HALKTAN UZAKLAŞMA, ÇÖZÜMSÜZ SORUNLAR, TUTARSIZLIK VE YENİLGİ

31 Mart 2024 Yerel Seçimlerinin asıl yitireni 22 yıldır iktidarda bulunan AKP. 2002’de 3 y (yoksulluk, yolsuzluk, yasaklar) ile savaşmak için iktidara gelen AKP, ne yazık ki 3 y’nin derinleştirdiği yenilgi çukurunda. Toplumun yoksul kesimlerine dayanarak iktidara gelen bir partinin yoksulluğu derinleştirmesi, işsizliği artırması, üretime yönelik adımları savsaklaması çok belirgin bir siyasal uygulama İktidar Partisi için.

Yolsuzluk

AKP için özellikle kendi üyeleri tarafından söylenen “Mücahit geldiler, müteahhit oldular.” tümcesi, aslında her şeyi açıklamakta. AKP kadroları varsıllaştılar. Bu varsıllaşma, birçoğunun içinde uyuyan görgüsüzlüğü uyandırdı. Gösterişli evler, arabalar, su gibi harcanan kaynağı belirsiz paralar insanların gözlerinden kaçmamakta. Zaten bu görgüsüzlük, sosyal medyada neredeyse her saat paylaşılmakta. Ayrıca dünün yoksulu, yoksul mahallesinde kendisi gibi yaşayan komşularına gösteriş yapmak için çok pahalı, çakarlı arabalarla gelip oy istediler partilerine. İnsanımız ne denli yoksul olsa da gözlemciliği, gerçekleri çabuk kavrayışı, sağduyulu düşünüşü, mertliği ve açık sözlü davranışı övgüye değer. Mahallesine gezmeye ya da oy istemeye gelen dünün yoksulunun hangi yolla, nasıl varsıllaştığını kolayca anlamakta eski mahallesinde yaşayanlar. Gerçi anlamaya gerek de yok. Çünkü hızla varsıllaşan kişi, servetini nasıl edindiğini yetenekli, akıllı(!) olduğunu belirtmek için ilk fırsatta anlatmakta.

AKP’ye oy verenlere sorun bakalım önettikleri belediyelerde, devlet kurumlarında yolsuzluk yapılıyor mu diye. Ne yazık ki AKP döneminde devlet kuruluşlarının çoğunda denetim, yasalara uygun iş yapma ortadan kalkmış durumda. En küçük birimin müdürü bile hem despot hem de küçük çapta bir yağma çiftliğinin patronu. Halka üstten bakmak sıradanlaştı. AKP, kısa yoldan köşe dönmek isteyenlerinin partisi oldu halkın gözünde. Doğaldır ki bunun bir bedeli olacaktı. Halk, bu bedeli sandıkta ödetti.

Üretmeyen ülke

AKP iktidarlarının gözlerinin görmediği en önemli alan, üretim. Turgut Özal ve Kemal Derviş’ten devraldıkları serbest piyasacı, dış borca dayalı sistem olduğu gibi uygulandı. Zamanla borç birikti ödenmez oldu. Bu politikayla üreten kırsal kesim boşaldı. Köylerde tarlaya tohumu atacak, ürünü kaldıracak nüfus kalmadı. Başta köylü olmak üzere üretenlerin tümü ezildi. Ürettiği malı, neredeyse maliyetinin altında satmak zorunda kaldı üreticimiz. Birçok zorunlu tüketim maddesi Türkiye’de üretilmesine, özellikle de tarım ürünleri ülkemizde yetiştirilmesine karşın dışardan alınmakta. Bu anlaşılır bir durum değil. Çünkü bu yolla Türk üreticisi etkisiz kılınmakta, emeği pula dönmekte. Bu da AKP hükümetlerinin uyguladığı liberal politikaların sonucu. Bu ekonomik politikalar sonunda orta sınıf yok oldu. Varsıl daha varsıl, yoksul daha yoksul oldu.

Üreticiyi ezen serbest piyasa sistemi, tüketimi özendirdi sürekli. Daha çok tüketim, daha çok dış borç demek. Bu kısır döngüyle ülkemiz daha çok borca battı, dışa bağımlılığı arttı. Bu da AKP hükümetlerinin ne denli yanlış bir ekonomik sistemi uyguladığının önemli bir göstergesi. Halkın bu sisteme dayanma gücü kalmadı. Sisteme, dolayısıyla bunun uygulayıcısı AKP’ye sandıkta tepki göstermesi ise en doğal hakkı.

Emekliler, süründürüldü

AKP hükümetleri, emeklileri adeta süründürdü. Yıllarca ülkesine hizmet eden kişileri açlığa tutsak etmesi bağışlanamaz. Emekli olmayan yurttaşlar, emeklilerin zor durumlarını görünce aynı şeyin onların da başına geleceğini düşünerek doğal olarak kaygılanmaktalar. Emekli, hesabını ahirete bırakmayıp sandıkta sordu.

Emekliler konusu, muhalefet partilerince seçimlerde kullanıldı. Bir lokma ekmeğe muhtaç emeklinin içler acısı durumu görmezden gelinemez. Seçimlerden önce yazdığı “Emekliler, Emekliyor” başlıklı yazımda, konu ayrıntılı olarak açıklamakta

Dış politikadaki tutarsızlıklar

AKP’nin en yumuşak karnı dış politika. “Denge politikası” adı altında tam bir dengesizliğin içinde. Bunun en yalın örneği Filistin-İsrail savaşı… R. Tayyip Erdoğan, seçmenlerinin gözünü boyamak için İsrail yönetimine demedik söz bırakmadı. Ancak el altından İsrail’le ticareti kesintisiz sürdürdü. Üstelik her geçen gün bu ticaret artmakta. Bu çelişkiyi uzun süre saklayamadı halktan RTE. Bunu en iyi kullanan da YRP Genel Başkanı Fatih Erbakan oldu ve karşılığını da aldı seçimlerde.

AKP’nin diğer bir tutarsızlığı Rusya-Ukrayna savaşında. Burada da ikili oynamakta. Bir yandan Rusya ile iyi ilişkiler kurarken diğer yandan da Batı’yı küstürmemek adına Ukrayna ile el ele. Bu da ülkemize zarar vermekte. Bu tutarsızlık; başta komşularımız olmak üzere dünyanın birçok ülkesinde Türkiye’ye karşı güvensizliğe dönüşmekte. Halkımız, bu tutarsızlıkların ekonomimize yansımalarını görmekte. Bu nedenle rahatsızlığı söz konusu yurttaşlarımızın.

Erdoğan’ın despotluğu, alaycı dili

RTE, kedisini eleştirenlere, kendinden farklı düşünenlere hoşgörü göstermiyor. Azarlıyor, paylıyor, bağırıp çağırıyor… Konuşmalarına bakıldığında sürekli bir bağırma söz konusu.

Muhalefeti küçük görmekte. Muhalefet liderleriyle dalga geçip hakaret etmekte fırsat buldukça. Eleştiriye tahammülü hiç yok! En küçük eleştiriyi, kendisine saldırı olarak değerlendirmekte. Oysa eleştirilerden ders almayı bilse hem kendisini geliştirecek hem de yanlışlarını azaltacak. Bu bakış açısı ne bilimsel ne de demokratça.

Erdoğan, basının kendisini eleştirmesine karşı çok sert ve saldırgan. Bundan da anlaşılıyor ki çocukluğu ve gençliği bir hoşgörü ortamında geçmemiş. Yapmadığı ya da yanlış yaptığı işlerle ilgili soru sorulduğunda sinirleniyor. Sinirlenince tüm dengesi bozuluyor. Oysa eleştiri, demokrasilerin olmazsa olmazı. Eleştiri olmasa yanlışımızı nasıl öğreneceğiz?

Basın yayın organlarında her partiye eşit söz hakkı verilmiyor. Özellikle TRT’ye bağlı televizyonlar, radyolar iktidar partisinin sesi olmuş. Bu demokrasi dışı uygulama hakkın ilgisinden kaçmıyor.

Neredeyse her gün televizyon kanallarında konuşmakta. Ramazanda her iftar sonrası ekranlarda görünmesi insanları bıktırdı. Bu iftar sofralarının masrafını kendi kesesinden mi, yoksa milletin kesesinden mi ödemekte? Milletin kesesinden iftar yemekleri düzenlemek İslam dinine ne derece uygun acaba? Kendi deyişiyle “garip gureba, fakir fukaranın” parasıyla insanlara iftar yemeği ısmarlanır mı?

Kibir

Her düzeydeki AKP yöneticilerinin çoğunda anlaşılmaz bir kibir var. Yöneticileri geçelim. AKP’ye uzaktan yakından bulaşmışlarda da aynı kibri görmek söz konusu. Her şeye egemenim, bilmediğim bir şey yok, yüksek dağları ben yarattım havası en belirgin özellikleri bu kişilerin. Karşısındakini dinleme, farklı düşünceleri öğrenme gibi bir alışkanlıkları yok çoğunun! Karşılarındakileri küçümsemeleri çok belirgin. Bu nitelikleriyle güvercinlere benzemekteler. Yerdeyken halkın avucundan yem yiyorlar, havalandıklarında ise yurttaşın başına s.çıyorlar. Çok yazık, çok… Halka rağmen halk için bir şey yapılamaz.

AKP’nin temsil ettiği taban

2002’den beri AKP’ye oy veren bir halk kitlesi var. Bu kitlenin hepsi aynı dünya görüşüne sahip değil. Dört farklı eğilim var parti tabanında. Partinin çekirdeğini oluşturan Mili Selamet Partisi, Milli Görüş geleneğinden gelenler… İkinci kitle ise merkez sağ (DP, AP; DYP, ANAP) geleneğinin temsilcileri… Üçüncü eğilim ise milliyetçiler… Dördüncü kitle ise çoğu kişinin bir türlü görmediği CHP-DSP kökleri olanlar… Karadeniz, İç Anadolu, Doğu Anadolu’nun bir kısmı, İç Ege ve Marmara’nın bir bölümünde CHP-DSP köklerinden gelen seçmenleri var AKP’nin. Bu seçmen kitlesi Kurtuluş Savaşı’nın omurgasını oluşturan ailelerin torunları.

Milli görüşçüler dışındaki kitle, Atatürk’ü sevip sayar. Cumhuriyet değerlerine sahip çıkar. Ulus devletin varlığı konusunda duyarlıdırlar. Düşsel, gerçekdışı bir ümmetçilik onların dünya görüşünü de mantığına da uymaz. Ortaçağ özlemi içindeki yobazlığın yaşama ters geldiğinin farkındadır bu kitle.

AKP’deki Milli Görüşçüler, bir güç zehirlenmesinin körlüğünü yaşamaktalar. Bu körlük, onlara ülkemiz koşullarıyla bağdaşmayan bir özgüven kazandırmış AKP iktidarı boyunca. Sosyal medya paylaşımlarında, eş dost söyleşilerinde düşünceleri ülkemize egemen olmuş gibi konuşup davranmaktalar. Bu da AKP içinde yer alan Cumhuriyet değerlerine bağlı kitleyi rahatsız etmekte. Her fırsatta Atatürk ve devrimlerle hesaplaşma peşindeler.

 31 Mart yerel seçimlerinde AKP tabanında başta ekonomi ve dış politikadaki tutarsızlıklar konusuna bağlı olarak birçok konuda rahatsızlıklar başladı. Bu nedenle seçmen, parti yönetimini uyarma gereği duydu. Bu seçimlere katılım oranı, öncekilere göre oldukça düşük.

Seçimin kazananı olarak görülen CHP oylarında olağanüstü bir artış yok! AKP seçmeninin daha çok CHP-DSP kökenli olanlarının bir bölümü CHP’ye oy verdi. Milli görüşçülerin önemli bir bölümü ise YRP’yi destekledi. Bu nedenle YRP, seçimin en kazançlı partisi. AKP seçmeninin önemli bir bölümü ise sandığa gitmedi. Bu kitle partisine şimdilik bağlı. Bu kişilerin elleri başka bir partiye oy vermeye eli varmadı. Sandığa gitmeyerek iktidar partisine kendini, politikalarını değiştirmesi için uyarıda bulundu.

AKP’de politika değişikliği olur mu?

AKP, kendini düzeltebilir mi? Bu çok zor… Mehmet Şimşek’i ekonominin başına getirerek ABD yaptırımlarına teslim oldu. Şimşek borçlanma ekonomisinden yana. Onun defterinde üretim yazmaz. Ekonomik bunalımın yüküne varsıla değil, yoksulun sırtına yükler. Bu nedenle yoksul, gittikçe yoksullaşır, varsıl da daha çok varsıllaşır. Kısacası Şimşek, RTE’nin deyişiyle “yerli ve milli” değil.

AKP yoksulluğu ortadan kaldırmak için geldi, yoksulluk katlanarak arttı. Yolsuzluğu önlemek için iktidar oldu, yolsuzluğa tüm gövdesiyle battı. CHP’nin kaynağını bir türlü açıklayamadığı para kulelerinin toplumda karşılık bulmamasının nedeni AKP döneminde yolsuzluğun sıradanlaşmasından. AKP, yasakları yasaklamak için söz verdi, birçok konuda yasakçılık şampiyonu oldu.

Günümüz siyasetçisinin en büyük sorunu sözünde durmaması. Ayrıca iktidar seçeneği olacak partilerin neredeyse hepsinin programı aynı. Hepsi serbest piyasacı… Hepsi batı sistemine eklemlenmek için yarışmakta. Atatürk’ün tam bağımsızlık, üreten Türkiye ülküsüne bağlı siyasetçiye ve siyasal partiye ivedilikle gereksinmemiz var. Çünkü kurtuluşumuz burada.

                                                             Adil Hacıömeroğlu

                                                             3 Nisan 2024

 

 

 

 

 

SEÇİM YALANLARINA NE OLDU?

Her seçim öncesi ve sonrası alışılagelen yalanlar vardı. Ne yazık ki bu yalanlara inananlar çoktu. Seçim yenilgilerinden ders almak yerine, yalanlardan oluşan bahanelere sığınıldı. Bu nedenle de ülkemiz sorunlarına çözüm oluşturacak halka yönelik siyasetler oluşturulamıyor.

“AKP seçmeni körü körüne oy verir.” sözü; muhalefet parti yöneticilerinin, muhalefeti destekleyen kimi gazeteciler, yurttaşlar söyleyegelir. 31 Mart seçimleri gösterdi ki AKP seçmeni gözü kapalı, körü körüne oy vermiyormuş. Hükümet uygulamalarını yanlış olduğunu gördüklerinde ya oy vermeye gitmiyor ya da muhalefet partilerine destek veriyorlar. Demek ki AKP’nin kazandığı onlarca seçim sonrası sorulacak soru şu idi: “Halkımızın neredeyse yarısı, niye AKP’ye oy veriyor?” Bu sorunun yanıtı bulununca AKP’ye karşı savaşım amaca ulaşır.

AKP seçmeninin kömür, makarna karşılığında oy verdiği söylendi yıllarca. Bu yalana, ağır suçlamaya ilk karşı çıkanlardanım (Bkz. Kömürcü, Makarnacı Koyunlar https://adiladalet.blogspot.com/2014/01/komurcu-makarnaci-koyunlar.html ). Halkı verdiği oy yüzünden suçlamak çok yanlış. Onu, düşüncelerinle ikna edemiyorsan sorun sende.

İkinci bir yalan: “AKP, oyları çalarak seçimleri kazanıyor.” Görüldüğü gibi bu yalan da pazar günü seçim sandıklarında çöktü. Demek ki sandığa atılan oy, ona sahip çıkılınca yok olmuyor. Bu söylem sandık başkanlarına ve sandık kurulunda bulunan devlet memuru olan üyelere ağır bir suçlama içerir. Devlet memurlarının ezici bir çoğunluğu işlerini namuslarıyla yapar. Ayrıca il ve ilçe seçim kurullarında da memurlar var. Ayrıca sandık, il ve ilçe seçim kurullarında partileri temsilen üyeler bulunmakta. Toptancı bir görüş ve yalanla bu kişileri suçlamak hem büyük bir ayıp hem de onlara haksızlık. Çoğu devlet memuru olan bu kişiler de seçmen ve oy kullanıyorlar. İşini yapmamakla suçladığınız kişilerin oyuna gereksinmeniz yok mu sizin?

“YSK, geliştirdiği yeni bilgisayar programlarıyla sandıklardan gelen oyları değiştirip AKP’ye yazıyor.” Benzeri tümcelerle YSK, olmadık yalanlarla suçlanmakta yıllardır. Bu seçim gösterdi ki YSK’ya giden sandık sonuçlarını olduğu gibi yayımlamakta.

“Anadolu Ajansı, muhalefetin oylarını vermiyor.” tümcesi ise seçim akşamlarının ünlü yalanı. Görüldüğü gibi oy alırsan ilk dakikalardan başlayarak oyların açıklanır, Türkiye haritası kırmızıya boyanır.

Bir diğer yalan ise “Tayyip Erdoğan’ın diktatör olduğu ve koltuğunu seçimle bırakmayacağı” idi. 2019 seçimlerinde AKP ve ortağı MHP; Ankara, İstanbul, Adana, Antalya ve Mersin büyükşehir belediyelerini kaybetti. Bu belediyeler, kavgasız gürültüsüz teslim edildi CHP’li belediye başkanlarına. O zaman “Diktatör olan biri, beş büyük belediyeyi kuzu kuzu teslim eder mi rakibine?” diye sorduk. Usçu bir yanıt alamadık.

Yukarıda başlıca yalanları yazdık. Bunlara benzer onlarca yalan ver. Bu yalanlar, bilinçli olarak çıkarıldı. Kim tarafından? Ülkemizde karışıklık çıkarmak isteyenlerce, yani emperyalist odaklarca. Bu yalanları yayanlar ise FETÖ ve PKK… Muhalif olan birçok kişi, bu yalanlara sarıldı bilerek ya da bilmeyerek. Bazı siyasal parti yöneticileri de başarısızlıklarını örtmek için ne yazık ki bu yalanlara sarıldı.

En çok üzüldüğüm şey ise siyasal parti yöneticilerinin yukarıdaki yalanlara sarılmalarının nedeni, Türk devlet geleneğini bilmemeleri. Cumhuriyet kurumlarının çoğunun hâlâ dimdik ayakta durduğunun farkında olmamaları.

31 Mart seçimleri yalanları çürütmesi bakımından olumludur. Emperyalist odaklara kanıp yalan söyleyenlerden bir vicdan muhasebesi, en azından bir özür beklemek kamuoyunun hakkı. Ama nerde…

                                                                            Adil Hacıömeroğlu

                                                                            2 Nisan 2024

BİR SEÇİM ANISI

Yaşamımda ilk anımsadığım seçim, 10 Ekim 1965 genel seçimleri. İlkokula yeni başlamıştım. Babam, başka bir köyde sandık başkanı olduğu için onunla gidememiştim oy kullanılan yere. Seçim sandığı, köyümüzün yıllara meydan okuyan ahşap camisinde kurulmuştu. Ne yazık ki bu tarihsel cami, betonun egemenliğine boyun eğip yok edildi.

Akrabalarımızdan bazı çocuklarla Caminin Yanı’na gittik. Biraz çekingen biraz da utangaç yaklaştım caminin girişine. Köylülerimiz, oy kullanmaya başlamıştı bile. Erkekler ve kadınlar yeni, tertemiz giysilerini giymişlerdi düğüne gider gibi. Erkeklerin çoğu; takım elbise giymişti. Aralarında kravat takanlar göze çarpıyordu. Köyümüzün ileri gelenlerinden bazıları, özellikle de siyasetle ilgilenenlerin fötr şapkaları, ilgimi çekmişti o zaman.

Kadınların nerdeyse hepsi başörtülüydü. Türban dediğimiz baş bağlama biçimi henüz ortaya çıkmamıştı. Genç kızların ve gelinlerin, orta yaşlı annelerin eşarpları biraz geriye doğru bağlandığından perçemleri görünürdü. Eşarpların çoğu temiz ve göz alıcıydı. Bazı kadınların peştemalleri omuzlarında, bazılarınınki ise başlarının arka yanından tülbentlerini kapatacak biçimde durmaktaydı.

Herkesin bakışlarında bir ciddiyet, vakar vardı. Önemli bir görevi yerine getirmenin verdiği sorumlulukla davranmaktaydılar. Camiye girmeden önce aile büyüğü erkekler, özellikle okuryazar olamayan kadınlara partilerin simgeleri üstünden yalın anlatımlar yaparlardı. Bu simgeler de gündelik yaşamadan alınırdı. CHP’liler, partilerini tanımlamak için “Dişli küreğe (dirgene) basacaksın mührü.” diye uyarıda bulunmaktaydılar. AP’liler ise “Atın altındaki boşluğa vur mührü.” diyerek siyasal görevlerini yapmaktaydılar.

O dönemde partilerin bazılarının simgesi hayvandı. Aybar’ın genel başkanlığını yaptığı TİP’in ise simgesi, insan. Başında kasketi, öne doğru adımını atmış bir insan. Bu simgedeki kişi bana hep işçiyi andırırdı. Bu arada bu simgeyi çizenin de ünlü ressamımız Abidin Dino olduğunu söylemeliyim. Babam, 1965 seçimlerinde TİP’e oy verdi. Çevresindekilerden de bu partiye destek istedi. TİP’in simgesini anlatırken hayvana, küreğe mührünü basma; insana oy ver.” diyordu. Bu seçimlerde TİP on beş milletvekili çıkardı. Babamın sandık başkanı olduğu köyden de ilgi çekici düzeyde oy aldı sosyalistlerin partisi. Bu nedenle babamı şikâyet ettiler. Uzun süre soruşturma geçirdi bu yüzden.

O zamanlar seçimlerde aynı akrabadan olanlar toptan aynı partiye oy verirlerdi. Toplu davranmayan az sayıda kişi olurdu. Demek ki kırsal kesimde seçimler, bireylerin özgür iradesiyle yapılamıyordu. Feodal ilişkiler, özgür iradeyi tutsaklaştırıyordu. Seçim, ailelerin birbirlerine üstünlük savaşımıydı aslında.

Oy verenler görevini yapmanın mutluluğuyla ayrılıyordu sandık başından. Öğlene doğru annem, ninem, yengem ve diğer akraba kadınları gelip oylarını kullandılar. Annem, ilkokul mezunuydu. Ona nereye oy vereceğini kimse söylemedi. O da babam gibi TİP’e mührü bastı. Ailemizin diğer kadınları ise dişli küreğe oylarını verdiler.

Annem eve dönerken beni de götürdü yanında. Evde yemek yedirdi bana. Çabucak yedim önümdeki tabaktaki yemeği. Ardından Caminin Yanı’na gitmek için yalvarınca sonunda izin verdi. Benden dört yaş büyük olan amca oğlum Hasan Tahsin’e beni emanet etti. Biz de onunla gittik oy kullanma yerine. Sandıklar açıldı, oylar sayılıyor. Herkesten çok, ben heyecanlıyım. Oy sayımı bana bir oyun, bir maç gibi geldi. Bazı gençlerin ellerinde kalem ve kâğıt her oyda partilerin altına bir çizik atıyorlar. Sonun dek bekledik sayımı.

Sayım bitti. Dişli kürek kazandı bizim köyden az bir farkla. Ben, sağıma soluma bakmadan koştum eve. İçeri girmeden bağırmaya başladım: “Nene, senin dişli kürek kazandı.” diye.

                                                                  Adil Hacıömeroğlu

                                                                  31 Mart 2024

 

EMEKLİLER, EMEKLİYOR

Emekli; belli bir süre çalışıp emek harcayarak ülkesi ve içinde yaşadığı toplum için üretimde bulunan, zamanı gelince işinden ilişiği kesilerek aylık bağlanan kişidir.

Emekli kişi, çalışırken emeği ve üretimiyle bir yandan toplum yaşamına katkı yaparken diğer yandan da kendi geçimini sağlar. Çalışma yaşamında alınteri dökerken de çoğu zaman geçim sıkıntısı çeker. Onun tüm umudu, yaşululuğa erip emekli olduğunda düşlediği rahat, erinçli, mutlu bir yaşam. Ne yazık ki ülkemizde emeklilerin çoğunun bu düşleri gerçekleşmez. Emekli olduklarında çalışma yaşamında çektikleri ekonomik sıkıntıları büyüyerek sürer.

Emekli, yaşuludur. Eğinsel ve tinsel yorgunluk söz konusu onun için. Yaş ilerledikçe bin bir sorun çıkar karşısına. Sağlığı bozulmaya başlar. Sayrılıklar sökün eder. İnsan yaşamının doğal süreci acımasızca işler emekli için. Onun tek beklediği namerde muhtaç olmadan yaşamak… Bunun yanı sıra çevresindeki kişilerin ona az da olsa değer vermesi, saygı göstermesidir tek beklentisi… Toplumun büyük bir bölümü, özellikle de devleti yöneten siyasetçiler, emekliyi yük olarak görür. Onu banka kapılarında dilenci durumuna sokar vefa bilmeyen, emeğe değer vermeyen hükümet yöneticileri.

AKP Hükümeti önce emekliye sağlık alanında darbe indirdi. Parasız alması gereken bazı ilaçları liste dışı kaldı. Var olanlar için de katkı payı adı altında ödeme alındı ondan eczanelerde. Sayrıevine her gidişinde üç kuruşluk aylığından paralar kesildi. Emekli ne yer ne içer diye düşünen olmadı. Ballı kaymaklı emekli aylıkları alan milletin vekillerinin, hükümet yöneticilerinin umurunda mı emekli? Tok, açın halinden anlamadı.

En düşük emekli aylığı, asgari ücretin altında olamaz; kuralı çiğnendi ayaklar altında AKP tarafından. Emeklinin aylığı, doğru düzgün artırılmadı. Giderek açlık sınırının altında yaşar oldu yıllarca devletine, ulusuna, toplumuna emek veren bu ulu kişiler.

Emekli aylıkları yılbaşında artırıldı. “Yüzde şu kadar olacak.” dendi. Reis Efendi kalıp ekranlara çıktı afrayla tafrayla “Yüzde beş de benden.” diyerek sadakasını koydu emeklinin avucuna. Bu işin kanunu kuralı yok mu? Birilerinin iki dudağı arasında mı milyonlarca emeklinin aylığı, geçimi? Sen, kendi kesenden mi veriyorsun bu yüzde beşi?

“Aslında biz emeklimize çok fazla zam yapacaktık da EYT’liler olunca sayıları çoğaldı. Bütçe olanaklarımız hepsine yetmedi.” diyerek savundu kendini bir hükümet üyesi düşüncesizce. Sen, hükümetsin. Emekli olmanın kurallarını niye değiştiriyorsun? Halk avcılığı yapacağım diye yasaları değiştirip devleti yasasız, kuralsız bir duruma getirdikçe her şeyin içinden çıkılmaz bir hal aldığını görmüyor musunuz? Üstelik devletin hesap kitabı elinizde değil mi? Bütçe olanaklarının EYT’liler için yetersiz olduğunu şimdi mi anladınız? Devleti yöneten birinin elindeki bütçenin neye el verip vermediğini bilmez mi? Bilmezse neden o koltukları işgal eder bu bilgisizler?

Peki, EYT’liler niye emekli olmak için can attılar? Bu soruyu neden sormuyorsunuz kendinize ey cumhurbaşkanı ve yalnızca bakıp görmeyen bakanlar? 2002’de başlayan AKP iktidarları döneminde birçok fabrika özelleştirme adı altında satıldı. Satılan fabrikalar, bir süre sonra üretmez oldu. Çoğu kent merkezlerinde olan bu fabrikalar yıkılıp yerlerine varsıllar için konutlar ve AVM’ler yapıldı. Fabrika işçilerinin çoğu işsiz kaldı. Çok azı ise bu yapılarda bekçi, bahçıvan, temizlik görevlisi oldu. Yeni yetişen gençler çalışacak iş bulamayınca işsizlik ordusuna katıldılar. EYT ile emekli ettiklerinizi işsiz, umutsuz bırakan sizsiniz. Onlara emekli olmaktan başka seçenek sunmayan siz değil misiniz? EYT senin eserin ey Tayyip Erdoğan.

Sadakacı Reis Efendi, emekliye büyük bir iyilikte bulundu. Hakkını yemeyelim. Emeklilerin bayram ikramiyelerini iki bin liradan üç bin liraya çıkardı. Vay be, ne para! Yılda iki dinsel bayramda toplam iki bin lira artış öyle mi? İnsan bunu müjde diye ekranlardan açıklamaya utanır. Ama o açıklar, pişkinlik huy olmuş nasılsa.

Sadakacı, emeklilere az aylık verildiğini bu olanaklarla geçinemediğinin farkında. Önümüzde seçim var. Bir şeyle yapması gerek… Kendisi şark kurnazı ya… Kurnazlıktan başka usçu bir düşünüşü yok! Emeklilere kamu bankalarının üç yıl için alınan aylıklara göre 8-12 bin lira arası promosyon vereceğini açıkladı Sadakacı. Hazret, sözcüğün Türkçesini kullanmaktan özellikle kaçınmakta. Fransızca ve anlamı bilinmez sözcük işine gelmekte. “Özendirme” desen herkes anlasa dediğini olmaz mı? Annenden öğrendiğin anadiline yabancılaşman niye?

Banka özendirmeleri tamam… Ancak bunun da yetmeyeceğinin farkında Sadakacı. Bu kez yeni bir paket daha açıklanıyor. Bu kez Bakan Bey çıkıyor ekrana. Trende, THY’de, cep telefonlarında, Tarım kredi kooperatifi marketlerinde, PTT AVM ve kargoda, sinemalarda, tiyatrolarda… indirim uygulanacakmış. Gören emeklinin kesesine bir şey girmiş sanacak. Uçağa, trene indirimli binip gitti diyelim emekli. Gittiği yerde taş mı yiyecek? Kalacağı yere para ödemeyecek mi? Bu indirimler, sözden öteye gitmez, gerçekçi değil. Ama olsun, yapmış görünüyor ya Hazret, bu yeter. Karşısında da halktan, halkın sorunlarından kopmuş bir muhalefet var nasıl olsa bu göz boyama indirimleri işe yarar.

Emekli; marketlerde çürümekte olan, pörsümüş, çöpe atılacak olan yerde bir kasaya doldurulan meyve ve sebzenin içinden kendince iyilerini seçerek alıyor az paraya. Açık söylemek gerekirse marketlerin çöplerine bile para ödeyerek karnını doyurup yaşamda kalmaya çalışmakta. Umurunda mı Sadakacı’nın? O, çocukluğundan beri sadaka alıp sadaka vermiş. Bu nedenle duygudaşlık nedir, bilmez. Yasalar, kurallar umurunda mı? Adam gibi insanca yaşanabilecek bir aylık öde emekliye de doğru bir iş yap, olmaz mı?

Üretim, üretim, üretim diye diye dilimizde tüy bitti. El alemin, yani emperyalistlerin ağzına bakarak üretimi bitirdiniz. Ülkemizi borç batağına soktunuz. Bu kadar olumsuz deneyimden sonra yine batı bankalarından borç dilenmekten başka bir düşünce geçmiyor usunuzdan. Üretimin değerini anlamanız da olanaksız.

Emekli, emekliyor. Hem de alçaktan sürünerek… Emeklerken ne tutunacağı bir dal ne de güveneceği bir hükümeti var. Açlık sınırının altında geçinmek onun yazgısı… Bu yazgıyı yazan da 22 yıllık hükümetleri döneminde AKP ne adaletli oldu ne de kalkınmacı. Adalet ve kalkınma sözcükleri, parti tabelasında kaldı ne yazık ki.

                                                                  Adil Hacıömeroğlu

                                                                  29 Mart 2023

 

        

ATATÜRK VE TRABZON


Atatürk, sık sık yurt gezilerine çıkardı. Özellikle Kurtuluş Savaşı’nda büyük özveride bulunmuş illerimize gitmeyi, halkla söyleşmeyi çok severdi. Emperyalizme karşı başkaldırıda öncü olmuş kentlerimizin onun için önemi çok büyüktü.

Atatürk; 1924, 1930 ve 1937 yıllarında üç kez gitti Trabzon’a. Bu yolculuklarının hepsi deniz yoluyla oldu. Cumhuriyetin ilk yıllarında ülkemizde karayolu ulaşımı neredeyse yoktu. Demiryolu ulaşım da Ankara’nın batısındaki bazı kentler arasında söz konusuydu. Bu nedenle yurt topraklarında gezmek oldukça zordu. Deniz yolculukları da günlerce sürmekteydi.

Atatürk, Trabzon’a ilk kez 15 Eylül 1924’te geldi. Kent halkı, onu limanda coşkuyla karşıladı.

Atatürk, 16 Mayıs 1919’da ayrıldığı İstanbul’a 1 Temmuz 1927’de gitti ilk kez. 1924’te Ankara’dan trene binip Kocaeli’de iner. Buradan Yavuz zırhlısıyla denize açılır. İstanbul’a uğramadan, Boğaz’a girdi bindiği vapur, Karadeniz’e doğru yol aldı ve bu yolculuk Trabzon limanında son buldu.

“Efendiler, hemen bütün Trabzon halkını, yekpare bir samimiyet kitlesi halinde gördüm. Kadınlarının, çocuklarının, ihtiyarlarının gözlerinde yaş gördüm. Bu ne fevkalade his, bu ne şefkat, bu ne yüksek ahlaktır. İtiraf etmeye mecburum ki, bugünkü gördüklerimin ve hissettiklerimin bu kıymetli memleket ve bu muhterem halk hakkında bende hasıl ettiği fikirleri, kanaatleri, bugüne kadar hiçbir vasıta bu derecede temin edememişti. Emin olabilirsiniz ki, Trabzon’u ve Trabzonluları ziyaret etmek, senelerden beri bende hâkim olan büyük bir arzu ve derin bir özlem halinde idi. Beni bu saadetten bugüne kadar mahrum eden, malumunuz olan ahval ve şartlar idi. Bugün çok mesudum; çünkü, beni, sevdiklerimi görmekten men eden o uğursuz şartlar, tamamen bertaraf edilmişti. (Atatürk’ün Bütün Eserleri, Cilt:16, Kaynak Yayınları, Birinci Basım: Mayıs 2005, s. 303)” Görüldüğü gibi Trabzonluların Atatürk’e ilgi ve sevgisi çok büyük. Atatürk’ün halka yatığı konuşmanın yüreğinden kopan sözlerden oluştuğunu söylemeliyim.   

Atatürk, konuşmasını şöyle sürdürür: “Arkadaşlar, beş sene evvel ilk defa Samsun’a ayak bastığım zaman, bana kalp kuvveti veren vatandaşlarımın ilk safında kahraman Trabzonluların bulunduğunu asla unutmayacağım. Büyük kanlı Sakarya Muharebesi’ne 3. Fırka ile yetişen Trabzon evlatlarının muharebe meydanında gösterdikleri fedakarlıkların kıymetli hatırası daima beynimde nakşolmuş kalacaktır. Bu vatanperver halka, o kahraman evlatlara sahip olan bu kıymetli memleketimizi, bir Ermenistan kapısı veya hayal edilen Pontos Krallığı ülkesi yapmak talep ve tehditleri, ne uğursuz idi. Şüphesi o kabuslar, ilelebet hayal olmuştur. (Aynı yapıt, s. 304)”

Atatürk, Trabzonluları savaş alanlarında tanıdı. Trablusgarp savaşıyla (1911) başlayan ve Büyük Taarruz’la sona eren on bir yıllık savaşların içinde bu güzel kentin evlatlarıyla omuz omuza çarpıştı. Yurt savunmasında onlarla ulusun var olma yazgısını paylaştı. 19 Mayıs 1919’da Samsun’da Atatürk’ü karşılayan Trabzonluların olması övüncümüz.

“Efendiler, vatanın birliğini, hürriyet ve bağımsızlığını temin eden, milletimizi Cumhuriyet idaresine kavuşturan inkılabımız, iktisadi refah ve saadetimizi, medeniyet aleminde layık olduğumuz mevkii de temin edecektir. Bu verimli, ahalisi zeki, müteşebbis, çalışkan olan Trabzon’umuzu, az zamanda dahile şimendiferle bağlanmış, güzel rıhtım ve limanla donatılmış görmek, en büyük emelimdir.

Trabzon, Türk camiasında Cumhuriyet’in, zengin, kuvvetli, hassas, pek mühim dayanak kaynaklarından biridir. Böyle bir Cumhuriyet şehri, elbette lüzumlu gördüğü bütün ümran ve ilerleme vasıtalarına sahip olacaktır. (Aynı yapıt, s. 304)” Atatürk’ün Trabzon’a demiryolu yapılması düşüncesi, ne yazık ki kendisinden sonra ülkemizi yönetenlerce gerçekleştirilmemiştir. Atatürk’ün bu amacını, vasiyetini gerçekleştirmeyen tüm siyasetçileri burada kınıyorum.

Atatürk, 27 Kasım 1930’da yanında İçişleri Bakanı Şükrü Kaya ve Başyaver Rasuhi Bey’le Trabzon’a ikici kez geldi. Halkın ilgisi yine çok fazlaydı.

         28 Kasım 1930’da Trabzon Cumhuriyet Halk Fırkası üyelerine şöyle selendi Büyük Önder. “Karşımızda birçok fırkalar varmış gibi her gün daha büyük bir faaliyetle çalışmak, fikirlerimizi halk kitlelerinin içine yaymak ve köylere kadar götürmek mecburiyetindeyiz. Her an tarihe karşı, cihana karşı hareketlerimizin hesabını verebilecek bir vaziyette bulunmak lazımdır. Tasavvur ve faaliyetlerimizde bu kadar hassas ve uyanık bulunmak suretiyle muhalifsiz bir fırkanın sakıncalarını bertaraf etmiş oluruz. (ATABE, Cilt: 24, s. 354)” Atatürk bu konuşmasında tarihe ve dünyaya hesap vermekten söz etmekte. Partiler ve onların yöneticileri, hangi koşulda olursa olsun hesap verme düşüncesini yitirdiklerinde diktatörleşirler, böylece halkına zarar verirler.

         Atatürk, Trabzon’a üçüncü gelişi 10 Haziran 1937’de oldu. 11 Haziran günü Trabzon Valisi Yahya Sezai Bey’e “Uzay” soyadını verdi Gazi Paşa. Çalışmalarını, ona armağan edilen Atatürk Köşkü’nde yürüttü.

         11 Haziran 1937 günü “Mal ve mülk bana ağırlık veriyor. Bunları milletime vermekte ferahlık duyuyorum. İnsanın serveti kendi manevi şahsiyetinde olmalıdır. Ben büyük millete daha neler vermek istiyorum. (ATABE, Cilt: 29, s. 262)” diyerek vasiyetini yazmış ve tüm mal varlığını kurduğu devlete, dolayısıyla ulusuna bağışlamıştır. Keşke günümüzde de “insanın servetini, kendi manevi şahsiyetinde” düşünen siyasetçilerimiz olsa. Torbalar dolusu emlak tapuları, banka cüzdanları ortalığa saçılmasa. Manevi şahsiyeti yoksul olan siyasetçi, mal mülk varsılı olmakta.

         Atatürk, görüldüğü gibi Trabzon’da önemli kararlar aldı. Bu kente, yaşamı boyunca güvendi.

                                                                            Adil Hacıömeroğlu

                                                                            27 Mart 2024


TRABZON VE ERZURUM KONGRESİ


Trabzon kenti, Mondros Anlaşması’ndan sonra ülkemizin başına gelecekleri fark etmiş ve geri dönülmez felaketlere uğramamak için büyük bir öngörüyle emperyalistlere direnmek için hızla örgütlenmeye başlamıştır.  Bu örgütlenmenin komşu illere yayılması için de büyük çaba göstermiştir Trabzonlular. Türkiye’nin Mondros sonrası düştüğü kötü durumu görüp zaman geçirmeksizin ayağa kalkarak olası işgalleri durdurmak için örgütlenen Trabzon kenti, Kurtuluş Savaşı’na giden yolda ilk ışığı yakan yerlerin başında gelmekte.

“Trabzon Muhafaza-i Hukuk-ı Milliye Cemiyeti çok hızlı ve esaslı bir gelişme içinde idi. Cemiyet idarecileri, tüzüklerindeki esasların dışına çıkmamış görünmeye gayret etmekle beraber, bir yandan çalışma ve propagandalarını vilayet sınırlarının dışına taşırarak komşuları Erzurumluları da teşkilatlanmaya kışkırtıyorlardı. Hele, 26 Şubat 1919’da Ermenilerin Paris Barış Konferansı’nda verdikleri muhtıra açıklanıp da Maraş, Kilikya, Doğu illeri ile Trabzon’un bir kısmını istedikleri anlaşılınca Trabzon Muhafaza-i Hukuk-ı Milliye Cemiyeti mensuplarının heyecan ve gayretleri bir kat daha arttı. İngilizlerin Kars’a girişleri ise, doğu bölgesindeki kuşku ve heyecanı son haddine vardırdı. Gerek bu olayların, gerekse Trabzonluların devamlı teşvikleri sonucu, Erzurumlular, milli mücadele amacı ile teşkilatlanmaya karar verdiler. (Mahmut Goloğlu, Milli Mücadele Tarihi I Erzurum Kongresi, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, 2. Baskı: Nisan 2011, s. 21)” Burada görüldüğü gibi Erzurumluları, ulusal kurtuluş için örgütlenmek için yüreklendiren Trabzonlular.

Vilâyat-ı Şarkiye Müdafaa-i Hukuk-ı Milliye Cemiyeti Erzurum’da kurulur. 6 Mart 1919 günü ilk toplantısını Esad Paşa mahallesindeki Asar-ı Terakki Okulu’nda yapar.

“Ne var ki Erzurum şubesi bir türlü istenen ve umulan hızla çalışıp gelişemiyordu. Bir şeyler yapmak lazımdı. Yönetim Kurulu’nun genç üyeleri çırpınıyorlardı ama çoğunluk yaşlılarda idi. Hacı Fehim Efendi başkanlığı Hoca Rauf Efendi’ye bırakmıştı. Albayrak gazetesi heyecanlı yazılarla cemiyetin fikirlerini yayıyordu. Bu sırada Erzurumluların çok iyi tanıdığı Jandarma Binbaşısı Küçük Kâzım da Erzurum’a gelmişti. Cesur ve atılgan bir asker, aynı zamanda becerikli bir komitacı idi. Emekliye ayrılmıştı. Trabzon Muhafaza-i Hukuk-ı Milliye teşkilatının övünülecek çalışmalarını ve gelişimini anlattı. Bunun üzerine, Erzurum’da da bütün şehir ileri gelenlerinin bir araya toplanması, cemiyetle ilgilerinin sağlanması zarureti ortaya çıktı. Ve bu yapıldı; Vilâyat-ı Şarkiye Müdafaa-i Hukuk-ı Milliye Cemiyeti Erzurum Şubesi’ne yeni bir yönetim kurulu seçildi. (Aynı yapıt, s. 22-23)”

Başkanlığa Hoca Raif Efendi getirildi. Binbaşı Küçük Kazım da yönetimde yerini aldı. Gençleşen yönetim kuruluna canlılık geldi. Sivas’ta derneğin bir şubesini açma düşüncesi oluştu. Hemen kollar sıvanıp işe başlandı. Bir ay sonra Sivas şubesi, Müftü Abdurrahman Efendi başkanlığında kuruldu. Trabzon’da yakılan kurtuluş ateşi dalga dalga Anadolu içlerine doğru yayıldı.

“Tehlikeler büyüyüp yaklaştıkça, her bölgenin kendi başına hareketinin yeterli olamayacağı gerçeği açıkça meydana çıkıyor, her bölgedeki sivil-asker işbirliği gibi türlü bölgelerdeki gayretlerin de birleştirilerek milli birliğe doğru gidilmesi zorunluğu kendini kuvvetle hissettiriyordu. Esasen Trabzonlular, milli mücadele bayrağını açtıkları ilk günden beri bu zorunluluğu duymakta ve ilk aşama olarak doğu illeriyle hareket birliği sağlamaya çalışmakta ve bu konuda özellikle Erzurumlu komşularına başvurmakta idiler. (Aynı yapıt, s. 57)” Trabzonlular, milli mücadele için yurdun her yanıyla birleşmenin zorunlu olduğuna inanmışlardı ve bunun için her türlü çalışmayı yapmaktaydılar.

Erzurum Müdafaa-i Hukuk-ı Milliye Cemiyeti’nden Trabzon Muhafaza-i Hukuk-ı Milliye Cemiyeti’ne çekilen telgraftaki şu iki tümce belleklere kazınmalı. “Trabzon, vilayetlerimizin nefes borusu ve gözü; ve buralar Trabzon’un bel kemiğidir. Trabzon’un bizlersiz, biz iç vilayetlerimizin de Trabzon’suz yaşaması imkansızdır. (Aynı yapıt, s. 58)” Bir insanın soluk borusu olmazsa soluklanıp yaşayamaz. Gözü olmasa göremez. Bel kemiği sağlam olmazsa kişi ayakta duramaz. Trabzon kurtuluş mücadelesinin soluk borusu ve gözü oldu. Erzurum ve çevre iller de bel kemiği.

Erzurum’la Trabzon arasında yazışmalar sürer. Erzurum’da bir kongrenin toplanmasına karar verilir. Bu karar çevre illere duyurulur. Sonunda 23 Temmuz 1919’da Erzurum Kongresi toplandı. Bu kongrenin toplanmasına ön ayak olan Trabzonluların öngörüleri övgüye değer.

Şimdi birileri kalkmış bir futbol maçındaki olayları bahane ederek Trabzon kentine asılsız suçlamalarda bulunmaktalar. Öyle ki ülkemizin neredeyse her yerinde, her düzeydeki futbol maçlarında benzer olaylar olmakta. Olayların olmaması en büyük dileğimiz. Ulusal birliğimizi tehlikeye düşürecek bu söylemlerin sorumsuzca yapıldığını belirteyim. PKK’nın etnik bölücülüğünden bile tehlikeli söylemler, karalamalar bunlar. Böyle olunca da düşünmeden edemiyorum: Acaba birileri, emperyalizm adına, Trabzon’dan Erzurum Kongresi’nin intikamını mı almak istiyor?

                                                                  Adil Hacıömeroğlu

                                                                  26 Mart 2024

TRABZON’A KİMLER, NEDEN DÜŞMAN?


Trabzon ülkemizin en eski kentlerinden biri. Türlü uygarlıkların filizlenip boy attığı bir yer. Taşlara, kayalara, bir avuç toprağa yaşam veren arı gibi insanların yaşadığı bir kıyı kenti. Denizi yurt bilen insanların dünyanın dört bir yanına dağıldığı bir yerleşim yerinin adıdır Trabzon.

1916 Yılının ilkbaharında Rus işgaline uğradı Trabzon. Düşman tutsaklığının zorlukları altında ayakta durmaya, yaşama tutunmaya çalıştı halk. Halkın bir bölümüne tutsaklık zor geldiğinden ülkemizin batı bölgelerine göç ettiler daha özgür yaşamak için. 1917’de Bolşevik Devrimi olunca Rusya ülkemizde işgal ettiği yerleri terk etti. Trabzon’un toprağından muhacir olanlar açlık ve yoksulluk içinde geri döndüler. Halk, kendi yaralarını kendi sarmaya başladı zaman geçirmeden.

“Trabzon ve yöresi Birinci Dünya Savaşı galiplerinin Türkiye’yi bölme ve parçalama girişimlerine karşı ilk direniş hareketlerinin başladığı, Milli Kurtuluş Hareketi’nin temel taşları olan ilk bölgesel cemiyetlerin kurulduğu yerlerden biri olmuştur. Gerçekte aynı gelişmeler Türk milletinin tarihinden gelen hasletlerine uygun olarak yurdun hemen her köşesinde baş göstermiştir. Ancak Trabzon ve yöresindeki halkın bu canlılığı, ölüm kalım mücadelesi verdiği iki yıllık bir esaret ve muhaceret hayatından sonra gösterdiği düşünülürse daha anlamlıydı. (Sabahattin Özel, Milli Mücadele’de Trabzon, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, I. Baskı: Ocak 2012, s. 79)”

Trabzonlular, işgalle geçen zor yıllardan olumlu dersler çıkarıp yeni işgallerin olmaması için uyanık davranmaktaydı. Bu Karadeniz kenti, Osmanlının son döneminde filizlenip gelişen İttihat ve Terakki’nin Anadolu’da en güçlü olduğu yerlerden biriydi. Bu siyasal birikim ve örgütlenme kolayca harekete geçti zor yıllarda.

“Yörenin Türk ve Müslüman halkı canına ve malına karşı saldırıya geçen Rum ve Ermeni çetelerinin neler yapabileceğini iki yıl kadar süren Rus işgali sırasındaki acı tecrübelerinden bilmekteydi. (Aynı yapıt, s. 80)”

Emperyalistlerin Trabzon’u Büyük Ermenistan’ın denize çıkışı olarak düşünmeleri, yine başka bir planlamayla bu topraklarda Pontus devletini kurma girişimi, halkı bir yok oluşla karşı karşıya getirmişti. Bu da Trabzonluları işgallere karşı ayağa kalkamaya zorlamaktaydı.

“Ayrıca Trabzon ticari fonksiyonu itibarıyla dışa açık bir şehir olduğundan burada birçoğu yüksek öğrenim görmüş, yurt ve dünya olaylarını izleyen ve değerlendirebilen aydın bir zümre mevcuttu. (Aynı yapıt, s. 80)” Liman kenti olan Trabzon suyun taşıyıcılığından yararlanarak farklı ülke ve bölgelerle ilişki kurmaktaydı. Bu nedenle eğitimli ve yurt ülküsü olan yurttaşlara sahipti. Bu da halkın öngörüsünü artırmaktaydı.

30 Ekim 1918’de imzalanan Mondros anlaşmasından sonra İtilaf devleri, yurdumuzun farklı bölgelerine asker çıkarıp işgallere başladılar. 18 Kasım 1918’de, İstanbul’da toplanan Mebuslar Meclisi’nde Trabzon Mebusu Hafız Mehmed Bey şunları söylüyordu: “… Birçok yerler işgal olunuyor ve Dışişleri Bakanı henüz nerelerin işgal edildiğini bile bilmiyor. Bu pek garip bir gerçektir. Mütareke’nin bugünkü gibi uygulanması halinde memleketin askeri işgal altına girmekte olduğunu görmüyorlar ve bunu tetkik edip gerekli teşebbüslerde bulunmuyorlar. … Mütarekename’nin uygulanmasında bu kadar müsamaha gösteren bir hükümet, yarın barış masasında acaba ne dereceye kadar haklarımızı koruyabilecektir? … Hükümetler mağlup olurlar, fakat vatanın müdafaası sonunda bir millet ölse bile namusu ile, şerefi ile ölür. (Mahmut Goloğlu, Milli Mücadele Tarihi I Erzurum Kongresi, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, 2. Basım: Nisan 2011, s. 7)” Görüldüğü gibi işgal altındaki İstanbul’da toplanan Meclis- Mebusan’da yurdumuzun yok etmek isteyen emperyalistlere ve buna göz yuman İstanbul Hükümetine karşı ilk karşı çıkışta bulunan mebuslardan önde gelenlerden biri Trabzon temsilcisi. O yıllarda Ordu, Giresun, Gümüşhane ve Giresun da Trabzon’a bağlıydı.

Ulusal kurtuluşun sesi olacak olan İstikbal gazetesi, 10 Aralık 1918’de yayımlanmaya başlandı. Bu gazeteyi, Barutçuzade Faik Ahmet Bey ile arkadaşı Mehmet Salih (Ongan) çıkarıyordu.

Trabzon Muhafaza-i Hukuk-ı Milliye Cemiyeti 10 Şubat 1919’da, Barutçuzade Ahmet Efendi başkanlığında kentin ileri gelenlerince kuruldu. Kısa zamanda Giresun, Ordu, Rize, Of, Sürmene’de şubeler açıldı. Ülkemizdeki ilk ulusal örgütlenmelerin başında gelir Trabzon’daki bu dernek.

Tarihimizi, coğrafyamızı, kültürümüzü bilmeyen kimileri Trabzon kentiyle ilgili olarak ileri geri konuşmakta. Bu bilgisizlik, ülkemizin bütünlüğüne, ulusumuzun birliğine zarar vermekte. Bu durum, yeni bir bölücülük biçimi.

Ülkemizin kurtuluşu için en önde yürüyen Trabzonlulara ve onların kentine olur olmaz sözlerle saldıranların emperyalizme gönüllü hizmet ettiklerini söylemeliyim. Kurtuluş Savaşı’na karşı çıkanların izinden gidenler, Trabzon kentini toptan karalama yarışına girdiler. Trabzon’un Kurtuluş Savaşı için gösterdiği özverenin intikamını çıkarmak içindir bu saldırılar. Ne acı, değil mi?

                                                                  Adil Hacıömeroğlu

                                                                  25 Mart 2024

BU DEĞİRMENİN SUYU NEREDEN GELİYOR?


Güzel, aydınlık, ışıl ışıl, güneşli bir pazar sabahı… İlkbaharın şarkısını söylemekte kuşlar. Dallar, tomurcuklanmış. Birkaç güne varmaz yeşerir ağaçlar kurşuni betona bürünmüş kentin avuç içi kadar toprağında. Börtü böcek, kış uykusundan kalkar güneşi bedenlerinde duyumsadıkça. Kent, pazar ve ramazan sessizliğinde…

Yerel seçimlere bir hafta kaldı. Bu nedenle pazar sabahı sessizliği uzun sürmez gibi. Az sonra partilerin şarkıları, duyuruları çınlatır her yanı. Bize yaşanabilir bir kent için söz verenler, kenti gürültü kirliliğine boğmaktalar her gün. Bu durumlarıyla “Perşembenin gelişi çarşambadan bellidir.” sözünü doğrulamaktalar. İyisi mi ben bu sessizliğin değerini bilip tadını çıkarayım.

Özellikle bazı partilerin, bunların başında AKP ve CHP geliyor, sayılamayacak kadar çok sesli, müzikli, duyuru ve tanıtım yapan araba dolaştırmaktalar mahalle aralarında. Özellikle hazine yardımı alan partilerin arabaları çokça görülmekte her yanda. Bu arabalar; bildiriler, seçmene armağanlar da dağıtıyorlar bir yandan. Armağanlarda yok, yok! Bez çantalar, kolonya, kalem, çakmak, tepsi, şemsiye, çay, kahve, seccade, imsakiye, kıbleyi gösteren pusula…

Seçmene armağan verme yarışı var partiler arasında. Armağanların bazıları çarşı pazarda elden, seçim bürolarından, parti bayraklarıyla donatılmış gürültücü minibüs ya da otobüslerden dağıtılırken bir bölümü de evlere gidilerek verilmekte. Böylece partilerin bazıları, hizmeti yurttaşın ayağına götürmekteler. Yurttaşlarımızın çoğu bu armağan işinden yararlanma peşinde. Bez çantalar, armağanlarla dopdolu.

Cuma günleri Kozyatağı pazarına gidiyoruz. Pazarın girişleri, bazı partilerce tutulmuş. Torbalarla armağanlar, tanıtım bildirileri dağıtılmakta. Alanlar, bir torbayla yetinmiyor. Beş on tane alan var. Partiler torba dağıtmakta çok cömertler.

Seçim bürolarında onlarca insan çalışmakta. Çalışmakta, dedim; çoğu orada oturmakta. Ortam sıcak… Soğuk ve yağıştan etkilenmiyor buralar. Çay sürekli demlenmekte. Oturup çay içilmekte akşama dek. Arada yemekte var. Adaylara görüntü verme yarışı var seçim bürolarında. “Bak, senin için günlerce çalıştım.” diyecek bizim uyanık, parti bağı olan yurttaşımız. Sürekli dolaşan arabalarda en az iki kişi... Pankart asanlar, caddeleri üstten aşağı kaplayan adayların bezdeki fotoğraflarını vinçlerle elektrik direklerine bağlayanlar bu işleri aç susuz yapmıyorlar. Bu kişilerin yemesi içmesi var, hepsi para.

Beş parti hazine yardımı almakta milyonlarca lira. Ancak bu denli savurganlık, ortalığa para saçma hazine yardımının sınırlarını aşmakta. Seçimi kazanmak için kullanılan her şey para. Hem de ucuz değil bu ortalığa saçılanlar. Seçimlerde yapılan harcamaları denetleyen bir sistem ne yazık ki yok uygulamada. Seçimlerde partilerin hazine yardımı dışındaki gelirlerinin denetimi söz konusu bile değil. Partilerin seçim bağışlarının ve harcamalarının denetlenemediği bir seçimin ne derece adil olacağı şüpheli.

Belediye başkanlarının alacağı aylık belli. Ancak bir belediye başkanı beş yıllık görevi süresince alacağı aylığın onlarca katı parayı niye harcar? Bu sorunun yanıtı verilmeli. Yurttaş, bu soruyu sormalı ve yanıtı üzerinde düşünmeli.

Caddelere, sokaklara para akmakta seçim için. Öyle bir savurganlıkla yapılıyor ki bu iş, anlaşılır gibi değil. Harcanan paraya mı, kirlenen kentlere mi, gürültüye boğulan mahallere mi, görüntüyü bozan otuz ki dişini gösteren başkan adaylarının bezden tanıtımlarına mı; yoksa yarın soyulacak yurttaşa mı yanayım, bilmiyorum.

         Seçmenlerin çoğu parti ayrımı yapmaksızın armağanları kapışırken bunların bedelini kendinin ödeyeceğini düşünüyor mu acaba? Yurttaşın yaşadığı kente ya da kasabaya hizmet etmek için aday olanlar bunca masrafı niye yapar? Ortalığa hesapsızca saçılan bu paraların yurttaşın alacağı hizmetler yapılmayarak birilerinin kesesine gireceği çok belli.

         Seçmenlerin hepsi “Bu değirmenin suyu nereden geliyor?” sorusunu sormalı. Önce kendi kendine, sonra çevresindekilere ve adaylara, partilere.

                                                                            Adil Hacıömeroğlu

                                                                            24 Mart 2024

ATATÜRK VE KADIN GİYİMİ


Türkiye’de uzun zamandır kadınların giyimi konusunda tartışmalar yapılmakta. Bu tartışmalarla toplumumuz iki cepheye bölünmüş durumda. Özellikle kendilerini “Atatürkçü, cumhuriyetçi” olarak gören kesim, dindar görünen kadınlara karşı itici, dışlayıcı bir dil kullanmakta. Bu da karşıt görüşler arasındaki uçurumu derinleştirirken uzlaşma ve birbirinden etkilenme olasılığını ortadan kaldırmak. Kurtuluş Savaşı’mızın ve Cumhuriyet Devrimi’mizin öncüsü Atatürk, bu konuda nasıl düşünüyordu acaba? O, günümüzde kendini Atatürkçü görenlerle aynı düşüncede miydi?

Atatürk, 21 Mart 1923’te Konya Hilali Ahmer Kadınlar Şubesinde tarihe geçecek bir konuşma yaptı. Bu konuşmada Atatürk’ün öngörüsüne şapka çıkarmak gerek.

“Fakat muhterem hanımlar ve muhterem beyler, hepinizce malumdur ki kadınlarımızın bu kadar fedakârlığına, kadınlarımızın bu kadar hizmetine, erkeklerden hiçbir yerde geri kalmayan bu kadar ehliyetlerine rağmen, düşmanlarımız ve Türk kadınının ruhunu bilmeyen yüzeysel bakışlar kadınlarımıza bazı isnatlarda bulunmaktadırlar. Kadınlarımızın hayatta atılane yaşadıklarını, ilim ile, irfan ile münasebetleri bulunmadığını, medeni hayat ve toplumsal hayat ile alakadar olmadıklarını, kadınlarımızın her şeyden mahrum kaldıklarını, onların Türk erkekleri tarafından hayattan, dünyadan, insanlıktan, işten güçten uzak tutulduğunu söyleyenler vardır. Fakat halin hakikati böyle midir? Şüphesiz ki Türk kadınını bu suretle görmek, Türk kadınını görmemektir. Yabancıların ve bizi düşman gözüyle görenlerin tarif ve tasvir ettikleri kadınlar, bu vatanın asıl kadını, Anadolu’nun asıl Türk kadını değildir. Öyle kadınlar bizim asıl hayatımızda ve asıl memleketimizde yoktur. Türk kadınını yanlış görüp yanlış anlatanlar, bilhassa büyük şehirlerimizde, ileri, medeni zannedilen yerlerde bazı Türk hanımlarının harici manzaralarına bakarak aldanıyorlar. O kadınların harici manzaralarını aleyhimizdeki kötü yorumlara müsait bir zemin olarak alıyorlar. Milletin genel hayatına nispetle pek sınırlı ve ehemmiyetsiz olan o kadınları, onların harici manzaralarından çıkardıkları manayı bütün Türk kadınlığına yayıyorlar. İşte ilk düzeltilecek hata ve ilk ilan edilecek hakikat buradadır. Harici manzaralarıyla düşmanlarımıza ve bilhassa içimizdeki bedbahtlara bilerek ve daha ziyade bilmeyerek haklı bir yalan dolan sermayesi veren manzaralara, hepiniz biliyorsunuz ve herkes biliyor ki, en ziyade memleketimizin en büyük şehri olan, asırlarca devletin payitahtı ve hilafet merkezi bulunan İstanbul’da tesadüf ediliyor. Düşmanlarımız bu manzaradaki kadınlardan aldıkları intibalar ile acı hükümler veriyor ve diyorlar ki: Türkiya medeni bir millet olamaz, çünkü Türkiya halkı iki parçadan meydana gelmektedir; kadın ve erkek iki kısma ayrılmıştır. Halbuki bir toplum aynı gayeye bütün kadınları ve erkekleriyle beraber yürümezse ilerlemesine ve medenileşmesine fenni imkân ve ilmi ihtimal yoktur. (Atatürk’ün Bütün Eserleri, Cilt: 15, Kaynak Yayınları, Birinci Basım, Şubat 2005, s. 245-246)”

Atatürk’ün yukarıdaki saptaması olağanüstü ve öngörülüdür. İstanbul’da kadınların tamamını temsil etmeyen küçük bir azınlığın kara çarşaflı ve peçeli sokağa çıkmasını batılı düşmanlarımız ülkemizin uygar olamayacağı doğrultusunda yorumlamaktalar. Günümüzde aynı şey olmuyor mu? Sokaklarımızda gezen bazı kadınların kıyafetleri üstünden ileri geri yorumlar yapanların o günün batılı düşmanlarından ne farkı var?

“Muhterem hanımlar, düşmanlarımızı aldatan bu harici manzara bilhassa kadınlarımızın şeklinden, giyinme tarzından ve kapanma suretinden doğuyor. Onların aldatmalarına saik olan diğer bir nokta da yabancılarla temas edebilecek mevkide bulunan kadınlarımızın tavırlarının ve hareketlerinin milli tavırlarımızın ve hareketlerimizin timsali olmayıp, belki Avrupa tavırlarının ve hareketlerinin taklidi olarak görülmesidir. Hakikaten memleketimizin bazı yerlerinde, en ziyade büyük şehirlerinde, giyinme tarzımız, kıyafetimiz bizim olmaktan çıkmıştır. Şehirlerdeki kadınlarımızın giyinme ve kapanma tarzında iki şekil tecelli ediyor; ya bu yönde ya karşıt yönde aşırılık görülüyor. Yani ya ne olduğu bilinemeyen, çok kapalı, çok karanlık bir harici şekil gösteren bir kıyafet, veyahut Avrupa’nın en serbest balolarında bile harici kıyafet olarak arz edilemeyecek kadar açık bir giyim. Bunun her ikisi kötü tesirden, hayatımıza fenalık yapmaktan geri değildir. Bunun her ikisi de şeriatın tavsiyesi, dinin emri haricindedir. Bizim dinimiz kadını o aşırılıktan da tenzih eder.

O şekiller dinimizin gereği değil, muhalifidir. Dinimizin tavsiye ettiği tesettür, hem hayata, hem fazilete uygundur. Kadınlarımız şeriatın tavsiyesi, dinin emri icabınca tesettür etselerdi ne o kadar kapanacaklar, ne o kadar açılacaklardı. Şer’i tesettür kadınlar için müşkülata sebep olmayacak, kadınların toplum hayatında, iktisat hayatında, iş hayatında ve ilim hayatında erkeklerle işbirliği yapmasına mani bulunmayacak basit bir şekildedir. Bu basit şekil, toplumumuzun ahlak ve adabına aykırı değildir. (Aynı yapıt, s. 246)” Atatürk, giyimde her türlü aşırılığa karşı. Toplumun genel ahlak ve adabına aykırı olarak açık saçık giyinen kadınlara da halkımızın geleneklerine uygun olmayan aşırılıktaki kapalı giyime de karşı. Kadınlardaki her iki yöndeki aşırı giyimi, Türk ve İslam geleneğine aykırı bulmakta. Bu giyim biçimlerinin şeriata da uygun olmadığını söylemekte.

Günümüzde ne yazık ki Atatürk’ün yukarıdaki uyarılarına uyum neredeyse yok! Her iki kesim de giyimde aşırılıkta sınır tanımamaktalar. Bu da birbirlerine karşı nefrete dönüşmekte. Sokaklarda “Kahrolsun şeriat!” diye bağıranların Atatürk’ün şeriatı nasıl algıladığını anlamaları gerek. Atatürkçülüğü, batıcılık sananların yukarıdaki konuşmada anlatılanları anlamaları çok zor.

“Giyinme tarzımızı ifrata vardıranlar, kıyafetlerinde aynen Avrupa kadınını taklit edenler düşünmelidir ki, her milletin kendine mahsus ananesi, kendine mahsus adetleri, kendine göre milli hususiyetleri vardır. Hiçbir millet aynen diğer bir milletin taklitçisi olmamalıdır. Çünkü böyle bir millet ne taklit ettiği milletin aynı olabilir, ne kendi milliyeti dahilinde kalabilir. Bunun neticesi şüphesiz bir hüsrandır. (Aynı yapıt, s. 247)” Bu sözlerden anlaşılıyor ki Atatürk, Türk ulusuna Avrupalı gibi olmayı, onlar gibi yaşamayı önermiyor. Kadın giyiminde Avrupa’yı taklit etmenin ne denli yanlış bir davranış olduğunu özellikle vurgulamakta.

Kadın giyimini temel alarak gericilik, ilericilik tanımı yapanlar; bu tanım üzerinden toplumu bölenlerin Atatürk’e karşı olduklarını kolaylıkla söyleyebiliriz. Bu yapay ayrımların toplumuzda yaygınlaşması, tamamen bir emperyalist proje. Emperyalizmin kışkırtması, bakış açısıyla toplumu bölmenin ülkemize hiçbir yararı yok! Bu yapay bölünmenin Amerikancı darbe dönemlerinde körüklendiğini ne tez unuttuk? Üzülerek söyleyeyim ki laiklik adına açık saçık giyinenlerle İslam kurallarına uyma adına yüzyıllardır olmayan kadın kıyafetleri icat edenler de aynı merkezlerden yönetilip kışkırtılmakta. Amaç, ulus devletimizi bölüp parçalayarak yok etmek. Ne adına olursa olsun bilerek ya da bilmeyerek bu kışkırtmalara kapılanların ülkemize zarar verdikleri çok açık.

Atatürk, dün olduğu gibi bugün de bize kılavuz olmakta, yarın da düşüncelerinin ışığıyla bizi aydınlatacağı kesin. Devletimizi sonsuza dek birlik, dirlik içinde yaşatacak olan Atatürk’ün yolundan gitmemiz. Başka yolların sonu karanlık. Bu nedenle Atatürk’ü iyi anlamanın zamanı artık.

                                                                  Adil Hacıömeroğlu

                                                                  22 Mart 2024

ATATÜRK, NİYE “EFENDİLER” DİYE SESLENİYOR?


Atatürk, kadın ya da erkek olsun onu dinleyenlere “Efendiler!” diye seslenirdi. Niye mi? Bunu kendi sözleriyle anlatalım.

“Efendiler, affedersiniz, bir noktayı izah için biraz duracağım. ‘Efendiler’ dediğim zaman hanımefendiler ve beyefendiler demektir. Kolaylık için ve hanımlarla efendilerin tam birliğini ifade etmek için bu hitap tarzını münasip gördüm. (Atatürk’ün Bütün Eserleri, Cilt: 15, Kaynak Yayınları, Birinci Basım: Şube 2005, s. 69)” Atatürk, burada görüldüğü gibi yurttaşlarımız arasında cinsiyet ayrımı yapmıyor, kadını ve erkeği eşit görüyor. Kadınla erkeğin yan yana yürüdüğünü söylemekte. Onları eşdeğer bir seslenişle eşitlemekte. Kadına değer vermek, onu her alanda erkekle eşitlemekten geçer.

Daima öne sürülen bir şey vardır ki, o da din engellemesidir. Bilhassa Batılılar, bilhassa bu milleti mahvetmek isteyen o koyu düşmanlar, bizi daima her işimizi dinin tesiri altında yapmış olmakla ve böyle yapışların da mutlaka neticesiz hedeflere varacağını iddia etmekle itham etmektedirler. (Aynı yapıt, s.69)” Atatürk’e göre bizim gelişmemizi İslamiyet’in engellediğini kimler öne sürmekte? Batılılar… Yani emperyalistler, ulusumuzun ve yurdumuzun düşmanları… Bu görüşü savunanların emperyalizme hizmet ettiklerini açıkça söylersek yanlış olmaz sanırım. Burada görüldüğü gibi Atatürk batıcı değil; tersine batıyla sürekli savaşım içinde olan bir devrimci. Birçoklarının (Sahte Atatürkçülerin, liberallerin, ABD-İngiliz yapımı İslamcıların) sandığı gibi Atatürk, din karşıtı biri değil.

“Halbuki arkadaşlar, bunda büyük bir hata vardır. Çünkü bizim dinimiz hiçbir vakit böyle bir şey talep etmez. Tabii içimizde bulunan hoca efendiler çok iyi bilirler ki, Allah’ın emrettiği emri, Müslim ve Müslimenin -evli kadınlarda beraber olarak- her türlü ilim ve irfanı kazanmasıdır. Dinin emrettiği budur. Yine hepimiz biliriz ki, bu ilim ve irfanı aramaya mecburuz. Nerede bulunursa bulunsan oraya gitmek, onu bulmak, almak, donanmak dini mecburiyetindeyiz. Daha evvel derim ki, Allah’ın emri, Müslimin ve Müslimenin aynı derecede ilmen, fazileten ve her bakımdan olgunlaşmasıdır. İkinci şey, yani Kur’an ile hatırlatmak istiyorum ki, bu nerde ise oraya kadar gidecektir. Kim? Hepsi gidecektir, kadın da gidecektir, erkek de gidecektir. Dolayısıyla dinin böyle bir engellemesi yoktur. (Aynı yapıt, s. 69)” Gidilecek yer neresidir Atatürk’e göre? Bilimin olduğu her yer… Burada Atatürk, Hz. Muhammet’in “İlim Çin’de de olsa alınız.” sözüne atıfta bulunmakta. Din deyince öcü gömüş gibi davranan sözde Atatürkçülere, sahte solculara, düşüncesi batılı emperyalistlerce kodlanmış gösterişçi tutsak aydınlara Atatürk’ün bu sözleri ne denli etkili olur bilinmez.

“Sonra tarihin başından, din tarihimizin, milli tarihimizin başlangıcından bugüne kadar bütün safhalarını incelersek, görürüz ki, ne İslam ne de Türk tarihinde bugün nazarı dikkati çeken ve bugün bertaraf etmek için bin türlü kayıtlarla bağlı olduğumuzu zannettiğimiz şeyler yoktu. Diğer bir yerde de bu konuda söz söylerken arz etmiştim ki, Türk toplumsal hayatında daima ilmen, irfanen, fazileten ve fiilen erkeklerden bir zerre geriye kalmamıştır. Belki daha ileri gitmişlerdir. İleriye gidenler pek çoktur. Ve din tarihimizde de görürüz ki, aynıdır. Kadınlar daima erkeklerle beraber çalışmışlar, beraber yürümüşlerdir. Beraber muvaffak olmuşlar veyahut beraber muvaffakiyetsizliğe uğramışlardır. Bugün baştan nihayete kadar memleketi ve milleti inceleyelim. Nasıldır? Milli tarihimizin, dini hadiselerimizin ve ilahi emirlerin emrettiği, caiz gördüğü tarzda mıdır? Yoksa başka bir şekilde midir? Ben zannediyorum ki, bu genel manzara üzerinde gözlerimizi gezdirdiğimiz zaman açıkça görülen iki safha vardır. Birincisi, tarlalarda sabanına yapışmış olan kadınlar, çocuğunu merkebine bindirmiş arkasından takip eden ve pazara giden kadınlardır. Ve pazarda hepiniz ve ben de gözümle gördüm ki, kızı, anası, babası, çocuğu ve kocası oturmuştur, pazar meydanında terazi elinde olarak anasının, babasının getirdiği şeyi satar. Ve ben öylesine tesadüf ettim ki, kocasından daha güzel hesap yapar. Satıyor, aldığı parayı çocuğu ve babası hesap edemez de o köylü kadın parmağıyla o neticeyi daha güzel bulur. (Aynı yapıt, s. 69-70)”

Yukarıda da anlatıldığı gibi Türk kadını bilgisiz olmadı hiç. Kırsal kesimdeki kadın, üretime katıldı. Çoğu zaman sosyal ve ekonomik yaşamın yönlendiricisi oldu. Erkeğiyle yan yana yürüyen, omuz omuza çalışıp üreten, olumlu ya da olumsuz yazgıyı paylaşan, ürününü pazarlayıp satan Türk kadınını köle olarak görmek, onu ikinci sınıf saymaktır asıl bilgisizlik. Oysa üreten kişi, ürettikçe özgürleşir. Ne yazık ki sözde aydınlar kendi insanını, toprağını tanımıyor; kendi tarihini, kültürünü, geleneklerini bilmiyor. Bu bilgisizlik, onun içinde yaşadığı toplum hakkında uçuk kaçık çözümlemeler yapmasına neden olmakta.

Batıya hayran, kendi halkından tiksinen bir aydın zümresiyle karşı karşıyayız. Her fırsatta kendi halkını suçlayan, küçümseyen, hatta aşağılayan bir aydın sınıfının toplumumuza kazandıracağı hiçbir şey yok!

Balık, suda yaşar. Sudan çıkan balık ölür. Giderek çürür ölü balık. Bir aydının suyu, halkıdır. Halkından kopan, kendini ondan ayrıştıran, içinde yaşadığı topluma yabancılaşan aydın giderek çürür. Her çürüyen nesne de kokuşur. Bu çürüyüp kokuşmaya neden olan emperyalist batıya düşünsel olarak tutsak olmaktır.

                                                                  Adil Hacıömeroğlu

                                                                  21 Mart 2024

 

 

 


ATATÜRK VE GELECEĞİ DÜŞÜNMEK


Atatürk, geçmiş saplanıp kalan biri değil. O, toplumun geleceğini düşünen bir yurtsever. Gözü ve usu hep ufkun arkasında olan bir büyük adam... Bu nedenle yapılacak işler, toplumu daha ileri bir düzeye taşımalı ona göre. Gönençli, erinç ve mutluluk içinde yaşayan bir toplum oluşturmaktır amacı. Bunun için de geleceğe bakmalı.

“Bana asıl büyük emniyeti veren, yapılmış olan şeyler değildir; yapılması lazım olan şeylerdir ve o şeyleri yapacağımıza olan emniyetimdir. Efendiler, biliyorsunuz ki, her yeni şey, iyi şey karşısında mutlaka fena bir şey çıkar. İnsanlık hayatının hususi tecellisidir bu. Akis vardır ve ona dahi karşı akis vardır; tesir vardır, akis vardır. Bu itibarla tereddüde sebep olan noktayı beraber ifade edelim. Fakat ona karşı yapacağımız şeyleri bir defa burada tekrar edelim. Hiç şüphe yok ki, milletimizin hakimiyetini bir şahısta veyahut çok sınırlı sayıdaki şahısların elinde tutmaktan menfaat bekleyen insanlar veyahut cahil ve gafil insanlar vardır. Zira hükümdarlar kendilerini mutlaka vehmedilmiş bir kuvvetin temsilcisi tanırlar. Bundan, böyle tanınmaktan zevk alırlar. Fakat bir adamın kendi kendini böyle tanıması hiçbir kuvvete, hiçbir tesire sahip değildir. Ancak etrafında bulunan menfaatperestler bu ifadeyi, bu arzuyu terennüm ederler, zevkle terennüm ederler. Ve bilhassa din kisvesine büründürerek ortaya atarlar, atmışlardır daima. İşte bu yaygın terennümlere karşı istibdat altında bulunan, tahakküm altında bulunan milletin kulakları da hep bu terennümlerle dolar. Oraya başka bir ses girmez ve giremez. Ve neticede öyle bir hal olur ki,  herkes, toplumun her ferdi, o padişahın, o hükümdarın ve etrafındakilerin telaffuz ve ifade ettiklerini hakikatin ta kendisi kabul eder, din icabı kabul eder, mevcudiyetin icabı kabul eder. İşte bu anlayış devam ettikçe hakikaten başka bir şey yapmanın imkânı güç bulunabilir. Fakat bir defa o imkân hasıl olduktan sonra, denilemez ki bu imkânı elde eden çoğunluğun içinde memnun olmayanlar yoktur. (Atatürk’ün Bütün Eserleri, Cilt: 15, Kaynak Yayınları, Birinci Basım: Şubat 2005, s. 75)”

Atatürk’e göre toplumun geleceğini belirleyecek olan şey, gelecekte yapılacak doğru işlerdir. Yukarıdaki sözlerinde Atatürk, her zaman yapılan bir işe karşı çıkacakların olacağından söz etmekte. Yani doğada, toplumda her şey karşıtıyla var. Karşıtın biri olmazsa diğeri de olmaz.

Atatürk, yukarıdaki konuşmasında tek kişinin ya da bir zümrenin iktidarını doğru bulmuyor. Halkın denetiminden uzak böyle bir iktidarın çevresini, hemen çıkar kümeleri sarmakta. Bunların hepsi de dini siyasal, ekonomik ve günlük çıkarları için kullanan kişiler. Ne yazık ki dünyanın neresinde, hangi dinden olursa olsun bazı çıkarcı kimseler, dini kendi yanlış işlerini örtmek için kalkan olarak kullanmaktalar. Atatürk de konuşmasında bu gerçek konusunda hem kendini dinleyenleri hem de ulusumuzu uyarmakta.

“Daima bu güzel şeylerden kendi fenalığı itibariyle faydalanamayacağını düşünenler mutlaka hoşlanmazlar. Ve işte böyleleri birtakım teşebbüslerde bulunabilirler. Bu gibilere -malum- mürteci derler. Ve hareketlerine de irtica derler. Fakat çok yakın tarihi safhalarımızı da düşünürsek -ki bunu düşünmek faydalıdır; zira en ücra köşede bulunan bir köylümüz dahi bu vakalara el ile temas etmiştir- birçok misallere tesadüf ederiz. Fakat buna bütün cihan kani olmalıdır ki, milletimizi bu gibi telkinlerle saptırmanın ve aldatmanın imkânı kalmamıştır. Yakın felaketlerin sebepleri nedir? Ve bu tahlil olunmuştur ki bugünkü netice hasıl olmuştur. Buna nazaran kabul etmek lazımdır ki, bundan sonra bu milleti fetva ile yahut şu ya da bu tefsir ile irticaya sevk edecek insanların bu millet içinde yeri yoktur; vardır, fakat o da ancak zindanlardır. Ben korkmadan ve çekinmeden ve tam bir katiyetle ifade ediyorum ki, milli hakimiyetin değiştirilmesi ve yorumlanması bir kelimesinin, bir noktasının bile şöyle veya böyle olmasını talep edenler, benim gözümde en koyu mürtecidir. Ve böyle adamlara karşı yapılacak şey, -bu hakimiyeti almak için bu milletin yaptığı fedakarlığın icabıdır- bunları parça parça etmektir.

Efendiler, artık yetişir, bu milletin çektiği felaketler çoktur. Bu millete acımak lazımdır. Bu milleti şunun veya bunun menfaatı için şu ve şu istikametlere, karanlıklara sevk etmek ayıptır, rezalettir, günahtır. Bunu artık yaptıramayacağız. (Aynı yapıt, s. 75)” Atatürk, bu konuşmasıyla halkın sırtından geçinen çıkar odaklarına savaş açtı. Onların hem devlet hem de toplum içinden sökülüp atılmasından yana. Yurttaşın emeğini, dini ve birtakım duyarlı konuları kullanarak çalan asalakları sistemin dışına itme çabası içindedir Büyük Önder.

Yüzlerce yıldır toplum olarak yaşadığımız felaketlerin, yoksulluğun, gelişmemişliğin, çağı yakalayamamanın nedeni din kisvesi altında ulusu aldatanlardır. Onların kişisel çıkar peşinde koşmaları ve toplumun geleceğini hiçe saymaları yüzünden koca imparatorluk paramparça oldu. Ulus egemenliği yerine kişisel saltanatın olması halkın, toplumun çıkarlarının göz ardı edilmesine yol açtı. Bu da devleti ve toplumu yıkıma götürdü. Cumhuriyet ve ulusal egemenlik geçmişte yaşanan olumsuz deneyimlerin sonunda ortaya çıktı.

Bin bir emek, binlerce şehitle kurtardığımız yurt toprağında ulusun egemenliğini sağlayarak sonsuza dek yaşamanın biricik yoludur cumhuriyet. Bir ülkenin geleceği, yazgısı bir kişiye ya da bir azınlığa bırakılamaz. Çünkü bir ulusun ortak usu, bir kişinin ya da zümrenin usundan daha değerli ve büyüktür. Bu nedenle ulusun ortak usu ve egemenliğiyle bir ülke korunur. Böylece geleceğe emin adımlarla yürünür.

                                                                  Adil Hacıömeroğlu

                                                                  20 Mart 2024

 

ATATÜRK VE SALTANAT


“Efendiler, sizi ve bütün milleti tebrik derim ki, hakiki insanların, hakiki vicdanların, yüksek zekâların arayıp henüz bulamadığı şekil ve mahiyeti bu millet bulmuştur. Bu son sözü izah için devletimizin Teşkilatı Esasiye Kanunu’nun bazı maddelerini hep beraber gözden geçirelim. Teşkilatı Esasiye Kanunu’nun birinci maddesi hatırımdadır, söyleyeceğim, fakat hepimizin hatırında olmalıdır. Çünkü bu devleti kuran bir kanundur ve bu milleti Cenabı Hakkın izniyle mutlaka saadete ulaştıracak olan bir kanundur. Bunun için bütün millet fertlerimizin bu kanunu baştan sona kadar Kur’an ayetleri gibi bilmesi lazımdır. Bu kanunun maddeleri yalnız bizler için değil yeni okuyup yazmaya başlayan çocuklarımızın dahi alfabeyi öğrenmeden evvel beyinlerine işlenecek bir kanundur. Çünkü bizim kurtuluşumuzu temin eden bir kanundur; bir düsturdur. Bu kanununun birinci maddesi, iki fıkradan meydana gelmektedir. Birincisi, hakimiyet kayıtsız şartsız milletindir.

Arkadaşlar, hakimiyet kayıtsız şartsız daima ve daima milletin uhdesinde kalacaktır. Milletin hakimiyeti asırlarca devam eden felaketlerden, facialardan, rezaletlerden sonra başı sonsuz darbeler altında ezile ezile hurdahaş olduktan sonra idrak ettiği benliğini kullanarak, fakat çok müşkülatla elde edilebilmiştir. Bu kadar fedakârlıkla ve bilhassa bu kadar büyük teyakkuz ve uyanıştan sonra eline geçirmiş olduğu bu milli hakimiyettir ki, demin bir arkadaşımızın sorduğu saltanatı yıkmıştır, saltanatı yıkmıştır arkadaşlar. Saltanatın yıkıldığına bu milletin hiçbir ferdinin artık şüphe etmemesi lazımdır. Çünkü arkadaşlar, bunu telaffuz ettiğimiz bu dakikada pekâlâ biliyoruz ki, saltanatı yıkmış olan yalnız bu kitabın yaprakları değildir. Bu söylediğimiz şeyler bu kitabın içinde yazı halinde vücuda gelmeden evvel milletin vicdanında, ruhunda ve azminde tecelli etmiştir. Ve millet, hakiki olan ihtiyacının bunu elde etmekte olduğunu anladıktan sonra, buna da muvaffak olabilmek için, ne olursa olsun, başında baykuş gibi daima duran bir mevcudiyeti esasından, bütün temelleriyle, bütün asırların yerin dibine soktuğu temellerin son taşını çıkarıp havaya atmak suretiyle yapmıştır. (Atatürk’ün Bütün Eserleri, Cilt: 15, Kaynak Yayınları, Birinci Basım: Şubat 2005, s. 74)”

Atatürk’ün yukarıda “bu kitap” dediği anayasamızdır. “Milli hâkimiyet” ancak tam bağımsızlıkla olur. Önce millet; yaşadığı topraklar üzerinde hâkimiyet sağlayacak, sonra da o topraklarda kurduğu devleti üzerinde. Tam bağımsızlık yok olup emperyalizme bağımlı duruma gelince yöneticiler, milletin hâkimiyetini sağlayamaz ve onlar, emperyalizmin buyruklarını uygulayan aletlere dönüşür. Yalnızca seçim yapıp sandığa gitmek, milli hâkimiyetin bir göstergesi sayılamaz.

“Dolayısıyla artık bundan sonra saltanat yıkılmış mıdır, yıkılacak mıdır gibi birtakım tereddütlü kafalar var mıdır diye tereddüt ve şüphe içinde bulunan kafalar bu milletin üç dört seneden beri bir düstura, bu hâkimiyet düsturuna dayanarak yapmış olduğu bütün fedakârlık safhalarını bir an için gözünün önünden geçirirse emin olur, müsterih olur. Ben de bundan eminim. (Aynı yapıt, s. 74)”

Saltanatı kaldırıp cumhuriyeti kuran bir tek kişinin iradesi değil; bu devrim, milletin tümünün emperyalizmin Türk’ü yok etme işgaline, saltanatın işgalcilerle uzlaşmasına karşı savaşımla oldu. Bazıları, cumhuriyet düşüncesinin 28 Ekim 1923 gecesi birden Atatürk’ün usunda belirdiğini düşünerek, var sayarak hem Atatürk’e hem de millete haksızlık yapıp zarar vermekteler. Cumhuriyet emperyalizme ve onun işbirlikçisi saltanata karşı milletçe verilen bir savaşın doruğu.

Atatürk’ün dediği gibi bundan sonra saltanatın varlığını tartışmak boş bir çaba. Saltanat ölüdür ve bir daha dirilemez. Tek kişinin egemenliği yerine, milletin egemenliğinin kurulmasından daha güzel bir şey var mı?

                                                         Adil Hacıömeroğlu

                                                         19 Mart 2024