10 Mart’ta Almanya’nın Backnang kentinde sabaha karşı
çıkan yangında anne Nazlı Özkan’la yedi çocuğu can verdi. En kötü ölüm
biçimlerinden biri yanarak yaşamını yitirmek... Daha önce Almanya’da ırkçıların
değişik zamanlarda yaptıkları kundaklamalarda birçok yurttaşımız yaşamını
yitirmişti. İşte, bu nedenle Özkan ailesinin evinde meydana gelen yangın,
kundaklama olasılığını akla getiriyor.
Yoksulluğun pençesinden kurtulmak amacıyla bir damla
umut, bir lokma ekmek için gurbet ellere düştü binlerce yurttaşımız. Köyünde
karasabanı kavrayan el, birden devasa makinelerin kollarını çevirdi. Çelik
sesi, kimyasal madde kokusu, kükreyen makinelerin homurtusunun karmaşık
ortamında yaşam savaşı verdiler. Dilini, kültürünü bilmedikleri bir memleketin
sokaklarını arşınladılar, sabahın kör karanlığında koşar adımlarla işe yetişme
telaşıyla.
Sevdalar, anılar, umutlar artlarında kaldı. Yarpuz,
kekik, bahar ve güz kokusunun özlemiyle kavruldular. Kimi bozkırın sarı
sıcağını, kimi deli poyrazların yaz yağmurlarını, kimi Karadeniz’in azgın
dalgalarını, kimi Akdeniz’in bereketini, kimi bal damlayan ovaları, yağ akan
dağlarının aşkıyla yaşadılar.
II. Dünya Savaşı ile yerle bir olan Almanya’nın yeniden
imarıyla ayağa kalkmasında büyük emek harcadı Türk işçileri. En ağır, tehlikeli
işlerde çalıştırılıp Almanya’nın ağır işçileri oldular. Zaman geçti çocukları
doğdu gurbet ellerde. Onlar hem doğdukları topraklara hem de baba topraklarına
yabancı büyüdüler. Kültürler arası çatışmanın, uyumsuzluğun girdabında bir yol
aradılar hep.
İşte,
Nazlı Özkan da ikinci kuşak “Almancı” idi. Aile işsizdi. Çocuk yardımlarıyla
geçinmeye çalışan bir aile. Kısacası gurbet ellerde üç kuruş için sürünen
yurttaşlarımız… Çok sayıda çocuk… İnsanca yaşamak için uygun olmayan fabrikadan
bozma bir ev… Hangi nedenle çıktığı belli olmayan yangın, ailenin sekiz üyesini
koparıp alıyor. Anne ve çocuklar yaşamları boyunca görmedikleri memleketlerinin
toprağına ancak ölünce kavuşuyorlar. Üzüntü, acı verici bir öykü Özkan ailesininki…
Peki,
Almanya’ya giden yurttaşlarımız için Türkiye ne yaptı? Dövizin kıt olduğu
zamanlarda onları kurtarıcı gördü siyasetçiler. Almanya’dan gelecek markların,
delik deşik bütçenin bir yerine yama olacağı düşüncesiyle davranıldı.
Türkiye’de “Almancı”, Almanya’da “yabancı” işçiydiler. Yani iki arada, bir
derede…
Alman
toplumuna uyumları, ikinci kuşağın kendi kültürünü unutmaması söz konusu
olduğunda siyasetçiler çareyi din eğitiminde buldu. Çok sayıda din görevlisiyle
yurtdışındaki işçilerin sorunlarını giderme yolunu seçti Türkiye’yi yönetenler.
Onların sosyal, kültürel, uyumsuzluklarının asıl nedenleri hep görmezden
gelindi. İşçilerin birçoğu ya bölücü örgütün ya da çeşitli tarikatların
insafına terk edildi. Yaşadıkları toplumla aralarında var olan eğitim uçurumunu
gidermek için hiçbir çalışma yapılmadı denebilir. Onları dindarlaştırarak var
olan sorunları çözeceğini sanan bir siyaset anlayışı, Özkan ailesinin yandığı
evde kül olup savruldu, duman olup uçtu havaya.
Yine
büyük büyük laflar edilecek. Bir örnek başsağlığı iletileri yayımlanacak.
Herkes, herkesi suçlayacak. Sonunda değişen hiçbir şey olamayacak. Bölücü örgüt
haraç toplamayı sürdürecek. Tarikat ve cemaatler “yardım” adı altında gariban
işçinin parasını cebe indirecek. Aileler parçalanacak… İşsizlik parası için
Almanya’daki sefil yaşam devam edecek… Çok çocuk yapıp çocuk yardımından
yararlanarak Türk icadı olan geçim biçimi vazgeçilmez olacak. Her geçen gün
toplumlararası kültürel fark çoğalacak. Türkiye de bütün bu sorunları çözmek
için yurtdışına daha çok din görevlisi gönderecek. Döngü böyle sürecek…
Türk’ün
değişmez yazgısı oldu ateşlerde yanmak neredeyse. Almanya’da Naziler,
Madımak’ta kendini bilmez Ortaçağ kalıntıları, şantiye çadırında açgözlü
sömürgenler, cezaevi aracında yüreğini yitirmiş devletli, fabrikada “ihmal”
denen ilkellik, maden ocağında taşeron denilen asalaklık, evde elektrik kontağı
denen bilinmezlik yakıyor Türk’ü. Yakanlar mı? Yananların küllerinden,
dumanlarından siyaset, egemenlik, para, varsıllık devşirmedeler…
Adil
HACIÖMEROĞLU
15
MART 2013
Bu konu çok başlı bir ejder. Önceleri bir ihtiyaçtan doğduysa da her zaman her yerde potansiyel olduğunu gören emperyalist düşünce, burada da devreye girmiş. Zaman içinde dışarıdan gelen işçiler sizin de bahsini ettiğiniz gibi, en zor, en pis işlerde çalıştırılır olmuşlardır. Bu yetmemiş, en az emperyalizm kadar tehlikeli olan din simsarlığı bilhassa eğitimsiz Türk halkı üzerinde oldukça etkili olmuş(hala da olmakta), gene bu da yetmemiş, PKK nın haraç yoluyla önemli gelir kaynaklarından birini oluşturmuş. Tüm bunların kıskacında yaşam mücadelesi vermeye bile razı olmuşken yılların ilerlemesi çocuklarının yetişkin olmaya başlamasıyla birlikte bu defa kimlik sorununu yaşamaya başlamışlar. İşte en ağırı da bu olmuştur zaten. Çocuklar kendilerinin hangi tarafa ait olduklarının bilinçsizliği içinde hala bu gün bile bir aidiyet sorunu yaşamaya devam edegelmişler. Hal böyle olunca doğal olarak ortaya uyum sorunu çıkmış ve Alman Hükümeti ile sorun yaşamaya başladılar. Çileleri yıllar içinde hallolması gerekirken zaman içinde düşünceleri keşke ülkemizde bu ağır şartlarda çalışsaydık bu sıkıntıları yaşamazdık şeklini almıştır. Bu yapı gene zaman içinde ellerinden işlerinin alındığını düşünen Alman Gençleri tarafından istismar edilip yazınıza konu başlığı hazırlamıştır. Ama her şerde bir hayır var derler ya, tüm bu zorluklara karşı en azından hukuksal bir sorunları olduğunda kendilerini daha demokratik bir ülkede yaşıyor olmanın güveninde hissediyorlar.
YanıtlaSilAdnan Yiğiter
Yazgı bu değil elbette , sözünü ettiğiniz çıkarcılarca kolay , arkasında pek iz bırakmayan yöntemlerden biri olsa gerektir . Yaşanılan zorluklar karşısında din olgusu , kadercilik işte burada devreye girer ve en etkili avutma aracıdır . Oysa böylesi ihmaller veya bilerek yapılanlar elbette ki kadercilik olamaz . Ne yapalım Takdir'i ilahi böyleymiş diyerek yapılan kötülüklerin sebebini Allaha bırakmak ne büyük yanlıştır . Bazı üstesinden gelemediğimiz durumlar karşısında yaratandan yardım istemek bizi rahatlatır , doğrudur ama karşıdan bilerek yapılan kötülüklere karşı da uyanık olmamızı bize yine din öğretiyor ...teşekkür ederim .
YanıtlaSilAlmanya'daki Türk emekçisinin sınıfsal / sosyolojik analizi bir yazıya ancak bu kadar sığabilirdi. Aklıma Fakir Baykurt'un 'Yarım Ekmek' isimli romanı geldi. Elinize sağlık hocam
YanıtlaSil