“YARIN CUMHURİYETİ İLAN EDECEĞİZ”


          27 Ekim 1923’te, Fethi Bey başkanlığındaki hükümet görevinden ayrılır. Ne yazık ki yeni hükümet bir türlü kurulamaz. Çünkü yürürlükteki yasalar bu işi güçleştirir. Bakanların kimler olacağı konusunda farklı sesler çıkar. Seçilen bazı kişiler, bakanlık görevini kabul etmiyordu. 28 Ekim 1923 günü geç saatlere kadar çalıştı Atatürk hükümeti kurmak için. Bir türlü hükümet kurulamadı yine de. Bir hükümet bunalımı söz konusuydu. Bu sorunun çözülmesi gerekirdi.

            “Fırka İdare Heyeti dahi kabule değer ve kati bir aday listesi tertip edememektedir. İdare Heyeti üyelerine, icap edenlerle daha ziyade fikir alışverişinde bulunarak kati bir liste tespit etmelerini tavsiye ettikten sonra yanlarından ayrıldım. Gece olmuştu. Çankaya’ya gitmek üzere Meclis binasını terk ederken, koridorlarda beni beklemekte olan Kemalettin Sami ve Halit Paşalara tesadüf ettim. Ali Fuat Paşa Ankara’dan hareket ederken bunların Ankara’ya vardıklarını o günkü gazetede ‘bir uğurlama ve bir karşılama’ başlığı altında okumuştum. Henüz kendileriyle görüşmemiştim. Benimle görüşmek için geç vakte kadar orada beklediklerini anlayınca, akşam yemeğine gelmelerini Müdafaai Milliye Vekili Kazım Paşa vasıtasıyla tebliğ ettim. İsmet Paşa ile Kazım Paşa’ya [Özalp-AH] ve Fethi Bey’e de Çankaya’ya benimle beraber gelmelerini söyledim. Çankaya’ya gittiğim zaman, orada beni görmek üzere gelmiş Rize Mebusu Fuat, Afyon Karahisar Mebusu Ruşen Eşref Beylere tesadüf ettim. Onları da yemeğe alıkoydum.

           Yemek esnasında, ‘Yarın cumhuriyeti ilan edeceğiz!’ dedim. Hazır bulunan arkadaşlar, derhal fikrime iştirak ettiler. Yemeği terk ettik. O dakikadan itibaren, hareket şekli hakkında kısa bir program tespit ettim ve arkadaşları vazifelendirdim.

           Tespit ettiğim program ve verdiğim talimatın tatbikatını göreceksiniz!

           Efendiler, görüyorsunuz ki, cumhuriyet ilanına karar vermek için Ankara’da bulunan bütün arkadaşlarımı davete ve onlarla müzakere ve münakaşaya asla lüzum ve ihtiyaç görmedim. Çünkü, onların zaten ve tabiaten benimle bu hususta hemfikir olduklarına şüphe etmiyordum. Halbuki o esnada Ankara’da bulunmayan bazı zevat, salahiyetleri olmadığı halde, kendilerine haber verilmeden ve fikir rızaları alınmadan cumhuriyetin ilan edilmiş olmasını gücenme ve ayrılma vesilesi saydılar. (Gazi Mustafa Kemal, Nutuk, Kaynak Yayınları, Üçüncü Basım: Kasım 2016, s. 605-606)”

           Yukarıda görüldüğü gibi cumhuriyetin ilanı ülkemizin sağlıklı, doğru, çağa uygun yönetilmesi için zorunluluktu. Çünkü hükümetin kurulmaması devleti tıkıyordu. Devlet çarklarının işlemesi gerekirdi. Ayrıca çağa, ulusun ruhuna, halkın isteğine uygun bir yönetim biçiminin olmasından daha doğal ne vardı?

           Cepheden cepheye koşmuş, yurt topraklarından düşmanı kovmak için canını, malını esirgememiş bir halkın kendi kendini yönetmesi onun hakkıydı. Atatürk, işte ulusun bu hakkını ona veriyordu cumhuriyeti ilan ederek.

            “O gece birlikte bulunduğumuz arkadaşlar erkenden beni terk ettiler. Yalnız İsmet Paşa Çankaya’da misafir idi. Onunla yalnız kaldıktan sonra, bir kanun tasarısı müsveddesi hazırladık. Bu müsveddede 20 Kanunusani [Ocak] 1921 tarihli Teşkilatı Esasiye Kanunu’nun devlet şeklini tespit eden maddelerini şu suretle değiştirmiştim: Birinci maddenin nihayetine ‘Türkiye Devleti’nin hükümet şekli cumhuriyettir’ cümlesini ilave ettim. Üçüncü maddeyi şu yolda değiştirdim: ‘Türkiye Devleti, Büyük Millet Meclisi tarafından idare olunur. Meclis, hükümetin bölündüğü idare şubelerini İcra Vekilleri vasıtasıyla idare eder.’

           Bundan başka Teşkilatı Esasiye Kanunu’nun esas maddelerinin sekizinci ve dokuzuncu maddeleri de değiştirilip açıklığa kavuşturularak şu maddeler yazıldı:

           ‘Madde: Türkiye reisicumhuru, Türkiye Büyük Millet Meclisi Genel Kurulu tarafından ve kendi üyeleri arasından bir seçim devresi için seçilir. Riyaset vazifesi, yeni reisicumhurun seçilmesine kadar devam eder. Tekrar seçilmek caizdir.’

           ‘Madde: Türkiye reisicumhuru, devletin reisidir. Bu sıfatla lüzum gördükçe Meclis’e ve Heyeti Vekile’ye [Bakanlar Kurulu’na] riyaset eder.’

           ‘Başvekil, reisicumhur tarafından ve Meclis üyeleri arasından seçilir. Diğer vekiller [bakanlar-AH] başvekil tarafından yine Meclis üyeleri arasından seçildikten sonra, hepsi reisicumhur tarafından Meclis’in tasvibine arz olunur. Meclis toplantı halinde değilse, tasvip keyfiyeti Meclis’in toplanmasına bırakılır.’

           Bu maddelere, encümen ve Meclis’te, din ve lisana ait malumunuz olan bir madde de ilave edilmiştir. (Aynı yapıt, s. 606-607)” Anayasada yapılan değişiklik önergesi 29 Ekim 1923’te TBMM’ye sunuldu, oylandıktan sonra cumhuriyet 101 pare top atışıyla yurdun dört bir yanına duyuruldu. Sonsuza dek yaşayacak Cumhuriyetimizin 101. yılı, tüm ulusumuza kutlu olsun.

                                                                                Adil Hacıömeroğlu

                                                                               29 Ekim 2024

 

İSTANBUL TÜRKÇESİ KONUŞMAK


Geçen hafta birkaç arkadaşla Bostancı’da, akşamın serinliğine aldırmadan bir kıraathanenin önünde söyleşiyorduk. Dostluğun sıcaklığı, bizi öylesine ısıtmıştı ki akşamın serinliğini duyumsamadık bile. Hava çoktan karamıştı. Bunu bile fark etmemiştik dostluk odunun yandığı yürek ocağında.

Söyleşimiz sürerken arkadaşlardan biri, bana dönüp: “Senin konuşmanda niye aksan yok?” diye sordu. Çünkü ülkemizde bazı yörelerde doğup büyüyenler başka yere gidip yerleşseler de toprağının kokusundan olacak memleketinin aksanı, dillerinden yitip gitmez.

Benim doğup büyüdüğüm yer, Trabzon’un Hayrat ve Of ilçeleri. O topraklarda yaşadığımda Hayrat, Of’un bir bucak merkeziydi. Doğu Karadeniz ağzı, kolay kolay yitmiyor insanlarının dilinden. Ancak benim doğup büyüdüğüm Gülderen ve birkaç çevre köyde konuşma, diğerlerine göre İstanbul Türkçesine daha yakın. Yakın demişsem yanlış anlaşılmasın, diğer köylerle karşılaştırıldığında bu farklılık ancak anlaşılır.

Arkadaşımın sorusunu yanıtlamaya başladım. Öncelikle annemin Oflu olmadığını, Denizlili olduğunu söyledim. Babamın köy enstitülü bir öğretmen olması nedeniyle evimize her gün en az iki gazete girdiğini, ayrıca aylık çıkan birkaç dergiye sürdürümcü olduğumuzu belirttim. Küçük yaştan beri kitap okuma alışkanlığım olduğunu da ekledim sözlerime. Bunların yanına babamla yaşadığım bir anımı anlattım onlara.

Liseyi bitirip eğitim enstitüsü Türkçe bölümüne girmiştim. Henüz birinci sınıftaydım. Babam ve arkadaşlarının olduğu bir çay bahçesine gittim. Babamın öğretmen arkadaşlarından biri, beni masaya çağrınca oturdum. Çay söylediler bana. Söyleşimiz başladı. O masada bulunan babamın arkadaşlarının çoğu yöresel ağızla konuşuyordu. Ben de onlara uyum göstereyim dedim gençlik heyecanıyla. Daha çok onlar soruyor, ben yanıtlıyordum onları. Babam, aslında ortamdan mutlu. Masadakilerin beni, arkadaş yerine koyup değer vermelerinden içten içe bir sevinç duyduğunun farkındaydım. Ancak dilimin yöresel ağza kaymasından memnun olmadığını da anlıyordum. Onun yanlış karşısında susmayacağının da bilincindeydim.

Söyleşinin tam ortasında bana dönüp: “Bak oğlum, Türkiye’de herkes, özellikle de aydınlar, yöresel ağızla konuşursa dil birliğimiz nasıl sağlanır? Türkçemiz ulusal birliğimizin en önemli etkeni. Dil giderse ulus gider. Bu nedenle aynı zamanda kültür dilimiz olan İstanbul ağzıyla Türkçemizi konuşup yazmak, her yurttaşın görevi. Hele senin gibi Türkçe öğretmeni olacak birinin bu konuda öncülük etme gibi bir sorumluluğu da var. Bu nedenle insanlara hoş görünmek için dilini değiştirme, doğru Türkçeyi konuş.” diyerek beni uyardı. Babamın bu tür uyarılarına alışık olduğum için kırılıp gücenmedim. Aslında babam bu uyarıyı, “Kızım sana söylüyorum, gelinim sen anla.” deyimi uyarınca benim üzerimden çoğu öğretmen olan arkadaşlarına yapmıştı. Dil, onun en duyarlı olduğu konuydu. Öğrencilerini bu anlayışla yetiştirdiği için onun sınıfında okuyanlar, toplum içinde fark edilirdi.

Babamla ilgili anıyı anlatınca arkadaşlarımın yüzü güldü. Aslında babam, büyük bir öngörü ile bugünleri görmüştü. Anımı dinleyen dostlarım, onun bu duyarlılığına övgüde bulunup günümüzle bağlantısını kurdular.

Dil, üzerinden ulusal birliğimizin nasıl paramparça edilmeye çalışıldığını gördükçe babamın ve onun Türkçe konusundaki duyarlılığı usuma gelir.

Şimdiler de öğretmenlerin çoğunda dil konusunda duyarlılık uçup gitmiş. Yöresel ağızla konuşmayı bir beceri sanmaktalar. Koca koca üniversiteler bitirmiş, ancak doğru düzgün Türkçe konuşmayanlara baktıkça hep babamı düşünürüm. Bu tür kişileri dinlemekten sıkılırım. Bir kişi hangi ulustan olursa olsun, hangi ülkede yaşarsa yaşasın kendi dilini doğru yazıp doğru konuşmalı.

Dil, dil kültürün temeli değil mi? Kültürel gelişmenin itici gücü dil. Dil varsa kültür ve toplumun geleceği için ülkülerimiz var. O yok olduğunda ulusal kimliğimiz de yok olur. Bunun için doğru ve özenli Türkçe, diyoruz.

                                                                  Adil Hacıömeroğlu

                                                                  28 Ekim 2024

TÜRKİYE CUMHURİYETİ DEVLETİNİN SAHİBİ KİM?


CHP Genel Başkanı Özgür Özel, 22 Ekim 2024 Salı günü partisinin grup toplantısında konuştu. Konuşması başından sonuna dek sorunlu. Ne yazık ki devletimizin kurucusu olan partinin genel başkanlık koltuğunu işgal eden kişinin bu denli tarih bilincinden yoksun, Atatürk’ün düşünsel dünyasından uzak, Cumhuriyet’imizin kuruluş ilkelerinden habersiz olması üzüntü verici.

Özgür Özel, grup konuşmasında MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli’nin aynı gün, kendisinden önce yaptığı konuşmasına yanıt verdi. “Bana diyorlar ki, ‘Devlet Bey el yükseltti.’ Ne yapalım? ‘Sen de yükselt.’ El yükseltiyorum Devlet Bey. Ben de Kürtlere bir devlet teklif ediyorum. Kürtlere, tam olarak kendilerini ait hissetmeyen bütün Kürtlere, Türkiye Cumhuriyeti Devletinin sahibi olmayı teklif ediyorum. Varsanız, hep beraber bunu yapalım. Gelin her Kürdün (Kürt’ün diye yazılmalı, Türkçeye özen ulusal varlığa özendir. AH) kendisini Manisalı Özgür Özel kadar, Rizeli Tayyip Erdoğan kadar, Osmaniyeli Devlet Bahçeli kadar, Edirneli kadar, Antalyalı kadar ve Türk kadar, Laz kadar, Çerkez kadar eşit hissettiği, kendini öteki hissetmediği, tüm demokratik siyaset kanallarının hepimize ve hepsine açık tutulduğu kimsenin bu Meclisin kürsüsünden söylediği sözlerden ötürü içerlerde tutulmadığı, üniversitelerde öğrencilerin, akademisyenlerin haklarının yenmediği, şeytanlaştırılmadığı, tüm demokratik hakların dünya standartlarında kullanılabildiği bir ülke yapalım. Tüm Kürtleri, Türkiye Cumhuriyeti’nin sahibi yapalım. (chp.org.tr)”

Bir de Atatürk’e bakalım... Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin kurucusu ve sahibi olan milleti nasıl tanımlıyor? “Türkiye Cumhuriyeti’ni kuran Türkiye halkına Türk milleti denir. (Prof. Dr. A. Afetinan, Medeni Bilgiler ve M. Kemal Atatürk’ün El Yazıları, Türk Dil Kurumu Basımevi, Ankara, 1988, s. 18, Atatürk’ün el yazsısı için s. 351)” Başta Özgür Özel olmak üzere CHP yöneticilerinin belleklerine kazımaları gereken bir millet tanımı bu. Bu tanımın içinde alt kimlikler, yani Türk milletini oluşturan yurttaşlarımızın etnik kökenleri ve dinsel inançlar var mı? Atatürk, Sayın Özel gibi Türk milletini oluşturan farklı etnik kökenden gelen toplulukları tek tek sayıp milleti bin parçaya bölüyor mu? Farklı etnik kökenler üzerinden milleti tanımlama düşüncesi, açılım döneminde AKP, FETÖ ve PKK’nın sıkça başvurduğu bir yoldu.

Özgür Bey, “El yükseltiyorum.” derken kendisini poker masasında mı, bir mezatta açık artırmada mı sanıyor? Neyin elini yükseltiyorsun ey Özel? Vatan toprakları, Türkiye Cumhuriyeti Devletini açık artırmaya mı çıkardınız da el yükseltiyorsun? Bu dil, nasıl bir dil?

Atatürk’ün millet tanımını değiştirip yok ederek onun yerine emperyalistlerin dayattığı bölünme amaçlı millet tanımları yapmak niyedir? Atatürk’ün millet tanımının neresi, Kürt kökenli yurttaşlarımızı dışlamakta. Sizin sahip olup da Kürt kökenli siyasetçilerin sahip olamadığı ne var? Ya da bir Niğdeli ile Batmanlının anayasal haklardan yararlanmaları konusunda hangi farklar var? Başta Cumhurbaşkanlığı olmak üzere devletin her katına gelmiş Kürt kökenli yurttaşlarımızı yok mu sayıyorsunuz?

Hangi etnik kökenden gelirse gelsin her yurttaşımızın, siyasetçinin Türkiye’nin yasalarına uyma zorunluluğu var. Yasaları hiçe saymanın, Türkiye’yi bölüp parçalamak için emperyalistlerin maşası olmanın bir hak olmadığını sanırım siz de bilirsiniz Sayın Özel. Bir gün olsun parti toplantılarında İstiklal Marşı’mızı söylediklerini işittiniz mi? TBMM’de birlikte yer aldığınız bölücü partinin vekillerine, parti örgütlerinin birinde bile niye Atatürk’ün fotoğrafı ve Türk bayrağının olmadığını sordunuz mu hiç? İşte, Kürt kökenli yurttaşlarımızı devletin sahibi olmaktan da milletten soyutlayan da bu ayrılıkçı tavır. Karşı çıkmanız gereken bu ayrılıkçılık Özgür Bey. Resmi bayramlarda Anıtkabir’e DEM’lilerin niye gelmediğini hiç merak ettiniz mi?

Ey Özgür Özel, bizim bölücü örgütle paylaşacağımız bir devletimiz yok! Kurucu ilkelerimizi yok sayan emperyalistlerin piyonlarıyla bir ortaklığımız düşünülemez bile. Atatürk, devletimizi farklı etnik kökenlerden ve inançlardan gelen alt kimliklerin ortaklıkları üzerine kurdu. Bu, ülkemizi oluşturan paydadır. Bu paydayı parçalamaya ne sizin ne de başkalarının gücü yeter. Bu ortak payda Çanakkale’de, Sakarya’da, Dumlupınar’da emperyalistlere karşı savaşarak oluşturuldu.

Ülkemizle üç aşağı beş yukarı aynı yıllarda etnik kökenlerin ayrılıkları üzerine kurulan Sovyetler Birliği, Yugoslavya, Çekoslovakya’nın paramparça olduğuna tanıklık etmedik mi? Bu durum, Atatürk’ün ulus devlet kurmadaki dehasını kanıtlamıyor mu herkese? Bir ülkenin topraklarına etnik ayrılık virüsü girdiğinde o millet ayakta kalabilir mi hiç? Ey Özel, bu etnik ayrılık tohumunun bu topraklara ekilmesine yol açıp da Atatürk’ün kemiklerini sızlatmayın?

                                                                  Adil Hacıömeroğlu

                                                                  24 Ekim 2024

BÖLÜCÜ BAŞINI, TBMM’YE ÇAĞIRAN AYMAZLIK


MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli, 1 Ekim 2024 günü TBMM’nin açılışında DEM’lilerle tokalaştı. Daha önce PKK/DEM’le ilgili sert söylemlerine tanıklık edip buna alışan kamuoyu, bu tokalaşmaya şaşırdı. Başta Bahçeli olmak üzere MHP yöneticileri, türlü gerekçeler göstererek bu aykırı tavrı halka, özellikle de kendi tabanlarına açıklamaya çalıştılar.

Tokalaşmanın etkisi geçmeden 15 Ekim günü yapılan grup toplantısında Devlet Bey, Abdullah Öcalan’ın Kenya’dan alınıp ülkemize getirilirken Türkiye’nin hizmetinde olduğu yolunda verdiği sözü tutmasını istedi. Bahçeli’yi dinleyenler “Acaba?” dediler kendi kendilerine. Bahçeli’nin giderek tavır değiştirdiğini fark etti birçok kişi. MHP yandaşı birçok kişinin kafasında onlarca soru uçuşmaya başladı. Parti tabanında yüksek sesle olmasa da tartışmalar yapıldı. Bu tavır değişikliği sorgulanmaya başlandı.

Bahçeli, 22 Ekim 2024 Salı günü kuşlukta grup toplantısında kürsüdeydi. Çoğu kez yaptığım gibi gözüm kitabımda kulağım televizyonda... Öcalan söz konusu olunca kitabımı bırakıp onun konuşmasına odaklandım.

Devlet Bey: “Birinci hüküm cümlem şudur:

TBMM’de her meselenin ele alınıp milli ve müşterek akılla çözümü mümkün ve hatta mecburidir.

Eğer terörsüz bir siyaset, terörsüz bir ülke, terörsüz bir gelecek hususunda herkes ittifak halindeyse o halde değil elimizi taşın altına koymaya, gövdemizi koymayı varız ve buradayız.

Geçen haftaki grup konuşmamda demiştim ki;

“Türkiye’ye getirilirken, ‘her tülü hizmete hazırım’ diyen teröristbaşı, buyursun terörün bittiğini, örgütünün tasfiye edileceğini tek taraflı ilan etsin.” Bu çağrımın içyüzünü henüz anlamayan, anlasa bile işine gelmediğinden saptırmaya çalışanlar çok sayıdadır.

Türk ve Türkiye Yüzyılında terörü sıfırlamak, milli birlik ve beraberliği çelikleştirmek amacına matuf ikinci hüküm cümlem şöyledir:

Teröristbaşı için içinde olmazsa bir şey çıkmaz diyenlere de sesleniyorum. Şayet teröristbaşının tecridi kaldırılırsa, gelsin TBMM DEM Parti grup toplantısında konuşsun. Terörün tamamen bittiğini ve örgütün lağvedildiğini haykırsın.  Bu dirayet ve kararlılığı gösterirse, ‘Umut Hakkı’nın kullanımıyla ilgili yasal düzenlemenin yapılması ve bundan yararlanmasının önü de ardına kadar açılsın. Ne Kandil ne de Edirne; adres İmralı’dan DEM’e uzansın, bu ağır ve tarihi terör sorunu ülke gündeminden tamamen çıkarılsın. Hodri meydan buna varız; vatan, millet, devlet, bayrak, ortak gelecek ve tam bağımsızlık için bunu dahi sineye çekmeye sonuna kadar hazırız. (mhp.org.tr)” Bu sözler, halkımız içinde çalkantı yarattı, MHP tabanı afalladı. Öcalan’ın TBMM’de, DEM grup toplantısında olsa dahi konuşmasını halkımızın ezici çoğunluğu içine sindiremez.

Peki, Öcalan: “Örgütü feshettim, silahları bırakın.” derse PKK’lılara, bu çağrıya uyar mı bölücü örgüt üyeleri? Devlet Bahçeli başta olmak üzere Türk siyasetçileri, böyle bir inançları varsa vay oldu ülkemizin haline…

PKK, yalnızca göbeğinden değil; kolu, bacağı, beyniyle ve her şeyiyle ABD’ye bağımlı. ABD istemediğinde solunum bile yapamaz bu örgüt üyeleri. Öncelikle söyleyeyim ki Öcalan’ın sözünü, Kandil zere kadar dikkate almaz. Demirtaş ise Kandil’den izin almadan ayakyoluna bile gidemez.

Kandildekilere gelince… ABD-İsrail’in kucağında oyuncaklar… ABD, ne derse onu yapar bu örgüt. Yüz bini aşkın kişiyi eğitip PKK ordusu kuruyor ABD. Bu terör ordusuna tank ve helikopter kullanma eğitimi vermekte Washington yönetimi. Bahçeli’nin bundan haberi yok mu? Yüz bini aşkın TIR silah ve mühimmat taşıdı PKK’ya ABD. Amerika, PKK teröristleriyle İsrail’i Davut Koridoru ile birleştirmeye çalışmakta. Ayrıca PKK, Suriye’nin doğusundaki petrol kuyularını işletmekte ABD desteğiyle. Bölücü örgütün petrol geliri onu güçlendirmekte her geçen gün.  Bunlardan da mı haberiniz yok Devlet Bey?

Sayın Bahçeli ve onun gibi düşünen birçok siyasetçi, iç cephenin nasıl sağlamlaştırılması gerektiğini Atatürk’ten öğrenmeli. İç isyanlara nasıl yaklaştığına bakmalılar. Bazı aklı evveller, demokrasi budalaları ikide bir istiklal mahkemelerini eleştirirler. Oysa o mahkemelerin ulusal birliğimizi ne denli katkı sağladığı bilinmeli. Bölücülerle, emperyalist devletlerin ajanlarıyla, vatansızlarla müzakere edilmez, mücadele edilir tıpkı Atatürk’ün yaptığı gibi.

Atatürk, iç cepheyi güçlendirmek için dost ve düşman ülke seçimini doğru ve usçu yaptı. İngiliz emperyalizmini baş düşman olarak gördü. Komşularımızla sağlam dostluklar kurdu. Ey Bahçeli, 1945’ten beri başımıza ne bela geldiyse hepsi ABD’den geldi. Ne yazık siz ve desteklediğiniz AKP hükümeti, hâlâ ABD’den medet ummaktasınız. Düşmana, düşman demek çok mu zor? Ne yaman çelişki değil mi hâlâ ABD’yi dost sanmak?

Bugüne dek bir tek terör saldırısını kınamamış bir PKK partisi var TBMM’de. Önce Gazi Meclis’ten bu PKK militanlarını temizleme cesareti gösterelim ulusça. Varlığımıza kastetmiş bir terör örgütünü demokrasimizin içinde bile görmek, insanın tüylerini diken diken etmekte.

Atatürk, Tük milletini Cumhuriyet paydasında birleştirdi. Öcalan’dan medet ummak yerine, Cumhuriyet’imizin kuruluş ayarlarına dönmeyi yeğleyin. ABD-İsrail’e karşı ittifaklar kurmalıyız. Bu ittifaklarımızda, başta bölge ülkeleri olmalı. Ayrıca ABD’nin küresel egemenliğine karşı mücadele eden Çin ve Rusya ile ivedilikle her alanda ilişkileri geliştirmeli.  ABD ile kol kola yürüyerek terör önlenmez Devlet Bey. Sizin Öcalan düşünüz, rüya yorumcularını bile şaşırtır. Gece yatağında mışıl mışıl uyuyan bir insan bile böylesi bir düş göremez. Sizinkine yine de “Gündüz niyetine” diyelim, ancak hayırlısı olsun denek ise çok zor; çünkü bu düş, kimseye hayır getirmez.

                                                                  Adil Hacıömeroğlu

                                                                  23 Ekim 2024

 

NURİ DEMİRAĞ’IN BÜYÜK ÜLKÜSÜ


Nuri Demirağ, kendini ve tüm kazancını ülkesine adayan örnek alınacak bir yurtsever. İçindeki yurt sevgisi ve ulusuna hizmet ülküsü her saniye artarak büyüyen koca yürekli anıt bir insan… Varlığını; ülkesinin varlığı, gelişmesi, kalkınması, bilim ve teknoloji alanında dünya ülkeleri içinde en önde olması için adayan biri. Tüm gücünü, doğup büyüdüğü ve yaşadığı topraklara harcayan bir emek ve ülkü adamı.

Nuri Demirağ, 17 Ağustos 1941’de Yeşilköy Gök Okulu’nun açılışı sırasında Tasvir-i Efkâr gazetesinin muhabirinin sorularına verdiği yanıtlar çok önemli. Bu konuşma hem gençlerin hem de yetişkinlerin alması gereken derslerle dolu.

Muhabir: Koca tayyare fabrikasına asıl adını koymayarak niçin atölye adını verdiğinizi sormadan önce bu binanın mimarı kim?

Demirağ: Ben! der ve gülümser.

Muhabir: Nasıl olur?

Demirağ: Mimar Sinan hangi üniversiteden mezundur? (Hayallerini Uçuran Adam Nuri Demirağ, İstanbul Ticaret Odası Yayınları, 2. Baskı: 2019, s. 126)”

Demirağ’la konuşan gazeteci, uçak yapım atölyesinin ve diğer yapıların mimari tasarımını Nuri Bey’in yapmasına şaşırıyor. Açılış sırasında sergilenen türlü ürünler, tüm konukların olduğu gibi muhabirin de ilgisini çeker. Bunun üzerine Sayın Demirağ açıklama gereği duyar:

Demirağ: Bunlar mikadır. Divriği’de 14 çeşit maden bulduk. Bunlar sırasıyla demir, kömür, krom, amyant, altın, gümüş, bakır, sırça, şist, bitum o bölgeden getirdiğimiz numunelerdir.

Muhabir: Hep Divriği’de mi bulundu, bunlar?

Demirağ: Ya, ne zannettiniz? Divriği bir hazinedir. Hele şu amyantlara bakınız… Dünyanın en meşhur amyantları Kanada ve Rusya’dadır. Bizim Divriği amyantı da onların ayarındadır.

Muhabir: Ne işe yarar bu?

Demirağ: Bundan yapılmış elbiseyi giyen tayyareci, yanmaz… Mesela, motor patladı. Tayyare tutuştu (diyelim). Fakat içindekiler bu elbiseler ve paraşütleri sayesinde sağ salim yere inebilirler. Hazreti İbrahim’in Urfa’da ateşe atılarak yanmadığı malumdur. İşte keramet, arkasındaki bu amyantlardan yapılmış elbiselerdir.

Yurdumuzdaki madenlerin hepsi işletildiği gün, sahip olduğumuz hadsiz hesapsız servetin hayranı olacağız. Maden olarak aklımıza ne gelirse hepsi, hem de bol bol vardır. Mesela, Tunceli’deki platin… Eğer istersek, tayyarelerimizin motorlarını ve çelik aksamını platinden yaparız.

Muhabir: Bu fabrikayı nasıl kurdunuz?

Demirağ: İstikbalimizin, istiklalimizin, şerefimizin göklerde olduğuna iman ettikten sonra, 5-6 sene bilafasıla (hiç ara vermeden) yanıma mütehassıs (uzman) gençleri de alarak Moskova’dan tut da Londra’ya kadar uğrayıp uzun uzadıya tetkikler yapmadığımız yer kalmadı. Avrupa’nın bütün tayyare fabrikalarını, havacılık müesseselerini geceli gündüzlü dolaştık. Neticede her yerde gördüklerimizin içinden en mükemmellerini seçerek burayı kurduk. (Aynı yapıt, s. 126-127)” Görüldüğü gibi Nuri Demirağ’ın hayallerine erişmek olanaksız. Gezip görüyor, inceleyip araştırıyor, merak edip öğreniyor, hayallerini uygulamaya sokup tasarlayarak yaşama geçiriyor dur durak bilmeden.

Nuri Demirağ, Beşiktaş’taki uçak fabrikasından sonra kendisiyle söyleşen gazeteci ile Yeşilköy’deki Gök Okuluna giderler. Burada da konuşma sürer.

Muhabir: İstikbal için ne düşünüyorsunuz? Daha neler yapmak tasavvurundasınız?

Demirağ: Bunlar anlatılamayacak kadar çoktur. Size sadece havacılık sahasındaki tasavvurlarımdan bahsedeyim… Evvela, bu müesseseyi fevkalade genişletmek… 1.200.000 liraya mal olacak Büyük Yeşilköy Gök Lisesini kurmak… Divriği’nde binlerce genci sinesine alacak; telsizciliği, motorculuğu, pilotluğu, mühendisliği, paraşütçülüğü, vesaireyi 12 ayrı branşı ihtiva edecek şekilde büyük Gök Üniversitesi’ni tesis etmek… Sonra da?

Muhabir: Evet, sonra?

Nuri Demirağ bu sırada geniş düzlüğe bakar, orayı işaret ederek konuşmasına devam eder.

Demirağ: Sonra… şu çayırın bir kenarında, muradına ermiş insanların huzur ve saadetiyle oturup kahvemi içerken; bir işaretle yüzlerce tayyarenin birden havalandığını görmek… (Aynı yapıt, s. 127-128)”

Nuri Demirağ, aynı zamanda bir eğitimci… Gök okullarda yetiştirmek istediği kişilerle ülkemizin geleceğini garanti altına almak istiyor. Bir milli eğitim bakanı gibi yeni bir eğitim anlayışı için yol göstermekte.

Konuşma bittikten sonra Yeşilköy’deki arı kovanları, gazetecinin ilgisini çeker.

Muhabir: Bu arı kovanlarının burada işi ne?

Demirağ: Epeyce oluyor… Bir gün buraya bir küme arı musallat oldu. Çocuklar ürkütüp kovmak istemişler… Mâni oldum ve işte bu kovanları yaptırdım. Şimdi içi mis gibi bal dolu olan bu kovanlarda hadsiz hesapsız arı yaşıyor. Çocuklara bu arılardan ibret alınız. Onun sevki tabii ile buraya gelişi ve burada üreyip genişlemesiyle size bir örnek oluyor. Siz de öyle, sayılamayacak kadar çoğalacaksınız. Esasen her havacı da arı gibi dostuna bal yapar, düşmanının canını yakar, dedim. (Aynı yapıt, s. 128)” Arılar ve kovanlar üzerinden verilen örnek olağanüstü güzellikte… Bu örnek okullarımızın tümünde duvarlara yazılıp öğrencilerin belleklerine işlenmeli.

Nuri Demirağ, bir ülkü adamı… Kendini ülkesine, ulusuna adayan biri… Ne yazık ki bu ülkü adamının hayallerini, ülkemizi yöneten siyasetçiler öldürdü. Onun ülkesine hizmeti, ufku dar ve emperyalistlerin gücüne bel bağlayanlarca engellenip sona erdirildi. Bunun için ne denli üzülüp öfkelensek azdır.

                                                                  Adil Hacıömeroğlu

                                                                  22 Ekim 2024

 

 

 

YENİDOĞAN ÇETESİ


Çete, çete, çete… Her yandan pıtrak gibi çete fışkırıyor. Çeteler her yerde: sokaklarda, mahallelerde, kentlerde, kasabalarda, okul çevrelerinde, sayrıevlerinde, belediyelerde, devlet dairelerinde, gümrüklerde, banka önlerinde, aşevlerinde, yiyeceklerimizde, içeceklerimizde, tarla ve bahçemizde, cebimizde, yolgeçen hanı olan bazı sınır kapılarımızda, depremle yıkılan yerleşimlerimizde, yardım paralarının içinde, iş takibinde, ihalelerde, futbolda, bahiste, internette, sosyal medyada, siyasal partilerde… Her yerde, neredeyse yaşamımızın her alanında çeteler var.

13 Haziran 2024’te “Çeteler Her Yanda Cirit Atıyor” başlıklı bir yazı yazmıştım. Bu yazıyla önemli bir ülke sorunumuz, toplumsal gerçeğimiz olan çetelere değinmiştim. Bir şey değişti mi? Hayır... Bir değişecek iş mi bu?

Ülkemizde her alanda çeteler cirit atmakta. Polisiye önlemler, var olan ceza yasaları, uygulamada olan siyasal anlayışlar çeteleri engelleyemiyor. Tam tersine bilerek ya da bilmeyerek bu yasadışı oluşumların gelişip boy atması için ortam hazırlanmakta.

1980 Amerikancı darbesinden sonra Özallı yıllarda “Devleti küçülteceğiz.” sözünü işittik sık sık. Özal’dan sonra gelen hükümetlerden de aynı sözü işittik sürekli. Bu söze koşut olarak devletimiz küçültüldü, onun gücü zayıflatıldı. Halkın emeğiyle bin bir zahmetle oluşturulan KİT’ler yağmalandı hükümetlerin yandaşlarınca. Böylece devlet, devletliğini yitirmeye başladı.

2002’de, AKP iktidar oldu. AKP hem “Devleti küçülteceğiz.” korosuna katıldı hem de “Vesayet rejiminden kurtulacağız.” diyerek devletin kolluk güçlerinin, yargının yetkilerini kısıtladı. Onların caydırıcılığını yok etti. Kentlerde polisimiz, kendini koruyamaz duruma getirildi. Savcı ve yargıçlar adliye içinde tehdit edilir oldu. Toplumda cezasızlık algısı oluştu ne yazık ki.

24 Ocak 1980 ekonomik kararlarıyla kurulan liberal sistem, toplumumuzun tüm değerlerini, geleneklerini, aktöre kurallarını, kamucu siyaset anlayışını, güzel bir toplum oluşturma ülküsünü bir yana bırakarak paraya odaklı bir düzen kurdu. Zamanla iktidara gelen partilerin çoğu aynı siyaseti sürdürdüler. AKP döneminde bu sistem devlet otoritesini yok etmeye başladı. İktidar olanaklarını kullanarak köşe dönücülük hız kazandı. İktidar partisi aracılığıyla devlet olanaklarından yararlanma, parti yandaşlığıyla kendine ekonomik olanaklar sağlama sıradan bir iş durumuna geldi. Son yıllarda hızla varsıllaşanlara baktığımızda ya iktidar partisi AKP’nin yandaşı ya da CHP’li belediyelerle iş yapanlar.

Ne yazık ki TBMM’de temsil edilen partiler ideolojik zeminlerini yitirdi. En tepeden aşağıya doğru şöyle bir baktığımızda partilerin yönetim kademelerine, siyasal birikimi olan kişi yok gibi. Üzülerek söyleyeyim ki partiler; laf ebelerinin, karşı tarafa bağırarak hakaret edenlerin, kitap okuma alışkanlığı olmayanların, yakın tarihimizi bilmeyenlerin yönettiği yerler durumunda. Bazı yöneticilerin aktöresel sorunları var. Çoğunun ülkemizin geleceği için ülküsü yok! Birçoğu, işlerinde başarısız. Bu durum siyaseti bozup kokuşturmakta. Liberal anlayış, gittikçe çürüdüğü için kendine göre siyasetçileri üretmekte.

Yenidoğan çetesi, gündemimize bomba gibi düştü. Halkımızın duyarlılığı konuyu unutturacak gibi değil. Daha çok para kazanma uğruna bebekler öldürüldü. Öldürülmeyip sakat bırakılanlar var. Sayrıevlerinden sağlıklı çıkanlar üzerinden ilaç vurgunları yapıldı. Doktor, hemşire ve cankurtaran sürücüsünün kendi aralarındaki konuşmaları mide bulandırıcı. Yapılanlara, konuşulanlara bakılınca bu kişilere insan demek olanaksız. Çetenin başı olan kişi, önceden PKK ile ilişkiliymiş. Bu kişi özel sağlık kuruluşlarının yenidoğan servislerini kiralamış. Kısacası taşeron durumunda. Çok para kazanmak için sağlık kuruluşlarının sahipleri de olan bitene göz yummuş. Bu servisi denetleme gereği duyulmamış. Haksız kazanç, hepsinin ağzını sulandırmış. Ne yazık ki bu sağlık kuruluşlarından birinin sahibinin AKP döneminde sağlık bakanlığı yapmış biri. Bundan da anlaşılacağı üzere ciğer kediye teslim edilmiş.

AKP yönetimi yenidoğan rezaletindeki sorumluluğundan kaçamaz. Onun oluşturduğu laçka bir düzenin sonucu bu. Deşelenirse neler çıkar, neler… Çünkü para kazanmaya, emeksiz köşe dönmeye, devletin olanaklarıyla varsıllaşmaya dayalı bir düzende böylesi yolsuzluklar, insanlık dışı olaylara rastlamak çok da şaşırtıcı değil.

Yenidoğan çetesinde olanlardan biri, CHP’den İBB meclis üyesi olmuş. Olay patlayınca partisinden ayrılmış. Aynı çetenin içinde olan diğer biri olan R.S. de 15 Eylül 2023’te, İstanbul’da CHP’li bir ilçe belediyesinde sağlık müdürlüğüne getirilmiş. Görüldüğü gibi sistem partileri yenidoğan çetesinde de kol kola.

Son yıllarda iki yakınım, özel hastanelerin yoğun bakımlarında yaşamını yitirdi. Önce devlet hastanelerine gittiler. Entübe edildikten sonra mahalle aralarında yer alan apartmandan bozma hastanelere sevk edildiler. Hatta birinin başında ben de vardım gece yarısı sevk edilirken. Acil servistekilere sordum: “Koskoca hastanede yoğun bakım yok da ufacık hastaneye mi gidiyoruz?” diye. Bir şey demediler. İki yakınım da bir ayı aşkın makineye bağlı olarak soluk alıp verdiler. Sonrasında solukları kesildi. Günlerce SGK, buralara para ödedi.

AKP döneminde devasa şehir hastaneleri yapıldı. Buralarda yapılması gereken yoğun bakım işini, mahalle aralarında ufacık hastaneler yapacaksa şehir hastaneleri niye var?

Atalarımız: “Perşembenin gelişi çarşambadan bellidir.” der. Ne güzel, ne doğu bir söz… AKP döneminde özel hastane sahibi Mehmet Müezzinoğlu ve Fahrettin Koca’yı sağlık bakanı yaptı. Özel hastanesi olan birinden kamu yararına iş beklemek saflık. Her iki bakan da özel hastanelerin önünü açtı. Bunu yaparken kamuya ait sağlık kuruluşları kan yitirdi sürekli. Ayrıca bazı sağlık bakanlarının özel hastanesi olan kimi tarikat ve cemaatlerle ilişkisi olduğu herkesçe bilinmekte. AKP döneminde özel hastanelerin altın dönemini yaşadığını söyleyebiliriz.

Yenidoğan çetesi ile ilgili CİMER’e ilk ihbar 27 Mart 2023’te yaldı. Bu ihbarın savsaklandığı ortada. İhbar yapılalı bir buçuk yılı geçti. Bu kadar süre niye beklendi. Bu süre içinde acaba kaç çocuk öldürüldü çete tarafında? Bu gecikme sırasında SGK’dan hortumlanan para ne kadar? Bu ihbarı geciktirerek işleme sokan yöneticiler için herhangi bir soruşturma açıldı mı?

İstim üstündeyken ülkemizin tümündeki sağlık kuruluşları incelenmeli. Hangi hastalıktan olursa olsun yoğun bakımlarda yaşamını yitirenlerin durumu araştırılmalı. Bu hastanelerin SGK’dan aldıkları paralar gözden geçirilmeli.

Ne yazık ki ülkemizde en çok savsaklanan iş, denetleme… Denetlemeler üstünkörü, yasak savmak için yapılmakta. Bu nedenle denetlenen kurumlarda yasadışı işler yapılıyorsa bunu anlamak epeyce zor. “Bana dokunmayan yılan bin yaşasın.” anlayışıyla yasadışılığı görüp fark edenler de genellikle susmakta. Çünkü yolsuzluk çeteleri çok güçlü… Güçlerini siyasetten, bürokrasiden, ceplerindeki paradan, yanlarından ayrılmayan beslemelerden almaktalar. Böyle olmasaydı savcıyı tehdit edecek cüreti nereden alacaklardı?

İşin çözümü, devletçilikte… Özellikle sağlık, eğitim başta olmak üzere devletçiliğe yeniden ivedilikle dönmeli. Devleti küçültmek değil, büyütmek gerek.

                                                                  Adil Hacıömeroğlu

                                                                  19 Ekim 2024

YAHYA SİNVAR


Tam adıyla Yahya İbrahim Hasan Sinvar… Sinvar, 1948 savaşından sonra İsrail’in işgal ettiği Aşkelon’dan Gazze’ye sürülen bir ailenin çocuğu olarak 29 Ekim 1962’de, Han Yunus’taki mülteci kampında doğdu, orada büyüdü. Yaşama gözlerini açtığında yurtsuzluğun acısıyla karşılaştı. Eğitimini Gazze İslam Üniversitesinde tamamladı. Arapça alanındaki çalışmalarıyla lisansını bitirdi.

1989’da iki İsrail askerinin ve işgalcilerin işbirlikçisi olarak görülen dört Filistinlinin kaçırılmalarını sağlamak, onları öldürmek suçlamasıyla İsrail tarafından dört kez yaşam boyu hapis cezasına çarptırıldı. Tam tamına yirmi iki yıl İsrail tutsakevinde kaldı. Türlü baskılara ve işkencelere dayanıp ayakta kaldı. Tüm olumsuzluklara karşın umudunu yitirmedi. Burada İbraniceyi öğendi. İsraillilerin davranışları, gelenekleriyle ilgili bilgi edindi. Tutsaklığı sırasında oradaki Filistinlilerle dostluklar oluşturdu.  

2011’de Hamas’ın tutsak ettiği bir İsrail askeri karşılığında, 1026 kişiyle özgürlüğüne kavuştu. Gazze’ye geldikten sonra burada Hamas’ın yöneticisi oldu. Tıpkı kendisi gibi mülteci kampında doğup büyüyen İsmail Haniye’nin (İsmail Haniye’nin büyük dedesinin Yozgat’tan Filistin’e giden bir Osmanlı askeri olduğunu belirtelim.) İsrail tarafından 31 Temmuz 2024 günü, İran’da öldürülmesiyle onun yerine Hamas’ın liderliğine getirildi.

Yahya Sinvar: “Yaşlı develer gibi, kalp krizinden ya da trafik kazasından ölmekten korkuyorum. Allah yolunda, dinim, vatanım ve mukaddesatım için ölmekten korkmuyorum.” sözlerine uygun olarak can verdi. O, emperyalist saldırganlara karşı halkıyla omuz omuza verip çarpışarak çok istediği şehadete ulaştı.

ABD-İsrail sözcüleri ile basını, Sinvar’ın Gazze’deki tünellerde saklandığını savladılar. Oysa Sinvar, İsrail askerlerinin karşısına çıktı elindeki silahı ve el bombalarıyla. Filistinli gazeteci Muhammed Ebu Takiya: “Sinvar, aldığı ağır yaralarna rağmen son nefesine kadar işgalcilerle çatıştı. (18. 10.2024, Aydnlık.com.tr)” Kaçıp saklanan bir önder değil, bizzat düşmanla göğüs göğse çatışmaya giren bir kahramandı.

Sinvar’ın yanında dört savaşçı daha vardı. Takiya: “Sinvar, dört savaşçıdan ayrılıyor. Arkadaşları çatışmaya girince onları kurtarmak için bir başka binadan İsrail güçlerine el bombaları atıyor, ateş açıyor. SİHA da Sinvar’ı yaralı olarak buluyor ve vuruyor. (Aynı gazete)” Sinvar, arkadaşlarını korumak için öne atılıyor ve kendi canını hiçe sayıyor. Zaten kahramanlık da bu değil mi?

Sinvar’ın yüzünü örtmesi ise Siyonist saldırganlarca tanınmamak istemesinden. Çünkü onu tanısaydılar canlı yakalayıp tutsak almak isteyeceklerdi. O, tutsaklık yerine şehit olmayı seçti.

ABD ve İsrail, onu her yerde arıyordu tüm teknik olanaklarıyla. Düşman, onu bulamadı. Ancak o, düşmanı bulup çatıştı, topraklarını savundu. Düşmandan korkup kaçmadı.

Sinvar’ın öldürülmesinden sonra Filistin direnişi daha da yükselecek. Onu örnek alacak binlerce genç çıkacak. Ölümden korkanlar, ülkelerini savunabilir mi?

Atatürk, 25 Nisan 1919 günü Arıburnu’nda karaya çıkan düşmana ilk karşı koyan komutan. Aynı gün buyruğundaki 19. Tümen’e: “Size ben saldırı emretmiyorum, ölmeyi emrediyorum. Biz ölünceye kadar geçecek zamanda yerimizi başka kuvvet alabilir. (Falih Rıfkı Atay, Çankaya, BATEŞ Yayınları, İstanbul, 1984, s. 88)” İşte, Mustafa Kemal’i büyük komutan ve Atatürk yapan bu sözleri. Ölümü göze aldığı için büyük utkulara imza attı. Atatürk’ün bu sözü, ezilen ulusların bağımsızlığı ve özgürlüğü için savaşan birçok yurtsevere örnek oldu.

Ulusun kurtuluşu için ölümü göze alamayan önderler, büyük utkular kazanamaz, uluslarını bağımsızlığa ulaştıramaz. Savaşları teknoloji değil, ölüme meydan okuyanlar kazanır. Tıpkı Kurtuluş Savaşı’mızda kağnının kamyonu yendiği gibi.

Yahya Sinvar’ın adı, insanlığın emperyalizme karşı savaşında ölümsüz kahramanları arasına çoktan yazıldı. Siyonist saldırganların, canilerin Sinvarların, Filistin’de öldürülen çocukların kanında boğulmaları çok yakın.

                                                                  Adil Hacıömeroğlu

                                                                  18 Ekim 2024

 


DAVUT KORİDORU


13 Ekim 2024 Pazar günü serin bir güz akşamında evimizdeydik. Haberleri izlemekteydim. Birçok televizyon kanalında İran ve Hizbullah’ın İsrail karşısındaki güçsüzlüğünden, etkisizliğinden söz edilmekteydi kimi çok bilmiş gazeteciler, batıcı öğretim üyeleri ve NATO gücüne tapınan bazı emekli askerlerce. Bazıları ileri gidip İran’la İsrail’in danışıklı dövüş yaptıklarını savlamaktalar. Ne diyelim bu kişilere? Allah akıl fikir versin! Ne yazık ki batılı emperyalist merkezlere dayalı bilgilenme ve koşullanmalar çok ağır basmakta medyamızda.

Bazı televizyonlarda İsrail’in savaş gücüne övgüler yapılırken İran ve Hizbullah’ın beceriksizlikleri anlatılıyor. Özellikle İsrail’in hem İran hem de Lübnan’da yaptığı suikastlar üstünden yerden yere vurulmaktalar. Soğuk Savaş döneminde ve sonrasında ülkemizdeki İslamcıların, birçok ülkücünün, batıcılığı devrimcilik sanan kimi solcuların, her dönemde emperyalistlerin sadık bağdaşığı olan liberallerin belleğine İran düşmanlığı, mezhep ayrımcılığı yerleştirilmiş. Bu siyasal kümeler, İran düşmanlığıyla koşullandırılırken İsrail hayranlığı da benimsetildi.

Tam da ekranlardaki ABD-İsrail bülbülleri, efendileri için şakırken Hizbullah’ın İsrail’de bir askeri üssü vurduğu haberi düştü alt yazılara önce. İlk anda şüpheyle yaklaşıldı habere. Çünkü onlara göre İsrail yenilmez. Sonra haberin ayrıntılarına girildi. Görüldü ki İsrail’in yöneticileri de halkı da şaşkın… Ekranlardaki yorumcuların bazıları “ancak, yalnız, ama, fakat, lakin”le başlayan tümceler kurmaya başladılar. Çünkü ezberleri bozulunca ne söyleyeceklerini bilemediler. Ezberleri bozulup güvendikleri dağlara kar yağmıştı.

İsrail’in aşılmaz denen demir kubbesi yine aşılmıştı. İran’ın 1 Ekim saldırısıyla kevgire döndü demir kubbe. ABD, yeni bir hava savunma sistemi kuracak İsrail’e. Bu sistem kurulunca İran’a karşı harekete geçer Tel Aviv. Ancak İran’ın olası bir saldırıya çok sert karşılık vereceğini en iyi de ABD ve İsrail bilmekte. Tel Aviv, kendi kayıplarının açıklanmaması için büyük çaba harcıyor. Bu nedenle İsrail’e yapılan saldırıların sonuçları konusunda dünyanın sağlıklı bilgi alma olanağı yok!

İsrail birlikleri, gün ortasında İsrail-Lübnan sınırındaki yeşil hatta görev yapan Birleşmiş Milletler askeri birliklerine saldırdı. Onların oradan ayrılmalarını istedi Siyonistler. Oysa BM’nin oraya gelmesini İsrail istemişti 2006’da Hizbullah’tan korunmak için. Akşam askeri üsleri vurulunca da BM’ye başvurdular. Ne yaman çelişki değil mi?

İsrail-ABD severler, Tel Aviv’in 1 Ekim füze yağmuruna karşılık İran’a ne zaman yanıt vereceğini hesapladılar günlerdir. Hatta ben de uzun süredir gecenin üçünde, dördünde uyanıp televizyonu açıyorum; acaba İsrail nerede insan kırımı yapacak diye? Çünkü suçsuz günahsız insanları öldürmek onlar için alışkanlık oldu. İnsan kanı içtikçe semirmekte Siyonizm. Ancak bir gün gelecek bu kanın onları zehirleyip boğacağını düşünmemekteler.

İsrail; Batı Şeria, Gazze ve Lübnan’ı insansızlaştırmak için saldırmakta. Bu nedenle çoluk çocuk demeden öldürüyor. Çünkü buraları, topraklarına katacak. Bu arada fırsat buldukça Suriye’ye saldırmakta. Suriye’nin güneyinden, bu ülkenin doğusundaki ABD ve PKK/PYD işgalindeki toprakları Akdeniz’e bağlamak istemekte. Bunu kuzeyden yapmak ise bir sonraki adımı. Zaten Suriye’nin kuzeyinde ÖSO’nun denetimindeki bölge İsrail için bulunmaz bir nimet. Burada yuvalanmış ABD denetimindeki İslamcı teröristler, İsrail’in müttefikleri. Tel Aviv; zamanı gelince buradaki gücü, Şam’a karşı harekete geçirecek. AKP Hükümetinin İdlip’teki işgalcileri hâlâ koruyup kollaması ülkemizin aleyhine, İsrail-ABD’nin lehinedir. Bu nedenle İdlip’teki işgalcilerin buradan sökülüp atılması için Suriye ile her türlü işbirliğine girmeli AKP yönetimi. Çünkü İsrail’in yanında olan bir güç, Türkiye’nin karşısındadır. Bu yalın gerçeği anlamalı Tayyip Erdoğan ve hükümet üyeleri. İdlip’i elinde bulunduran güç, Davut koridorunun açılması için İsrail’in paralı askeri.

Davut koridoru, yalnızca İsrail’in bir düşü ya da hedefi değil. Bu koridoru oluşturmak, ABD’nin öteden beri amacı. Bunun için kullandığı güç de İsrail. Davut koridoruyla II. İsrail’in (Kürdistan’ın) kurulması amaçlanmakta. Böyle bir oluşum, ülkemizin bölünmesi demek. ABD-İsrail’in bu amacını, görmezden gelmek büyük bir aymazlık. Bu nedenle Suriye ile zaman yitirmeden görüşülmeli ve ABD-İsrail planları boşa çıkarılmalı.

Ne yazık ki medyamızın büyük bölümü, ABD yalanlarından oluşan Esat düşmanlığını bir demokrasi savaşımı olarak görmekte. Bu yalanların en çok zararı olan ülke ise Türkiye. Çünkü bu yalanlar söylendikçe Türkiye-Suriye ilişkileri olması gerektiği gibi kurulamıyor. Mezhepçilik üzerinden yorum yapanlar ise ABD’nin gönüllü askerleri.

Davut koridorunu engelleyecek tek güç, komşularımız ve ABD-İsrail karşıtı ülkelerle oluşturacağımız ön koşulsuz, sağlam ilişkiler. Türkiye, zaman yitirmeden bölgemizdeki ülkelerin tümüyle kalıcı ittifaklar oluşturmalı. Hiç kimse unutmasın ki başka Türkiye yok!

                                                                  Adil Hacıömeroğlu

                                                                  14 Ekim 2024

 


VAHDETTİN’İN İNGİLİZLERLE YAPTIĞI GİZLİ ANLAŞMA

    

Günümüzün ABD-İngiliz severleri, Padişah Vahdettin ve İstanbul hükümetlerin Kurtuluş Savaşı’nı desteklediklerini öne sürerler. Ancak İstanbul hükümetlerinin Ankara’da örgütlenen işgallere karşı bağımsızlık hareketini başarısız kılmak için çıkarttıkları onca iç isyanla ilgili de söyleyecek söz bulamazlar.

Atatürk’e karşı çıkmayı, onun yaptıklarını küçümsemeyi siyaset sanan kimileri sürekli Lozan’ın gizli maddelerinden söz ederler. Bu gizli maddelerin anlaşmanın yüzüncü yılı dolduğunda açıklanacağını söylediler. Ne yazık ki bu yalana inanan birçok yurttaşımız oldu. Yüzüncü yılı geçti anlaşmanın, ancak buna karşın gizli maddeler yok ortada. Bu kez yeni yalanlarla karalamaya başladılar Lozan’ı.

Ulusumuzun bağımsızlığının önderi Atatürk’e kara çalıp onun karşısına İngiliz teslimiyetçisi ve işbirlikçisi Vahdettin’den kahraman yaratmaktır tüm çabaları. “Lozan’ın gizli maddeleri olduğu” yalanını niye sakız gibi çiğnerler o zaman? Çünkü onların sahte kahramanları emperyalistlerle gizli anlaşma imzalamanın ustasıdır da ondan. Nasıl mı?

“15. Kolordu Kumandanlığına

Zat-ı şahanenin tasvibine iktiran (onayladığı) ve İngiliz murahhaslarıyla (delegeleriyle) sabık Sadrazam Damat Ferit Paşa arasında takarrür (kararlaştırılan) ve imza olunan 12/9/1919 muahede-i hafiye (gizli anlaşma) sureti bu kerre Dersaadet’ten elde edilmiştir. Teyid ve mevsukiyeti (belgelenmesi) için aslının ele geçmesine çalışılmaktadır. Mezkûr muahedename ber vech-i ati (adı geçen anlaşma aşağıdaki) 7 maddeyi ihtiva eylemektedir.

                                      Suret:

1-İngiltere hükümeti kendi mandası altında Türkiye’nin tamamiyet (bütünlüğünü) ve istiklalini deruhde eder (bağımsızlığını üstlenir).

2-İstanbul makarr-ı hilafet ve saltanat (hilafet ve saltanat merkezi) olacak ve Boğazlar İngiltere’nin murakabe (gözetimine) ve kontrollüne tabi tutulacaktır.

3-Türkiye müstakil bir Kürdistan teşkiline mümanaat etmeyecektir (engel olmayacaktır).

4-Bunlara mukabil Türkiye İngiltere’nin Suriye ve Elcezire’deki hâkimiyetini icabında muavenet-i fiiliye ibrazıyla temin ve hilafete manevi kudret ve selahiyetinin İngiltere’nin gerek Suriye havalisiyle ve gerekse Müslümanlarla meskûn diğer aksamda istimalini taahhüt eder.

5-Milli cereyanların önüne geçebilmek için Türkiye’de yeniden tesis edilecek olan nim meşruta (yarı meşruti) idareye karşı vuku bulacak aksülamelleri (tepkileri) İngiltere hükümeti teskin için bir kuvve-i zabıta tahsis edecektir.

6-Türkiye Mısır ve Kıbrıs üzerindeki bütün hukukundan feragat ederek hususi ve nim resmi mahiyeti haiz olan İngiltere hükümeti konferansta Türk murahhaslarının bu babdaki (konudaki) arzularını is’afa meyyal (yerine getirmeye eğilimli) olacak ve bunun kabulünü deruhte edecektir (üstlenecektir).

7-Sulh şeraitinin takarrüründen (kararlaştırılmasından) sonra Zat-ı şahane dördüncü maddedeki hususatı tevsi (genişletmek) için İngiltere hükümetiyle ayrıca bir mukavele teati edecektir. Bu mukavelenin ahkamı (hükümleri) mahrem (gizli) tutulacaktır. İşbu mukavelename Dersaadet’te müshateyn olarak tanzim (iki nüsha olarak düzenlenmiş) ve tarafeyn-i akideynce (imzalayan iki tarafça) teati ve kabul edilmiştir.  

                                      Heyet-i Temsiliye Namına Mustafa Kemal

                                                   3. Kolordu Kumandanı Selahattin

(Kazım Karabekir, İstiklal Harbimiz, 1. Cilt, Yapı Kredi Yayınları, 2. Baskı, İstanbul, Nisan 2008, s. 442-443)” Bu anlaşma bir yüz karasıdır hem Vahdettin hem de Damat Ferit için.

İngilizlerle gizli anlaşmayı, Sadrazam görevindeki Damat Ferit Paşa imzaladı. Padişah Vahdettin de onayladı. Feri Paşa, aynı zamanda Vahdettin’in anne ve baba bir kız kardeşiyle evli. Bu nedenle “damat” unvanına sahip. Daha sonra da Sevr’i imzalıyor İstanbul Hükümeti.

Yukarıdaki anlaşma metninin yoruma gereksinimi yok! Çünkü her şey çok açık… Hem vatana hem de millete ihanetin bilgisi bu. Emperyalizme, işgalcilere böylesine teslim olan ülke yöneticilerin ulusun bağımsızlığı ve özgürlüğü, yurdumuzun elden çıkan toprakları için kıllarını bile kıpırdatmayacakları çok açık.

Hilafetin nasıl da İngiliz çıkarları için kullanıldığını bu anlaşmadan anlıyoruz. Ayrıca Mısır ve Kıbrıs’ı geçici olarak İngiltere’ye veren II. Abdülhamit’ti. Bu gizli anlaşmayla Osmanlı Devleti, Kıbrıs ve Mısır’daki haklarından vazgeçiyor. Vahdettin, böylece ağabeyi II. Abdülhamit’in Türk ulusu aleyhine yarım bıraktığı işi tamamlıyor.

Vahdettin’in izinden giden AKP Hükümeti’nin Dışişleri Bakanı Abdullah Gül, 2 Nisan 2003’te tıpkı örnek aldığı kişi gibi ABD’li orundaşı Colin Powel’la 2 sayfa, 9 maddelik bir gizli anlaşma imzaladı. Demek ki bir siyasetçinin tarihten örnek alacağı kişiler çok önemli. Vahdettin’i örnek alırsan emperyalistlerle gizli anlaşmalar imzalar, ülkenin çıkarlarını hiçe sayarsın.     

İnsanoğlu, herkesi kendisi gibi sanır. Vahdettin de Abdullah Gül de emperyalistlerle gizli anlaşmalar yaptılar. Onların kitabında emperyalizmle savaş yazmaz. Bu nedenle Atatürk karşıtları, işgalcilerle savaşan kahramanların da kendi öncüleri gibi gizli anlaşmalar yaptığı yalanın yaymaktalar. Sonra da dönüp söyledikleri yalana inanmaktalar.

O zaman ne yapmalı?

Ne mi yapmalı? Atatürk’ü örnek almalı. Tıpkı onun gibi gizli, açık ihanet anlaşmalarını yırtıp atmalı. Atatürk’e dil uzatanlar, bin kez düşünsün. Dünya yüzünde emperyalizmi ilk kez yenen bir önder dururken kılavuzunuz karga olmasın.

                                                                  Adil Hacıömeroğlu

                                                                  13 Ekim 2024

 

 

 


İSTANBUL’DA AFGANİSTANLI BİR TÜRK, EMİN


Emin’i, arada sırada uğradığım bir aşevinde tanıdım. Ne zaman karşılaşsam güler yüzlü… Ne zaman görsem sıcak bakışlı ve sevecen… Ne zaman konuşsam öğrenme isteğiyle dolu… Aşevinde oturup çay içtiğimde çevremde dolanır, gözünü bardağımdan ayırmaz. Çayım bittiğinde anında yenisini getirir. Çay içerken bakışlarından benimle söyleşmek istediğini anlarım. Ben de bakışlarıyla verdiği iletiye uyarım.

Ülkemizde çok sayıda Afganistan’dan gelen insan var. Bir kısmı Türk kökenli... Emin, Afganistan’ın kuzeyindeki Cevizcan vilayetine bağlı Altıhoca köyünde doğup büyümüş bir Özbek. Yaşadıkları bölge; türlü meyve ve sebzenin, tahılın, bakliyatın, pamuğun yetiştiği bir yer… Ancak savaşın yıkıcı etkileri üretimi de pazarlamayı da oldukça etkilemiş. Bu bereketli topraklarda yetişen ürünlerin satışı çoğu zaman olanaksız olmakta. Çünkü ülkenin neredeyse tamamında devlet otoritesi yok! Yıllardır devletin yerini birtakım siyasal oluşumlar ve çeteler almış. Ülkede etnik, siyasal bölünmeler oluştu yıllarca süren savaş ortamında. Kendi tarihinin yanı sıra Türkiye tarihini de iyi bilmekte. Üst düzeyde Atatürk hayranı…

Emin, 2002 doğumlu… Afganistan’da 1980’den beri süren savaşın içinde doğmuş. Dokuz kardeşin en büyüğü… Bu nedenle sorumluluğu çok… Babası, savaş çıktığında bebekmiş, o da savaşsız bir ülkede yaşamanın nasıl bir şey olduğunu bilmiyor. Birbiri ardı sıra süren savaşlar; ekonomiyi, toplumsal yaşamı, siyasal düzeni, kültürel ve sanatsal gelişmeleri felç etmiş durumda. İnsanlar bombaların düştüğü, mermilerin yağmur gibi yağdığı topraklarda yaşam savaşı vermekteler. Üretim nerdeyse yok! Bu nedenle yoksulluk üst düzeyde...

Emin, ergenliğe girdikten sonra Türkiye’ye gelme yollarını aradı uzun süre. Yaşadığı köyden Türkiye’ye gidip gelenler vardı. Onlardan Türkiye hakkında çok olumlu sözler duydu. Kalkınmış, gelişmiş, ileri, iş bulma olanakları yüksek, çalışanların kazançlarının Afganistan’a göre oldukça çok olduğunu işittikçe onlardan, bir an önce yola çıkmaya can attı. Ayrıca Türk dizileri izlemekteydi boş zamanlarında. Dizilerde gördüğü ülkede yaşama isteği her geçen gün çoğalmaktaydı. Bir de kültürel yakınlık onu çekti Anadolu topraklarına. “Dilini bildiğim, iletişim ve anlaşma zorluğu çekmeyeceğim bir ülkeye gitmekten başka bir kurtuluş yolu var mı benim için?” diye soruyordu kendine.

Türkiye’ye gidip gelmiş köylülerinden nasıl ve hangi yollarla gidebileceğini öğrendi. Lisede okurken bu nedenle derslerine önem vermedi. Çünkü onun niyeti Afganistan’da okumak değil, Türkiye’de çalışmaktı hep. Bu nedenle insan kaçakçılarına vereceği parayı kazanmaya çalıştı. Kaçakçılar, bin dolara yakın para alıyorlar adam başına. Afganistan koşullarında bu parayı bulmak ya da biriktirmek olanaksız bir şey. Bu nedenle aile içinde bu paranın hiç olmasa bir bölümünü karşılamak için türlü yollara başvurdu. Çünkü bu parayı kazanmak için ülkesinde çalışacağı bir iş yok! Var olan işler de boğaz tokluğuna…

İnsan kaçakçıları genellikle Afganistanlı. Onları bulmak çok kolay. Çünkü burada yaşayan gençlerin neredeyse yüzde doksanı başka bir ülkede geleceğini aramayı kafasına koymuş. Bu nedenle bir iş koluna dönüşmüş insan kaçakçılığı.

Bir gün dedesi, Emin’i eski bir dostuna domates fidesi almaya gönderdi. Genç adam, fideleri almadan geri döndü ve dedesine: “Osman Dayı, para istedi fideler için. Parayı ver, gidip alayım fideleri.” dedi. Dedesi: “Ne parası bu? Ne oldu da yıllarca arkadaşlık ettiğim Osman benden para istemeye başladı? O, benden para istemez bu iş için…” diyerek öfkeyle koştu arkadaşına. Yanında torunu da var. Arkadaşı, dedenin öfkeyle geldiğini görünce durumu anlamış ve Emin’e dönerek: “Ben, sana para sözü ettim mi?” diye sorunca delikanlı çok utanmış. Dedesi, gerçeği öğrenince birazcık kızmış ona. Fideleri alıp birlikte geri dönmüşler. Böylece kaçakçıya vereceği paraya az da olsa katkı yapacak ilk denemesi başarısızlıkla sonuçlanmış.

Emin, vazgeçmeyip yeni çözümler bulmaya çalıştı. Dedesi hayvancılıkla uğraşmakta. Yaşadıkları bölgede en çok keçi yetiştirilmekte. Kaçakçıyla anlaştılar hangi gün yola çıkacakları konusunda. Yola çıkacakları Kasım 2019’un bir gününün sabahında dedesinin keçilerinden birini alıp sattı. Keçi parası onun yol harçlığı oldu. 750 doları da Türkiye’ye varınca çalışarak ödemeyi kabul ettiriyor insan kaçakçısına. Cebindeki harçlıkla Kabil’e giden otobüse biniyor. Bu yolculuk dokuz saat sürdü. Kabil’den Kandahar’a giderken savaşın, çatışmaların içine düştü. Bu nedenle aktarma yapmak zorunda kaldı. Bu yolculuğu, iki gün sürdü. Kandahar’dan Nimruz’a sekiz saatlik yolculuk yaptılar yanındaki kaçaklarla. İlk gidecekleri yer Pakistan. Çünkü Pakistan sınırından İran’a geçmek çok kolay…

Aynı köyden dokuz kişiler… Başlarında otuz yaşlarında Abuzer adında yerdeşleri var. Nimruz’dan başka kaçaklar da katıldı onlara. Eski, küçük bir kamyonete otuz kişi doluşup iki günde Pakistan sınırına geldiler. Nasıl mı? Dört kişi sürücünün yanına, sekizi sürücünün arkasındaki kapalı alana, on sekizi de kasaya sıkıştılar. Sınır bölgesi düz, çölümsü, kumlu bir arazi… Burası, Belucilerin yaşadığı bir yer…Yürüdüler karşıya geçmek için. Pakistan-İran sınırında önce dikenli tellerin altından geçtiler. Sonrasında sekiz metre derinliğinde bir hendek var. Bu hendeği birbirleriyle yardımlaşarak aştılar. Burada liderleri olan Abuzer’in ayağı çıktı. Arkadaşlarına yardım etmek zorunda kaldılar. Bu da onları, az da olsa yavaşlattı. Burada İranlı bir kaçakçıya teslim edildiklerinde tam tamına beş yüz kişi oldular. Kaçakçılar arasındaki iletişim, eşgüdüm, örgütlenme olağanüstü.

Yürüdüler bir süre. Sonrasında başlarındaki insan kaçakçısı, onları Tahran’a götürmek için binek taşıtlara bindirdi. Arabanın yüklüğünde tam beş kişilerdi ve kıpırdamadan, ses çıkarmadan yol aldılar. Ancak ne yapacaklarını, nereye gideceklerini söyleyip yönlendiren Afgan kaçakçı. Tahran’a gelinceye dek birçok yerleşim yerine uğradılar. Her yerleşim yerinde onları yönlendiren insan kaçakçısı ve onları taşıyan araba değişti. Tam on iki günde Tahran’a ulaştılar. Buraya gelene dek kaçakçılara adam başı 100 dolar verdiler. Büyükçe bir evde beş yüz kişi kaldılar bir süre. Tahran’ın bir ilçesinde dört ay inşaatlarda çalıştı.

Aynı köylü üç arkadaş, 2020 baharı geldiğinde bir insan kaçakçısıyla kişi başına 750 dolara anlaşıp yola çıktılar. Ancak Emin’de dört aylık kazancından biriktirdiği paradan başka para yok sayılır. Kaçakçıya, Türkiye’ye gidince çalışıp bu parayı ödemeyi önerince o da kabul etti. Bulundukları yerden Tahran’a gitmek için yola çıktılar. Tahran İstiklal Meydanı’ndan Tebriz’e hareket ettiler. Bir binek arabaya on altı kişi bindiler. Tebriz’den Urumiye’ye… Buradan dağ yollarına saptılar yürüyerek Türkiye sınırından geçmek için 10 genç Afgan ve 30 aileden oluşan bir toplulukla yola çıktılar. İçlerinde bir de Lübnanlı aile var. Ellişer kişilik kümelerle iki gün yürüdüler kaçakçının kılavuzluğu eşliğinde. Türk sınırını koruyan hendeği, yüksek duvarı jiletli tellere rağmen aştılar. Tam sınır karakolundan kurtulup rahatladıkları sırada Lübnanlı ailenin bebeği ağlamaya başladı. Sınır görevlileri sesi işitince elli kişiyi birden yakaladı. Sınır karakolunda iki gün kaldılar. İşlemleri yapılıp sınır dışı edildiler. Ancak kılavuzları tutuklandı.

Sınır dışı edildikten sonra biraz oyalandılar İran yanındaki dağlarda. İki gün sonra gecenin birinde yine sınırdan geçtiler ve sınırda nöbet tutan askerlerce yakalanıp bir gece alıkonulup yine İran topraklarına gönderildiler. Bir gece dağlarda kaldıktan sonra üçüncü denemelerini yapmaya karar verdiler. Sınırı geçtiler sağ salim, ancak sınır görevlilerince yakalandılar bu kez de. Yine bir gece karakolda kalıp sınır dışı edildiler.

İran dağlarında kaldılar bir süre. Sınırdan dördüncü kez geçmeye karar verdiler. 150 kişiler… Bu kez aileler yok yanlarında. Onların ayak bağı olduklarını düşündüler. Gündüz 16.00’da yola çıktılar. Saat 19.30’da tam sınırı geçerken İran askerleri ateş etmeye başladı. Can havliyle kaçtılar kurşunların altında. Kırk üç kişi önce duvarı, sonra hendeği geçti. Artlarına bakmadan yürümeye başladılar. Sabahın beşinde Van’ın bir köyüne ulaştılar. Köylüler, anladı kaçak olduklarını. Ekmek istediler köylülerden. Onlar da verdiler. İranlı insan kaçakçısı, onları Türk kaçakçıya teslim etti burada. Türk kaçakçı kırk üç kişiyi teslim aldığını Afganistan’daki kaçakçıya anında bildirdi.

Kırk üç kişi, bir dolmuşa doluşup Van merkezine geldiler. Dört daireli bir evin önünde indiler. Orada Pakistan, Bangladeş, Afganistan ve İran’dan daha önce gelmiş mültecilerle yedi yüz kişi oldular. Burada kaldılar bir süre. Yiyecek sorununu kaçakçı hallediyordu. Burada, ucuz besinlerle beslendiler bir süre. En büyük sorun ayakyoluna gitmek. Ayakyoluna gitmek için adlarını yazdırıp sıraya girmek zorundaydılar.

Van’da dört gün kaldılar. Kişi başı 300 dolara anlaşıldı yeniden. Van’ın bir köyüne götürüldüler. Yeni bir kılavuz verildi onlara. Burada kaldıkları 4. Gece yola çıktılar 45 kişi bir dolmuşa binerek. Arabayla yarım saat gittiler. Ardından yürümeye başladılar. Dağları, ovaları yürüyerek geçtiler iki gün boyunca. Bu sırada geçtikleri köylerden yemek dilendiler. Tatvan’a geldiler. Otogar çevresinde iki gece geçirdiler. 50 dolar fazladan vererek bir taksi tutup Erzincan’a gittiler. Burada Afgan kaçakçıya teslim edildiler.

Emin, Erzincan’a gelince rahatladı. Çünkü isteğine ulaşmış, Türkiye’de sınırdan uzakta bir yerdeydi. Van’da kalsaydı sınır dışı edilme tehlikesi çok büyüktü. Artık yaz mevsimiydi. 300 dolar arkadaşın, 350 de kaçakçıya borcu vardı. Olsun, çalışıp öderdi nasıl olsa. Yoldaki giderlerini arkadaşı karşılamıştı. İki gün dinledikten sonra inşaatta çalışmaya başladı. İki ay boyunca Afgan patronlara çalıştı. Bu süre içinde kazandığıyla Afgan kaçakçıya olan borcunu ödedi.

Çalıştığı yerden ayrılarak Türk yapsatçının yanına geçti. Dört ay da burada çalıştı. Burada kazandıklarıyla da arkadaşına olan borcunu ödeyince rahatladı. Türk yapsatçı her öğlende çalışanlarına tonbalığı yediriyordu. Emin, her gün balık yemekten bıkmış. Bir gün işverenine: “Her gün tonbalığı yemekten bıktık, başka yiyecek yok mu?” diye sorar. O günden sonra tonbalığının yerine domates, salatalık yemeye başlıyorlar. Bu kez de sürekli domates, salatalıktan bıkıyor. Bunu anlatınca gülüyor.

Emin’in Erzincan günlerinden unutamadığı bir anısı daha var. Bir gün işvereni ona: “Git, aşağıdan eşeği alıp gel” der. O da iner aşağıya eşek yok! 18 dairelik yapının her yanını dolaşır eşeği bulamaz. Yapsatçının yanına gelip eşeği bulamadığını söyler. Yapsatçı ve diğer çalışanlar uzun süre gülerler bu duruma. Ardından işvereniyle aşağıya inip eşeği alıp gelirler. Eşeğin canlı değil, ona öykünerek yapılmış basit bir yapı tezgâhı olduğunu öğrenir. Burada fayansçılığı meslek edinir.

Borçlarını ödeyince İstanbul’a gelmek ister. Bir arkadaşıyla Erzincan otogarına gelirler. Kimliği olamadığı için ondan bilet ederinin iki katını isterler. Arkadaşının kimliği, oturma izni olduğu için ona normal bilet keserler. Uzun süre pazarlık ederler ve yine de fazlaca para ödeyerek İstanbul’a gidiş biletini alıp İstanbul’un yolunu tutar. Kağıthane’de oturan yerdeşlerinin yanına sığınır. Ertesi gün arkadaşı Ali’nin aracılığıyla Beyoğlu’ndaki bir aşevinde iş bulup çalışmaya başlar.

Emin, sınırlardan geçip Türkiye’ye gelmeye çalışırken Afganistan’da rejim değişir. ABD askerleri ülkeden çekilir. Taliban iktidar olur. Yollarda debelenirken ülkesindeki siyasal gelişmeleri de izliyor.

İstanbul’da çalışmaya başladıktan sonra dedesine, keçisinin parasını fazlasıyla  gönderdi. On iki kişilik ailenin tek çalışanı. Ailesine düzenli para göndermekte. Parayı, ülkemizde oturma izni olan arkadaşlarının kartları üzerinden gönderiyor. Gönderdiği her yüz dolara iki dolar komisyon ödüyor.

Afganistan’ın durumuna üzülüyor. Kızların kesinlikle okumasından yana. En büyük düşü ise bir gün Türkiye’de oturma izni alırsa kendisinden küçük kız kardeşlerini yanına alıp okutmak. Kızları okumayan toplumların adam olmayacağını söylemekte.

Kendini, Türkiye’nin yerlisi olarak görmekte. İran, Afgan ve Türk işverenlerin yanında çalıştı. “Türkler hak yemiyor. Paranı zamanında öderler eline. İnsan değeri verirler bize.” diyor. Onu en çok çeken de ülkemizin toplumsal düzeni. “Kadın, erkek herkes çalışıyor burada. Ayrım yok! İnsanlara çok değer veriliyor.” diyor. Oturma izni olmadığı için düşük ücretlerle çalıştırıldıklarının farkında. Ancak bundan çok da rahatsız değil. Ev ve işinin arasında mekik dokumakta her gün. Hiçbir yere gitmiyor. Giderse de ona bir baba şefkatiyle yaklaşan işvereniyle gidiyor. İşvereni ise düzenli kitap okuyan gerçek bir Türk aydını. Ayrıca ülkemiz kalkınmasına katkıda bulunmak için arayış, çalışma içinde olan bir yurtsever.

Emin, Peştun ve Tacik kökenli Afganistanlıları ülkemizden şakacıktan kovuyor. Onlara: “Ne işiniz var Türkiye’de? Memleketinize gidin!” diyor. Onlar da: “Senin ne işin var burada?” diye sorunca o: “Bu ülke, bize Atatürk’ten miras kaldı. Onun için buradayım. Ben Atatürk’ün torunuyum, siz kimsiniz?” diyerek yanıtlıyor onları. Bunları her anlattığında kahkahalara boğuluyor. Timur ve Atatürk’ü önder olarak bellemiş. Raşit Dostum’a, sevgi ve saygısı sonsuz... Onu büyük kahraman olarak görmekte. Onun çalıştığı yere gittiğimde ve işi olmadığında bana Atatürk’le ilgili sorular soruyor. Türk abecesiyle okumayı bilmiyor. Farsça eğitim görmüş. Şimdi ona bizim dilimizde okuma yazma öğretmeyi, öğretmen arkadaşım Süleyman Ay’la iş edindik. Okumaya başladığında onun okuması için şimdiden kitaplar aldım. Okumayı tez sökeceğinden eminim. Ayrıca Emin, Afganistan’da Atatürk ile Emanullah Han’ın dostluğunun bir fidanı.

Emin’in yaşadıklarından anlaşılacağı üzere Afganistan’dan ülkemize gelen insanlar ellerini, kollarını sallayarak sınırdan geçmiyorlar. Bin bir türlü zorluğu aşarak ülkemize ulaşmaktalar, hem de canları pahasına. Mülteciler üzerinden siyaset üretmek çok yanlış... Bunun adı ırkçılık… Ancak savaşlardan kaçıp ülkemize sığınan insanların yurtlarından kopmamaları için hükümetlerin doğru siyasetler izlemeleri gerekir. Emperyalizmin saldırganlığına çanak tutulmamalı. Bu saldırganlıkla uzlaşılmamalı. Ülkesinde erinç ve barış içinde mutlulukla yaşayan insanlar, doğup büyüdükleri toprakları terk etmez. Ülkeler barış içinde olursa herkes kendi ülkesinde işe ve aşa kavuşur. Bundan da iyisi olur mu?

                                                                  Adil Hacıömeroğlu

                                                                  10 Ekim 2024