Gülderen,
doğup büyüdüğüm köy. Şimdilerde mahalle olmuş. Kırsal kesimde tarımla geçinen
bir yerin köy olmaktan çıkarılması ilginç. Bir yere “Kent!” deyince kent
olmuyor. Ne üretim ilişkileri ne de yaşam biçimi değişiyor. Anlaşılacağı üzere
eski tas, eski hamam…
Havaalanından
ayrılan otobüsümüz, doğuya doğru ağır ağır yol almakta. Artvin’e dek gidecek.
Yol boyunca il ve ilçelerde inecek yolcuları taşımakta. Yolculardan bazıları
cep telefonlarıyla sahil yolu boyunca çekim yapıp yakınlarına geçtikleri
yerleri canlı anında anlatmaktalar görüntülerle. Bir başka deyişle yakınlarını
da yolculuklarına, gördükleri güzelliklere ortak etmekteler. Bu sırada sesini
işittirmek için biraz fazla bağıranlar da var.
Ben,
dalmışım denizin maviliğine. Çoğu zaman sesleri işitmiyorum bile. Çarpık
yapılaşma, Türkiye’nin her yerinde olduğu gibi Trabzon’un da sorunu. Ne yazık
ki yörelere, doğaya uygun bir mimari oluşturamamışız. Neredeyse ülkemizin her
yöresinde, kentinde, kasabasında, hatta köyünde benzer yapıları görmekteyiz. Bu
da göz zevkimizi olağanüstü bozmakta. Ayrıca doğaya uygun yapılaşmamak, insanların
doğal afetlerden korunmasını zorlaştırmakta. En kötüsü de bu tür yapılaşma en
büyük zararı, doğaya vermekte.
Yomra
sahili boyunca uzanan palmiye ağaçlarını görünce içim sızladı. Çok yağışlı, az
güneşli bir iklimi olan bir yere sıcak ve yağışsız bir iklimin ağaçlarını
dikmek nasıl bir kafa? Zaten ağaçlar, keyifsiz. Doğru düzgün dal budak
salamamışlar. Sayrılanmışlar gibi durmaktalar. Bölge, bin bir türde ağacın
anayurdu. Böyle bir yerde dışalımla getirilen ağaçlar, ülke bütçesine de zarar
vermekte. Böyle bir anlayış, savurganlığa yol açmakta. Kentlerimizin simgesi
olan doğu çınarı varken palmiye dikmek niye?
Otobüsümüz
Arsin’i geçti Falkoz’a yaklaştı. Tam da bu sırada Trabzon’da oturan arkadaşım
Osman Nuri Saral aradı. Osman, sabah uykusunu sever. Bu nedenle bir gün önceki
telefon konuşmamızda bizi havaalanından almayı önerdi. Ben kabul etmedim. “Biz,
çok erken ineceğiz. Senin sabah uykuna kıyamam. Gelme, sonra görüşürüz.” dedim.
O, havaalanında olduğumuzu düşünerek bizi almak için haber veriyor. Yolda olduğumuzu
söyledim. “Bak, tam Falkoz camisinin önünden geçiyoruz.” deyince neşelendi.
Falkoz
camisi, Trabzon-Rize karayolunun üzerinde. Biz, lisede okurken yapımına
başlanmıştı. Bu yapım işi yıllarca sürdü. Trabzon-Rize arasında işleyen
midibüsler, yolcu indirip bindirmek için önünde durduğunda birisi elinde
kumbaraya benzer bir küçük sandıkla aracın içine dalıp “Falkoz camisine yardım!”
diyerek para toplardı. Bu para toplama işi de insanların ilgisini çekti
yıllarca. Paralar her gün toplanıyor, ancak yapı bir türlü bitmiyordu. Bu konu,
bölgede bir esprinin doğmasına neden oldu. Anlaşılacağı üzere Osman’ın
gülmesinin nedeni bu. Şu anda caminin yapımı bitmiş durumda. Buna da memnun
olduk. Artık “Falkoz camisine yardım.” diyerek yardım toplama işi yok!
Yolda
giderken Özgür: “Ağabey, hemen köye çıkmayalım. Oturup birer çorba içelim Of’ta.”
önerisini getirdi. Kabul ettim. Çamburnu’ndan geçerken Karadeniz insanının
tansığına tanık olduk. Belki yüzyıllardır süren bir gemi yapımı var burada.
Dededen toruna, ustadan çırağa uzayan bir tarihsel ustalık. Teknolojinin gelişmediği
dönemde Karadeniz’in azgın dalgalarına karşı duran, meydan okuyan tekneleri
yapan bir yerden geçmekteyiz. Sarıçamın deniz kıyısında doğal ortamda yetiştiği
ender yerlerden biri burası. Her geçişimde içim coşar, sevinirim.
Of’a
gelince otobüsten indik. Tam Özgür’ün isteğini yerine getirecekken Amcamın
torunlarından Umutcan aradı. Meğer bizi bekliyormuş. Anında önümüzde durdu
arabasıyla. Babaannesi (Benim de yengem) arabada. Biz de bindik. Arkada
koltuğun üstünde taze Trabzon simitleri var bir torbada. Birini bölüşüp yedik
Özgür’le. Yarım simit Özgür’ü kesmemiş olacak ki bir bütün daha yedi. “Aslında
yiyeceğim yoktu; ama memleketimin simidi, yemesem ayıp olur.” diyerek kendine
gerekçe de yarattı.
Yola
koyulduk. Köyümüz yolları eskiye göre düzgün. Her yan kar. Sahilde kar yok!
Biraz içeriye girince kar deryası başlıyor. Ne toprak görünüyor ne de yeşillik.
Yolların karı kürenmiş. Söyleşerek gitmekteyiz. Eskiye göre yol, bana daha kısa
geldi. Köyler, vadiler, tepeler geçip köyümüze vardık. Evin önünde durduk.
Benim doğup büyüdüğüm dede eviyle Halim’in yeni yaptırdığı ev yan yana sayılır.
Evden ağlama sesleri gelmekte. Çocukluğumdan beri ağlamaya dayanamam. Ağlayan
birilerini işitsem benim de ağlayasım gelir. Bu nedenle çevremde sulu göz
olarak bilinirim. Ben şimdi bu feryatlara nasıl dayanacağım? Yüreğim, ne denli
sağlam durabilir böylesi bir ağlayışlara karşı?
Evin
bahçesine girince gözüme ilk çarpan şey, koşup oynadığım avlunun tarumarlığı. Meyve
ağaçlarıyla dolu, çim kaplı avlu arabaların durması için değişikliğe uğrayınca meyveler
de çimler de unutulmuş. Bir zevksizlik alıp götürmüş her şeyi.
İçime
en çok oturan ise dedemin diktiği ve birkaç kuşağın yazın gölgesinde serinlediği,
çocukken koca dalına ip asıp salıncak kurduğumuz, meyvesini altındaki tertemiz
çimenlere silktiğimiz dut ağacını görememek oldu. Bir yakınımı yitirmiş gibi
oldum. Sanki aile tarihimle arama birisi bir balta vurmuş gibi yüreğim
burkuldu, acıdı, paramparça oldu. Anılarım, uçuştu havalarda. Çocuk sesiyle
çınlayan o avlu, bir daha eski durumuna hiç gelmeyecek. Zaten o avluyu
çınlatacak çocuk da yok şimdi. Dallara salıncak kuran mutlu, şen çocuklara ne oldu?
Adil
Hacıömeroğlu
30
Mart 2022
Ah be öğretmenim... İçim burkuldu , yüreğim sızladı ...Sizinle oralara gittim geldim ... Beş yıl önce kış gezmesi için gitmiştik ailece , çocuklarım bilmez oraları , kışın gidelim dedik .Yol boyunca gördüğüm çarpık yapılaşma , Ayderde kar altında kömür kokusunun genzimizi acıtmasını unutamıyorum. Değişiyor zamanla birçok şey ancak bu kadar kötü hale gelmesi çok üzücü.Çocukluğumda bizim evin bahçesi meyve ağacından geçilmezdi şimdilerde bir tane meyve ağacı kalmadı .Hele dört doruğu arasında yere inmeden dolandığım koca karayemiş gittikten sonra çocukluğumu hatırlatan birşey kalmadı orada tıpkı sizin dut amacınız gibi ...
YanıtlaSil