ATATÜRK VE SARAYLAR


Ortaçağ imparatorluklarının en büyük simgesi, yönetici sınıfların yaşadıkları saraylardı. Saraylar; kralların, padişahların, imparator ve imparatoriçelerin hem devleti yönettikleri hem de konut olarak kullandıkları yerlerdi. Saraylarda yüzlerce hizmetçi, koruma bulunurdu. Devletlerin halklarının yoksul ya da varsıl olması sarayları etkilemezdi. Çünkü Ortaçağ’ın din-tarım toplumlarında gücün, otoritenin simgesiydi saraylar.

Ortaçağ devletlerinde yöneticiler, yönetme yetkisini Tanrı’dan aldıklarını söylerlerdi. Her düzeydeki yönetici, Tanrı tarafından seçilmiş saraylıyı temsil ederdi. Bu nedenle halkın yöneticilere karşı gelmesi demek, Tanrı’ya karşı gelmek olarak görülürdü. Bunun cezası da çok ağırdı. Çoğu kişi, bozuk giden ve haksızlıklarla dolu düzeni eleştirmenin karşılığında canını vermiştir.

Halk, sarayın içini bilmezdi. Orada ne yenip içildiğinden haberi yoktu. Saraylar, bir gizemin de merkeziydi. Gizemli olması, ulaşılmazlığıyla koşuttu. Saraylarda oturanlar da halkın nasıl yaşadığından haberi yoktu. Halkın arasında olmayı, kendileri için düşüklük olarak görürlerdi. Bu nedenle halkın sorunlarını bilmediklerinden bu sorunlara çözüm getiremezlerdi. Saraylılar için halk; onların kulu, malıydı. Halk, üzerinde yaşadığı toprakla alınıp satılan bir mal gibi görülürdü. Halkın değeri yoktu saraydakiler için. Onlar için asıl sorun, sarayın ayakta kalmasıydı.

Atatürk, 16 Mayıs 1919’da ayrıldığı İstanbul’a uzun bir zaman geçtikten sonra 1 Temmuz 1927’de geldi.  Onu, kentin ileri gelen yöneticileri ile halk karşıladı. Dolmabahçe Sarayı’na gitti. İlk kez Saray’ın kapısı halka açıldı. Halk temsilcileri Dolmabahçe’ye girdi. Ardından İstanbul Belediye Başkanı Muhittin Üstündağ’a, halkın nerede olduğunu sordu. O da halkın dışarıda olduğunu söyledi. Kapıların açılmasını ve halkın içeri alınmasını istedi. Sonrasında ise İstanbullulara bir konuşma yaptı.

“İki büyük cihanın buluştuğu noktada, Türk vatanının ziyneti, Türk tarihinin serveti, Türk milletinin gözbebeği İstanbul, bütün vatandaşların kalbinde yeri olan bir şehirdir. (Atatürk’ün Bütün Eserleri, Kaynak Yayınları, Cilt: 18, Birinci Basım: Mart 2006, s. 346)” İstanbul’un ülkemiz ve halkımız açısından ne denli değerli olduğunu bu kadar güzel anlatan biri çıkmış mıdır bu bugüne dek?

Atatürk, İstanbul’u harabeye döndürmeden barış içinde kurtarmış bir deha. Kentin tarihine, doğasına zarar verilmesi onun için büyük bir yıkım olurdu. Atatürk’ten sona ne yazık ki bu güzel kent, onun doğal ve tarihsel önemini bilmeyenler, bilip de içselleştiremeyenlerce yönetildi. Dünyanın en güzel ve önemli kenti, işbilmezlerin elinde harabeye döndürüldü karnı doysa da gözü doymayanlarca.

“Vatanın imarı, milletin refahı, daha çok gayret ve mesai talep etmektedir. Hissiyati ve vicdani anlayışları ilim ve fenle geliştirerek ve terbiye ederek toplumumuzun hakiki huzur ve saadetine çalışmak ulvi bir görüştür. Bu görüşü size, aziz İstanbul halkına, sekiz sene evveline kadar içinde yedi evliya kuvvetinde bir heyula tasavvur ettirilmek istenilen bu sarayın içinde söylüyorum. (Aynı yapıt, 349-350)” Çocukluğumda büyüklerimden çok tarihsel ya da dinsel öyküler, masallar, söylenceler dinledim. padişahlık döneminde yaşamış büyüklerimiz: “Padişah Efendimiz yedi evliya kuvvetindedir, hiç yenilir mi?” sözlerini sıkça kullanırlardı anlatımlarında. Ben de küçük bir çocuk olarak belleğimde bir padişah oluşturmuştum. Bu söylemle aslında padişahlara kutsallık verilirdi. Kutsal olduğuna göre de ona karşı gelinmez, ne derse yapılırdı sorgusuz sualsiz. Olumlu ya da olumsuz yaptıkları her işte bir hikmet aranırdı. “Gökten yağanı, yer kabul eder.” atasözü de bu durumu anlatmak içindi. Gök padişah, yer de halktı.

“Yalnız artık bu saray, zıllullahların [Allah’ın gölgesi; halifeler için kullanılan bir söz] değil, zıll [gölge] olmayan, hakikat olan bir milletin sarayıdır. [Alkışlar, bravo sesleri.] Ve ben burada milletin bir ferdi, bir misafiri olarak bulunmakla bahtiyarım. (Aynı yapıt, s. 350)” Padişahlara “zillullah” diyerek onlara kutsallık veriliyor. Böylece onların her dediği, Tanrı buyruğu olarak kabul ediliyor. Bunun kutsal kitabımızla bir ilgisi yok! Halkın dine bağlılığı ve saygısı, bir kişinin ya da bir ailenin iktidarını korumak için kullanılıyordu.

Halkına saygı duyan yöneticiler, sarayların içine kapanıp görkemli bir yaşam sürmez. Onlara, halkla olmak mutluluk verir.

Atatürk ve arkadaşları İstanbul’un görkemli saraylarına, Ankara’nın derme çatma bağ evlerini yeğlediler. Bağ evinden bozma Çankaya Köşkü’nde yaşadı yıllarca. Liderleri alçakgönüllü olan ülkelerin halkı varsıllaşır, ülkesi kalkınır. Yöneticileri saraylarda olan ülkeler ise ne kalkınır ne de halkı varsıllaşır. Günümüzde bile onlarca ülke yöneticisi, saraylarda oturarak halktan uzak olmakta. Bu da o ülkelerin başına çözülmez sorunlar getirmekte.

Kişinin bezeği; usu ve halkı için ürettiği düşünceleridir. Saraylarda yaşamakla kişi, yüksek zekâya ve olumlu düşüncelere sahip olmaz.

                                                                            Adil Hacıömeroğlu

                                                                            12 Aralık 2024


2 yorum:

  1. Şimdi ki liderler halkın içinden gelmiş ama neyazik ki halkı tanımaz görmezden gelerek padişahlık döneminine özenmiş olacaklarki ülkeyi kara gunllere götürecek kadar gözleri görmez ve doyumsuz olmuslar.doyumsu

    YanıtlaSil
  2. Bir ortaçağ dönemi de bizler yaşıyoruz. Saraydakilerin halkın ne yaşadığından, nasıl yaşadığından haberleri yok diyemeyeceğim. Elbette var ancak umursamıyorlar sanırım. Bu daha da beter tabii ki.
    Refik Halid Karay'ın Bugünün Saraylısı adlı kitabı geldi aklıma. Her ne kadar aşk temalı olsa da bir aileyi alt üst eden biri vardır.
    Milletçe bizim de dengemiz bozuldu diye düşünüyorum.
    Kaleminiz var olsun Adil bey 👏👏

    YanıtlaSil