ANAFARTALAR’DA AVUSTRALYALI BOKSÖR


İngiliz ve Fransızlar, tüm çabalarına karşın Çanakkale’yi geçemediler. Cephede saldırlar durmuştu. Türk ve düşman siperlerinde sessizlik egemendi. Her iki taraf da birbirinden tutsak alma yarışındaydı. Düşman askerlerinin tutsak aldığı askerlerimizi şehit etmeleri askerlerimizi intikam almaya zorluyordu. Kimi Mehmetçiklerimiz de bu nedenle ele geçirdikleri düşmanlardan bazılarını öldürüyorlardı.

Atatürk, düşmanın saldırılarının bitmesinin nedenini merak ediyordu. Düşmanın suskunluğunun bir nedeni olmalıydı. İngiliz hatlarındaki suskunluğunun hayra alamet olmadığını düşünmekteydi. Bu olağanüstü durgunluğun, bir çekilmenin işareti olduğu kanısındaydı. Bu öngörüsünü kanıtlamak zorundaydı.

Mustafa Kemal, askerlerimizin intikam isteğini hafifletmek istiyordu. Ancak asıl öğrenmesi gereken ise düşmanın suskunluğuydu. Bu merakını gidermesine yardımcı olacak ise karşı taraftan bilgi almaktı. Bu, nasıl olurdu? Canlı yakalanacak düşman askerlerinden bilgi alınabilirdi. Bu nedenle bir buyruk yayımladı. Sağ esir, tüfek, makineli tüfek getirene ödül verileceğini buyurdu. Ödüller maddi ve manevi olabilecekti. Ödülün miktarı, getirilen tutsağın konumuna göre değişecekti.

Mustafa Kemal’in buyruğunu telefonla alan 12. Fırka (Tümen) komutanları, bu konuda askerleri bilgilendirdiler. Buyruğu alan Mehmetçikler harekete geçtiler. Bu kişilerden biri de Musa Onbaşı idi. Komutanı, canlı düşman askeri ister de o getirmez mi?

Musa Onbaşı; kısa boylu, zayıf, çelimsiz biriydi. Yanına güçlü kuvvetli iki er alarak keşfe çıktı. Düşman siperlerine yaklaşmaya başladılar. Gece, zifiri karanlıktı ve göz gözü görmüyordu. Gelibolu Yarımadası sessizlik içindeydi. Türk ve düşman siperleri gecenin koynunda soluklarını tutmuş bekliyordu. Gökyüzünde ay ve yıldız yoktu. Musa Onbaşı ve arkadaşları, sürünerek ilerliyorlardı. Çalı çırpının ellerini, yüzlerini çizmesine, giysilerine takılıp yırtmasına aldırış etmiyorlardı. Zaman zaman durup soluklanıyorlardı. Önlerini görmediklerinden düşman siperlerinden kendilerine doğru gelen iki kişilik keşif kolunu fark edemediler bile. Birbirlerine öylesine yaklaştılar ki kafa kafaya tosladılar. Bu sırada Musa, tosladığı düşman askerini boynundan sıkıca yakaladı. Düşman da boş durmuyor, peş peşe yumruklar vuruyordu Onbaşı’ya. Bizim keşif kolundaki Mehmetçiklerimiz, tüfek kullanmadan yakalamak istiyorlar düşman askerlerini. Düşman askerlerinden arkadan geleni kaçıyor gerisin geri.

Musa Onbaşı, gırtlağına sarıldığı düşman askerini bırakmıyor. Çekip götürmeye çalıştığı düşmanın boyu, neredeyse Musa’nın iki katı. Buna aldırış etmeden ve canını dişine takıp onu var gücüyle çekerek Türk siperlerine doğru getirmeye çalışıyordu. Çekip götürdüğü kişi, Avustralyalı bir boksördü. Durmadan yumrukluyordu Musa’nın yüzünü gözünü. Onbaşı’mızın yüzü gözü şişmişti. Ancak bu, kimin umurundaydı. Kartal pençesinin gücüyle yakaladığı avı bir an olsun bırakmıyordu. Pençeleşmiş parmaklarıyla avının gırtlağını sıkıca tutup çekiyordu onu. İki arkadaşına kendisini ayaklarından tutup çekmesini söyledi. Onlar da Musa’nın ayaklarına sıkıca sarılıp çekmeye başladılar siperlere doğru.

Musa Onbaşı, parmaklarını bir an olsun gevşetmez. Gece karanlığında arkadaşlarının yardımıyla iki metre boyundaki Avustralyalı boksörü Türk siperlerine sürükleyerek götürür, kendisi de sürünerek yapar işini. Bir yandan da görünmemek ve düşman ateşinden korunmak için dikkatli olmak zorundaydılar. Anlaşılacağı üzere çok zor koşullarda görevlerini yerine getirdi yürekli, içi yurt sevgisiyle dolu Onbaşı ve arkadaşları.

Musa Onbaşı’nın kahramanlığı kısa sürede işitildi. Mustafa Kemal, bu büyük kahramanın yanına getirilmesini istedi. Musa Onbaşı, yanında tutsak aldığı boksörle karargâha geldiler. Vakit, gece yarısıydı. Uzun boylu Avustralyalının yanında ufacık kalmıştı Onbaşı Musa. Atatürk’ün karşısına geçti tutsak alanla tutsak alınan. Atatürk, gururla ve sevgi dolu bir sesle “Aferin!” deyip sürdürdü sözlerini. “Onbaşı! Bu kocaman adamı nasıl sürükleyebildin?” diye sordu.

Kumandanının sorusu karşısında kızardı Onbaşı. Bakışları, Mustafa Kemal’in içine işledi. Anadolu’nun bu yürekli askeri, alçakgönüllü bir tavırla kumandanının sorusunu yanıtladı.

“Efendim karanlıkta karşı karşıya geldik. Sağ adam istemişsin. Tüfek kullanmadan bir sarmaş dolaş olduk. Ben onun imiğine yapıştım. O, beni boyuna yumrukladı fakat elimden kurtulamadı. Arkadaşlar ayaklarımdan çektiler. Ben de onun boğazından çektim. Siperimize kadar böyle sağ getirdim.” dedi Musa Onbaşı.

Atatürk, tutsağa nereli olduğunu sorar. O, Avustralyalı olduğunu söyler.

Atatürk: “Avustralya neresi, Türkiye neresi? Silahla memleketimize niye geldin? Bizimle ne alıp vereceğin var? Muharebe insani bir şey mi, insanlık için iyi mi?” diye soran boksöre.

Esir boksör, sorular karşısında kızarıp bozarır. “Ben sportmenim. Muharebe de bir spordur. Onun için askere yazıldım.” sözleri dökülür dilinden.   

Atatürk, tutsağın yanıtı üzerine gülerek: “Bizim Musa’nın sporunu nasıl buldun?” diye sorar.

Musa Onbaşı’yı tepesinden gören boksör, askerliğini unutup kasketini çıkararak yanıtladı Atatürk’ü: “Bu Türk askerini saygıyla selamlarım.” der. Sürekli yumruklamasına karşın elinden kurtulamadığını söyler. Musa’nın bileğinin gücüne hayran olduğunu belirtir.

Kahraman Musa’nın rütbesi, kumandanınca çavuşluğa yükseltildi. Avustralyalı boksörün ifadesi istihbaratçılarımızca alındı. Yılgınlığa kapılan tutsak, iki düşman tümeninin Selanik’e gönderildiğini söyledi. Düşman, çaktırmadan geri çekiliyordu. Düşman askerini sağ olarak ele geçirmek demek, düşman hakkında bilgi almak demek.

Mustafa Kemal’in öngörüleri, yine doğrulandı Musa Onbaşı sayesinde. Türk tarihi, büyük kahramanların öngörüleri, yüreklilikleri, özverileriyle yazıldı. Bundan sonra da tarihimizi, Atatürk’ün yolundan gidecek olan yeni kahramanlar yazacak. Bunun dışında bir şey düşünülebilir mi?

Not: Bu yazıda “Atatürk’ün Yaveri Cevat Abbas Gürer Cepheden Meclise Büyük Önder ile 24 Yıl, Derleyen: Turgut Gürer, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları” kitabından yararlanılmıştır.

                                                                  Adil Hacıömeroğlu

                                                                  29 Kasım 2024

 

 


HAVADAR KÖY OKULLARI


Türkiye’nin yıllarca en büyük sorunlarından biri, eğitim oldu. Eğitim sorunun çözüme kavuşturulup yaygınlaştırılmaması ve çağın gereklerine göre toplumun gereksinmelerine uygun insan yetiştirilememesi yüzünden ülkemiz, birçok alanda geri kaldı.

Eğitim konusu, Osmanlı döneminde de tartışıldı. Bu alanda yaşanan sorunlara çözümler arandı. Osmanlıda eğitim konusu tartışıldığında toplum ikiye bölünüyordu. Bir yanda geleneksel olanı korumaya çalışanlar, diğer yanda çağın gereklerine uymak için çaba gösterenler… Bu çatışma, yıllarca sürdü. Çoğu zaman tutucu kesimin dediği oldu ve eğitim, toplumu geliştirecek düzeye ulaşamadı.

Elimde Tevfik Güran’ın İş Bankası Kültür Yayınlarından çıkmış “Resmi İstatistiklere Göre Osmanlı Toplum ve Ekonomisi” adlı kitabı var. 1884-1885’te Osmanlı toprakları üstünde toplam 28.614 devlet ilkokulu var. Bunların 23.489’u bugünkü Türkiye sınırları içinde. Bu okulların çoğunun kentlerde olduğunu söyleyelim. O dönemde köylerdeki okul sayısı çok az. Gerçi bu kitapta köylerdeki okul sayıları yok! Bu okullarda 606.104’ü erkek, 248.737’si kız olmak üzere toplam 854.841 Müslüman öğrenci bulunmakta. Okullardaki gayrimüslim öğrenci sayısı ise 854.922 olarak verilmiş. Gayrimüslim öğrenci sayısına azınlık ilkokullarında okuyanlar katılmamış. Bu dönemdeki okullarda çağdaş eğitimin uygulandığı söylenemez. Çağın gerisinde bir eğitim söz konusuydu.

1884-85 yıllarında Osmanlı toprağı olan İşkodra, Kosova, Manastır, Selanik, Yanya, Akdeniz adaları, Musul, Zor, Halep, Suriye, Bağdat, Basra, Beyrut, Kudüs, Yemen, Bingazi ve Trablusgarp’taki okullarda okuyan hem Müslüman ve hem de Gayrimüslim öğrenciler istatistiklerde yer almış.

Cumhuriyet kurulduğunda köylerimizin çoğu okulsuz, yolsuz… Salgın hastalıklar kol gezmekte her yanda. Yoksulluk diz boyu… Yurttaşımız bir dilim ekmeğe muhtaç… Yıllardır süren savaşlarda halkımız, büyük kırımlara uğramış. Bu nedenle devletimizin kurucularının iş zor. Sağlıklı, eğitimli bir kuşak yetiştirmek sorumluğu üstlerinde. Köylerin eğitim sorunu ivedilik göstermekteydi.

7 Nisan 1924 tarihli Resmî Gazetede 442 sayılı Köy Kanunu yayımlandı. Bu kanunun 13. Maddesinin 15. Bendinde şöyle deniyor: “Köyde maarif idarelerinin vereceği örneğe göre bir mektep yapmak (yeniden yapılacak ise köyün en havadar bir tarafına yapılacak ve mektebin her halde bir bahçesi bulunacaktır.)” “Köyün en havadar yerine okul yapmak” nasıl da ince bir düşünce… Çocukların sağlığını korumak bu düşünceyle ön plana alınmış.

Yine yasaya göre bahçesiz okul düşünülmemekte. Çocukların oyun gereksinmeleri hesaba katılmış. Oyun oynamayan bir çocuğun duygusal ve düşünsel gelişimi olabilir mi?

Günümüzde birçok okulun doğru düzgün bahçesi yok! Özellikle kentlerimizde okulların çoğu, apartmanların arasına sıkışmış durumda. Böyle okulların havadar olmasından söz edilebilir mi?

Cumhuriyet’in kuruluş yıllarında ekonomik olanaklar çok kıttı. Buna karşın okulların en güzel yerlerde ve en güzel biçimde yapılmasını sağladı o zamanın yöneticileri. Bugün ise her türlü olanağın bol olduğu bir zamanda öğrencilerimizin kentin betonları arasına sıkıştırılmasına ne demeli?

Çocuk, gelecektir. Geleceğe yapılacak akıllı yatırımlar, ülkemizin sonsuza dek yaşamasını sağlar. Bunun tersini düşünüp yapmak ülkemiz hizmet olur mu?

                                                                  Adil Hacıömeroğlu

                                                                  27 Kasım 2024

HER KÖYE MESCİT YAPILMASINI İSTEYEN ATATÜRK


Emperyalistler, ürettikleri yalanlarla ülkemizdeki bazı Atatürk karşıtlarını kışkırtarak din üzerinden bir muhalefet örgütledi ne yazık ki. Bu kesimin tek silahı, yalanlar ve sahte belgeler… Resmi kaynaklara, gerçeklere sırtlarını döner bu kişiler.

Sahte belge oluşturma konusunda emperyalistlerin istihbarat örgütleri uzmandır. FETÖ, bu konuda emperyalistlerden eğitim almıştır. Ülkemizde birçok komployu, iftirayı yalanla ve sahte belgelerle yaptı. Bu sahte belgeler, öyle ustalıkla hazırlanır ki gören gerçeğinden ayırt edemez. Yaşamımız boyunca sahte belge ve yalanlarla sıkça karşılaştığımızdan bunları anlamak bizim için zor olmaz. Dindarlığından şüphe etmediğimiz birçok kişi de bu sahte belgeleri gerçek sanıp bilmeden emperyalist odaklara alet olur.

7 Nisan 1924 tarih ve 68 sayılı Resmî Gazetede 18 Mart 1924 tarihli, 442 sayılı Köy Kanunu yayımlandı. Resmî Gazete’

de 442 sayılı Köy Kanunu bölümüne bakıyoruz:

“Madde 13- Köylünün mecburi işleri şunladır:” diye bir başlık altında birçok yapılacak iş sıralanıyor. Bu maddenin 14. bendini okuyoruz 23. sayfada ve şöyle diyor: “14. Köyde bir mescid yapmak. (Yeniden yapılacak ise köy meydanının bir tarafına yapılacaktır).”

Mescitler, köyün neresinde yapılacakmış? Köy meydanına… Bunu isteyen kim? Atatürk önderliğindeki Cumhuriyet Hükümeti… Bir büyük yalan, Resmî Gazetedeki gerçeğe çarpıyor. Bu durum karşısında iftiracıların utanacağını sanmıyorum.

Gelelim ikinci yalana…

Atatürk ve Cumhuriyet düşmanlarının bazıları, medreselerin kapatılmasına tepki olarak ülkemizde cenazeleri yıkayıp namazını kıldıracak din adamının kalmadığını savlarlar. Ancak bugüne dek Türkiye’nin herhangi bir yerinde o dönemle ilgili ortada kalan bir cenaze bilgisi yok! Bu tamamen uydurma bir propaganda. Kim mi uyduruyor? 9 Eylül’de İzmir’den denize dökülenler ve onları destekleyen emperyalist güçlerle onların işbirlikçileri… Bakalım din eğitimi yapan kurum yokmuymuş?

Yukarıda belirttiğim Resmî Gazetede 430 sayılı Tevhid-i Tedrisat Kanunu yayımlandı. “Madde 4- Maarif Vekaleti yüksek diniyat mütehassısları yetiştirmek üzere Darülfünunda bir ilahiyat fakültesi tesis ve imamet ve hitabet gibi hidamat-ı diniyenin ifası vazifesiyle mükellef memurların yetişmesi için de ayrı mektepler küşat edecektir.” Bu kararla İstanbul İlahiyat Fakültesi hizmete girdi. Yasada belirtildiği gibi aynı doğrultuda okullar da onu izledi. 31 Temmuz 1933’te Darülfünun kapatılarak yerine İstanbul Üniversitesi kuruldu. İlahiyat Fakültesi de İslam Tetkikleri Enstitüsü olarak eğitimini sürdürdü 1992’ye dek. 1992’de ise adı yeniden İlahiyat Fakültesi oldu. Bu zaman içinde binlerce öğrenci bu okulda din eğitimi alarak ülkemize hizmet etti.

Yalan, bazılarına hoş gelir. Çünkü gerçek acıdır. Gerçeğin peşinden gitmekse her dürüst insanın görevi. Emperyalizme karşı savaş, yalnızca topla tüfekle olmaz. Onun yalanlarla yapamaya çalıştığı bozgunculukla da savaşmak gerek. Günümüzde emperyalizmin en büyük silahı, yalanlarla toplumsal algı oluşturmak değil mi?

                                                       Adil Hacıömeroğlu

                                                       26 Kasım 2024


CUMHURİYET’TEN ÖNCE BAŞLAYAN EĞİTİM DEVRİMİ

Atatürk, 1 Mart 1923 günü Meclis’in Dördüncü Toplantı Yılını Açış Konuşması’nda ülkemizin birçok sorununa değinerek yapılacakları anlattı. Eğitim konusuna önemli bir yer ayırdı bu konuşmasında. Eğitimin toplumumuzun gelişmesindeki öneminden söz etti. Ayrıca yıllar boyunca eğitimin ihmal edildiğini belirtti.

“Efendiler! Maarif hususundaki bir senelik mesaimiz dahi pek parlak olmamakla beraber, kuşatılmış olduğumuz müşkülata ve bilhassa vesait yokluğuna nispetle oldukça temas edilebilir neticeler vermiştir. Maarif Vekâleti’nce geçen bir sene zarfında Mütareke ve mücadele devrelerinin vilayet merkezlerinde kapalı bıraktığı darülmualliminlerden (Erkek Öğretme Okulu) on üçünün tekrar açılması, muhtelif livalarda yeniden on yedi erkek, iki kız idadisi açılması gibi olumlu işler görülmüştür. Bütün sene mekteplerdeki muallim boşluğunun doldurulmasına çalışılmış, kurtarılmış memleketeler mekteplerine öğretim kudreti ve milli hamiyeti denenmiş muallimler gönderilmiş, İstanbul ve Anadolu’da mevcudu kalmayan talimatnamelerin en lüzumlularından bir kısmı bastırılarak Maarif idarelerine gönderilmiştir. Geçen sene bütün vilayet ve livalarda Maarif kütüphanelerine parasız birçok kitaplar sevk edilmesi ve şehitlerin çocuklarına on beş bin kadar kitap dağıtılması da şu mesai silsilesine ilave edilebilir. Bu esnada muntazaman toplantılarına devam eden Telif ve Tercüme Heyeti ahalinin ve araştırma erbabının muhtaç olduğu eserlerden on beş kadar kitap telif ettirerek bunlardan bazılarını matbaaya vermiştir. (Atatürk’ün Bütün Eserleri, Cilt: 15, Kaynak Yayınları, Birinci Basım: Şubat 2005, s. 173)”

Türkiye yakılıp yıkılmış. Okullar, camiler, hükümet yapıları, sağlık kuruluşları, konutlar, usunuza ne gelirse işgalcilerce yakılıp kullanılmaz duruma getirilmiş. Kent, kasaba ve köyler yaşanmaz durumda. İşgalciler, meyve ağaçlarını kesip tarladaki ürünü ateşe vermişler. Birçok kişi, yaşadığı yerden göç etmiş daha güvenli yerlere. Bu nedenle geride kalan bağ bahçe, tarla, ev, ortak kullanım alanı olan yerler bakımsızlıktan iş göremez duruma gelmiş. On yıl boyunca süren savaşlarda binlerce insanımız yaşamını yitirmiş. Birçok köyde harmanı kaldıracak insan kalmamış. Bütün bu olumsuzluklara karşın ülkeyi kalkındırmak, ileri bir toplum yaratmak, yurttaşların gereksinmelerini karşılamak için kolları sıvadı devletimizin kurucuları yoklukları, olumsuz koşulları dert etmeyerek. Bu zor koşullarda yakılıp yıkılanı yapmak, buna koşut olarak da eğitimi ayağa kaldırmak için yoğun bir çalışma var.

Yurdun farklı yerlerinde ilk ve ortaokullar ile liseler açılıdı. Bir yandan kitaplar bastırılıp öğrencilere, evlere, halka dağıtılıyor. Şehit çocuklarının eğitimine öncelik tanınarak onlara sahip çıkıyor devlet. Açılan okullara öğretmen bulmak için olağanüstü bir çaba ve dikkat var. Atatürk’ün yukarıda aktardığımız konuşmasının bir bölümünde okullara atanacak öğretmenlerde bulunması gereken niteliği anlatırken kullandığı “milli hamiyeti denenmiş muallimler” sözü, çok önemli. Ulusal bir davranışla yurdunu, ulusunu ve evini koruma çabası göstermeyenlerin öğretmen olamayacağını söylemekte Büyük Önder. Günümüz için de çok değerli ve önemli bir saptama bu.

“Cephelerde subaylar saflarından boşalan yerlere mektepler, gençliğin yüksek ve aydın unsurlarını vermiştir. (Aynı yapıt, s. 173)” Bu tümceyle bir gerçeği anlatıyor Mustafa Kemal Paşa. Başta Çanakkale ve Sakarya savaşları olmak üzere birçok savaşta lise ve üniversitelerde okuyan gençler cepheye koşmuş, yedek subay olarak olağanüstü yararlılıklar göstermiştir. Birçoğu da geri dönmemiştir. On yıllık savaşlarda ülkemizin yetiştirdiği eğitilmiş, aydın insanlarımız yaşamını yitirmiştir.

“Pratik ve kapsamlı bir maarif için vatan sınırının mühim merkezlerinde asri kütüphaneler, nebatat ve hayvanat bahçeleri, konservatuvarlar, atölyeler, müzeler ve güzel sanatlar sergileri tesisi lazım olduğu gibi bilhassa şimdiki mülkiye teşkilatına nispetle kaza merkezlerine kadar bütün memleketin matbaalarla donatılması icap etmektedir. Bütün bu güzel şeylerin bir an içinde vücuda getirilmesi mümkün olmamakla beraber, mümkün olduğu kadar az zaman zarfında bu neticelerin elde edilmesi ehemmiyetle temenni edilmektedir. (Aynı yapıt, s. 174)” Atatürk. Burada kitaplıkların botanik parklarının, hayvanat bahçelerinin, atölyelerin, müzelerin, güzel sanatlar sergilerinin yurdun dört bir yanında açılmasını istemekte. Bu yolla hem öğrencilerin hem de halkın ileri bir eğitimden geçirilmesinden yanadır.

“Yeni sene zarfında memleketimizde ilk ve orta tahsilin mümkün mertebe ıslahı için Anadolu on beş öğretmen okulu bölgesine ayrılacaktır. Buralarda tam devreli birer sultani [lise-AH] mektebi ile iki yüz talebelik bir erkek ilk öğretmen okulu, bir de kız öğretmen okulu bulunacaktır. Bu mekteplerin eğitim öğretim heyeti yaklaşık altmış kişiye ulaşacaktır. Bu suretle memleketin muhtelif kısımlarında kuvvetli unsurlardan meydana gelen birer irfan merkezi kurulmuş olacaktır. (Aynı yapıt, s. 174)” Burada da anlatıldığı gibi öncelikle on beş bölgede kız ve erkek ilk öğretmen okullarının açılmasına karar veriliyor. Bu yolla yurdumuzda bir eğitim seferberliği başlatıldı. Kız öğretmen okullarının sayısının erkelerden az olmadığını görüyoruz. Böylece Türk kadının eşit koşullarda toplumsal yaşama girmesinin önü açıldı.

“…Mekteplerin tatilinde yirmi beş, otuz merkezde bütün köy imamlarını toplayarak kendilerine üç aylık bir tatbikat dersi vermeyi Maarif Vekaleti bu seneki teşebbüsleri arasına ithal eylemiştir. (Aynı yapıt, s. 174)” Görüldüğü gibi köy imamlarının eğitimi de gündeme alındı. Ne yazık ki o yıllarda birçok imam, dinsel bilgi ve uygulamaları tam olarak bilmiyordu. Bu nedenle onların uygulamalı eğitimine öncelik verildi.

Atatürk, konuşmasında yatılı okulların gerekliliğine vurgu yaptı. Sonrasında bunun yaşama geçirildiğini görüyoruz, Yoksul, yetim, öksüzlerle şehit çocuklarına yatılı okullar aracılığıyla kol kanat gerdi devlet. Yatılı okul sistemi, cumhuriyet eğitiminin temelini oluşturdu. Ne yazık ki Atlantik sürecine girildikten sonra bu sistem, önce yozlaştırıldı, sonrasında da ortadan kaldırıldı. Yoksul çocukların tarikat, cemaat, bölücü örgüt ve suç çetelerinin eline bırakıldı.

“Efendiler! Telif ve tercüme işleri milli hakimiyetin dayanağı ve milli kültürün en mühim yayılma vasıtasıdır. Şu iki maksada ait yayımları bu sene azami bir gayretle genişletmek için darülfünun müderrislerini de bu işe teşvik edecek esaslar hazırlanmıştır. Bir taraftan basılan ve yeniden telifi kararlaştırılan kitapları parasız olarak her tarafa dağıtmak ve halkı okumaya alıştırmak için hükümetçe mesai sarf edilecektir. (Aynı yapıt, s. 175)” Dünya klasiklerinin Türkçeye çevrilip yayımlanması için çalışmalara başlandı. Kitapların halka parasız olarak verilmesi ise halkçı-devletçi uygulamanın bir gereği.

Düşmanın İzmir’den denize dökülmesinin üstünden beş ay geçmemesine karşın Atatürk’ün eğitim konusunu bu denli önemseyip öncelemesi övgüye değer. Savaş sırasında yapılamayanlar konusunda bir özeleştirisi de söz konusu. Her yönüyle halka ve Meclis’e hesap veren bir lider o. Yapılamayan işler için kendince gerekçeler öne sürmüyor, savaşı bahane etmiyor. Günümüz siyasetçilerinin ders alacağı bir konuşmadır bu.

Ülke sorumluluğunu yüreğinde duyumsayan, halkla duygudaş olan bir devlet adamıdır Atatürk. Halk için yola çıkmış liderin halka hesap vermesi kadar doğal olan bir şey var mı?

                                                                            Adil Hacıömeroğlu

                                                                            24 Kasım 2024

                             

DÜŞMAN POLATLI ÖNLERİNDEYKEN YAPILAN EĞİTİM KONGRESİ


Atatürk, ülkemizin neredeyse yarısı işgal altındayken 15-21 Temmuz 1921tarihları arasında Ankara’da Maarif Kongresi’ni topladı. Çünkü eğitim işi, çok önemliydi. Eğitim alanında geri kalmış ülkelerin ayağa kalkması olanaksızdı. Kılıçla kazanılan utkular, kalemle desteklenmediğinde yitip giderdi. Bu nedenle Türkiye, kalemle savaşı da kazanmak zorundaydı. Kongre toplandığında Sakarya Savaşı henüz kazanılmamıştı. Büyük zorluklar ve utkular, önümüzde durmaktaydı.

Ankara’da savaşın tozu dumanı içinde toplanan Maarif Kongresi’nde açış konuşmasını Atatürk yaptı.

“Muhterem Hanımlar, Efendiler;

Harbi Umumi memleketimize bir mağlubiyet tevcih etti. Bunu vesile yaparak, düşmanlarımız, milletimizi tamamen imha etmek istediler. Buna karşı vukua gelen milli galeyana, Ankara, muazzam bir sahne oldu. Bizi yaşatmamak isteyenlere karşı yaşamak hakkını müdafaa etmek isteyen Türkiya Büyük Millet Meclisi, Ankara’da toplandı. Bugün, Ankara, milli Türkiya’nın milli maarifini kuracak olan Türkiya Muallimler ve Muallimeler Kongresi’nin toplanmasına sahne olmakla da iftihar etmektedir. Asırların yüklü olduğu idare ihmalinin devlette vücuda getirdiği yaraları tedaviye harcanacak gayretlerin en büyüğünü irfan yolunda hazırlamalıdır. (Atatürk’ün Bütün Eserleri, Cilt: 11, Kaynak Yayınları, İkinci Basım: Nisan 2005, s. 236)” Atatürk, konuşmasının ilk bölümünde ulusumuzun içinde bulunduğu olumsuz koşulları kısaca anlatıyor. Savaş alanlarında utku kazanılacağından çok emin Kemal Paşa. Bunun içindir ki irfan ordusunun yetiştirilmesi için kolları sıvıyor.

“… Şimdiye kadar takip edilmiş tahsil ve terbiye usullerinin gerileme tarihimizde en mühim bir etken olduğu kanaatindeyim. Milli bir terbiye programından bahsederken, eski devrin bütün hurafelerinden sıyrılmış doğudan ve batıdan gelen yabancı tesirlerden uzak ve milli karakterimizle orantılı bir kültür kastediyorum. Milli dehamızın gelişmesi ancak böyle bir kültür ile mümkündür. Yabancı kültür, eski usullerin yıkıcı tesirlerini artırır. Yaratacağımız kültür, milli kültür zeminiyle; o zemin ise milletin karakteriyle orantılı olmalıdır. Çocuklarımızı ve gençlerimizi yetiştirirken, birliğimize ve varlığımıza taarruz eden her kuvvete karşı müdafaa kabiliyetiyle donanmış bir nesil yetiştirmeye muhtaç olduğumuzu unutmayalım. Yeni neslin ruhuna bu vasıfları ve kabiliyeti aşılamak lazımdır. Bağımsız ve mevcut kalmak isteyen milletlerin felsefesi en bariz şekilde bu vasıfları tam bir şiddetle talep etmektir. (Aynı yapıt, s. 236-237)” Atatürk, bu bölümde toplumumuzun geri kalmasındaki önemli nedenlerinden birinin eğitim ve öğretim olduğunu saptıyor. Yüz yıllardır toplumumuzun sürekli gerilemesi ve buna koşut olarak ülkemizin büyük yıkımlar yaşaması, bu durumda olağan oluyor.

Eğitim, hurafelerden de başka ülkelerin etkisinden de uzak olmalı. Osmanlı döneminde yabancı okulların (Bunlara misyoner okulları diyebiliriz.) sayısı, yerli okullardan daha çoktu neredeyse. Bunun yanı sıra azınlık okulları da yurdumuzun her yanına yayılmıştı. Medreselerde ise din ağırlıklı eğitim söz konusuydu. B durumuyla ne ulusaldı ne de bilimsel… Eğitimde birlik yoktu. Çoklu bir eğitim sistemi toplumun bir amaç çerçevesinde birleşmesini engelliyordu. Eğitim hem doğunun hem de batının etkisinden uzak olursa ulusal bir niteliğe kavuşur.  Ulusal olmayan bir eğitim, toplumun yararına olmaz.

Nereden gelirse gelsin yabancı kültür, ulusal kültürü giderek yok eder. Ulusal değerleri ortadan kaldırır. Böylece ulusal kimlik giderek yok olur. Sonunda ulus ortadan kalkar. Tarihin derinliklerinde yer alan ve büyük uygarlıklar yaratmış birçok toplumun günümüzde ulus olarak var olmamasının nedeni bu.

“Biz bu kongrede eskiden beri çizilmiş alelade yollar üzerinde yürümek değil, belki yukarıdan beri vasıflarını ve şartlarını arz ettiğim milli kültür yolunda rehber olmak gibi mukaddes bir vazife bekliyoruz. (Aynı yapıt, s. 237)” Mustafa Kemal Paşa, ulusal kültürün gelişmesi ve egemen olması için öncülük yapmanın kutsal bir görev olduğunu belirtmekte.

“…Silahla olduğu gibi beyniyle de mücadele eden milletimizin, birincide olduğu gibi ikinci sahada da zafer kazanacağına şüphem yoktur. Milletimizin karakterleri kabiliyetlerle doludur. Bu tabii kabiliyeti geliştirecek usullerle donanmış vatandaşlar lazımdır. (Aynı yapıt, s. 237)” Ulusumuzun silahla olduğu gibi beyniyle de düşmana karşı savaşması gerekir. İyi yetişen yurttaşlar, ülkelerini geliştirip kalkındırır. Her alanda gelişmiş, ulusal kültürüne bağlı bir ülke; düşman çizmesi altında kalmaz.

Eğitimimiz ulusal, bilimsel, çağcıl ve laik olmalı. Bunlardan biri eksik olduğunda eğitimde amaca ulaşılamaz. Eğitimin ulusal olması, ona kimlik kazandırır. Kimliği olmayan bir şeyin varlığından söz edemeyiz. Kimliksiz ne kişi ne de toplum olur.

Düşman Polatlı önlerindeyken ve Ankara’dan top sesleri duyulurken bir eğitim kongresi toplamak, Atatürk’ün ülkemizin kurtuluşuna olan inancını gösterir. Onun yüksek öngörüsüdür tam bağımsız Türkiye’ye yaratan.                  

Adil Hacıömeroğlu

                                                                  22 Kasım 2024


ATATÜRK’ÜN ONARTTIĞI CAMİLER


Ne yazık ki ülkemizde kurtarıcımız ve kurucumuz Atatürk’e karşı olan küçük de olsa bir kesim var. Bu kişiler, kendilerini aşırı dindar olarak gösterirler. Din, Atatürk, Kurtuluş Savaşı, Cumhuriyet ve birçok konudaki bilgeleri temelsiz, dayanaksızdır bu kimselerin. Bilgileri; belgelere değil, söylencelere dayanır. Bu nedenle kendi toplumları, gelenekleri, tarihleri, ülke gerçekleriyle çatışırlar. Çoğu zaman nefret doludurlar ülkelerine karşı. Bunun içindir ki bu kişileri, emperyalistlerin yönlendirmeleri ve kullanmaları çok kolay olur.

Dinden geçinen birçok kişi, Cumhuriyet’in kuruluşuyla camilerin ahıra döndürüldüğünü, kapatıldığını, bazılarının da yıkıldığını savunur. Bu yalanların çoğu, ülkemizi yok etmek amacıyla önce İngilizler, sonra Amerikalılarca çıkarılıp yayıldı. Ne yazık ki bu kişiler; Atatürk, dolayısıyla Türkiye düşmanlığı yaparak emperyalistlere hizmet ederler bilerek ya da bilmeyerek.

9 Eylül 1922’de düşman, İzmir’den denize döküldü. Henüz Lozan imzalanmamış, cumhuriyet ilan edilmemişti. Türkiye doğudan batıya yanmış yıkılmıştı. Birçok kent, kasaba ve köy işgalcilerce yakılmıştı. On yıl süren savaşlarda insan yitiklerimiz çoktu. Bu nedenle köylerde harmanlar kaldırılamıyor, madenler işletilemiyor, ticaret gereği gibi yapılamıyordu. Ülkemiz ekonomik olarak tam bir çöküş yaşamaktaydı. İşte, bu zor koşullar altında Türkiye küllerinden yeniden doğuyordu. Bu da tüm ulusun üstün özverili katılımıyla oluyordu.

11 Ekim 1922’de Mudanya Ateşkes Antlaşması imzalandı. Bu anlaşmanın üzerinden beş ay geçmemişti ki Atatürk, 1 Mart 1923 günü Meclis’in Dördüncü Toplantı Yılını Açış Konuşmasında şunları söylüyordu:

“Efendiler, geçen sene zarfında Evkaf Vekaleti din ve hayır işleriyle ilgili binaların tamirat ve inşaatında oldukça mühim bir faaliyet göstermiştir. Vuku bulan tamirat yekunu, memleketin muhtelif noktalarına ait olmak üzere 126 cami ve mescidi şerif ile 31 medrese ve mektep, 22 su yolu ve çeşme, 175 akar ve 26 hamama ulaşmıştır. (Atatürk’ün Bütün Eserleri, Cilt 15, Kaynak Yayınları, Birinci Basım: Şubat 2005, s. 175)” Görüldüğü gibi işgalcilerce kullanılmaz duruma getirilmiş 126 cami ve mescit onarılıp kullanıma açıldı. Ayrıca 31 medrese ve okul kullanıma sokuldu. Buna koşut olarak su yolları, çeşmeler, akarlar onarıldı. Yoksul Türkiye, hızla yaralarını sarmaya başladı.

“1339 [1923] senesinde İstanbul’a ait olup şimdiye kadar teşkilatsızlık yüzünden ihmal edilen bentler tamiratı ciddiyetle nazarı itibara alınarak bu hususta bir kanun tasarısı tanzim edilmiş olup Heyeti Vekile’ye verilmek üzredir ve söz konusu kanunun yüce Meclis’çe tasdik edilmesi halinde İstanbul’da susuzluk tehlikesine maruz kalan ahalinin ve dini binaların su ihtiyacı mümkün mertebe hafifletilecektir. (Aynı yapıt, s. 176)” İstanbul’da işgalle oluşan hükümetsizlik, otoritesizlik yüzünden su kemerleriyle kimse ilgilenmemişti. İlk işlerden biri de su kemerlerinin onarımı gündeme alındı. TBMM’nin onay vermesiyle bu işin hemen halledilmesi düşünülmekte. Dinsel hizmette bulunan yapıların da bu onarım sonunda suya kavuşacağını belirtmekte Atatürk.

“Yekunu mühim bir miktara ulaşan Evkaf sarfiyatının hiçbir teftişe tabi olmadan icra edilmesi uygunsuz görüldüğü gibi durmadan halk tarafından vuku bulan şikayetlerin bir an evvel araştırılması mümkün olmamakta bulunduğundan yeniden Heyeti Teftişiye teşkilatı bütçeye konulmuştur. (Aynı yapıt, s. 176)” Burada vakıf harcamalarının denetlenmediğinden söz etmekte Atatürk. Bu konuda halkın çokça şikâyeti var. Halkın sesine kulak vererek buraların denetlenmesi için bütçeye ödenek kondu.

“Aylık yirmi beş, elli kuruş gibi cüzi bir meblağla hizmet etmekte olan hayrat hademelerinden 487 zatın maaşlarına şimdiye kadar 13.006 lira zam yapılmış ve bu sene zarfında bir o kadar lira zammı kararlaştırılmıştır. (Aynı yapıt, s. 176)” Vakıfların hayır işlerinde çalışmakta olan 487 kişinin aylıkları artırıldı. Görüldüğü gibi bunca işin arasında halkın hizmetinde olan emekçiler de düşünüldü.

Yukarıdaki gerçekleri okuyan iftiracı ve yalancıların bilmiyorum yüzleri kızarır mı? Emperyalistlerin ve onların işbirlikçilerinin iftiralarıyla ülkemizin kurucusuna asılsız suçlamalar yaptıkları için pişman olurlar mı?

                                                       Adil Hacıömeroğlu

                                                       21 Kasım 2024

 

TEĞMENLERE KIYMAYIN EFENDİLER


30 Ağustos 2024 günü Kara, Deniz ve Hava Harp okullarında mezuniyet törenleri yapıldı. Bu törenlere Cumhurbaşkanı R. Tayyip Erdoğan da katıldı. Derece alan öğrencilere anmalıklar verildi. Her üç okulda da birinciler kızlar oldu. Bu, Cumhuriyet’imizin kadınlara tanıdığı hakların ve onlara toplumsal yaşamda verdiği fırsat eşitliğinin bir kanıtı. Demek ki eşit haklar tanındığında kadınlarımızın yetenekleri ortaya çıkmakta.

Okullarını birincilikle bitiren üç teğmenin konuşmalarını dinledim. Üç teğmenimizin de Atatürk’ün düşünce sistemini içselleştirdiğini gurur duyarak gördüm. Askeri okullarda birincilik, yalnızca kuramsal eğitimle olmuyor. Uygulamalar da değerlendirmekte. Her alanda yetenekleri, bilgileriyle öne çıktı üç birinci teğmen. Bu nedenle ülkemizin yüz akı olan bu üç teğmenimizin değeri bilinmeli.

Harp okullarında birinci olan üç teğmen kızın başarısını içine sindiremeyen yobazların olduğu çok açık. Çünkü kadının çalışma yaşamında olmasını istemez bu Ortaçağ kafalılar. Onlar için kadın, erkeğin hizmetçisi konumundan dışarı çıkmamalı. Kadınların kendilerini yönetmesini istemez bu kişiler.

Teğmen kızların Kurtuluş Savaşı’mızda olağanüstü yararlılıklar göstermiş Kara Fatma, Şerife Bacı, Çete Ayşe, Gördesli Makbule, Tayyar Rahime, Halime Çavuş ve adı sanı duyulmamış nice kadın kahramanlarımızın izinden gittiklerini söylemeliyim. Türk kadını, tarih boyunca erkeğiyle yan yana, omuz omuza yaşamın her alanında yer aldı. Tarlada, yaylada, kışlakta, göçlerde, savaşlarda, kıtlıkta, salgınlarda, yazda kışta, baharda güzde, sağlıkta sayrılıkta, iyilikte kötülükte, çarşıda pazarda, sılada gurbette, varlıkta yoklukta, mutlulukta üzüntüde, acıda tatlıda birliktedir kadınla erkek. Yaşam her iki cinsin işbirliği, görev bölüşümü, sırt sırta vermesiyle yürüyüp gelmiştir binlerce yıl. Bu birlikteliği anlamayanlar, toplumumuzun küçük bir kısmı.

15 Temmuz darbe girişiminden sonra askeri okulların hepsinde yeni düzenlemeler yapıldı. Askeri liseler kapatıldı ki bu, büyük bir yanlıştı. FETÖ sızması, neredeyse tüm devlet kurumlarında görüldü. Bu kurumları kapattık mı? Askeri hastanelerin de kapatılması büyük yanlış. Bu, trafik kazalarını önlemek için tüm motorlu taşıtlara yollara çıkmayı yasaklamak gibi bir yaptırım. Evet, yollarda taşıtlar olmasa kazalar da olmaz. Oldukça mantıksız ve yaşama uymayan bir uygulama...   

Harp okulları Milli Savunma Üniversitesi çatısı altında toplandı. Ne yazık ki bu üniversitenin başına sivil bir profesör atandı. Bunu da onaylamak, doğru kabul etmek olanaksız. Askeri, asker eğitir. Harp okullarının tarihin derinliklerinden gelen birikimini yok saymak büyük yanlış.

TSK’dan ve askeri okullardan sökülüp atılan FETÖ, her zaman olduğu gibi yalanlarla saldırdı bu kurumlara. Özellikle de Atatürkçü görünen kesimi yanına çekmeye çalıştı uydurduğu yalanlarla. Harp okullarını bazı tarikat ve cemaatlerin ele geçirdiği yalanını yaydılar. Yeni alınan öğrencilerin bu dinsel kümelerden olduğunu söylediler. Konuyu iyi araştırmayan ve AKP’ye karşı muhalefet oluşturmak amacıyla FETÖ yalanına kolaylıkla inanan, her gün Atatürk fotoğrafı paylaşmayı Atatürkçü olmak sanan bazıları bu yalanın yayıcıları oldu. Zaten bu kesimde “Tayyip düşmanlığı” üst düzeyde. Tayyip Erdoğan’dan kurtulmak için kim olursa olsun, ister FETÖ isterse PKK fark etmez herkesle bir arada olmayı düşünen bir kesim bu. Bilerek ya da bilmeyerek emperyalizmin Türk askerini halkın gözünden düşürme, ordumuzu Atatürk’ten uzaklaştırıp güçsüzleştirme saldırılarına ortak oldular. Ne yazık ki harp okullarındaki öğrenciler üzerinde olağanüstü ve haksız bir baskı oluşturdular bu yolla.

Kara Harp Okulu öğrencileri, resmî törenden sonra 2023’e dek askeri okullarda okunan yemini ettiler. Sonunda da “Mustafa Kemal’in askerleriyiz.” diye bağırdılar. Bunun nedeni, onları tarikat ve cemaat üyesi olmakla suçlayan yalancılara bir yanıt vermekti. Eğitim yaşamları boyunca üzerlerinde oluşturulan baskılardan kurtulmaktı amaçları.  Ne yazık ki bunu bazı siyasetçiler ve hükümet üyeleri anlayamadı. FETÖ bu kez tavır değiştirerek bunların darbeci olduğu yalanını yaydılar. Ne yazık ki AKP içinde çok açık olmasa da FETÖ artıkları ve onlardan etkilenmiş önemli bir kesim var. Ayrıca yandaş basının içinde FETÖ etkisi ve Soğuk Savaş döneminin koşullanmalarıyla davranan çok sayıda gazeteci var. Teğmenler konusunu köpürtenler de bu kişiler.  Bunları anlamanın en kolay yolu, bu kişilerin azılı Atatürk düşmanları olmasıdır.  

Bir Harp Okulu öğrencisinin Mustafa Kemal’in askeri olması ve bunu dile getirmesi kadar olağan bir şey yok! Subayımız, Mustafa Kemal’in askeri olduğunda yurdunu savunabilir. Mustafa Kemal’in askeri olmayanlar 15 Temmuz’da görüldüğü gibi emperyalizmin askeri olurlar. Kara Harp Okulu mezunu teğmenlere soruşturma açılmış, onları çok sevdikleri yurt hizmetinden yoksun bırakmak için. Bu teğmenlerin içinde okul birincisi Ebru Eroğlu da var. Eğer bu teğmenler askerlik görevinden atılırsa buna en çok FETÖ, PKK ve ülkemize düşmanlık eden emperyalistler sevinir.

Sözüm, Cumhurbaşkanı Erdoğan ve Milli Savunma Bakanı Yaşar Güler’edir. Teğmenlere kıymayın! Kıyıp da FETÖ’cüleri sevindirmeyin. Çünkü FETÖ, harp okullarında Kemalist subayların yetişmesini istemez. Atatürk’ün olduğu yerde FETÖ de PKK da olmaz. Çünkü o ulusumuzu birleştiren en önemli öğe. Teğmenlerimizin yüreklerinden gelen güçlü sese ortak olmak için bağırıyorum: Mustafa Kemal’in askerleriyiz. Seksen beş milyon yurttaşımız bu sese katılırsa ülkemizin dirlik ve düzenini sağlayabiliriz.

                                                       Adil Hacıömeroğlu

                                                       19 Kasım 2024


ATATÜRK VE ARKADAŞLARI SİVAS’TA


Atatürk ve arkadaşları, zorlu bir yolculuktan sonra 2 Eylül 1919 Salı günü akşamüstü Sivas’a vardı. Onları coşkulu bir kalabalık karşıladı. Sivas’a beş kilometre kala çadırlar kurulmuştu. Sivaslılar, Atatürk ve arkadaşlarını burada karşılayarak kurtuluş umuduna umut kattılar. Bu umut, büyük bir inanca ve kararlılığa dönüştü. Mustafa Kemal ve yanındakiler, karşılayıcıları ve onların coşkularını bir kilometre uzaktan görmüşlerdi.

“…Şeyh Fevzi Efendi’ye, hep tasavvuftan, tarikattan bahsedecek değildim ya latife olsun diye:

-Efendi Hazretleri, bu kalabalığı pek beğenmedim. Bizi tevkif için olmasın?

Dedim. Şeyh Fevzi Efendi Hazretleri:

-Latife latif olmak gerek evlat…

Dedikten sonra ilave etti:

-Fakiriniz çok mesudum. Bu kalabalık bir nişanei sürurdur. Halk tezahüratla Paşamızı beklemektedir. Bu kadar kalabalıkla, meydanı dolduran atlar, arabalar, çadırlar, davul ve zurnalarla Mustafa Kemal Paşa Hazretleri tevkif değil, ancak istikbal olunabilir. Bunu fâli hayır addettim. İnşallahü tealâ bütün işlerimizde muvaffakıyet rehberimiz olacaktır. ((Mazhar Müfit Kansu, Erzurum’dan Ölümüne Kadar Atatürk’le Beraber, 1. Cilt, Türk Tarih Kurumu Basımevi-Ankara, İkinci Baskı: 1986, s. 204)” Görüldüğü gibi Sivas’a Atatürk’le gelenler, halkın coşkusundan çok mutludur. Bu durum hem Kemal Paşa’yı hem yanındakileri hem de halkı daha da yüreklendirir. Onların içi, umutla dolar.

Mustafa Kemal Paşa’nın otomobili kalabalığa yaklaşınca herkes birbiriyle yarışırcasına koştu kurtarıcılarına doğru. Halk; “Hoş geldiniz, safa geldiniz.” sözleriyle Kemal Paşa’yı, bağırlarına basıyordu. Birçoğu onun elini öpüyor, bazıları da ellerini sıkıyordu. Paşa, halkın isteklerine karşı koymuyor, büyük bir alçak gönüllülükle onların sevgi gösterilerine yanıt vermeye çalışıyordu. Alkış tufanı içinde yola koyuldular. Güneş battıktan sonra Sivas’a vardılar sonunda. Yurttaşlarımız ana caddenin iki yanına yığılmış, Atatürk’ü karşılıyordu coşkuyla.

Kemal Paşa ve beraberindekiler, doğruca liseye gittiler. Vali Reşit Paşa okulun kapısında onları karşıladı “Hoş geldiniz.” dedi ve ayrıldı. Konuklar, odalarına yerleşip biraz dinlendikten sonra yemeğe gittiler.

“Mustafa Kemal Paşa valinin bu hareket tavına bir ‘mim’ koymuştu. Yemeğe gelmeden:

-Diplomat vali. Şehir dışında bizi karşılasa işine elvermeyecek. Mektep kapısına gelmese bizi gücendirecek, ne yapsın?

Diyor ve… ilave ediyor:

-Haksız değil. Henüz bizim mi, İstanbul’un mu ağır basacağımızı kestiremiyor. (Aynı yapıt, s. 205)”

Yemekten sonra Mazhar Müfit Bey’le yalnız kaldığında yine vali konusunu açar Paşa:

“-Mütereddit olmasına rağmen, Reşit Paşa’nın daha çok bize taraftar olduğunu hissediyorum.

Dedi. Paşa’yı temin ettim:

-Reşit Paşa’yı Rumeli’nden ve yakından tanıyorum. İttihad ve Terakkinin faaliyete geçmesi sırasında kendisi Serez mutasarrıfı idi. Sultan Abdülhamid’e ilk telgrafı o çekmiştir. Bizden ayrılacağını ummam.

Dedim. Paşa da:

-Bakalım, göreceğiz.

Demekle iktifa etti. Paşa, yemekteyken bir ara Reşit Paşa’ya sordu:

-Mösyö Brüno nerede? Bizi tevkif için tertibat almakla mı, yoksa Sivas’ı istila ve işgal için ordu celbi ile mi meşgul?

Reşit Paşa, herhalde biraz üzülerek:

-Malatya’ya doğru firar ile meşgul.

Diyerek cevabını tamamladı:

-Erzurum’dan hareketinizi işittikten sonra, jandarmayı teftiş edeceğini söyleyerek Malatya’ya gitti.

Mustafa Kemal Paşa tılsımlı gözlerini Erzurum arkadaşlarının gözlerinde gezdirerek:

-Binbaşı Brüno, belki bir gün Sivas’a gelmek için bizden müsaade dahi istemeyi düşünecektir. Ve hatta bizden olduğunu iddia ve ispata çalışacaktır.

Dedi. Bu, Paşa tarafından belki Brüno için, belki: ‘Kızım sana söylüyorum, gelinim sen anla…’ kabilinden söylenmiş bir sözdü! (Aynı yapıt, s. 205)”

Kemal Paşa ve arkadaşları çok yorgundu. Dinlenmeleri gerekiyordu. Bu nedenle yemekten sonra odalarına çekilip uyudular. Yapacak çok işleri vardı. Sivaslıları coşkusu onları çok mutlu etmiş, fazlasıyla umutlandırmıştı.

Atatürk, her geçen önlerine çıkan engelleri bir bir aşıyordu. Engeller aşıldıkça kurtuluşa daha çok yaklaşılıyordu. O, ülkemizi doğudan batıya doğru aydınlatan bir güneşti. Hem de sonsuzluğa göçtükten sonra da ışığı artarak parlayan bir güneş…

                                                       Adil Hacıömeroğlu

                                                       18 Kasım 2024

 

 

 

KURTULUŞ YOLUNDA BİR NAKŞİBENDİ ŞEYHİ


30 Ağustos 1919 günü Atatürk ve arkadaşları, Erzincan’dan Sivas’a gitmek için yola çıktıklarında onlara, bu kentten Temsil Heyeti üyesi Nakşibendi Şeyhi Ahmet Fevzi Efendi (Baysoy) katılır. Peki kimdir Ahmet Fevzi Efendi?

1861’de (Bazı kaynaklarda doğum tarihi 1864 olarak geçmekte.) Erzincan’da doğdu Fevzi Efendi. Babası Nakşibendi Şeyhi Fehmi Efendi’dir. Terzi Baba dergahında yetişti. Babasından ve diğer din bilginlerinden eğitim aldı yaşadığı kentte. Çok genç yaştayken babası öldü. Onun yerine 1882’de Erzincan’daki Nakşibendi dergâhının postnişini oldu. Çevresinde sevilip sayıldı, halkın güvenini kazandı. Babasıyla İstanbul’a giderek II. Abdülhamit’i, ziyaret etti. Daha sonra aynı padişah tarafında siyasal nedenlerle zulme uğrayarak 1887’de Şam’a sürgün edildi. Sonrasında Erzincan’a döndü. I. Dünya Savaşı’nda Rusların Erzincan’ı işgali sırasında işgalcilere karşı direnince tutuklanarak Tiflis’e sürüldü. Tutsaklığı uzun sürmedi. Dokuz ay sonra kaçarak memleketine döndü.

Atatürk Erzurum Kongresi için Erzurum’a 9. Ordu Müfettişi olarak giderken Erzincan’a uğrar ve geceyi burada geçirir. Onu, 1 Temmuz 1919’da Şeyh Fevzi Efendi törenle karşılar. Anadolu’da, Mustafa Kemal Paşa’nın yanında yer alan ilk kişilerdendir. Bu bağlılığı yaşamının sonu dek (1924) sürer.

Erzurum Kongresine Erzincan delegesi olarak katılır ve Temsil Heyeti’ne seçilir. Fevzi Efendi, I. Meclis’te milletvekili olarak yer alır (23 Nisan 1920-16 Nisan 1923).

Mazhar Müfit Kansu ile aynı arabada Sivas’a doğru giderken ilginç konuşmalar yaşanır aralarında. Mazhar Bey’in Şeyh’le ilgili ilk izlenimlerini ve aralarında geçen konuşmaları şöyledir:

“Çok düşünüyor, az konuşuyordu. Nakşi tarikatı şeyh efendilerine mahsus kavuk ve libası ile seyahat ediyordu. Az konuşmasına rağmen daima nükteli cümleler tertip ediyor ve mümkün olduğu kadar arifane ve mutasavvıfane bir üslup kullanıyordu. Bilhassa daima:

-Fakiriniz.

Diye söze başlaması ve fevkalade mütevazı oluşu hakkında hemen bir hissi hürmet tevlit ediyordu. Jandarma subayının telaşlı ihbar ve mütalaaları, Mustafa Kemal Paşa’nın azim ve irade taşıyan heyecanlı kararı karşısında Fevzi Efendi de bihakkın metanet gösteriyor ve:

-Dersim eşkıyasının taarruzu ile emri hakka vüsul, şüphesiz mertebei şehadeti ihraz olur. Biz gazayi hak, bir gazayı vatan ve millet uğruna yola çıkmış bulunuyoruz.

Diyor, maneviyatımız takviye ediyor, boğazı geçerken sükunla tesbihini çekerek harekât halinde bulunan dudaklarından kendi kendisine dualar ettiği anlaşılıyordu.

Fakat, Allah’a bin şükür ki, hiçbir arızaya uğramaksızın birkaç saatlik heyecanlı bir seyahat sonunda çoktan boğazı geride bırakmıştık.

Fakat, bu, Paşa’nın arkadaşlarını bir defa daha ve bizim de karşılıklı olarak yine Paşa’yı ölüm tehlikesi karşısında yakından tanımamız için bir esaslı tecrübe olmuştu.

Paşa, hiçbir engel karşısında yılmayan bir iradenin ve arkadaşları da kayıtsız ve şartsız ona bağlılığın ve inanın sahibi bulunuyorlardı.

Gece konakladığımız köy evinde Paşa bu noktaya bilhassa temas ederek:

-Arkadaşlar hepinize ayrı ayrı teşekkür ederim. Ölümü göze alarak benden ayrılmadınız. Milli kurtuluş yolunda gösterdiğiniz bu feragatı nefisten dolayı hepinizi tebrik ederim.

Diyerek ilave etti:

-Milli dava ancak bu inan, bu irade ve azimle tahakkuk ettirilecektir. Yaşaması ve muzaffer olması gereken naçiz şahıslarımız değil, milli kurtuluşu temin edecek olan fikirlerdir. (Mazhar Müfit Kansu, Erzurum’dan Ölümüne Kadar Atatürk’le Beraber, 1. Cilt, Türk Tarih Kurumu Basımevi-Ankara, İkinci Baskı: 1986, s. 202-203)”

Şeyh Fevzi Efendi’nin yürekliliği, ulusal davaya inancı övgüye değer. Yazgı birliği yaptığı kişilerle şehit olmaya hazır olması ise başka bir övgü konusu. İstanbul’daki Şeyhülislam ise Mustafa Kemal ve arkadaşları için idam fermanları çıkarmaktayken Anadolu’daki din adamaları, kutsal kurtuluş davasında yerleri almışlardı. Bazı din kisveliler ise İngilizlerin isteği üzerine İslam Teali Cemiyeti’nde yerlerini alıyorlardı Kurtuluş Savaşı’mıza karşı. Ne yazık ki günümüzde dini siyasete alet edenlerin usuna, din adamı deyince yalnızca İslam Teali Cemiyeti üyesi ihanet şebekesi gelmekte. Oysa Anadolu’nun bağrındaki din adamları hem İngilizlere hem de onların işbirlikçisi Yunanlılara karşı en ön saflarda yerlerini alanlar uslarının köşesinden bile geçmez. Çok yazık değil mi?

                                                         Adil Hacıömeroğlu

                                                         17 Kasım 2024

SİVAS YOLUNDA YAŞANAN TEHLİKE


Mustafa Kemal ve arkadaşları; Erzincan’dan mutlu, umut dolu ayrıldılar. Halkın kurtuluşa olan inancı, onları çok mutlu etmiş ve umutlandırmıştı. Erzurum’dan yüklendikleri umudu, Erzincan’da çoğaltıp yolculuklarını sürdürüyorlardı.

“Erzincan’dan ayrılalı bir saat kadar olmuştu ve Erzincan boğazına girmek üzereydik. Bu sırada uzaktan birtakım işaretler verildiğini dürbünle görüyorduk. İşaret verenlere biraz daha yaklaştığımız zaman bunların jandarma zabit ve neferleri olduğunu gördük. Kendilerine iyice yaklaştığımız zaman:

-Durunuz...

Dediler. Durduk. Koşa koşa Paşa’nın otomobiline giden jandarma zabitinin telaşlı telaşlı bir şeyler anlattığını ve eli ile boğazı, etraftaki yalçın dağları gösterdiğini müşahede ediyorduk. Merak ettik. Arabadan inerek, Paşa’nın yanına gittik.

Jandarma zabitinin söylediği kısaca şuydu:

-Müsellâh (silahlı-AH) Dersimli çeteler boğazı kapattılar. Boğazı geçmek imkânsızdır. Merkezden kuvvet istedim. Kuvvet gelir gelmez hemen eşkıya üzerine hücum edip boğazı açacağım. Ancak bundan sonradır ki kafilenin emniyetle boğazı geçmesi mümkün olabilir. (Mazhar Müfit Kansu, Erzurum’dan Ölümüne Kadar Atatürk’le Beraber, 1. Cilt, Türk Tarih Kurumu Basımevi-Ankara, İkinci Baskı: 1986, s. 199)”

Durum ciddiydi. Dersim çeteleri, Kurtuluş Savaşı başlamadan boğmak istiyordu. Halkın işgalcilere karşı ayağa kalkması karşısında emperyalistlerin safında yer alıyordu bu çeteler.. Görev ertelenemezdi. Hele eşkıyaya hiçbir biçimde ödün vermek düşünülemezdi bile. Atatürk ve arkadaşları, kurtuluş için gemileri yakarken bu yola baş koymuşlardı bir kere. En küçük kararsızlık; yurdun her köşesindeki eşkıyayı, bozguncuları, işbirlikçileri yüreklendirirdi. Bu nedenle Kemal Paşa, tehlikenin üstüne yürüdü yaşamı boyunca yaptığı gibi. Jandarma subayını can kulağıyla dinledi. Sonrasından arabadan inerek sordu:

“-Eşkıyanın miktarı hakkında malumatınız var mı?

Zabit:

-Kat’i malumatım yok...

Cevabını verdi. Müteakiben Paşa’nın sualleri ve zabitin cevapları şöylece devam etti:

-Eşkıya boğazın neresinde mevzi almış?

-Usulleridir. Boğazın içine girmeye müsaade ederler. Kafilenin sonu geldiği zaman yolun iki tarafını birden kapatırlar.

-Yani biz boğaza gireceğiz, çıkmadan yolumuzun kapatıldığını ve arkamızın kesildiğini göreceğiz, öyle mi?

-Evet…

-Fakat ne eşkıyanın miktarı, ne de nerede pusu kurduğu hakkında sahih malumatınız yok.

-Müşahadeye müstenid malumatımız yok. İstihbaratımızı arz ettim.

-Merkezden ne kadar kuvvet istediniz?

-Bir tabur istedim. Bir iki bölük de gelse olur!

-Gönderdiğiniz haber kaç saatte buraya gelebilecek?

-Kıt’a hemen yola çıkarılırsa yarın burada olur.

-Boğazı temizlememiz ne kadar sürer? (Aynı yapıt, 200)” Mustafa Kemal’in astlarıyla konuşmasındaki kullandığı dilin, dilindeki inceliğin ilgi çekmemesi olanaksız. İnsanın mevkisi, işi, rütbesi ne olursa olsun oun varlığına saygı gösteriyor Ulu Önder. Jandarma subayı, son soruya yanıt veremez. Subayın söyledikleri varsayım. Oysa Kemal Paşa varsayımlara değil, olgulara göre davranır.

Mustafa Kemal Paşa:

“-Arkadaşlar, bu izahat ve telkine nazaran, Erzincan’a dönmemiz, eşkıyanın temizlenmesi ve boğazın açılması için günlerce beklememiz lazım geldiği anlaşılıyor…

Diyerek, mülakaatına devam etti:

-Biliyorsunuz ki işimiz acele. Sivas kongresine gününde yetişmek mecburiyetindeyiz. Yol programımızı değiştiremeyeceğimiz gibi, Kongre’nin açılmasını da geciktiremeyiz. Gecikmemiz, bilhassa yollarda eşkıya var, diye gecikmemiz Kongre’yi felce uğratır ve çığ halinde büyütülerek şayialarla Sivas’ta siyasi bir panik olur. Ben, her ne pahasına olursa olsun vaktinde Sivas’ta bulunmak icap ettiği kanaatindeyim. (Aynı yapıt, s.200-201)” Kemal Paşa, kararını vermiştir. Padişah fermanlarını dinlemeyen devrimci, eşkıyanın tehdidine mi pabuç bırakacak?

“Paşa sözlerinin bu noktasında sesinin tonunu biraz daha yükselterek ve heyecanlandırarak:

 Otomobilin birinde hafif mitralyözler var. Osman Bey [O zaman yüzbaşıydı. Generalken öldü. Osman Tufan merhum] ve birkaç arkadaş mitralyözleri ateşe hazır bulundurarak önden ilerlesin. Bizim arabalar da kendisini takip etsin. Etraftan gelecek ateşlere ehemmiyet vermeyerek otomobillerimiz bütün süratleriyle ilerlerler. Fakat önümüze eşkıya çıkar ve yol kapatılmış olursa o zaman da hemen otomobillerden atlayarak ve derhal birer mevzi edinerek mukabil ateşe başlarız.

Müsademe sonunda ya muvaffak oluruz yahut da ölürüz. Ancak, tavsiyem şudur ki, böyle bir hal vukuunda aramızda yaralanan ve ölenler bulunursa onlarla asla meşgul olmayacağız. Sağ kalanlar için tek kişi dahi olsa hedefi Sivas’a ulaşmak teşkil edecektir.  

Dedi ve gözlerimizin içine bakarak:

Benim kararım bu, sizler de kabul ediyor musunuz?

Diye sordu. İstisnasız:

-Tabii Paşam…

Dedik. Arabalara atladık. Paşa jandarma zabitine de şu emri verdi:

-Biz gidiyoruz. Allaha ısmarladık. İsterseniz siz de boğaza doğru mevcut kuvvetinizle ilerleyiniz. Biz bir müsademeye tutuşursak, belki bizi takviye edebilirsiniz. (Aynı yapıt, s. 201)” Burada Kemal Paşa’nın dilindeki inceliğe dikkat ediniz. Jandarma subayını buyruğundaki birlikle kendilerine katılıp ölümü göze alması için zorlamıyor. Ayrıca aldığı karar konusunda arkadaşlarının onayına başvurması da övgüye değer.

Mustafa Kemal ve yanındakiler ölüme meydan okuyarak kurtuluş yoluna çıktılar. Tehlikelerin üstüne gitmeden ve ölümü göze almadan kahraman olunmaz. Atatürk ve arkadaşları ulusun sonsuza dek yaşamasın için ölümü göze aldıkları için kahramandırlar.

Kimse karşı çıkmıyor Atatürk’ün bu kararına. Herkes silahını eline alıp ölümü göze alarak eşkıyanın üstüne gitti. Boğazdan kimsenin burnu kanamadan geçildi. Atatürk, bu kararında da haklı çıktı ve kazandı. Onu Atatürk yapan da ulusunu varlığını tehlikeye düşürecek konularda gözünü budaktan sakınmaması ve yurdu için canını vermeye hazır olması değil mi?

                                                                  Adil Hacıömeroğlu

                                                                  16 Kasım 2024

 

 

 

ATATÜRK ERZİNCAN’DA


Atatürk 29-30 Ağustos gecesini iyi geçirmedi. Ateşi yüksekti. 30 Ağustos sabahı erkenden uyandı. Kalktı yatağından hazırlanıp yola koyuldular. Çünkü akşama Erzincan’da olmak zorundaydılar. Gecikirseler Sivas Kongresi’ne zamanında yetişemeyeceklerdi. Yollar çok bozuktu. Arabalar ikide bir arızalanmaktaydı. Güç bela yol almaktaydılar. Zaman çok değerliydi onlar için. Yurdu kurtarma ülküsü, içgüçlerini ayakta tutuyordu.

“Paşa, öğle üzeri:

-Hiçbir yerde mola vermeyelim…

Diyerek emretti.

-Zaten peynir, ekmek, zeytin yiyecek değil miyiz? Arabalarda yenilsin!

Ancak, bu sayededir ki, arabaların arızaları yüzünden kaybettiğimiz zaman telafi ettik. Hatta, hiçbir yerde ve herhangi bir şartla yolda tevakkuf etmemek (eğleşmemek) için Paşa’nın emri vardı.

Buna rağmen Erzincan’a yakın bir su başında tevakkuf etmeye mecbur olduk. Zira, Erzincan mutasarrıfı ve ahzıasker (askere alma) kalemi reisi ile sair zevat, Mustafa Kemal Paşa Hazretlerini ve heyeti karşılamaya gelmişlerdi.

Bu su gazlı bir suydu. Belki de tahlili yapılmamış olduğu için ismi ve hususiyetleri memlekete meçhul en nefis bir maden suyu idi. Belki de “Kisarna”dan “Afyonkarahisar”dan daha faydalı olan bu sudan bir hayli içtik ve başında bir müddet mola verdik.

Paşa, mutasarrıftan ve kalem reisinden vaziyeti, halkın düşüncelerini sordu. İzahat aldı. Sonra, hep beraber yola düzüldük ve akşam karanlığı basmadan Erzincan’a girdik. (Mazhar Müfit Kansu, Erzurum’dan Ölümüne Kadar Atatürk’le Beraber, 1. Cilt, Türk Tarih  Kurumu Basımevi-Ankara, İkinci Baskı: 1986, s. 198)”

Yukarıdaki anlatımdan anlıyoruz ki Anadolu, Mustafa Kemal Paşa’nın önderliğini kabul etti. Onun çevresinde toplanarak ulusal gücü oluşturmak için seferber olmuştu halk. Halkın gücü, gittikçe büyümekte. Erzincan’ın ileri gelenleri ve halk, Kemal Paşa’yı kent dışında karşılayarak kurtuluşa olan umutlarını gösterdiler.

Yol boyunca yemek molası bile verilmemesi çok ilginç. Her konuda, her koşulda, her şeyden özveri söz konusu. Çünkü yitirilecek zaman yok! Bir an önce kurtuluş amacına ulaşmak için ivedilik gösterilmekte. Çünkü yurdumuzun birçok yöresinde halk, tutsak edilmiş. Düşman; kadın çocuk, genç yaşlı demeden insanımıza kıymakta. Köyler, kasabalar ve kentler yakılmakta. Ülkemiz düşman çizmesi altında inim inim inlerken yitirilecek bir tek saniye bile yok! Karşılayıcılarla Erzincan’a girilir.

Kalem reisi, konuklara yatacak yer hazırladı. Mutasarrıf, konuklarını akşam yemeğinde belediyede ağırladı. Gece yarısına dek yemekte kaldılar. Paşa, ulusal kurtuluşun amacını, yurdu kurtarmanın çarelerini anlattı sofrada. Her konuda açıklama yaptı, halkından hiçbir şeyi gizlemedi. Bu sırada Sivas’a bazı buyruklar yazdırdı telgrafla. Sofradaki Erzincan halkı, Mustafa Kemal Paşa’nın konuşmalarını dinledikçe kurtuluşa inandı.

“-Paşam, son damla kanımızı senin yolunda ve milletin kurtuluşu uğrunda akıtacağız…

Diyor, üstüne teminat veriyorlardı. Paşa, bu tezahürden fevkalade memnundu. Bunun içindir ki, sabahleyin erkenden yola çıkmak yerine halk ile temas etmeyi ve şehri dolaşmayı tercih etti. Ziyafet sofrasında Erzincanlıların verdiği teminat sanki bir parola halinde ve bir anda bütün şehre yayılmıştı. Paşa, kiminle temas ediyorsa, ondan:

-Vatan için canımızı fedaya hazırız.

Cevabını alıyordu. Paşa’nın cesareti artıyor, milli şuur ve inanın bu galip beraberliği hepimizin maneviyatını yükseltiyor ve Türk milletinin istiklal aşkının vatan sevgisinin ne ölçüde hesaba sığmaz bir azamet olduğunu belirtiyordu. Bu intibalar içinde, öğleden bir saat önce, mutasarrıfa, kalem reisine, belediye reisine ve şehir halkına veda ederek büyük milli tezahürat arasında vatan ve millet uğruna son damla kanını akıtmaya hazır bu kahramanlar diyarından ayrıldık. (Aynı yapıt, s. 199)” Görüldüğü gibi Erzincan halkının Kemal Paşa’ya ve ulusal kurtuluşa verdiği coşkulu destek, övgüye değer.

Temsil Heyeti üyelerinden Erzincanlı Şeyh Fevzi Efendi, Sivas Kongresi’ne katılmak üzere kurtuluş yolcularına katıldı. Mazhar Müfit Bey’in bulunduğu arabaya bindi.

Atatürk ve arkadaşları, koca bir ulusun düşmandan kurtuluş sorumluluğunun bilincinde olarak Erzincan’dan ayrıldılar. Erzurum’da tomurcuklanan umut, Erzincan’da filizlendi. Küçük bir köye uğradıklarında, bir pınar başında eğleşip yolcularla konuştuklarında bile filiz büyümekteydi yol boyunca. Atatürk’e en büyük gücü veren halkıydı. Bunun içindir ki yaşamı boyunca her fırsatta halkla konuştu. Derdini anlattı, dert dinledi.

                                                        Adil Hacıömeroğlu

                                                         15 Kasım 2024