Atacan,
yedi aylık doğduğundan beş yaşını henüz iki ay yirmi gün (Bu onun kronolojik
yaşıdır. Biyolojik yaşı, kronolojik yaşını iki ay sonradan izler.) geçti. Her konuyu,
dinleyip anlamaya çalışır. Oyuna daldığında dinlemez göründüğü konularda bile
fikir yürütmek onun işi.
Atacan,
bebekliğinden beri çözüm bulma ustasıdır. Zorda kaldığında yardım istemek
yerine çözüm seçenekleri oluşturur.
Hakkını
arama konusunda kararlılık gösterir. Kolay kolay boyun eğmez.
Kitaplarla
dostluğu doğuştan gelir. Kendisini “kitap kurdu” olarak niteler. Kitaplarla
dostluğu ayrı bir yazı konusu.
Sözü
uzatmadan konuya gelelim. Günümüz anne ve babalarının çoğunun bir saplantısı
var. Bu saplantı, otanamaz bir durum almakta. Anne ve babalar; yaşamlarındaki beceri,
kültür, sanat… eksikliklerini çocukları üzerinden gidermeye çalışmaktalar. Bu
nedenle herhangi bir müzik aleti çalamayan veliler, çocuklarının yaşlarının ne
olduğuna bakmadan kurslara göndermekteler. Resim yapamayanlar resim kursuna… Yaşamı
boyunca sahne tozu yutmayanlar, drama kurslarına… Yabancı dil bilmeyenler, çocuklarını yabancı
dil kurslarına… Yüzme, bale, yoga, karate, futbol, jimnastik… şu anda usuma
gelen ve çocukların yoğun olarak gittikleri kurslardan bazıları.Oysa çocuklar
bu yaşlarda oyun oynamalı. Hem de doyasıya. Çocuk oyunla büyüt, oyun içinde
öğrenir. Çocuklarımız oyuna hasret büyümekteler ne yazık ki…
Veliler,
çocuklarını gece gündüz demeden götürdükleri kurslarla ilgili ne yazık ki
bilinçli seçim yapamamaktalar. Genellikle bu kurslara katılım daha çok
annelerin kendi aralarında örgütlenmesiyle seçilmekte. Annelerin çoğunun bu
konuda bir yarış içinde olduklarını söyleyebiliriz. Küçücük çocukların her alanda
başarılı olmaları istenmekte. Onların hangi alanda yetenekli oldukları düşünülmemekte
bile.
Çocuklar,
kreş ve okullarından arta kalan zamanlarda kurslar arasında mekik dokumaktalar.
Özellikle hafta sonları annelerince çekiştirilerek kurslara götürülen çocuk
görüntülerine sıkça rastlamak mümkün. Kurstan kursa koşan çocuk görüntüleri
çoğu zaman görenlerin içlerini burkar.
Atacan,
henüz kreşte. Geçen yıl drama ve ritmik oyun kurslarına gitti. Yaşamı tiye almayı
sanat edinen Atacan, bu kurslardan sağ salim çıktı. Bu yıl resim kursuna
başladı. İki haftada çözüm bulundu ve kurs bitti.
28
Kasım Perşembe günü yoğun yağış altında geçen bir günün sonunda eve geldim. Her
yanım ıslanmıştı şemsiyeye karşın. Ayakkabılarımın içi su dolmuştu. Eve
gelirken birkaç markete uğrayıp bir şeyler aldım. Apartman kapısını anahtarımla
açtım, merdivenlerden hızla çıktım. Evimizin kapısına geldim soluk soluğa. Kapıyı,
sessizce açtım ve Atacan koşarak geldi. Elimdeki poşetlerin bir bölümünü alarak
mutfağa taşıdı. Ardından kucağıma atladı ve beni öptü. Gözleri çok şey
anlatmaktaydı. Mutluluk sarhoşuydu. Giysilerimin ıslak olduğunu söyledim ona. Böyle
ıslak kalırsam hastalanabileceğimi söyleyip izin istedim ondan. Çabucak
pijamalarımı giydim. Salona geldiğimde sofra hazırdı. Oturduk yemeğe. Atacan,
benden önce yediğinden kucağıma yerleşip durmadan konuşmakta.
Yemek
bitti, biz Atacan’la masadayız. Atacan’ın annesi, yeni bir grupla İngilizce
kursuna katılımın peşinde. Kursa eşim değil, Atacan katılacak sınıf
arkadaşlarıyla. Ben, dinlediklerime aldırmıyorum. Yersiz bir tartışmanın,
tatsızlığın fitilini ateşlemek istemiyorum. Eşim, Atacan’ın bir arkadaşının annesiyle
konuşmakta. “İngilizce kursunu cumartesiye mi, pazar gününe mi ayarlayalım?”
diye soruyor. Diğer anne, yanıtlıyor soruyu: “Cumartesi müzik, pazar yüzme
dersi var.”
Atacan
atılıyor: “Bu çocuk ne zaman İngilizce dersine gidecek, zamanı mı var?” diyerek
arkadaşını savunuyor. Arkadaşının zapt edilmekte olan ruhuna bir el uzatmakta. Ben
bu durum karşısında içimden kahkahalar atmaktayım. Çözümü, Atacan buluyor; beni
annesiyle gereksiz bir tartışmadan kurtarıyor.
Eşim,
Atacan’ın yanıtı karşısında afallamış durumda. Yolundan dönmemekte de kararlı. “Bak
Atacan!” diyor. “İngilizce çok önemli öğrenmelisin.”
Atacan,
birden ciddileşiyor. “Biz, neden İngilizce öğreniyoruz? İngilizler,
Amerikalılar Türkçe öğrensinler. Türkçe de çok önemli…” diyor. Ben, içten bir
gülümsemeyle küçük dev adamı bağrıma basıyorum. Kucaklıyorum onu tüm
içtenliğimle… Eşim şaşkın… Az sonra şaşkınlığı geçiyor. Atacan’a yanıt
yetiştirmeye çalışıyor, ama nafile…
Atacan,
çözümü yine buldu. Tereyağından kıl çeker gibi konuyu halletti. Ama şimdilik… Eşim
ve diğer anneler kurs, ders hastalığından kurtulacak gibi değil. En iyisi, onlara
kurslar, dersler bulmalı. Bulmalı ki çocukların yakalarından düşsünler…
Adil
Hacıömeroğlu
28
Kasım 2016
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder