TRUMP GAZA


Dün sabah bir video paylaşıldı görsel medyada. İzledim görüntüleri içim ürpererek, kanım donarak. Video, yapay zekâyla yapılmış bir Trump yapıtı. Görüntülerde üç sözde kahraman var: Trump, Netanyahu ve Elon Musk… Bu üç kahramanın ortak özelliği para tanrısına tapınarak insan kanı içip insan etiyle beslenmeleri.

Video, bugünkü yanmış yıkılmış Gazze ile başlıyor. Sokaktaki yıkıntılar arasından bombalardan, mermilerden kaçışan çocuklar, kadınlar var. Sokağın ortasında çaresizce yere oturan bir çocuğun başını okşayan, güya ona şefkat gösteren işgalci askerler görülmekte. Ardından dansöz giysileriyle oynayan kadın ve erkek Filistinliler ilgi çekmekte. İşgale karşı ölümüne savaşıp kendi topraklarını savunan Filistin halkını dansöz gibi oynatmak hem aktöresizlik hem de utanç değil mi? Yaşamının hiçbir döneminde insan olamayanlar, insanlığın direnişini anlaması zaten beklenemez.

Yeni Gazze’nin orta yerinde, altın renginde devasa bir Trump yontusu yer almakta her şeye egemenmiş gibi görünen. Peşi sıra yol boyunca dizilmiş, altın renginde Trump yontuları oturmuş durumda. Bu, normal bir oturuş değil; Gazze’ye çökmenin, el koymanın gösterisi. Bir egemenlik düşünü, dünyaya duyurma, kabul ettirme görüntüsü. Yontuları izlerken yaldızlı ışıltısıyla Trump Gaza yazısı beliriyor bir gökdelen otelin önünde. Sonrasında gökten para yağarken ikinci kahraman(!) Elon Musk görünüyor Gazze sokaklarında sağa sola bakınırken. Oturuyor yemek masasına karnını doyurmaya başlıyor. Çatal, bıçak yok; eliyle girişiyor yemeğe. İnsan kanı ve etiyle beslenen insanlık düşmanlarının uygarca yemek yemesi beklenir mi?

Musk’ın mide bulandırıcı yemek sahnesinden sonra üçüncü kahraman(!) Gazze Kasabı Netanyahu, Trump’la yan yana uzanıp güneşlenmekte ellerinde içecekleriyle. Sonrasında Trump’ın mikrofon başında konuştuğu görüntü çıkıyor karşımıza. En sonunda da Filistinlilerin yıkıntılar arasındaki topluca göçü gösterilmekte.

Çürüyüp kokuşan emperyalizm ve kapitalizmin efendilerinin tanrısı para. Parayı kazanmak için de hiçbir insanlık kuralını tanımamaktalar. İnsanlığın binlerce yılda oluşturduğu insanlık erdemleri, toplumsal aktöre hiçe sayılıyor onlar tarafından. İnsanlığın yüzyıllardır inandığı kutsal değerlerin onlar için bir önemi yok! Ne yazık ki emperyalist efendiler, parayı insan yaşamından üstün tutmakta. Üç kuruş için binlerce insanın yaşamına son vermek, yaşam alanlarını yakıp yıkmak, doğayı yok etmek onlar için çok olağan bir iş. Çünkü onların beyinlerinde paradan başka bir düş, gözlerinde dolardan başka görüntü yok!

Trump’ın yapay zekâya yaptırdığı video, bir insanlık ayıbı. İnsanlığını, paraya değişen zavallılığın dışa vurumu. Bu video yayımlandığı gün, Gazze de altı çocuk sokakta uyumak zorunda kaldıkları için soğuktan donarak öldüler. Paraya tapınma dinine inanan Trump, Netanyahu ve Musk’ın bu çocukların acısını duyumsadıklarını hiç sanmıyorum. Paraya tapınan insanların en büyük özellikleri duygudaş olmamaları. Çünkü duygudaşlık, insana özgü bir özellik...

Trump, Hitler’in kötü bir kopyası… Ayrıca çürüyerek kokuşmuş emperyalist sistemin temsilcisi. Sözcük dağarcığı elliyi geçmeyen biri... En çok “Aptal, harika, para, iyi iş çıkarmak…” sözlerini kullanmakta kurduğu iki tümceden birinde. Bir kişi, yaşamı boyunca yalnızca parayı düşünüp ona odaklanırsa duygudaşlığı da bilgisi de insanlık ülküsü de gelişmez. Bu tür kişilerin “insan” diye bir gündemleri, düşünceleri yok! İnsana özgü her şeye yabancıdırlar. Çünkü onlar insan ve tüm varlıkları para olarak görmekteler. Eğer içlerinde zerre kadar insanlık kırıntısı olsaydı Gazze ve Batı Şeria’da yapılan insan kıyımını duygusuzca izlerler miydi?

Atatürk, 13 Eylül 1920 günü TBMM’ye Halkçılık programını sunuyor. Programda vurgulanan bazı bölümleri anımsamanın, herkese anımsatmanın zamanıdır.

“2. Türkiye Büyük Millet Meclisi hükümeti hayat ve bağımsızlığını kurtarmayı yegâne ve mukaddes gaye bildiği halkı emperyalizm ve kapitalizm tahakküm ve zulmünden kurtararak irade ve hakimiyetin hakiki sahibi kılmakla gayesine ulaşacağı inancındadır.

3. Türkiye Büyük Meclisi hükümeti, milletin hayat ve bağımsızlığına suikast eden emperyalist ve kapitalist düşmanların tecavüzlerine karşı müdafaa ve harici düşmanlarla işbirliği yapıp milleti aldatmaya ve ifsada (fesada uğratma, karışıklık çıkarma-AH) çalışan dahili hainlerin tedibi (cezalandırma, haddini bildirme-AH) için orduyu sağlamlaştırmayı ve onu milli bağımsızlığın dayanağı bilmeyi borç sayar. (Atatürk’ün Bütün Eserleri, Cilt: 9, Kaynak Yayınları, Birinci Basım: Ekim 2002, s. 323-324)” Görüldüğü gibi ülkemizin kurucusu Atatürk Kurtuluş Savaşı öncesi Türkiye’nin asıl düşmanının emperyalizm ve kapitalizm olduğunu açıklamakta. Günümüzde de durum değişmemiştir. Türk ulusunun da başka ulusların da emperyalist saldırganlığa karşı durması bir insanlık görevi olarak karşımızda durmakta.

Trump Gaza’ya karşı gaza yapmak tüm insanlığın insanlık görevi değil mi?

                                                         Adil Hacıömeroğlu

                                                         27 Şubat 2025

 


YABANCI HAKEM


Bu akşam oynanacak (24 Şubat 2025) Galatasaray-Fenerbahçe maçını, Slovenyalı Slavko Vincic yönetecek. Orta hakem Vincic’in yardımcılıklarını da yine aynı ülkeden Tomaz Klancnik ve Andraz Kovacic yapacak. Şimdi bazı okurlarımızın “Türk hakemlerinin suyumu çıktı?” diye sorduklarını işitir gibiyim. Evet, Türk hakemlerinin suyu mu çıktı?

“Hakem” sözcüğünün anlamı TDK Türkçe Sözlük’te: “Tarafların arasındaki anlaşmazlığı çözmek için yetkili olarak seçtikleri ve üzerinde anlaştıkları kişi; yargıcı.” diye açıklanmakta. “Hakem” sözcüğü, “hâkim (yargıç) le aynı kökten gelir, anlamları da aynı sayılır. Bu kafayla yarın mahkemelere yabancı savcı ve yargıçlar atansın, dense şaşırmam. 85 milyonluk bir ülkede bir futbol maçını yönetecek bir hakem bulunamaz mı ya da bugüne dek yetiştirilemez mi?

Eğer bugüne dek önemli maçlarımızı yönetecek hakem yoksa bu, Türkiye Futbol Federasyonu’nun suçu. Birisi kalkıp “TFF yöneticileri de yabancı olsun.” derse ne diyeceksiniz?

Akşamleyin oynanacak Galatasaray-Fenerbahçe maçında, başta İstanbul olmak üzere ülkemizin neredeyse tümünde yaşam duracak. Maç başladığı anda sokaklarda kimse kalmayacak Kimi ekran başında, kimi ise radyolardan ya da değişik yayın kanallarından maçı izleyecek. Esnafların çoğu, erkenden kepenk indirecek. Maçtan sonra kazanan takımın yandaşları, sevinçlerinden yeri göğü inletecekler.

Bana sorulacak olursa yabancı hakemler, pek iğreti durmayacak bu akşamki maçta. Neden mi? Çünkü iki takımın da oyuncularının birkaçı dışında hepsi yabancı. Yani yabancı oyuncuların çoğunlukta olduğu iki takımın maçını yabancı hakemler yönetecek. Yabancı ülkelerdeki bazı takımlarda bizimkilerden daha çok Türk oynamakta neredeyse. Süper Lig’de yer alan takımların hepsinde durum aynı. Genç nüfusuyla övünen bir ülkede futbol takımlarında oynayacak yerli oyuncu yetiştiremiyor anlı şanlı takımlarımız. Uluslararası maçlarda başarısız olduklarında ise bin bir gerekçe üretmekteler. Genellikle yenilgilerinin nedenini hakeme bağlarlar. Sanki kulüp yöneticileri her şeyi doğru yaptılar da hakem onların haklarını yedi.

Osmanlı döneminde kapitülasyonlar vardı. Sömürgeci ülkelere verilen bu ayrıcalıklardan az çekmedik. Adli kapitülasyonlar nedeniyle yasadışı iş yapan yabancı uyruklu kişileri yargılayamazdı bizim yargıçlarımız. Bu nedenle tebaamız olan özellikle azınlıklardan birçok kişi yabancı ülkelerin yurttaşlığına geçerlerdi. Suç işlediklerinde o ülkenin pasaportlarını gösterir ve Osmanlı yargıçlarının kendisini yargılayamayacağını söylerlerdi. Böylece adaletin elinden kurtulurlardı. Osmanlı ülkesi, adli kapitülasyonlar nedeniyle neredeyse suç cennetine dönmüştü. Bağımsızlığımız, egemenliğimizi ayaklar altına alan kapitülasyonları kaldırmak için çok uğraş verdik. Lozan’da en çok tartışılan konu bu. Yabancılara tanınan iktisadi, adli ayrıcalıklar kalktıktan sonra topraklarımız üzerinde egemen olduk.

Yabancı hakemle kapitülasyonlar hortlatılıyor sanki. Bazı takımlarımızın yöneticileri uzun zamandır yabancı hakem konusunu dillendirmekteler. Bunda Türk’e, kendi yurttaşına ve ülkesine güven yok! Yabancı firmalarının temsilcisi olarak onların mallarını pazarlayarak varsıllaşmış kişiler, Türk’e güvenmeyip yabancıya güveniyor. Üretmek, marka yaratmak yerine tüketmeyi seçiyorlar yabancıların yararına. Ekonomide, tüm spor dallarında üretmeli Türkiye. Üretirsen kazanırsın.

Futbolcusu, antrenörü, hakemi yabancı olan takımların başkanları da yabancı olsun oldu olacak. Nedir bu yabancı hayranlığınız?

Atatürk, hastalığının ağırlaşması üzerine: “Beni Türk hekimlerine emanet ediniz.” demişti. Sözde Atatürkçü geçinen futbol takımlarının yöneticileri, siz takımlarınızı niye Türk hakemlerine emanet edemiyorsunuz? 

Not: Yazıyı tamamlayıcı nitelikteki aşağıdaki yazıların okunmasında yarar var.

1)   CEVİZ DE SALATALIK DA FUTBOLCU DA İTHAL https://adiladalet.blogspot.com/2015/01/ceviz-de-salatalik-da-futbolcu-da-ithal.html      

2)   ATATÜRKÇÜLÜK MÜ, AMERİKANCILIK MI? https://adiladalet.blogspot.com/2024/01/ataturkculuk-mu-amerikancilik-mi.html                   

Adil Hacıömeroğlu

                                                                  24 Şubat 2025

 

KEMALİZM’E DÖRT KOLDAN SALDIRI

 

Kemalizm, Türk ulusunun batı emperyalizminin ülkemizi işgaline karşı bağımsızlık savaşında ortaya çıktı. Demek ki Kemalizm; batıcılığa, emperyalizme, işgale karşı direnişin, savaşın ideolojisi. Mustafa Kemal Atatürk, tüm yaşamı boyunca batı emperyalizmiyle savaştı. Bu savaşında, hep ezilen ulusların yanında oldu emperyalizme karşı. Hiçbir zaman batılılardan buyruk almadı. Yaptığı her şeyi ulusuyla yaptı.

Kemalizm, yalnızca Türk ulusuna bağımsızlık yolunda kılavuz olmadı; sömürgeciliğe, emperyalizme karşı ayağa kalkan tüm ezilen ulusların esin kaynağı oldu. Bu nedenle emperyalistler, oldum olası Kemalizm’i ülkemizden, dolayısıyla dünya üzerinden yok etmek için olağanüstü bir çaba göstermekte. Özellikle birinci açılım döneminde, AB-ABD dayatmalarıyla bol bol demokrasi masalı dinledik. Bu süreçte en çok ilgimizi çeken şey, AB ve ABD sözcülerinin demokrasiye geçmemiz için döne döne yineledikleri “Kemalizm’den vazgeçin!” sözüdür. Çünkü ülkemizde Kemalizm’in kırıntısı bile olsa Türkler teslim alınamazdı. Türkleri teslim almanın, tarih sahnesinden yok etmenin tek yolu, onun bağımsızlık ruhunu oluşturan Kemalizm’i yok etmekti. Yok etmek de yeterli değildi onlar için. Türk halkını Kemalizm’e düşman yapmaktı asıl amaçları.

Dünyanın tüm ezilen uluslarına örnek olan Kurtuluş Savaşı’mızı hangi koşullarda, kimlere karşı, nasıl kazandığımızı çok tez unutturdular bize. Dün savaş alanlarında bizi yenemeyenler; “demokrasi, özgürlük, barış” şekerine sarılı Kemalizm düşmanlığı zehrini yedirdiler birçok kesime. Emperyalist boyunduruklarını, Kemalizm düşmanlığını yayarak yenilgilerini yengiye dönüştürmek istemekteler.

Emperyalizmin hizmetindeki PKK/DEM, her fırsatta Kemalizm’e saldırmakta. Kemalizm’in demokrasimizi yok ettiğini dile getirmekteler tıpkı emperyalist efendileri gibi. Kemalizm’e, dolayısıyla Cumhuriyet’imizin kurucu değerlerine küfretmeyi alışkanlık durumuna getirdiler. Buna koşut olarak Atatürk’e, batı emperyalizminin kışkırtmasıyla karşı çıkmış Cumhuriyet düşmanlarına da övgüler söz konusu.

PKK/DEM Atatürk’e, Cumhuriyet’e saldırır da HÜDA PAR geri durur mu? Bu feodal yobaz parti, geçenlerde Diyarbakır’da bir toplantı yaptı. Toplantıya Kemalizm karşıtlığı, düşmanlığı damgasını vurdu. HÜDA PAR “Kemalist zihniyetin ürünü darbe anayasası değiştirilmeli.” isteğini dile getirdi bu toplantıda. 12 Eylül Amerikancı darbesinin ve bu darbecilerin yaptığı anayasanın Kemalizm’le uzaktan yakından ilişkisi yok! Atatürk’ün vasiyetini değiştiren darbecileri, Kemalist olarak görmek/göstermek bilgisizlikten öte kötü niyettir.

“Kemalist resmî ideolojinin dayatmaları neticesi çıkan ve binlerce ölüme yol açan şiddet çözüm enstrümanı olamaz.” demekte HÜDA PAR. Devlet yönetiminde Kemalizm mi kalmış da dayatması olacak?

“Şeyh Said-i gibi Kürt alimlere yapılanlar için özür dilenmeli, mezar yerleri de açıklanmalıdır.” Şeyh Sait alimmiş… Peki, İngiliz desteğiyle ayaklanan Şeyh Sait ve kışkırtıcılarının yok yere öldürdüğü Kürtler, devlet görevlileri için kim özür dileyecek?

HÜDA PAR Gaziantep Milletvekili Faruk Dinç: “Kemalizm illeti bu memleketten çıkartılmadığı müddetçe bizim birlik ve beraberliği muhafaza etmemiz imkansızdır.” dedi. Kemalizm’e “illet” diyor AKP listesinden TBMM’ye giren vekil. Doğru diyor aslında… Kemalizm, batı emperyalizmine göre illettir. Sırtını emperyalizme dayamış feodal düzen artıklarının böyle düşünmesi de olağan.

Devlet Bahçeli’nin girişimiyle ikinci açılım dönemi başladı. DEM Eşbaşkanlarından Tülay Hatimoğulları ağzındaki baklaları çıkardı bir bir. Amaçlarının demokrasi değil, özerk yönetimler olduğunu söyledi. Bu özerk yönetimlerin Suriye’de de uygulanmasını önerdi. Bölücü parti, özerk yönetim ister de Kemalizm’e saldırmaz mı? Saldırır tabi ki… Çünkü ulus devleti yok etmek için Kemalizm’i ortadan kaldırmak gerek. Kemalizm, ulus devletin birleştirici harcı…

AKP içindeki bir kısım dinciler de sabah akşam Kemalizm’e yüklenmekteler, özellikle sosyal medyada. Bu kişilerin Kemalizm konusundaki bilgisizliklerine mi, bilgisiz değillerse kötü niyetlerinin ülkemize ihanete dönüşen düşüncelerine mi kızmalı bilmiyorum. Ne yazık ki AKP sözcüleri ne HÜDA PAR’ın ne de PKK/DEM’in bölücü söylemlerine karşı çıkamıyor. Çünkü HÜDA PAR’lılar, TBMM’ye onların listelerinden girdiler.

Atatürk’ün kurucusu olduğu CHP yöneticileri DEM’in bölücü söylemlerine kulaklarını tıkamış durumdalar. Çünkü seçim kazanma stratejileri tamamen DEM’in desteğine bağlı. Özgün bir seçim izlenceleri yok!

İktidar partisi AKP yazgısını HÜDA PAR’ın desteğine ve PKK/DEM’le yapacağı açılıma bağlamış. İktidar seçeneği gibi görünen CHP ise PKK/DEM politikalarına teslim olmuş durumda. Ayrıca iktidarı ne yazık ki Brüksel ve Washington’da aramaktalar. Kör bir batıcılığın pençesindeler. Her iki parti de Şeyh Sait, Seyit Rıza gibi Cumhuriyet düşmanlarına karşı anlayış(!) içindeler. Kemalizm hedef alınmış, Cumhuriyet değerleri ortadan kaldırılmış umurlarında mı?

PKK/DEM ve HÜDA PAR’ın Atatürk’e saldırılarına AKP de CHP de kör, sağır ve dilsiz… Niye acaba?

Ya bağımsızlık için savaşan Atatürk’ün ya da emperyalizmin desteğiyle antiemperyalist Cumhuriyet’e karşı ayaklanan Şeyh Saitlerin, Seyit Rızaların yanında olacaksın. Bunun orta yolu yok! 

Emperyalistlerin, Türkiye düşmanlarının dört koldan saldırıya geçtiği Kemalizm’e ülkemizdeki bazı siyasetçilerin düşmanlığı, bazılarının da suskunluğu niye? İnsan, kendine sormaz mı "Bu emperyalistler, yüz yılı aşkındır Kemalizm'e niye saldırıyor?" diye.

                                                                  Adil Hacıömeroğlu

                                                                  23 Şubat 2025

 

 

BİR ÇOCUK, BÜYÜKLERİNİ NE ZAMAN DİNLER?


Anne, baba, öğretmen ve birçok yetişkinin yakınma konusudur çocukların büyüklerini dinlememesi. Dinlemek, yaşı ne olursa olsun insanların öğrenme ve topluma uyumu konusunda çok önemli. Özellikle çocuklar, çevresindekileri dinlediklerinde daha çok öğrenir ve deneyim kazanır. Burada yakınılan “dinleme” konusu, daha çok öğütlere kulak asmamaktır. Bu yakınma, aslında çocuklarla büyüklerin ilişkilerindeki kopuşu da dile getirir.

Peki, büyükler ne yaparsa çocuklar onları dinler? Ya da kendilerini onlara dinletmek için neleri yapmamalı büyükler?

Büyükler, çocuklara bir şey anlatırken öncelikle kızmamalı. Kızgınlıkla söylenen sözler, çocukların belleklerini kavurup yakan bir od olur. Bu od, bellekleri yakarken anlamanın yerini, büyüklere karşı savunma dürtüsü alır. Çocuklara kızarak bir şey anlatmak, onların beyinlerine akıtılan bir ağı. O, beyni de algıyı da anlamayı da ağılayıp felç eder. Kızgın kişi, aynı zamanda azarlar da karşısındaki çocuğu. Kızgınlıkla azarlama; çocuğa dışlanma, sevilmeme, varlığına saygı duyulmama, istenmeme, değer verilmeme duygusunu uyandırır. Bunu yapan büyüğünün kendisini sevmediğini, düşman gibi gördüğünü düşündürür ona. Böyle bir durumda, çocuğun büyüğüne kulak verip dinlemesi olanaksız. Çünkü büyüğü, karşısındaki çocuğa bir şey anlatmak için onunla tüm köprüleri atmıştır. Köprüsü olmayan coşkun ırmaklara girecek çocuğun önünde boğulmaktan başka bir seçenek bırakmıyor bu yolu seçen büyüğü.

Bazı büyükler, çocukların diledikleri gibi davranmadıklarında, kendi sözlerini dinlemediklerinde onlara küserler. Bu, en tehlikeli bir ilişki, aslında ilişkisizlik türü.

Çocuğa küsmek ne demek? Bu, çocuğa verilen en büyük ceza… Çocuklar, büyüklerinin sevgi, saygı, şefkatlerine gereksinim duyar. Bu duygularla kendilerini güvende görürler. Onlara küsmek, onların güven duygularını zedeler. Böylece tutundukları yaşam dalı kırılıverir onların gönlünde. Bu da özgüven kazanmalarını engeller. Özgüvensiz birinin yaşam savaşımında başarılı olması olanaksızlaşır. Kısacası çocuğumuzu, kendi elimizle başarısızlık çukuruna atarız.

Çocukların yaptıkları ufak tefek yanlışları abartmamak gerekir. Büyük olsun küçük olsun her insanın yanlış yapabileceğini düşünmeli. Yanlış yapmayan kişi, doğruyu da yapamaz. Doğru da yanlış da yaşamın olağan akışı içinde birliktedir, tıpkı gece gündüz gibi. Bir varlığın, kavramın, davranışın karşıtı yoksa kendisi de yoktur. Çünkü dünyada her şey karşıtıyla var. Yaşam karşıtların birliği ve onların iç savaşımıyla var olur. Yanlışları, çocuğun öğrenmesi ve ders alması için fırsatlar olarak görmeli. Büyükler; pireyi deve yapmak yerine, deveyi pireye dönüştürmeli ve bunun için çaba göstermeli. Çocukların yanlışlarını abartmadan düzeltme yoluna gidilmeli. Bazı ufak tefek yanlışları da görmemek gerek.

Büyüklerin çocuklara karşı yaptığı en büyük yanlış, onları sürekli suçlamaları. Üst üste gelen suçlamalar, geleceği kuracak olan insan yavrusunun hem beyninde hem de yüreğinde derin yaralar açar. Bu yaraları iyileştirmek oldukça zor. Bir kişiyi suçlarken onu dışlayıp aşağıladığımızın da farkına varmalı. Her suçlamanın altında “Sen bir işe yaramazsın.” düşüncesinin yattığını da belirtmeliyim. Karşısındakini sürekli suçlamak, onunla ilişkiyi tamamen koparır. Gönüller arasındaki köprü yıkıldığında ortada ne sevgi ne saygı ne de güven kalır. Karşısındakine sevgi ve saygısını yitirmiş bir çocuğun bu kişinin söylediği sözlere inanması beklenemez.

Çocukları suçlamak yerine, onları anlamaya çalışmak gerek. Çocukların niye yanlış yaptıklarını, sorumluluklarını niçin yerine getirmediklerini, derslerine neden düzenli bir biçimde çalışmadıklarını anlamalı. Bunları yapmamalarının nedenlerini iyi belirlemeli. Bu nedenleri ortadan kaldırmak için elbirliğiyle savaşmalı. Bu konuda özne, çocuk olmalı. Anne, baba ve öğretmenler ise bu savaşta çocuğa yardım etmeli, destek olmalı. Sorunların çözülmesi için iyi niyetli yardım ve destekler, çocuğa güç katar yaşam yolculuğunda.

Çocuğumuzu anlayarak sorunlarını çözeriz. Anlamadığımız bir insanın sorunlarını da anlayamayız. Anlayamadığımız sorunu çözmemiz de olanaksız. Bir sorunu anlamak, o sorunun çözümü için çıkış noktası. Büyükler, çocuklarını anlamak zorunda. Bu konuda başka bir seçenekleri yok!

Bazı anne, baba, öğretmen ya da geniş aile büyükleri sürekli söylenirler çocuklara. Bu söylenmeler, bıktırıcı, sıradan bir durum alır kısa zamanda. Böyle olunca da çocuk, söylenenlere kulak asmaz. Çünkü büyüklerinin ağızlarını açtıkları anda neler söyleyeceklerini bilir. Aynı şeylerin sürekli yinelenmesi, söylenenleri değersizleştirir. Bu da çocukla büyükleri arasındaki ilişkiyi koparır.

Çocuklar, en değerli varlıklarımız... Onların eğinsel ve tinsel gelişmeleri hem aileler hem de toplum için çok önemli. Bu nedenle onlara değer vermeli, her türlü gelişmelerini önemsemeli büyükler. Çocukların da bir birey olduğu düşüncesi bir an olsun ustan çıkarılmamalı. Çocuğa saygı duymayan büyüklerin sevgisine de göstermeliktir. Bu gerçek hiçbir zaman unutulmamalı.

Yukarıda büyüklerin yaptığını belirttiğim yanlışlar ortadan kalktığında çocuklar da büyüklerini can kulağıyla dinler. Her söylenen de kulaklarına küpe olur.

                                                                  Adil Hacıömeroğlu

                                                                  23 Şubat 2025

 

ÇOCUĞUNUZ ÖDEV YAPMIYOR MU?


Öteden beri çocukların düzenli ödev yapmaması hem öğretmenleri hem de anne ve babaları için önemli bir sorun. Bir öğrencinin ödev yapmaması aslında kendisi için büyük bir eğitim eksikliği. Ödevlerini düzenli yapmayan öğrencinin öğrenmesi yavaşlayıp giderek de azalır. Böylece onun öğrenmesi yavaşladığı için okuldaki verimi düşer.

Ödev hem derste öğrenilen bilgilerin yinelenmesi hem de disiplinli bir çalışma alışkanlığının edinilmesidir. Ödev yapma alışkanlığı kazanan öğrenci, kendi başına araştırma yapmayı, bilgiye ulaşma yollarını öğrenir. Bu da onun tüm yaşamı boyunca başarılı olmasını sağlar. Ayrıca ödev yapma alışkanlığı kazanan öğrenci, özgüven kazanır. Özgüven, kişinin yaşam başarısında önemli bir etken. Özgüvensiz birinin çok başarılı olması neredeyse olanaksız.

Yaşam, bir disiplin ve düzen gerektirir. Disiplin ve düzenin oluşması için de kurallar edinilmeli. Kuralsız, ilkesiz bir yaşam başarı getirmez. Ayrıca insanda sağlam bir kişiliğinin oluşması epeyce zor.  Düzensiz, disiplinsiz birinin de başarıya ulaşması, çalışma yaşamında erinç bulması, sorumluluklarını zamanında yerine getirmesi çok zor. Bu nedenle kişi, öğrencilik döneminden başlayarak ödev alışkanlığını edinerek disiplin, düzen, sorumluluk kazanmalı. Bu da kişiye bir izlenceye uyarak çalışma kültürünü geliştirir. İşte, bunun için ödev yapmak çok önemli.

Çocuk, ödevlerini sürekli erteliyorsa zaman yönetimini bilmiyor demektir. Bu da başarısızlığın asıl nedenlerinden biri. Ödev yapma alışkanlığı edinen çocuk, zaman yönetimini öğrenir. Zaman yönetimi, başarıya giden yolda önümüze çıkan engelleri yok etmede kişiye yardım eden en büyük etken. “Vakit, nakittir.” atasözünü yaşama uygular.

Ödevlerini yapmayan çocuk hem öğretmenleri hem de anne ve babası tarafından kolayca fark edilir. Bu durum, fark edildiğinde öğretmenler, anneler ve babalar hemen harekete geçmeli. Birkaç basit dokunuşla bu sorun kolayca halledilebilir.

Çocuk, ödevini yapmıyor ya da erteliyorsa öncelikle yapılacak iş, ona bir düzen ve izlence oluşturmak. O, okuldan gelip biraz dinlendikten sonra ödevlerine başlayacağı bir zaman belirlenmeli. Bu konuda onun da görüşü alınmalı. Unutmamak gerekir ki ortak alınan kararların uygulanması hem sorumluluk gerektirir hem de uygulanma olasılığını çok yükseltir. Ortak karara çocuğun da katılımı söz konusu olduğundan işi üstlenmesi daha kolay olur onun için. Bu nedenle karalar, üstten inmeci sert buyruklar yerine, çocuğun da görüşlerinin alındığı süreçler olmalı.

Çocukla alınan karar doğrultusunda belli saatlerde ödevlerini yapması sağlanmalı. Bu, ona hem sorumluk hem de disiplin kazandıracaktır. Böyle bir fırsatı çocuklarımız için yaratmak velilerin elinde. Yeter ki bunu istesinler.

Her çocuğun kendine göre ders dışında çok sevdiği ve yapmaktan hoşlandığı etkinlikleri vardır. Bu etkinlikleri, ödevlerini bitirdikten sonra yapmasını önermeli. Bu, onun ödevlerini çabucak yapmasını sağlar. Çünkü bir an önce etkinliklerini yapmak isteyecektir. Böylece onun yapacağı türlü etkinliklere karşı olmadığımızı da ona bu uygulamayla anlatırız.

Günümüz çocuklarının çoğu; telefon, tablet ve bilgisayarlarda oyunlar oynamakta ya da sanal ortamda arkadaşlarıyla söyleşmekte. Ne yazık ki çocukların çoğu; bahçede, sokakta oynama fırsatına sahip değiller. Bu nedenle arkadaşlıklarını sanal ortama taşımaktalar. Sanal ortamı tamamen yasaklamak çözüm değil. Ancak bunu bir disiplin içinde yapmasını sağlayabiliriz. Bu nedenle ödevlerini yaptıktan sonra sanal ortama girmesine izin verebiliriz. Bu da ödevlerini bir an önce yapıp bitirme isteğini kamçılar.

Yukarıda belirtildiği gibi çok basit bazı uygulamalarla çocuklara ödev alışkanlığı kazandırılabilir. Onların sürekli ödevlerini ertelemesi önlenebilir. Önemli olan çocukları anlamak ve onlarla doğru ilişkiler kurabilmekte. Çocuklar çok değerlidir. Toplumun geleceği çocukların elinde, onların geleceği de büyüklerin. Bu nedenle onları kırıp dökmeden ödev alışkanlığı kazanmalarını sağlamak büyüklerin savsaklanamaz görevi.

                                                                  Adil Hacıömeroğlu

                                                                  19 Şubat 2025

 

 

 


TÜRK SOFRASINDAN DİPLOMASİYE

Türk sofrasının ana öğesi, sinidir. Sini ya bir rahleye konur ya da yere serilen bir yemek örtüsünün üstüne. Bu durum, bölgelerimize göre değişiklik gösterir.

Sini, genellikle bakırdan yapılan yuvarlak bir eşyadır. Eskiden herkes ayrı ayrı tabaklardan yemek yemezdi. Ortaya bakırdan yapılmış büyükçe bir tabak, sahan, tepsi konur herkes oradan yerdi. Sini yuvarlak olunca sofraya oturan herkes, ortadaki tabağa eşit uzaklıkta olurdu. Herkesin tabağa uzanması, böylece olanaklı duruma gelirdi. Çünkü yiyecek bol değildi o yıllarda. Beslenme konusunda yoksunluk, yoksulluk çok yaygındı. Ülkemizde ulaşımın gelişmemesi nedeniyle farklı bölgelerde yetiştirilen ürünler, her yere ulaştırılamıyordu. Ulaşsa da onu alacak parasal olanaklardan yoksundu insanlarımızın çoğu.

Sininin çevresine oturan ev halkı konuşmadan, hızla karınlarını doyurmaya çalışırlardı. Konuşma, az olurdu. Çünkü zamana karşı bir yarıştı yemek yemek. Konuştukça yemeği kaşıklama zamanınız kısalırdı. Yoksul sofralarda, yemek arada sırada bol ve yeterli olurdu. Bu nedenle yemek yemek, kaşık sallamak beceri ve çabukluk isterdi. Eskiden kalabalık evlerde yetişenlerin, yatılı okullarda okuyanların çabuk yemek yeme alışkanlıkları kolayca fark edilirdi.

Sininin çevresini alan çocuklar, yemek yarışında büyüklere yetişemezdi. Çünkü hem kolları kısa olduğundan hem de lokmaları çiğneme hızları büyüklere göre çok daha yavaş olduğundan karınlarını doyurmakta zorluk çekerlerdi. Onlara anne ve babaları yardımcı olurlardı yemek yarışında geri kalmasınlar diye.

Sininin çevresinde oturanların en belirgin özelliği, herkesin eşit koşullarda olması. Kimse dikdörtgen masalarda olduğu gibi baş köşede değil. Sini, çevresinde oturanları, oturma düzeni bakımından eşitler, çünkü başköşe yok.

Uluslararası görüşmelerde masaya oturma düzeni, çoğu zaman sorun olur. Dikdörtgen ya da elips biçimindeki masalarda başköşede oturan devletin temsilcisi, öncü konumunda bulunur. Bu da ona, diğer katılımcılara göre bir üstünlük sağlar. Hatta masaya önce ya da sonra oturmak da önemli bir sorun olarak ortaya çıkar. Örneğin; masaya ilk gelip oturan devlet temsilcisi diğerlerini beklemek zorunda kalır. Bu da onu, diğerlerinden aşağıda gösterir. Bu tür oturma düzenlerinde başköşede oturan devletin yöneticisi, masaya en son gelir. Bu da diğerlerine göre bir üstünlüğün göstergesi.

Birden çok devletin temsilcisinin katıldığı toplantılarda eşit ilişkiyi sağlamak için yuvarlak masa kullanılmaya başlandı. Bu da devletler arasındaki ast üst ilişkisini ortadan kaldırarak eşitlikçi bir oturma düzenini sağladı.

“Yuvarlak masa” sözü diplomaside yerleşti. Bu söz, uluslararası ilişkilerde çokça kullanılır oldu. Acaba dünyanın farklı yerlerinde, görüşüp anlaşmak için bir araya gelenlerin ilk kez yuvarlak masayı oluşturma düşüncesi, esin kaynağı Türk evlerindeki sini midir? Halkımızın eşit bir biçimde çevresini aldığı sofralar, uluslararası ilişkilerde ülkelerin eşitliğini sağlamada kaynak olmuş mudur, kim bilir?

                                                                  Adil Hacıömeroğlu

                                                                  17 Şubat 2025

ÇOCUĞUN HER İSTEDİĞİ YAPILIR MI?

 

Anne ve babaların çoğu, çocuklarının her dediğini yapmakta, edinmek istediği her şeyi almakta. Çocuklarının her isteğini yerine getirmemenin annelik, babalık görevini yapmamak olduğunu düşünmekteler. Bu düşünme biçimi onları, çocuklarının olumlu ya da olumsuz isteklerini sorgulamaksızın yerine getirmelerine neden olmakta. Bu da çocukları, sınır tanımaz bir duruma getirmekte.

Her istediği olan çocuk, sınırlarını bilmez. Nerede duracağının, nerede durmayacağının bilincinde değildir. Gücünün, içinde bulunduğu koşulların, ailesinin olanaklarının, kendi kişisel özgürlüğünün sınırlarının farkına varmaz. Kendi istekleri sınırsız olduğundan içinde yaşadığı koşulları doğru dürüst algılayamaz. Sınırları olmadığından çoğu zaman hem aile üyelerinin hem de çevresinde yaşayanların sınırlarını ihlal eder. Bu nedenle çoğu zaman arkadaşları ve toplumsal ilişkide bulunduğu kişilerle anlaşmazlıklar yaşar.

Çocukların her dediği yapılıp her istediği olunca onda görev bilinci gelişmez. Görev bilinci olmayan kişide sorumluluk duygusu da olmaz. Sorumluluk duygusu, kişiyi başarıya götüren en büyük itici güç. Sorumluluğun olmadığı yerde başarı da mutluluk da erinç de uyum da barış içinde yaşam da olmaz. Bu nedenle bu tür kişiler, yaşamı boyunca çevresindekilerle çatışır.

Sorumsuzluk ve sınır tanımama, kişiyi yalnızlığa iter. Yalnızlık, yaşamadan koparır kişiyi. Yaşamdan kopmak da derin bir karamsarlık ve umutsuzluk çıkmazına sürükler insanı. Kendi çocuğunun her istediğini yaparak onu mutlu edeceğini sanana anne ve babalar, aslında en değerli varlıklarını kendi elleriyle umutsuzluk ve karamsarlık bataklığına gömdüklerinin farkında değiller.

Her dediği yapılan çocukta duygudaşlık gelişmez. Çünkü derin bir bencilliğin içindedir o. Aile üyeleri, arkadaşları, günlük yaşamda karşılaştığı kişilerle duygudaş olması olanaksızlaşır. Duygudaş olma, biraz da özveri gerektirir. Bu tür çocuklar, özverili olmayı değil; her koşulda hakkı olsa da olmasa da almayı öğrenmişlerdir. O, hep almaya koşullanmıştır. Onun için vermek, kabul edilemez bir şey. Bu nedenle kendini başkasının yerine koyup düşünemez. Hakkı olanla olmayanı birbirinden ayırt edemez.

Her isteği yapılan çocuğa “Hayır!” dendiğinde çıldırır. Çünkü o, hep “Evet!” denmeye alışıktır. Onun sözlüğünde “hayır” yazmaz. Herhangi biri, ona isteğine “Hayır!” yanıtı verdiğinde o kişiyle ilişkisini keser. Çoğu zaman da onunla kavga eder.

İstedikleri her şey, karşı çıkmaksızın yapılan çocuklar sabırsızdır. Sabrın ne olduğunu yaşamı boyunca öğrenemez. “Sabırla koruk helva olur, dut yaprağı atlas.” atasözünün ona açacağı başarı kapısından hiçbir zaman giremez. Sabrın sonunda gelen başarı, mutluluk, erinç ve sevinci yaşaması olanaksız. Bu çocuklar, takım çalışması yapamaz. Çünkü takım çalışması; özveri, işbirliği, eşit ilişki gerektirir. Bu kişilerin diğer insanlarla eşit ilişki kuramaz. Eşit ilişkide hep senin dediğin, istediğin olmaz. İlişki de olduğun kişilerin de istedikleri, düşündükleri kimi zaman olmak zorunda. Eşit ilişki de “evetler” de “hayırlar” da yan yana durur.

Her istediği yapılan çocuk, zorluklarla başa çıkamaz. Zorluklarla savaşmayı öğrenmemiştir çünkü. Zorluklarla savaşmak için sabır, özveri, savaşma isteği gerekir. Bunlardan yoksun bırakılan çocuk, zorluklar karşısında yılar, korkar. Zorlukların gücü karşısında teslim olur. Zorluklarla başa çıkamayan birinin başarılı ve mutlu bir yaşam sürmesi olanaklı mı? Oysa yaşam, zorluklarla dolu… Oysa zor olmadan, kolay olur mu?

Çocukların her isteği yapıldığında o, hazırcı olur. Emek harcanarak kazanılan bir şeyin değerini bilmez, mutluluğunu yaşayamaz. Alınteri akıtarak bir şeye sahip olmanın erdemine hiçbir zaman kavuşamayacak. Emeğin, alınterinin değerini anlayamayacak hiçbir zaman. Hazırcılığı doğal bir yaşam olarak bilecek. Bir çocuğa, bundan daha büyük kötülük yapılır mı?

Günümüzde birçok ebeveyn, çocuklarının her yorulduğu yere han yapmaya çalışmakta. Oysa insanın istekleri sonsuz, ancak içinde yaşadığımız koşular ve olanaklar sınırlıdır. Bu nedenle kişi, koşul ve olanakların sınırsız olmadığı bilmeli. Buna da gerçekçilik diyoruz. Gerçeklere dayanmayan bir yaşam biçimi büyük sorunları ortaya çıkarır.

Günümüzde birçok anne ve baba, bilerek ya da bilmeyerek çocuklarının her istediğini yaparak onlara büyük kötülük ederler. Onları, yaşam boyu bir mutsuzluğa, başarısızlığa tutsak ederler. Kendi elleriyle onları olumsuzluklarla dolu bir iç dünyanın çıkmazına sürüklerler. Bu nedenle çocuklarımıza “Hayır!” demeyi bilmemiz gerek. Bireyin sınırsız bir özgürlüğe sahip olmadığını çocuklarımıza küçük yaşlarda öğretmemiz gerek. Onlara “Hayır!” dediğimizde de büyük bir varsıllık kazandırdığımızın farkına varmalıyız. O zaman her şey yoluna girecektir. Yaşam, karşıtların birliği içinde yaşanır. Yaşamın içinde “evet” de “hayır” da var.

                                                                  Adil Hacıömeroğlu

                                                                  16 Şubat 2025

 

SEVGİLİLER GÜNÜ


Bugün sevgililer günü… Kapitalizm, tüketimi canlandırıp artırmak için günlere kimlik kazandırdı kendince. Sevgililer günü de bunlardan biri… 365 günden birini sevgilimize ayıracağız, başkaları istedi diye. Peki, niye 365 gün sevgililer günü olmuyor da yılda bir günü, yaşamımız için bunca önemli bir olaya ayırıyoruz? Sevgi, bir güne sığacak kadar sığ bir şey mi? Neden yüreğimizin değil de tüketimi çoğaltmak isteyenlerin isteği doğrultusunda sevgilimizi anımsıyor ve ona sevgimizi belirtiyoruz?

Kapitalizmin efendileri, yalnızca neyi, ne zaman anıp kutlayacağımızı belirlemiyor; günün özelliğine göre karşımızdakine hangi armağanları alacağımıza da karar veriyor. Aslıda bu durum, terörize edilmiş bir tüketim anlayışı. Kapitalist tekeller, yayın organları aracılığıyla sevgililer gününde bunu, anneler gününde şunu, babalar gününde onu alacaksın; diyerek insanları koşullandırmakta. Koşullandırmak bir yana zorluyorlar da. Bu zora karşı duranlar ise toplumsal bir dışlanmaya uğruyor. Bugün sevgilinize, yayın organları aracılığıyla dayatılan armağanları almıyorsanız geri kafalı olarak görülüyorsunuz.

Yalnızca geri kafalı olmuyorsunuz? Doğaldır ki hayır… Anlayışsız, sevgisiz, değerbilmez, saygısız, uyumsuz, cimri, vurdumduymaz, oyunbozan… gibi suçlamalarla karşılaşıyorsunuz.

Sevgilinize bir dörtlük yazsanız, cimrilikle ve zamana uyum göstermemekle suçlanırsınız günümüzde. Bu örnek gösteriyor ki insanların gönül dünyası çökertilirken parasal değerlere odaklı bir anlayış onun yerini almakta. Bu da insanı, insan yapan değerlerin yıkılmakta olduğunun bir göstergesi.

Armağan almak, günümüz dünyasında toplumsal saygınlık göstergesi… Armağan alan kişi, bunları çevresindekilere göstermek için özel bir çaba göstermekte. Bu arada armağan alıp vermenin insan tininde yarattığı olumlu duygunun farkındayım, ancak zorlama olmadan, yürekten kopup gelirse…

Bir iş yerinde, armağanı gelmeyen kişi kendini ezik, dışlanmış, değer verilmemiş olarak görmekte. Tüketimi kışkırtanlar, baskıyla toplumsal bir algıyı insanların beynine yerleştirmekteler. Toplum, büyük bir tüketim sarmalı içinde devinimini, yaratıcılığını, bireysel farklı olmadaki güzelliklerini yitirmekte bu kapitalist dayatmayla. Tüketimin adeta terörize edilmesiyle bireyin kendine özgülüğü ortadan kaldırılıyor. Böylece kendi kafasıyla düşünen, kendi yüreğiyle duyan birey yok edilmekte. Bu da bireyin sevme, sevgisini kendi yetenekleri ve gönlüne göre belli etmesi ortadan kaldırılıyor.

Sevmek, yürek işi… Kişi, yüreğinin büyüklüğü, gücü ve içtenliğiyle sever. Gönlünün duyumsamasıyla sevgisini dile getirir insan. Hiç kimseye, nasıl seveceği anlatılmaz. Bu konuda zorlama, sevgiyi kalıba dökme, sevginin düzeyini ve yüreğinden geçeni nasıl anlatacağını belirleme hakkı kimsede yok!

Seviye dönüşen sevgi, sınır tanımaz. O, yüksek dağların doruklarından çağıl çağıl çağlayarak akan deli, özgür, temiz bir su. O çağlayanın önüne sututar (baraj) dayanmaz. Sevi, kural tanımaz. Öyle bir yürek yangısıdır ki, onun ne tanımı olur ne de zorlaması. Atalarımız bunu “Gönül ferman dinlemez.” sözüyle anlatır. İnsan gönlüne kural koymak niye? Sevgililer gününü bir güne sığdırmak, sevi dolu bir yüreği 14 Şubat’a, yani bir tek güne tutsaklaştırmaktaki amaç ne?

                                                                  Adil Hacıömeroğlu

                                                                  14 Şubat 2025

 

                                                                 

 

BABA-ÇOCUK İLİŞKİSİNİN KAZANDIRDIKLARI


Çocuğumuz kız olsun erkek olsun hem sosyal hem de tinsel açıdan sağlıklı gelişimi için babasıyla düzenli doğru, sevgi, saygı ve güvene dayalı bir ilişkiye gereksinimi var. Erinç içinde bir aile yaşamında anne ve babanın çocuklarına örnek olması, onlara olağanüstü davranış, duygu, özgüven, özsaygı, yetenek, beceri kazandırır.

Evde anne ya da baba örneğinin olmaması, çocukların kolunu kanadını kırar. Bir kuş örneğinde olduğu gibi çocuk da iki güçlü kanadıyla çıkar yaşam yolculuğuna. Ebeveynlerinden biri olmadığında çocuk, tek kanatla uçmaya çalışır yaşamın azgın yellerine karşı. Tek kanatla bir kuş nasıl uçamıyorsa çocuk da yaşam savaşımında ağır aksak yol alır. Uçamayıp düşen çocuk, çoğu zaman kurda kuşa yem olur.

Baba, çocuk için sırtını dayadığı dağdır. O dağ; onu çocukluğunun sert fırtınalarından, ergenlik döneminin azgın sellerinden, gençlik döneminin içten içe yanan volkanın alevlerinden, yaşamla savaşıma hazırlandığı her an yüreğinde kopan güçlü depremlerden, kavurucu sıcaklardan, susuzluktan, sert soğuklardan korumak için yaslanacağı bir omuzdur. O omuzun yok olmasıyla çocuk, büyük bir uçurumun kıyısına itilir. Hem duygusal hem de düşünsel eksikliğin yoksunluğunda boşuna bir arayışın kısır döngüsünde amaçsızca dönüp durur. Ne yazık ki çoğu zaman çocuğun bedenini, usunu, yüreğini dayadığı o dağ, amaçsız ve anlamsız bir biçimde yıkılıverir. Onu yıkıp geçen de çok uzakta değil, en yakındadır.

Babasıyla büyüyen öpülüp koklanan, dokunulan, aynı ortamda bulunan çocukların zekâ düzeylerinin yüksek olduğu, yapılan araştırmalarda saptanmış. Bu ilgiden yoksun çocukların zekâ gelişimi ne yazık ki istenen düzeyde olamıyor. Baba ilgisi, çocuğun matematik zekâsının gelişmesinde önemli bir etken. Matematiksel ve çözümleyici düşünme yeteneğinin gelişmesinde baba ile kurulan doğru ilişkinin önemli bir katkısı, payı var.

Babasıyla söyleşen çocukların sözcük dağarcıkları, diğerlerine göre daha çok varsıllaşmakta. Aslında hangi konuda olursa olsun baba ile çocuk arasındaki konuşmalarda çocuğun sözcük, deyim, atasözü öğrenme hızı yükseliyor. Özellikle değişmece (mecaz) anlamlı sözcüklerin kolayca anlaşılması sağlanıyor. Aslında değişmece anlamlı sözcüklerin anlanıp kavranması oldukça zor daha çok somut düşünen bir çocuk için. Bu zorluğu çocuk kolayca aşmakta babasıyla söyleşerek. Bu nedenle zoru kolay kılmakta bu ilişki. Baba ile sağlıklı ilişki içinde yetişen çocukların nüktedanlığı gözlerden kaçmaz. Ayrıca bu çocuklar hoşgörülü olur.

Baba ilgisiyle büyüyen çocukların sosyal becerileri gelişmekte. Sosyal becerileri gelişen çocuklar için yaşam savaşımında zor kolay kılınmakta. Toplumsal ilişkilerde önüne gelen engelleri kolayca aşıyorlar bu becerileri sayesinde. Sosyal becerilerin gelişmesi, çocuğun başarıya ulaşmasında önemli bir etken. Ayrıca çevresindekilerle sağlıklı sosyal ilişki kurmalarını kolaylaştırmakta bu durum. Bu çocuklar, çok yönlü bir yaşama kavuşuyor. Böylece tekdüze bir yaşamdan kurtuluyorlar.

Baba ile sağlıklı ilişkisi olan çocuğun kazandığı en önemli şey ise özgüven... Özgüven; mutlu, başarılı, sağlıklı, uyumlu, barışçı ve erinçli bir yaşamın itici gücü. Özgüvensiz birinin başarılı olması çok zor. Ondan kendisiyle barışık bir yaşam beklemek olanaksız bir şey. Özgüven, aynı zamanda kişide özsaygıyı da geliştirir. Özsaygısı olmayan birinin yaşamla bağları zayıflar. Kendine saygısı olmayan birinden çevresindekilerin saygı beklemesi boşuna.

Çocuklarımızın sırtını yasladıkları dağları ortadan kaldırmayalım. O dağları, çoraklaştırıp çöle dönüştürmeyelim. Arkasında dağı duyumsamayan çocuklar, birçok yönden eksik kalır. Bu eksikliği gidermek çok zor. Güç aldığı dağı yok edilince çocuk, büyük bir sorun bataklığına gömülüyor. Yaşamı boyunca bu bataklıktan kurtulmak için çabalıyor amaçsızca. Çocuklarımızın dağları eksik olmasın. Dağlarına yaslanarak yaşama en güçlü adımlarını atsınlar. O küçük adımlar, gittikçe büyüyerek yaşamın doruğuna çıksın.

                                                                  Adil Hacıömeroğlu

                                                                  9 Şubat 2025

 

ÇOCUKLARA NASIL SESLENMELİ?


Birçok anne ve baba, çocuklarına “aşkım, sevgilim, erkeğim, paşam, kralım, prensim, prensesim…” diye seslenir. Bu seslenme biçimleri, çocukların kafasını karıştırıp aile içindeki konumları bakımından onları şaşırtır. Bu tür seslenmeler, çocuğu yanlış yönlendirir ayrıca. Erişkinlik döneminde birçok sorunun kapısı açılır böylece.

Bir evde anne ve babanın konumları, yerleri, rolleri ile çocuklarınki farklıdır. Ev içi ilişkilerde büyüklerle küçüklerin sınırları, yerleri iyi belirlenmeli. Bırakalım çocuk, çocuk olsun. Çocukluğunu doyasıya yaşasın. Onlara büyükmüş gibi davranmak, yine onları eşimize seslendiğimiz önadlarla çağırmak güzel bir davranış değil. Çocuğa, adı ve ona özgü önadlarla seslenmekten daha içten bir doğru davranış olamaz. Anne ve babalar, çocuk değil; çocuklar da büyük değil. Bu gerçeği bilerek seslenme sözcüklerini seçmeli.

Anne ve baba, ev içinde birbirine “aşkım” diyerek seslenebilirler. Gerçi son yıllarda bu sözcük, olur olmadık yerde kullanıldığından anlamından uzaklaşarak sıradanlaştı. Böylesine güzel, tılsımlı bir anlama sahip sözcüğü sıradanlaştırmak hem dilimize hem de duygularımıza karşı yapılan olumsuz bir saldırı. İnsan duygusunu anlatan sözcükler, her iki tür için de oldukça sihirli. Söylendiğinde karşınızdaki kişinin yüreğini yerinden çıkarır gibi olur. Peki, bu tür bir sözcüğü sıradanlaştırmak, dillere pelesenk etmek niye?

Çocuklar, büyüdüğünde “aşkım” seslenişi yüzünden karşısına çıkacak sevgilisiyle ilişkilerinde sorun yaşayabilir. Anne ya da babasıyla “aşkım” diye birbirine seslenen çocuk, karşısına çıkan gerçek aşkına ne diyecek?

Bazı anneler, oğullarına “erkeğim, prensim, paşam” diyerek seslenmekte. Babaların kimileri de erkek çocuklarına “prensim, paşam, kral” demekte. Erkek çocuklar, annelerinin “erkeği” olamaz. Onların erkeği, kocalarıdır. Bu rol değiştirme ya da çocuğun evdeki rolünü farklılaştırma anne-çocuk ilişkisi açısından doğru değil.

“Prensim, prensesim” gibi seslenişler, çocukların belleklerini iyice karıştırır. Çünkü çocuklar, bu sözcüklerle genellikle masallarda karşılaşır. Masallar olağanüstü olayları anlatır. Olağandışı kahramanları olduğundan bir çocuğun algısını ters yüz eder bu seslenişler. Çocuklar somut düşünür her şeyi ergenlik öncesine dek. Soyut kavramları anlamak için de onları somutlaştırırlar belleklerinde. Böyle bir durum karşısında onları masal kahramanı yapmak niye? Üstelik çağdaş dünyada onlara, Ortaçağ egemenlerinin önadlarını yakıştırmak ne derece yakışık alır? Bu bağlamda “kralım” seslenmesi de bir çocuğa sınırsız, disiplinsiz, sorumsuz bir davranış çıkmazına sürükler çocuğu. Krallar Ortaçağ despotlarıdır. Çocuğu, küçük yaşata baskıcılığa, insanlara kaba güçle üstünlük kurmaya özendirmek niye?

Kral, çocuk masallarında çok geçer. Bu nedenle çocuğumuzu; astığı astık, kestiği kestik bir kahramana benzetmek hem aile hem de toplumsal gerçeklerle uyuşmaz. Ayrıca krallar insanları yönetir. Çocuklar, evin yöneticisi değil; onları yönetecek olan anne ve babaları.

Çocuklara seslenirken özentiye, aşırıya kaçamadan sevgi dolu seslenme sözcüklerini kullanmalı. Onun kafasını karıştıracak sözcüklerden kaçınmalı. Unutmayalım ki o bizim çocuğumuzdur. Biz de onun anne ya da babasıyız.

                                                                  Adil Hacıömeroğlu

                                                                  8 Şubat 2025

 


ÇOCUĞUNUZUN ZEKİ OLDUĞUNU NASIL ANLARSINIZ?


Her anne ve baba, çocukları daha doğmadan önce birçok şeyi merak etmeye başlar. “Acaba çocuğumuz kime benzeyecek annesine mi, babasına mı? Huyu nasıl olacak? Göz rengi kimden alacak? Çalışkan mı, yoksa tembel mi olacak?” Bu sorular, zaman geçtikçe çoğalır. Ancak anne ve babanın en çok merak ettiği ise çocuklarının zeki olup olmadığıdır.

Her aile, çocuğunun çok zeki olmasını ister. İnsan yeteneklerinin hepsinin çocuğunda toplanmasını düşler. Onun bilim, sanat, kültür, spor alanlarında eşsiz bir insan olmasını içinden geçirir. Peki, zeki bir çocuk nasıl anlaşılır? Zekânın belirtileri nelerdir?

Zeki çocuklar, çok soru sorar? Her konuyu merak eder. İçinde dizginlenemez bir öğrenme isteği vardır. İşte, soru sormasının nedeni de budur. Öğrenmenin en iyi yolu, soru sormak. Soran kişi; bilir, öğrenir, bilgi edinme merakı gittikçe artar. Bu sorular, kimi zaman bıktırıcı olabilir. Anne ve babaların bu soruları geçiştirmesi, onlara doğru yanıtlar vermemesi ya da yanlış yanıtlar vermesi çocuğun öğrenme isteğini giderek azaltır ve onun içe kapanmasına, gereksiz işlerle uğraşmasına yol açar. Zekâ, öğrenme isteğiyle gelişir. Öğrendikçe beynin kapasitesi artar. Atalarımız: “İşleyen demir ışıldar.” sözünü, boşuna mı söylemiş. İşleyen beyin de zaman geçtikçe ışıldar. Bunu da fark etmek çok zor değil.

“Bu niçin böyle? Bu alet ya da makine nasıl çalışıyor? Bunu niye yapıyoruz? Oraya niye gidiyoruz?” gibi sorular sorar. Bu sorular, öğrenme isteğinin açık bir göstergesi. Ayrıca bu tür öğrenmeye yönelik soruları soran çocukların zekâları durağan değil. Sürekli çalışıp soru ve çözümler üreten, merak duygusunu üst düzeye çıkaran bir zekâya sahipler. Düşünen beyin, merak edip soru üretir. Düşünmeyen beyinlere sahip olanlar ise bir yana çekilip sessizce oturur.

Zeki çocuk, evde konan kuralları sorgular. Birçok anne ve baba, onların koyduğu kuralları çocuklarının sorgulamasını başkaldırı ve yaramazlık olarak algılar. Hatta “Bizim koyduğumuz kuralları sorgulamak ya da bunlara karşı çıkmak, senin üstüne vazife mi diye?” düşünerek onları terslerler. Oysa çocuk düşünen, sorgulayan beyniyle kurallarla yaşam arasında neden-sonuç ilişkisi kurmaya çalışmakta. Bu yolla onları, kendi mantığına oturtmak istemekte. Zeki birinin çözümleyici düşünmesi kadar olağan bir şey olamaz. Çocuğumuz, kurallarımızı sorguladı diye onu terslemek onun öğrenmesi, eğitimi ve zekâ gelişimi açısından yapılan büyük yanlış.

Bir evde eğer kurallar konacaksa bu konuda çocuğun düşüncesini de almak gerekir. Bu; çocuğunun özgüven kazanmasını, demokratik davranma alışkanlığı kazanmasını, konan kurallarda karar verici olduğundan onlara uymasını sağlar.

Çocuk, uyması için konan kurallara: “Ama neden…” diye başlayan karşı çıkış tümcelerini kurması, bazıları uyumsuzluk olarak görse de anne ve babalar için sevinilecek bir durum. Çünkü çocuklarının kendine özgü bir düşünce biçimi oluşturduğunun belirtisi bu karşı çıkış. Özgün düşünceler, zeki kişilerde oluşur. Bunun da bir toplum için hiçbir sakıncası yok!

Kimi anne ve babalar, çocukların sorgulayıcılıkları karşısında üzülüp kızar; hatta onu tersler. Giderek çocuğu, saygısızlıkla suçlar. Oysa kuralları sorgulayan çocuk, körü körüne itaat etmek yerine; düşünüyor. Karşı çıkışıyla da düşündüğünü ve bir birey olduğunu gösteriyor. Bunun ne zararı olabilir ki?

Bazı çocuklar, oyuncaklarıyla oynarken kendince kümeler oluşturur onlarla. Büyüklerin dayattığı oyun kuralları yerine kendi özgün kurallarını koyar. Bu onun yaratıcı düşler kurduğunun bir göstergesi, bu da zeka ile olur.. Bir çocuk, kendine özgü oyun kuralları oluşturuyorsa bu, onun zeki olduğunu gösterir. Ayrıca bu durum; çocuğun karşısına çıkan sorunlara çözüm bulma, içinde bulunduğu koşullara seçenek oluşturma yeteneği olduğunu gösterir. Anne ve babaların bu konuyla ilgili yakınmaları çok yersiz bir durum.

Zeki çocukları fark etmek çok kolay. Ancak onların bu yeteneklerini geliştirmek tamamen anne, baba ve öğretmenlerin elinde. Zeki çocukları anlamak, onların bu yeteneğini geliştirmek aslında çok kolay.

Büyükler, çoğu zaman ellerinde nasıl bir hazinenin olduğunu anlayamazlar. Bu nedenle zeki çocukların gelişiminin önünde bilerek ya da bilmeyerek engel olurlar. Bu da hem onların hem de toplumun yararına olmaz. Zeki çocukları, anlamak gerekir. Onları, duygusal ve düşünsel olarak desteklemeli.

                                                                  Adil Hacıömeroğlu

                                                                  7 Şubat 2025

İSTANBUL’DA DEPREM YANGINLARI


Bugün, Kahramanmaraş merkezli depremlerin yıldönümü. Depremlerden ilki, gece saat 04.17 olup Pazarcık merkezliydi ve 7,7 şiddetindeydi. Bu depremin ardından 13.24’te 7,6 şiddetinde Elbistan merkezli deprem yıktı on bir ilimizi. Bu iki depremde elli bini aşkın yurttaşımızı yitirdik. Yurttaşlarımızı toprağa düşüren deprem değildi aslında, bunca yıldır kentleşmede yapılan ihmallerdi.

6 Şubat depremlerinden sonra kaleme aldığım yazılarımda yerleşim yerlerinin neden yerle bir olduğunu yurttaşlarımızın niye göçükte can verdiğini anlatmıştım. Kahramanmaraş merkezli depremlerin ilki, gece yarısı olduğundan neredeyse herkes uykudaydı. Mutfaklarda ocaklar yanmıyordu, ısınma amaçlı araçların çoğu kapalıydı. Elbistan merkezli deprem öğle saatlerinde olduğundan evlerin çoğu boştu. Çünkü insanlar artçı depremlere yakalanmamak için sokaklardaydı kış soğuğuna karşın. Bu nedenle büyük yangınlar çıkmadı deprem bölgesinde. İskenderun Körfezi’nde günlerce süren yangın, yerleşim yerinde olmadığından can yitiklerine neden olmadı.  

17 Ocak 1995’te, Japonya’nın Kobe kentinde yerel saatle 5.46’da 6,9 şiddetinde bir deprem oldu. Bu depremde yaşamını yitiren 6.434 kişinin yarıdan çoğu deprem sırasında çıkan yangınlarla can verdi. İtfaiye müdürü, böyle bir olasılığı düşünemedikleri için kendi canına kıydı. Ayrıca kentteki ulaşım güçlükleri ölü sayısını artırdı. 640 binden fazla yapı hasara uğradı. İlk kez burada son teknoloji ürünü olan bir gökdelen yıkıldı. Önemli bir liman kenti olan Kobe’deki deprem Japon ekonomisinde bir kırılmaya neden oldu. Kentin nüfusu; yaklaşık Bir buçuk milyondu. Depremden sonra 310 bin kişi burayı terk etti. Bu depremden sonra Japonya, ayrıntılı bir önlem planını devreye soktu.

Olası İstanbul depremi konusunda ne yazık ki büyük hazırlıklar yok! Gerek merkezi gerekse yerel yönetimler, kulaklarının üstüne yatmış uyumaktalar. Depreme hazırlık konusunda büyük bir aymazlık, vurdumduymazlık, sorumsuzluk var. İstanbul depreminin ülkemizin ulusal güvenliğini tehlikeye düşüreceğinin farkında değil hem Tayyip Erdoğan yönetimi hem de İstanbul’u yöneten belediye başkanları. Herkes, böylesi büyük bir sorunu ertelemekte. Kendi siyasal geleceklerinin peşinde koşan siyasetçiler hem İstanbul’un hem de Türkiye’nin geleceğini kendi siyasal ikballeri, günlük çıkarları, sorumsuzlukları ve bilgisizliklerine kurban etmekteler. Bu durum, kabul edilemez.

İstanbul, on altı milyondan fazla insanın yaşadığı bir kent... Ülkemizin en büyük kenti ve gözbebeği… Türk sanayisinin neredeyse yarısı burada… Dünyanın sayılı sanayi, ticaret, turizm merkezlerinden biri… Bu nitelikleriyle Türkiye ekonomisinin önemli bir kısmı buraya dayalı. Kentte, 24 saat üreten büyük sanayi kuruluşları var. Deprem gece ya da gündüz de olsa bu sanayi kuruluşlarında yangın çıkma olasılığı çok yüksek… Bu yangınların çıkacağı fabrikaların bazılarında kimyasal maddelerin yanması söz konusu. Bu maddelerin yanmasıyla kentin önemli bir kısmı zehir solumak zorunda kalacak.

Dar sokaklar, zaten normal zamanda bile ulaşımı aksatmak. Mahallelerin çoğunda otopark olmadığı için taşıtlarca işgal edilmiş cadde ve sokaklarda, olası bir depremle birkaç yapının yıkılmasıyla kentte ulaşım durma noktasına gelir. Buralara ne kurtarma ekipleri ne cankurtaranlar ne de söndürücüler girebilir. Böylece fabrika yangınları, kentin büyük bir bölümüne kolayca yayılır.

İstanbul’da, yedinin üzerinde düşünülen bir olası depremde, binin üzerinde sanayi yangının çıkacağı düşünülmekte. Bunun yanı sıra depremin olacağı zamana göre evsel yangınlar da söz konusu. Bolu-Kartalkaya’daki yangında gördük ki otellerde yangın önlemleri Allah’a emanet. İstanbul’daki fabrikalar, oteller, büyük konut siteleri, okullar, hastaneler, devlet daireleri ve büyük şirketlerde yangın önlemleri ne derecede denetleniyor? Bu sorunun yanıtının olumlu olacağını sanmıyorum. Çünkü ülkemizde doğru dürüst yapılmayan işlerin başında denetim gelmekte. Merkezi yönetimle belediyelerin siyasal kavga içinde olması, deprem hazırlıklarını da sağlıklı kentsel dönüşümü de yangına karşı önlemleri de kurum ve kuruluşların denetimini de engellemekte.

Olası bir İstanbul depreminde olasıdır ki göçük altında ölenlerden çok yangında yaşamını yitirenler olacak. Bu konuda bir hazırlığın olmaması ülkemizin geleceğini de yurttaşlarımızın yaşamını da tehlikeye atmakta göz göre göre. İstanbul’u, olası bir depreme hazırlamamak, konuya sorumsuz ve duyarsız davranmak aymazlıktan öte ihanet değil de nedir?

Hiç zaman geçirmeden hem merkezi hem de yerel yönetimler, siyasal çekişmeleri bırakarak işbirliği yapıp İstanbul’u depreme hazırlamalılar. Bunların öncülüğünde demokratik kitle örgütleri (DSÖ’ler) sendikalar, meslek odaları, üniversiteler, tüm siyasal partiler ve irili ufaklı tüm kuruluşlar bir araya gelmeli. Ortak akıl kullanılarak hem İstanbul’umuzu hem de Türkiye’mizi büyük felaketten kurtarmalılar. Bunu yapmayanları yurttaş da Türk ulusu da affetmez.

                                                                  Adil Hacıömeroğlu

                                                                  6 Şubat 2025

 

 


TÜRK SUBAYI OLMAZSA TÜRK VATANI DA OLMAZ


Yemin töreninden sonra kılıç çatan, yıllardır okunup gelenekselleşen bir asker andını okuyan, ardından da topluca “Mustafa Kemal’in askerleyiz” diye bağıran içlerinde dönem birincisi Ebru Eroğlu’nun da bulunduğu teğmenler: İzzet Talip Akarsu, Serhat Gündar, Deniz Demirtaş ve Batuhan Gazi Kılıç Türk Silahlı Kuvvetlerinden ihraç edildi Millî Savunma Bakanlığı’nın buyruğuyla. Ayrıca Alay Komutan Vekili Albay Alper Topsakal, Tabur Komutanı Yarbay Halit Türkoğlu ve Bölük Komutanı Binbaşı Murat Öztürk’ün de görevlerinden ayrılmalarına karar verildi. Gerekçe de disiplinsizlik…

Atatürk, 31 Temmuz 1920’de Afyonkarahisar Kolordu Dairesi’nde Subaylara Hitaben yaptığı konuşma, tarihsel nitelikte. Bu konuşma, Türk subayının değerini, Türkiye için vazgeçilmezliğini anlamak için önemli.

“Arkadaşlar! İngilizler ve yardımcıları milletimizin bağımsızlığını imhaya karar vermişlerdir. Milletler bağımsızlıklarını hiç kimsenin lütuf ve atıfetine borçlu değildir. Hiç kimse kimseye, hiçbir millet diğer millete hürriyet ve bağımsızlık vermez. Milletlerde tabiaten ve yaratılıştan mevcut olan bu hak, milletlerce kuvvetle, mücadele ile mahfuz bulundurulur. Kuvveti olmayan, dolayısıyla mücadele edemeyen bir millet, mahkûm ve esir vaziyettedir. Böyle bir milletin bağımsızlığı gasp olunur.

Dünyada hayat için, insanca yaşamak için bağımsızlık lazımdır. Bağımsızlık sahibi olmak için kuvvet sahibi olmak ve bunun için mevcudiyetini ispat etmek icap eder. Kuvvet ordudur. Ordunun hayat ve saadet kaynağı, bağımsızlığı takdir eden milletin, kuvvetin lüzumuna olan vicdani imanıdır.

İngilizler, milletimizi bağımsızlıktan mahrum etmek için, pek tabii olarak evvela onu ordudan mahrum etmek çarelerine giriştiler. Mütareke şartlarının tatbikatı ile silahlarımızı, cephanelerimizi, bütün müdafaa vasıtalarımızı elimizden alamaya çalıştılar. Sonra kumandanlarımıza ve subaylarımıza tecavüz ve taarruza başladılar. Askerlik izzetinefsini yok etmeye gayret ettiler. Ordumuzu tamamen lağvederek, milleti, bağımsızlığını muhafaza için muhtaç olduğu dayanak noktasından mahrum etmeye teşebbüs ettiler. Bir taraftan da müdafaasız, ordusuz bıraktıklarını zannettikleri milletin de izzetinefsine, her türlü haklarına ve mukaddesatına taarruzla milleti alçaklığa, boyun eğmeye alıştırmak planını takip ettiler ve ediyorlar.

Her halde ordu, düşmanlarımızın birinci taarruz hedefi oldu. Orduyu imha etmek için mutlaka subayları mahvetmek, aşağılamak lazımdır. Buna da teşebbüs ettiler. Bundan sonra milleti koyun sürüsü gibi boğazlamakta engeller ve müşkülat kalmaz.

Bu hakikat karşısında ve içinde bulunduğumuz vaziyete göre subaylar heyetimize düşen vazifenin mahiyeti, ehemmiyeti ve kıymeti kendiliğinden meydana çıkar. (Atatürk’ün Bütün Eserleri, Cilt: 9, Kaynak Yayınları, Birinci Basım: Ekim 2002, s. 112)” Bu konuşmadan anlaşılacağı üzere emperyalistler; ülkemizi işgale, bölüp parçalamaya yeltendiklerinde ilk saldırdıkları Türk subayı ve ordudur. Subay olmadan ordu olmaz. Bu nedenle Türk subayı, ordunun belkemiğidir Atatürk’e göre.

Günümüzde de durum değişmedi. Balyoz ve Ergenekon kumpaslarıyla bu kez ABD emperyalizmi, ordumuzu çökertmeye çalıştı. Bu nedenle de birçok başarılı ve yurduna bağlı subayımız türlü iftiralarla görevlerinden çıkarıldı. Bağımsızlığımızın güvencesi ordumuzun kolsuz kanatsız bırakmak için saldırıya geçmişti emperyalizm ve onun içerideki işbirlikçileri. Bu saldırılar kısmen amacına ulaştı. Komuta kademesindeki Atatürkçü subayların yerine ABD/FETÖ’nün kiralık askerleri geldi ve ardından da 15 Temmuz gibi ülkemizin emperyalistlerce  işgaline yeltenen bir hain kalkışmaya tanıklık ettik.

“Dolayısıyla kuvvetin, ordunun vücudu için lazım olduğunu söylediğim kaynak -ki milletin vicdani imanıdır- mevcuttur. Ordu ise, arkadaşlar, ancak subaylar heyeti sayesinde vücut bulur. Malum bir askeri hakikat, felsefi hakikattir: ‘ordunun ruhu subaylardadır’. O halde subaylarımız, düşmanlarımız tarafından yıkılmak istenilen ordumuzu tamir edecek ve canlandıracak ve ordu ve milletimizin bağımsızlığını muhafaza edecektir.

Millet, bağımsızlığının muhafazasından ibaret olan hayati gayesinin teminini ordudan, ordunun ruhunu teşkil eden subaylardan bekler. İşte subayların yüce olan vazifesi budur.

Allah göstermesin milletin bağımsızlığı ihlal edilirse bunun vebali subaylara ait olacaktır. Subaylar, izah ettiğim yüce, mukaddes ve bütün açılardan üzerlerine düşen vazife itibariyle, bütün mevcudiyetleriyle ve bütün dikkat ve ferasetleriyle, giriştiğimiz bağımsızlık mücahadesinde birinci derecede faal ve fedakâr olmak mecburiyetindedirler.

Şahsi ve özel hayatları itibariyle de subaylar, fedakârlar sınıflarının en önünde bulunmak mecburiyetindedirler. Çünkü düşmanlarımız herkesten evvel onları öldürürler. Onları aşağılar ve hor görürler. Hayatında bir an olsa bile subaylık yapmış, subaylık izzetinefisini, şerefini duymuş, ölümü küçümsemiş bir insan, hayatta iken, düşmanın tasarladığı ve reva gördüğü bu muamelelere katlanamaz. Onun yaşamak için bir çaresi vardır. Şerefini korumak! Halbuki düşmanlarımızın da kastettiği, o şerefi ayaklar altına almaktır.

Dolayısıyla subay için ‘ya istiklal, ya ölüm’ vardır. Fakat arkadaşlar ölmeyeceğiz, bağımsızlığımızı muhafaza ederek yaşayacağız ve milletimizi daima bağımsız görmekle bahtiyar olacağız. (Aynı yapıt, s. 113)” 

Düşmanın subayımızı hedef aldığı koşullarda, ülkemizde hükümet edenlerin bu kervana katılması anlaşılamaz. Özellikle daha önce Ergenekon ve Balyoz kumpaslarında basın-yayın organlarında gördüğümüz linç kampanyası, şimdi de teğmenlerimizle ilgili yapılmakta. Ekranlara çıkan kimileri, genç subayları ordudan attırmak için seferber oldular. Bu kişilerin çoğu FETÖ kumpasları sırasında ekranlardan emperyalistlerin yalanlarıyla TSK düşmanlığını yayan kişilerdi ne yazık ki. Bu denli bir rastlantıya şaşırmıyoruz.

Kurtuluş Savaşı’mızın başından beri bölücüler, liberaller, dinciler (dini kullanarak ekonomik kazanç ve siyasal güç elde etmeye çalışanlar) ve vatansızlar sürekli Türk ordusuna saldırmaktalar. Emperyalizmin hizmetindeki bu güruhun Türk vatanını koruma gibi bir dertleri yok! Onların kişisel çıkarları, milletin yüksek çıkarının üstünde nedense. ABD isteğiyle yapılan her açılım döneminde Atatürkçü subaylara kıyılması rastlantı olmasa gerek. Bölücübaşı Öcalan, TBBM kürsüsüne çağrılırken vatanına bağlı genç teğmenlerin subaylık görevlerine son verilmesi büyük çelişki.

Atatürk’ün yolundan giden teğmenlerimizin ve Harp Okulu’ndaki yönetici konumundaki üç subayımızın yanında olmak vatanseverlik görevimiz. Bu görevden kaçmak olur mu hiç?

                                                                  Adil Hacıömeroğlu

                                                                  1 Şubat 2025