu durum, Arap halklarında ulusçuluk düşüncesini ateşlese de emperyalizme göbeğinden bağlı bazı varsıl Arap devletlerinin İsrail’le ilişkilerini utangaçça sürdürmesini engellemedi.

Arap milliyetçiliğinin (BAAS’çılığın) Suriye topraklarında filizlenip boy atmasında Türkiye’nin Atatürk önderliğinde emperyalizme karşı verdiği ve büyük bir utku kazandığı Kurtuluş Savaşı’nın etkisinin olduğu yadsınamaz. Kemalizm, yalnızca Araplara değil; dünyanın tüm ezilen uluslarına örnek oldu, kimini az kimini çok etkiledi. Zalime karşı savaşımda mazlumlara özgüven kazandıran önderdir Atatürk.

Mişel Eflak, Selahhaddin el-Bitar ve Zeki el-Arsuzi Arap ulusçuluğunun önderleri olarak ortaya çıktı. Bu kişilerin farklı inançlardan gelmeleri, Suriye’nin ulusal bütünlüğünü sağlama açısından çok önemli. Bu, Suriye ulusunu oluşturmanın, farklı kimlikleri Arap paydasında birleştirmenin adımı. Bu üç lider ve onların düşüncelerini benimseyenler, 7 Nisan 1947’de, Şam’da Arap BAAS Partisini kurdular. Hemen ardından Irak, Yemen ve Ürdün başta olmak üzere birçok Arap ülkesinde etkili oldu BAAS Partisinin kuruluşu. Bu ülkelerde şubeleri açıldı partinin. Giderek sosyalist kimlik de kazandı ulusçuluğun yanı sıra.

BAAS hareketinin ortaya çıkmasıyla Arap uyanışı başladı emperyalizme karşı. Arap ülkelerinin birleşmesi amaçlandı. 1958’de Suriye, Mısır’la Birleşik Arap Cumhuriyeti’nin kurdu. Bu birleşme, emperyalistleri korkuttu. Arap ulusçuluğunu ve birleşmeyi boğmak için elinden geleni yaptı küresel egemenler.

BAAS, ortaya çıktığı yıllarda dünyada yükselişte olan ve ezilen ulusların, emekçilerin umudu durumuna gelmiş sosyalizmden etkilendi. Bu nedenle hem milliyetçiliği hem de sosyalizmi savundu. İki düşünce sistemini bir potada eritti. Böyle bir yapıya emperyalizmin düşman olmaması düşünülebilir mi?

Cemal Abdülnasır’ın 25 Şubat 1954’te Mısır başbakanı oldu. BAAS hareketi önemli bir yükseliş ve etki alanı sağladı kendine Nasır’la. Nasır, hisseleri Fransız ve İngilizlerin elinde bulunan Süveyş Kanalını devletleştirme kararı aldı. Batılı emperyalistler, bu devletleştirmeye karşı çıktılar. Batılı devletler, bir uluslararası kurumun ulusal amaçlar uğruna devletleştirilmesine şiddetle karşı çıktılar. Bunu kabul etmeyeceklerini açıkladılar. Bu kararın kanalın güvenliğini ortadan kaldıracağını söylediler. İngiltere ve Fransa önce uluslararası bir konferans toplayarak konuyu görüşmek istediler. Eğer görüşmeyle çözülmezse güç kullanmayı düşündüler. İngiltere, Fransa ve ABD konuyu görüşmek üzere kanalı en çok kullanan 24 ülkeyi Londra’da bir toplantıya çağırdılar. Mısır ve Yunanistan, üç emperyalist devletin önerilerinin Mısır’ın bağımsızlığı ve egemenliğiyle bağdaşmadığını söyleyerek bu konferansa katılmadı.

Türkiye’de Adnan Menderes hükümeti vardır. Türkiye’yi, Londra’daki konferansta Muharrem Nuri Birgi temsil eder. 17 Ağustos 1956’da şu sözleri söyler: “Biz Müslüman bir milletiz. Bu ve daha birçok sebeplerle Arap milletlerinin dostuyuz ve onları severiz. Arap memleketlerinin, hürriyet ve bağımsızlıkları için yapmakta oldukları mücadelede onlarla beraberiz. En büyük arzularımızdan biri de Arap memleketlerinin bir an önce bağımsızlıklarına kavuşmalarıdır. Fakat, Süveyş Kanalının bitaraf ve beynelmilel bir idare ve kontrole konulmasında Mısır’ın bağımsızlığını ve haysiyetini rencide edecek bir mahiyet göremiyoruz. Bizce Dulles’ın ileri sürdüğü plan, Süveyş Kanalı meselesine bir hal çaresi bulabilmek için müsbet ve müsavat esasına dayanan temellerdir. Bu meselede hissiyata kapılmadan karar vermek icap eder. (Aktaran, Olaylarla Türk Dış Politikası [1919-1995], Siyasal Kitabevi, 9. Baskı, Ankara, 1996, s. 280)” Görüldüğü gibi Türkiye’deki Demokrat Parti iktidarı “hissiyata kapılmadan” Mısır’ın ulusal çıkarlarının yanında değil, emperyalistlerin planlarının yanında yer almıştır. Bu konferansta Sovyetler Birliği, Hindistan, Endonezya ve Seylan (Sri Lanka) kanalın kayıtsız koşulsuz Mısır’ın egemenliğine bırakılmasını savundular.

Mısır’a karşı emperyalistlerin yanında yer alan Menderes Hükümeti, bu kez Suriye ile ilişkileri gerginleştirdi. Suriye’nin önce İngiliz, sonrasında ABD çıkarlarına ters politikalar izlemesi emperyalist ülkeleri rahatsız etti. ABD’li temsilciler, Türkiye’ye gelerek Suriye konusunda ortak tavır almayı önerdiler. Başbakan Adnan Menderes 24 Eylül 1957’de şu açıklamayı yapar: “… Suriye’nin bugünkü vaziyetini makul bir silahlanma hadisesi olarak telakki etmeye imkân yoktur. Bu hal, memleketi hin-i hacette başkalarının kullanacağı bir silah deposu haline getirmek maksadının tatbikatından ibarettir… Suriye yıkıcı maksatlarla tecavüz emelleri için bir köprübaşı teşkil etmek yolundadır ve bu istihale, korkulur ki, son merhalelerine ulaşmış bulunuyor. Bütün hür dünyanın mesele üzerinde ehemmiyetle eğilmesini ve bütün dikkatini Ortaşark olayları üzerinde teksif etmesi, tedbirli ve uyanık olmanın telkin ettiği bir zarurettir. Türkiye’ye gelince, biz müstakbel ihtimaller inkişaflar nazarı itibare alındığı taktirde, tehlikelerle çevrili bir memleket halinde bulunuyoruz. Suriye’de yeni inkişaflar muvacehesinde bizi milli emniyetimiz bakımından son derece müteyakkız olmaya sevk etmektir… Türkiye, hadiselerin inkişafını yakından takip etmek mecburiyetini duymaktadır. (Aynı yapıt, s. 292)”

Menderes’in “hür dünya” dediği batılı emperyalistler ve onların saldırgan örgütü NATO. Görüldüğü gibi ABD kışkırtmasıyla Menderes, Mısır’dan sonra Suriye ile de ilişkileri kesti. Bu konuşmadan sonra Adnan Bey, Suriye’yi işgal etmekle tehdit etti. Çok geçmeden de sınırımıza ABD telkiniyle mayın döşetti.

Turgut Özal, 12 Eylül Amerikancı darbesiyle 21 Eylül 1980’de kurulan hükümette ekonomiden sorumlu başbakan yardımcısıydı. 13 Aralık 1980’de de başbakan oldu. Bu görevleri sırasında Suriye’de Müslüman Kardeşler örgütüne para ve silah yardımında bulundu. Amaç, ABD karşıtı BAAS yönetimini yıkmaktı. Buna karşılık olarak da Suriye Devlet Başkan Hafız Esat da Abdullah Öcalan’ı Beka Vadisine yerleştirdi.

ABD, BOP kapsamında bölgemizde yer alan ulus devletleri yok etmek için düğmeye bastığında Tayyip Erdoğan yönetimindeki Türkiye, Önce Mısır ve Suriye ile ilişkileri kopardı. Ne rastlantı değil mi?

Kimi İslamcı ve liberaller, Cumhuriyet’in kurulmasından sonra Arap ülkelerine sırtımızı döndüğümüzü savlarlar. Atatürk, bu coğrafyayla yeniden birleşip emperyalist oyunları bozmak için Irak ve Suriye ile konfederasyon kurmayı düşündü. Sonrasında Sadabat Paktı’nı kurarak İngilizlere karşı birlik oluşturdu. Türkiye’nin Araplara sırtını dönmesine neden olan Menderes’tir. Sonrasında iktidara gelen NATO’cu hükümetler aynı politikayı sürdürdüler.

BAAS’çılık, Arap coğrafyasında hem milliyetçiliği hem de sosyalizmi kapsayan emperyalizm karşıtlığıdır. Bu nedenle emperyalistlerin tümü BAAS’ın düşmanı. Ne yazık ki ülkemizdeki ABD güdümündeki siyasetçilerle aynı çizgideki aydınlar da bu Arap uyanışına düşmandırlar. Bu durum, Araplara düşmanlık; emperyalistlere dostluk değil de nedir?

Kemalizm’i örnek alan Arap siyasetçileriyle iyi ilişkiler kurabilseydik bugün bölgemizin durumu çok farklı olurdu. İsrail, istediği gibi at koşturup insanları katledemezdi. Ülkemiz siyasetçileri ve aydınlarının Batı Asya (“Ortadoğu” sözü, İngilizlerce kullanıldığından bunun yerine Batı Asya’yı kullandım.) konusunda konuşurken iğneyi kendilerine batırmasını dilerim.

                                                         Adil Hacıömeroğlu

                                                         20 Aralık 2024

IŞIKSIZ GECE


Ne gökyüzünde ay ne camda ışık

Kapkaranlık yıkkın evi neyleyim

Islak yolda ayaklarım yıvışık

Gölge dolu bıkkın gönlü neyleyim

 

Geceler kusuru örter mi bilmem

Yıldızsız semada uçar mı bilmem

Uykusuz, vakitsiz gelir mi bilmem

Dili tutuk sevileri neyleyim

 

Bir soğuk akşamda, donuk ayazda

İçime kar yağmış baharda yazda

Çoğa ulaşmanın temeli azda

Sırtı hançerlenmiş canı neyleyim

 

Sabahleyin kalkar ufka bakarım

Yağmur olur saçaklardan akarım

Umutsuz düşlerde içim yakarım

Kaptansız, dümensiz gemi neyleyim

 

Yüreği kağşamış, yoktur çaresi

Düşüncesizliğin çoktur yaresi

Sözü söz değildir oktur paresi

Usu cüceleşen devi neyleyim

                        Adil Hacıömeroğlu

                        17 Aralık 2024

 

 

ZAVALLI KİŞİ, EVİYLE KAVGA EDER


“Zavallı” sözcüğü, bu yazda “gücü bir şeye yetemeyen” anlamında kullanılmakta. Zavallı kişi, karşılaştığı sorunlara çözüm üretemez. Sorunlara usçu çözüm aramak yerine; bağırıp çağırır, kırıp döker, küser, sorunlardan kaçar. Böylece sorunların üstesinden geldiğini sanır.

Zavallı kişinin dostlukları, yaz yağmuru gibidir. Yaz yağmurları birden bastırır. Her yanı sel kaplar. Kısa sürede yağmur diner, parlak bir güneş doğar. Zavallının dostluğu da böyle… Önce çok sıkı başlar. Çok geçmeden en küçük sorun yaşandığında birdenbire kesilir dostluk. Yaşanan o en küçük sorun, bir anda büyük bir düşmanlığa dönüşüverir. Karşısındaki kişi, zavallının bu hızlı, köktenci değişiminin nedenini bir türlü anlayamaz. Çünkü bu davranış, sıra dışı ve olağanüstü bir durum. Her zaman yaşanıp görülen bir insan tavrı değil bu.

“Zavallı insan, kardeşiyle kavga eder.” sözünü, çocukluğumda öğrenmiştim. Bu sözün doğruluğunu, işittiğim günden başlayarak gözlemlerim doğruladı. Bugüne dek yaşamım boyunca çok farklı yerlerde yaşadım. Değişik kültürlerden, sosyal sınıflardan insanlarla komşuluk yapıp aynı mahalleleri paylaştım. Zavallı kişinin yaşadığı evden hır gür eksik olmaz. Günün her saatinde o evden bağırtılar yükselir. Kavgaların sonu gelmez bir türlü. Bu kavgalar yüzünden evi (aileyi) oluşturan bireylerin iki yakası bir araya gelmez. Çevrelerindeki saygınlıkları yok olur. İnsanların onlara bakışları, hep acıma doludur.

Zavallı kişinin evinde dayanışma yoktur. Sorunlar karşısında birlik olmak, düşünülmez bile. Yardımlaşmayla zorlukların yenileceğini uslarına getirmez evdekiler. Birçok sorunun kaynağı olarak birbirlerini görürler hep. Başkalarının evlerine karşı bir saldırısında bile kardeşler ya da eşler birbirini suçlar. Bu nedenle evleri, en güçlü sığınakları olacak yerde, en zayıf yerleridir.

Zavallı, en küçük hatada açar ağzını yumar gözünü. Uyguladığı sözlü şiddet, tensel şiddete taş çıkartır. Karşısındaki kardeşi, eşi, annesi, babası ya da çocuğu olsa fark etmez; ona düşmanmış gibi saldırıya geçer. Yumruklar sıkılıp ayağa kalkılır. Kavga, onun en kısa yoldan çözümü.

Zavallı kişi, evde ya da işyerinde konuşmayı sevmez. Kişilerle arasındaki sorunlarını konuşarak çözme yolunu düşünmez bile. Arkasını dönüp küser gider. Hiçbir neden olmadan en yakın akrabaları, kendisine içtenlikle bağlı arkadaşlarıyla tüm ilişkisini keser. Bu konuda kendini haklı çıkarmak için çevresine, en çok da kendine yalan söyler. Zamanla bu yalanların gerçek olduğuna inanır.

Zavallı kişinin en belirgin özelliği her şeyi abartması. Karşısındaki kişinin olumlu davranışlarını görmez. Kendisine yapılan iyilikleri yok sayar. Karşısındaki kişi, ona hep iyilik yapmak zorundaymış gibi düşünür. Karşısındakini, en küçük hatasında her şeyi unutup harcar. Onun kitabında “bağışlama” sözcüğü yazmaz.

Zavallı, genellikle çift kişiliklidir. Kimi zaman çok iyi olur, ancak bu kısa sürer. Günün neredeyse tamamında gergindir. Yeni tanıştığı kişiler üzerinde olumlu, sevecen bir izlenim bırakır. Anlayışlı, alçakgönüllü, yardımsever, insan sever bir görünüm takınır. Gören, her an kanatlanıp melek olacak diye düşünür. Kısa bir süre geçip sık sık bir araya gelindikçe gerçek kişilik ortaya çıkar. Anlaşılacağı üzere takke düşer, kel görünür.

İnsanlara kulp takma ustasıdır zavallı. Herkese bir kusur bulur. Onun kusur bulmadığı insan neredeyse yok. Tanımadıklarına bile bir kulp takar. Caddede yürüyen, bir yerde oturan, işyerinde çalışan, toplu taşım aracı bekleyen, hatta televizyonda izlediği kişilere bile bir kulp takar. İnsanların giyimi, kuşamı, yürüyüşü, bakışı, kaşı gözü, etnik kökeni, inancı, ten rengi, nereli olduğu, mesleği, kimle evlendiği, kısacası insana özgü ne varsa onun için kulp takılacak konudur. Onun bir varlığa düşmanlık beslemesi için karşısındakinin insan olması yeterli bir neden. Toplumun en küçük birimi olan eviyle başlayan kavgası gittikçe yayılıp genişler, giderek ülkesi, hatta bütün insanlıkla kavga eder.

Zavallılık, aynı zamanda bir şaşkınlık... Ne yapacağını bilmemek, düşmanla değil, dostla savaşmanın şaşkınlığı... Dostu düşmanı, haklıyı haksızı, iyiyi kötüyü, sevenle sevmeyeni ayıramamaktır birbirinden. Aslında herkese düşman gözüyle bakmanın umarsızlığıdır. Özgüvensizliğin tavan yapmış biçimi… Bilinçaltındaki kötü anıların, yaşanıp da bir türlü unutulmayan tinsel sarsıntıların dışavurumudur. Tinsel sağaltımı yapılabilecek bir sayrılık için bunca kırıp dökmek niye?

Evet, zavallı insan kardeşiyle kavga eder.  Kardeşle başlayan kavga, zamanla evin diğer üyelerine yansır. Kişi, evlenip yeni bir yuva kurduğunda bu alışkanlığı sürüp gider. Bu alışkanlık, yuvayı yuva olmaktan çıkarır. İnsanca konuşulup kolayca halledilebilecek incir çekirdeğini doldurmayacak konuları büyük sorunlara dönüştürmek nasıl bir şey? Habbeyi kubbe yapmak da bir beceri(!) olsa gerek. Oysa mutluluk, barış içinde, sevgi dolu bir yaşam dalgasız bir okyanus gibi önümüzde durmakta. İnsan da o okyanusta apak bir yelkenli…

                                                                  Adil Hacıömeroğlu

                                                                  15 Aralık 2024

                                                                 

 

 


UFUKTAKİ GÜZ GÜNEŞİ


14 Aralık 2024 Cumartesi… Güneşli, güzel bir gün… Sonbaharın son günleri… 21 Aralık’ta Güneş ışınları Güney Yarımküre’deki Oğlak Dönencesi’ne dik olarak gelecek ve dünyamızın o bölümünde yaz mevsimi başlarken bizim yaşadığımız Kuzey Yarımküre de kışa girecek. Güney’de en uzun gündüz yaşanırken Kuzey’de de en uzun geceyi yaşayacağız.

İkindi vakti evden çıktım. Bostancı sahiline yürüdüm pırıl pırıl bir aydınlıkta. Kısa sürede iskelenin önüne indim. Vapur iskelesi ıssız. Yanında bulunan Adalar motorlarının kalkış yerinin içi, önü tıklım tıklım. Kalkmakta olan motora yetişmek için koşturanlar çoğunlukta. Kimi çocuğunu, kimi eşini, kimi de sevgilisini elinden tutup sürüklüyor motor iskelesine. Bir sonraki motora kalmak istemiyorlar, çünkü vakit nakit onlar için. Adalar’ın keyfine varmak istemekteler. Bazılarının elinde sürüklemekte zorluk çektikleri yükçeler var. Ada’da sürekli kalanlar, belli oluyor alışveriş torbalarından.

İnsan seli arasında yürümeye çalışıyorum. Kaldırımlar çok geniş değil. Sahil yolundan güçlükle ilerleyen taşıtların düdükleri hiç susmuyor. Bazı taşıtların gökyüzünün maviliğini yırtan egzoz sesleri kulakları sağır etmekte. Su damlası gibi berrak güne geçici de olsa bir kirlilik bırakıyor bu kötü sesler. Önümüzden, arkamızdan bisikletlerin, bingitlerin tiz çıngırakları ötüyor. Yaya kaldırımlarında yok, yok… Arada bir kaldırımdan ilerlemeye çalışan motosikletler sinir bozucu. Kendilerine yol açmak için gaza basıp ses çıkarmaktalar. Motor iskelesinin önündeki kestaneci, maşasıyla mangalının üstüne vurarak gelip geçenin ilgisini çekmekte. Öndeki simitçi “taze simit” diye bağırıyor. Onların derdi ekmek parası. Solumdaki gazete büfesini geçiyorum insan selinin arasından. Büfenin içini göremiyorum insan selinin içinden. Gözlerim yerdeşim Ali Çapoğlu’nu arıyor bir selam vermek için. Kalabalık engel oluyor bana.

Yeiçler, masalarını önlerindeki kaldırıma koymuşlar. Daha çok gençler var masalarda. Deniz otobüsleri iskelesini geçtim. Kısa bir süre sonra sola dönüp taşıtların düdük seslerinden, egzoz gazlarından, balatalarının yanık kokularından kurtuldum. Spor alanında gençler voleybol oynuyor. Bir diğerinde basketbolcular var. Denizi soluma alıp yürüyorum batıya doğru. Sağımdaki spor alanında tenis maçı var bir kadınla erkeğin. Büyük alanda, bir amatör takımındaki futbolcu adayı çocuklar eğitilmekte. Spor amaçlı yürüyüp koşanlarda ivedilik söz konusu. Gezintiye çıkanların adımları yavaş. Denizi, dolgu alanda boy atan ağaçları, durmadan kanat çırpan martı ve kargaları izlemekteler hayranlıkla.

Güneş, ufka yaslanmak üzere… Denizle dar açı yapmış. Tam karşımdan vurmakta ışınları. Apak bir büyük tabak gökyüzünde. Kıyıya doğru gittikçe genişleyen maviliği, aklığa döndüren geniş bir yol yapmış ışınlarıyla. Günler epeyce kısaldı. Artık güneş tam batıdan batmıyor. Güneybatıda gece uykusuna dalıyor.

Akşam oldu olacak… Deniz durgun… Suyun üstünde küçük kıpırtılar var. Geceyi aç geçirmek istemeyen martılar, durmadan dalıp çıkmakta suya. Akşam yaklaşınca balıkların su yüzeyine yaklaşarak beslendiklerini bilmekteler. Fırsatçı kargalar, martıların ağzından balıkları kapmaya çalışmakta. Bu nedenle Martılarla kargalar arasındaki kavga çığlık çığlığa sürmekte.

Güneş karşımdan vurmakta. Bu nedenle güneşe bakarken gözlerim kamaşmakta. Bunda güneşin ışınlarının yatay gelmesi de etkili oluyor. Güneşin önünden büyük bir yük gemisi geçmekte. Bir anda gemi ışığa kesti. Güneşle birleşti sanki. Yol boyunca yer alan birkaç yeiç dopdolu. Güneşli, güzel, temiz bir günün akşamının tadını çıkarmakta insanlar. Fotoğraf çekenler çok… Telefonla canlı yayın yapanlar epeyce...

Şaşkınbakkal’ı geçtim. Caddebostan’a doğru gidiyorum. Güneş, denizle birleşti. Yavaşça sarıya döndü. Denizdeki o büyük ışık yolu da sarardı. Yol gittikçe daralmakta. Caddebostan’daki Beltur’un önünden geçtim. Her yan tıklım tıklım. Çimenlerin üzerinde battaniyeler, kilimler, açılır kapanır sandalyelerde oturanlar çok. Çimlerin serinliğine oturan ya da uzananların keyfine değme gitsin.

Güneş turuncuya döndü. Turuncu tabağın alt ucu denizde yitti. Bir balıkçı teknesi, denizin alt yanını kemirdiği turuncu tabağın ortasında durmakta. Teknenin baş yanında küçük bir insan karartısı… Tekne, güneşin içinde sanki…

Turuncu, kızıla döndü. Suyun üstündeki yol iyice daraldı, kıyıdan uzaklaşmaya başladı. Yolun boyu kısaldıkça denizin altına dalmış kırmızı, dev bir yılanı andırmakta. Balıkçı teknesi, kor ateşin içinde kaldı, yandı yanacak.

Kızıl tabak denize daldıkça ufuk boydan boya kızıla kesti. Kızıllık, denizden başlayarak yükselmekte. Geniş bir yola döndü kızıllık. Kor ateşe dönen güneş denizde yitti. O, yittikçe ufuktaki kızıllık arttı. Kızıl yolun üstüne karamsı bir bulut gelip oturdu uzunlamasına. Giderek kızıllığı daraltmakta. Bulut, sağdan soldan büzüşüp ortadan şişkinleşti. Şişkinleşince denize doğru indi. Kızıllık tam ortasından ikiye ayrıldı. Kızıllığımı bölen buluta içerledim. Çok geçmeden bulut, kanatlanıp uçtu yukarıya doğru. Sevindim, kızıllığım geri geldi diye. Kızıl yol iyice uzadı. Kınalı Ada’nın arkasını aydınlattı. Kızıllık, ortada koyulaşmakta. Uçlara doğru rengi açılmakta. Dikkatle bakınca koyu kızıllığın güneybatıdan batıya doğru aktığı görülmekte. Adalar’ın arkasındaki Samanlı Dağları görülmez oldu. Adalardaki evlerin ışıkları parladı karanlık koyulaştıkça.

Kızıl aydınlığa doğru yürüyorum ter içinde. Arkama, yani doğuya doğru baktım. Büyükada, Maltepe yanında gökyüzü karanlıklar içinde. Maltepe sahili yanan sokak lambalarıyla ışıl ışıl…

Kızıllık, gittikçe soluklaştı. En sonunda karanlığın gücüne teslim oldu. Caddebostan’ı çoktan geçmişim. Neredeyse Kalamış’a varacağım. Güneşim battı, kor ateşimi deniz yuttu, kızıllığım bulutlara teslim oldu. Bu durumda bana da geri dönmek düştü. Epeyce yürümüşüm. Dönüşte türküler mırıldanıyorum. Karanlıkta yürüyüp koşanlar ışığım oluyor. Yolda ürkek kediler pusuda. Martılar, geceye meydan okurcasına kanat çırpmakta.

Adımlarımı hızlandırdım tüm yorgunluğuma karşın. Bostancı’ya geldim. Saptım sola, içeriye doğru. Bacaklarım beni taşıyamaz durumda neredeyse. Arada uğradığım kahvenin önünden geçerken içeriye bakmak geldi içimden. Girdim içeri. Dostlar söyleşmekteler. Başköşede büyüğümüz Kaya Karan var. Ali Fuat Uğurel (Adını, Ali Fuat Paşa’nın askeri olan dedesi vermiş.), Murat Alpay ve masalarımızın güler yüzlüsü, sanatçısı İsmail Şengezer oturmuşlar. Masa, masa değil; sanki ocakbaşı. Beni görünce sevindiler. Tokalaştım hepsiyle. Oturdum ben de ocakbaşına. Derin konulara daldık. Vakit geç oldu. Elimde dost sıcaklığı, yüreğimde güneş kızıllığıyla evin yolunu tuttum. İyi ki her sabah doğup her akşam batan güneşimiz, ocakbaşında söyleştiğimiz dostlarımız var.

                                                                            Adil Hacıömeroğlu

                                                                            14 Aralık 2024


ATATÜRK VE SARAYLAR


Ortaçağ imparatorluklarının en büyük simgesi, yönetici sınıfların yaşadıkları saraylardı. Saraylar; kralların, padişahların, imparator ve imparatoriçelerin hem devleti yönettikleri hem de konut olarak kullandıkları yerlerdi. Saraylarda yüzlerce hizmetçi, koruma bulunurdu. Devletlerin halklarının yoksul ya da varsıl olması sarayları etkilemezdi. Çünkü Ortaçağ’ın din-tarım toplumlarında gücün, otoritenin simgesiydi saraylar.

Ortaçağ devletlerinde yöneticiler, yönetme yetkisini Tanrı’dan aldıklarını söylerlerdi. Her düzeydeki yönetici, Tanrı tarafından seçilmiş saraylıyı temsil ederdi. Bu nedenle halkın yöneticilere karşı gelmesi demek, Tanrı’ya karşı gelmek olarak görülürdü. Bunun cezası da çok ağırdı. Çoğu kişi, bozuk giden ve haksızlıklarla dolu düzeni eleştirmenin karşılığında canını vermiştir.

Halk, sarayın içini bilmezdi. Orada ne yenip içildiğinden haberi yoktu. Saraylar, bir gizemin de merkeziydi. Gizemli olması, ulaşılmazlığıyla koşuttu. Saraylarda oturanlar da halkın nasıl yaşadığından haberi yoktu. Halkın arasında olmayı, kendileri için düşüklük olarak görürlerdi. Bu nedenle halkın sorunlarını bilmediklerinden bu sorunlara çözüm getiremezlerdi. Saraylılar için halk; onların kulu, malıydı. Halk, üzerinde yaşadığı toprakla alınıp satılan bir mal gibi görülürdü. Halkın değeri yoktu saraydakiler için. Onlar için asıl sorun, sarayın ayakta kalmasıydı.

Atatürk, 16 Mayıs 1919’da ayrıldığı İstanbul’a uzun bir zaman geçtikten sonra 1 Temmuz 1927’de geldi.  Onu, kentin ileri gelen yöneticileri ile halk karşıladı. Dolmabahçe Sarayı’na gitti. İlk kez Saray’ın kapısı halka açıldı. Halk temsilcileri Dolmabahçe’ye girdi. Ardından İstanbul Belediye Başkanı Muhittin Üstündağ’a, halkın nerede olduğunu sordu. O da halkın dışarıda olduğunu söyledi. Kapıların açılmasını ve halkın içeri alınmasını istedi. Sonrasında ise İstanbullulara bir konuşma yaptı.

“İki büyük cihanın buluştuğu noktada, Türk vatanının ziyneti, Türk tarihinin serveti, Türk milletinin gözbebeği İstanbul, bütün vatandaşların kalbinde yeri olan bir şehirdir. (Atatürk’ün Bütün Eserleri, Kaynak Yayınları, Cilt: 18, Birinci Basım: Mart 2006, s. 346)” İstanbul’un ülkemiz ve halkımız açısından ne denli değerli olduğunu bu kadar güzel anlatan biri çıkmış mıdır bu bugüne dek?

Atatürk, İstanbul’u harabeye döndürmeden barış içinde kurtarmış bir deha. Kentin tarihine, doğasına zarar verilmesi onun için büyük bir yıkım olurdu. Atatürk’ten sona ne yazık ki bu güzel kent, onun doğal ve tarihsel önemini bilmeyenler, bilip de içselleştiremeyenlerce yönetildi. Dünyanın en güzel ve önemli kenti, işbilmezlerin elinde harabeye döndürüldü karnı doysa da gözü doymayanlarca.

“Vatanın imarı, milletin refahı, daha çok gayret ve mesai talep etmektedir. Hissiyati ve vicdani anlayışları ilim ve fenle geliştirerek ve terbiye ederek toplumumuzun hakiki huzur ve saadetine çalışmak ulvi bir görüştür. Bu görüşü size, aziz İstanbul halkına, sekiz sene evveline kadar içinde yedi evliya kuvvetinde bir heyula tasavvur ettirilmek istenilen bu sarayın içinde söylüyorum. (Aynı yapıt, 349-350)” Çocukluğumda büyüklerimden çok tarihsel ya da dinsel öyküler, masallar, söylenceler dinledim. padişahlık döneminde yaşamış büyüklerimiz: “Padişah Efendimiz yedi evliya kuvvetindedir, hiç yenilir mi?” sözlerini sıkça kullanırlardı anlatımlarında. Ben de küçük bir çocuk olarak belleğimde bir padişah oluşturmuştum. Bu söylemle aslında padişahlara kutsallık verilirdi. Kutsal olduğuna göre de ona karşı gelinmez, ne derse yapılırdı sorgusuz sualsiz. Olumlu ya da olumsuz yaptıkları her işte bir hikmet aranırdı. “Gökten yağanı, yer kabul eder.” atasözü de bu durumu anlatmak içindi. Gök padişah, yer de halktı.

“Yalnız artık bu saray, zıllullahların [Allah’ın gölgesi; halifeler için kullanılan bir söz] değil, zıll [gölge] olmayan, hakikat olan bir milletin sarayıdır. [Alkışlar, bravo sesleri.] Ve ben burada milletin bir ferdi, bir misafiri olarak bulunmakla bahtiyarım. (Aynı yapıt, s. 350)” Padişahlara “zillullah” diyerek onlara kutsallık veriliyor. Böylece onların her dediği, Tanrı buyruğu olarak kabul ediliyor. Bunun kutsal kitabımızla bir ilgisi yok! Halkın dine bağlılığı ve saygısı, bir kişinin ya da bir ailenin iktidarını korumak için kullanılıyordu.

Halkına saygı duyan yöneticiler, sarayların içine kapanıp görkemli bir yaşam sürmez. Onlara, halkla olmak mutluluk verir.

Atatürk ve arkadaşları İstanbul’un görkemli saraylarına, Ankara’nın derme çatma bağ evlerini yeğlediler. Bağ evinden bozma Çankaya Köşkü’nde yaşadı yıllarca. Liderleri alçakgönüllü olan ülkelerin halkı varsıllaşır, ülkesi kalkınır. Yöneticileri saraylarda olan ülkeler ise ne kalkınır ne de halkı varsıllaşır. Günümüzde bile onlarca ülke yöneticisi, saraylarda oturarak halktan uzak olmakta. Bu da o ülkelerin başına çözülmez sorunlar getirmekte.

Kişinin bezeği; usu ve halkı için ürettiği düşünceleridir. Saraylarda yaşamakla kişi, yüksek zekâya ve olumlu düşüncelere sahip olmaz.

                                                                            Adil Hacıömeroğlu

                                                                            12 Aralık 2024


ATATÜRK VE SURİYE


Atatürk, gerçekçi biridir. Gerçekçi olan bir kişi de olayları, siyasal gelişmeleri us ve mantık süzgecinden geçirerek değerlendirir. Gerçekleşmeyecek düşler peşinde koşan liderler, ulusal varlıklarını tehlikeye sokar. Bir ulus, gerçekçi yoldan ilerleyerek var olur. Gerçekçi lider, somut koşulların somut tahlilini yapar. Önce kendi gücünü, sonra da bölge ve dünya ülkelerinin gücünü hesaplar.

Henüz Kurtuluş Savaşı bitmemiştir. Emperyalizmin tutsağı olmuş birçok ülkeden özellikle Suriye ve Irak’tan temsilciler gelir Ankara’ya, Atatürk’le görüşmek için. Bu ülkelerin bağımsızlığına kavuşmasını isteyen kurullar, Türkiye’den yardım isterler verecekleri bağımsızlık savaşları için. İlginçtir, bu Müslüman ülkelerin temsilcileri halifenin bulunduğu İstanbul’a değil de bağımsızlık ateşinin yandığı Ankara’ya gelmekteler.

Atatürk, Irak ve Suriye’den, kendisinden askeri yardım istemek için gelenlere yol gösterip işgalcilere karşı örgütlenmelerini söyler. Sonrasında da bir konfederasyon oluşturarak birleşmelerini önerir.

Mustafa Kemal Paşa, 29 Mart 1920’de Ankara’da görüştüğü Suriyeli çete reislerine (Bu çeteler, Fransızlara karşı bağımsızlık savaşını yürütmek için kurulmuşlardı.) şunları söylüyor:

“Mısır’daki mücahitlerimiz tarafından size gönderilecek meblağı aşiret ve çete reislerine ve aynı zamanda mücahitlere dağıtınız. Öte yandan, bahsedilen meblağın bir kısmıyla kendinize imkân nispetinde silah, erzak ve mühimmat tedarik etmeye bakınız.

Her dakika, bölgelerinizden düşmanlarımız Fransızları temizlemenizi ve zaferi bildiren güzel haberler vermenizi bekliyorum.

Şam, Lübnan, Hama, Antakya, Seyhan, İslâhiye, Cuni, Urfa ve civarlarındaki reislerle irtibat halindeyiz. (Atatürk’ün Kendi Kaleminden 8 Suriye ve Irak, Kaynak Yayınları, 1. Basım: Ekim 2018, s. 72-73)” Burada anlatıldığı gibi Atatürk, en baştan beri Suriye’de Fransa’ya karşı savaşa atılanlarla ilişki kurdu. Büyük yokluk içindeki Türkiye, güneylerindeki Arap kardeşlerine yadımda bulunuyordu.

Atatürk: “Biz haddi zatında gerek Suriye ve gerek Irak’taki insanların bağımsız olmaları esasını kabul etmişizdir. (Aynı yapıt, s. 83)” diyerek bu ülkelerin bağımsızlıklarını desteklemekte. Çünkü bölgemizde bulunan ülkeler bağımsız olup emperyalistler sınırlarımızdan çekilirse bizim kurtuluşumuz kolaylaşır. İleride kazanacağımız bağımsızlığımız emperyalist tehditlerden kurtulur.

Atatürk, 1 Ocak 1921’de Sovyet Misyon Sekreteri Upmal’la yaptığı görüşmede, Ankara’da Batı Emperyalizmine Karşı Genel Müslümanlar Kongresi toplamayı düşünüyor. Bu yolla İslam ülkelerinin bağımsızlığa kavuşmalarını istiyor.

Mustafa Kemal, 26 Şubat 1921’de Amerikalı Gazeteci Streit’e: “Sanırım her millet gibi her fert vicdan hürriyetlerinden tam olarak istifade etmelidir. Bu prensip, ‘bir milletin şayet Müslümansa bağımsızlığa hakkı yoktur.’ şeklinde düşünen düşmanlarımız tarafından maalesef çiğnenmiştir. (Aynı yapıt, s. 89)” diyerek ulusların ve bireylerin vicdan özgürlüklerinin olmasını istiyor. Emperyalizmin Müslüman ülkeleri, bağımsız yaşama layık görmemesini eleştirmekte.

Büyük Önder, 18 Ekim 1921’de Büyük Millet Meclisi Gizli Oturumunda şunları söylüyor: “Sonra Fransa hükümeti şimendiferlerle askeri nakliyat icrası hakkına sahiptir, kaydı vardı. Buna itiraz ettik. Bir defa, dedik; Fransa hükümetinin bizim memleketimizde, bizim arazimizde bizim memleketimizdeki şimendiferlerle askeri nakliyat icrasına müsaade edemeyiz. Çünkü Fransa bu şimendiferlerle askeri nereye nakleder? Farz edelim ki, aleyhimize değil, güneye nakledecek. Yine İslam kardeşlerimize karşı sevk edecektir. Fransa hükümeti bittabi herhangi bir bölgede kuvvet kullanır. Fakat Türkiye hükümeti, Fransa’ya yardım edemez. Bu hususta hiçbir anlaşma yapamaz. İslam nazarında vaziyetimizi müşkülata düşürür. (Aynı yapıt, s. 99)” Atatürk’ün burada vurguladığı konu çok önemli ve günümüz siyasetçilerine de ışık tutmakta. Hangi neden ve koşulda olursa olsun komşularımıza, özellikle de aynı dine inandığımız ülkelere emperyalistlerin yapacağı askeri müdahalelere kesinlikle destek olmamalı. Ne yazık ki BOP kapsamında ülkemiz hükümetlerinin Irak, Suriye, Libya, Mısır’ın istikrarsızlaşması, bölünmesi, işgal edilmesi ve yöneticilerinin devrilmesi konusundaki destekleri emperyalistlere bölgemizde güç kazandırmıştır. Irak’a işgal için gidecek olan ABD’yi desteklemek için “Bir koyup üç alacağız.” diyen Turgut Özal’ın emperyalistlerle birleşerek komşu ülkelere nasıl düşmanlık yaptığı belleklerimizden silinmemiştir. 1950’li yıllarda Türkiye’de başbakanlık yapan Adnan Menderes’in Süveyş bunalımda ve Suriye konusunda emperyalistlerle aynı siyaseti izleyip dost ülkelere düşmanlık yapmasını burada belirtmeliyim.

Atatürk, 15 Ocak 1923’te Suriye ile ilgili söyledikleri, siyasetçilere ders niteliğindedir: “… Fransızlar mutlaka bizim kendileriyle dost olmamızı isterler ve barış olmasını isterler. Harp devam ederse, biz Fransızları Suriye’den kovacağız. Ve hakikaten Fransızların Suriye’de mevcudiyetini idame için hakim olarak müstebit olmaları müşküldür. Belki genel barış olmasa bile, o bizimle bir anlaşma filan yaparak dost görünmeye çalışacaktır. (Aynı yapıt, s. 108)” Artık düşman İzmir’den denize dökülmüştür. Buna karşın savaş bitmemiş, Suriye’den Fransızların kovulmasıdır asıl amacı. Emperyalistlerin topraklarımızı komşu ülkelere  karşı saldırı alanı olarak kullanmasına karşı çıkmakta. Atatürk’ün bu bakış açısı öngörülü bir devlet adamının ileriyi görmesidir. Her mevzide, her yerde emperyalizm güç yitirirse ezilen ulusların özgürlüklerine kavuşacakları inancındadır. Suriye’nin olası yöneticilerinin siyasal eğilimlerine, etnik kökenlerine, mezheplerine bakmıyor. Onu ilgilendiren, yalnıza kardeş komşu ülkenin bağımsızlığı…

Atatürk: “Suriye’nin kendi kaderini kendisinin tayin etmesini arzu ediyorum. (Aynı yapıt, s. 114)” diyerek zalime karşı mazlumun yanındaki kararlı duruşunu göstermesi bakımından çok değerlidir. Ayrıca bir başka konuşmasında: “Asırlar boyunca Osmanlı İmparatorluğu’na ait olan memleketlerin yabancı boyunduruk altında inlemeleri kabul edilemez. (Aynı yapıt, s. 114)” diyerek emperyalizmin ulusları tutsaklaştırmasına karşı çıkmakta.

Bazı siyasetçiler, gazeteciler, sözde aydınlar büyük bir bilgisizlikle Atatürk’ün İslam ülkelerine sırtını döndüğünü söylerler. İdeolojileri yalan, iftira, bilgisizlik üzerine kurulu bu kişiler; tarih okumadıkları için bu yalana başvurmaktalar. Hem bilgisizlik hem de art niyet bir araya gelince bu kişilerin düşüncelerinin yalana dayanması olağan olmakta.

                                                         Adil Hacıömeroğlu

                                                         11 Aralık 2024