MİLLETVEKİLLERİNİN BELEDİYE AŞKI

2018 Yerel Seçimleri gündeme gelir gelmez, partilerin garanti gördükleri il ve ilçelerde belediye başkanlığı için milletvekillerinin sıraya girdikleri görülmekte. Belediye başkanlığının milletvekilliğine göre daha alt rütbede bir göreve talip olmak olduğu düşünüldüğünde bu durum, çok ilgi çekici olmakta. Bu nedenle de yurttaşların aklına türlü sorular gelmekte.
Cumhurbaşkanlığı sistemine geçildikten sonra TBMM'nin işlevinin azaldığı bilinen bir gerçek. İşlevi azalan bir yerde bulunmayı bazı vekiller gereksiz görmeye başladılar. Üstelik belediyelerin yönetilen bir bütçesi  var. Bunun yanı sıra belediyelerin bütçesini çok çok aşan bir rant söz konusu. Bütçe ve bütçe dışı rantlar, birçok kişinin ilgisini çekmekte. Vekillerin, partilerinin garanti kazanacakları belediye başkanlıkları için çaba göstermeleri bu nedenledir. "Odunu koysam kazanır. (Bu söz Adnan Menderes'e aittir.)" denen yerler içindir bu yarış. Kendilerini siyasetin ve de partilerinin yıldızı(!) gören bu vekiller, partilerinin çok az oy aldığı yerlerden aday olup örgütlerinin siyasal gücünü artırma gibi bir cesaretleri de özverileri de yok! Siyasal yetersizlikleri apaçık olan bu vekiller, risk almazlar. Parti marti de umurlarında değil. Umurlarında olan, rantı ve böylece gücü ellerinde bulundurmak. Memlekete hizmet etmek, onların amacı değil.
TBMM gibi emperyalizme karşı Kurtuluş Savaşı vermiş, ardından bir devlet kurmuş bir meclis dünyanın neresinde var? Böyle bir meclisin onurlu bir üyesi olmayı reddeden bir vekil için olumlu düşünmek olanaksız.
Vekillerin adaylığı gösteriyor ki partilerin tabanlarından yeni siyasetçiler yetişmiyor. Hep aynı kişilerle siyaset vitrini oluşturulmakta. Buna en güzel örnek AKP'nin İstanbul, Ankara ve İzmir adaylarıdır. Ankara ve İzmir için adaylıkları açıklanan Mehmet Haseki ve Nihat Zeybekçi belediye başkanlığı, vekillik, bakanlık yapmış kişiler. Milyonluk kentlerde aday bulunamaz düşüncesiyle ithal adaylarla seçime girilmekte. İthal adayla yerel sorunların nasıl çözüleceğini kimse sormuyor.
Binali Yıldırım'ın İstanbul adaylığı henüz açıklanmadı, ama adaylığına kesin gözüyle bakılmakta. Şu işe bakın... Binali Bey vekillik, bakanlık, başbakanlık, TBMM başkanlığı yapmış. Siyasetin neredeyse tüm orunlarına erişmiş. On beş milyonu aşan nüfusu bulunan İstanbul'da bu işi yapacak kimse yokmuş gibi Binali Yıldırım gönülsüzce de olsa aday olacak. Bu arada "Gönülsüz yenen aş, ya karın ağrıtır ya baş." atasözünü de anımsatayım. Kazandığında da İstanbul'un devasa sorunlarını çözecek öyle mi? Siyaset yorgunu, başarıya doymuş birinin İstanbul'a vereceği ne var?
Belediye başkanlığı isteyen vekillerin çokluğu CHP'de dikkat çekmekte. Bundan da anlaşılıyor ki CHP'li vekiller, iktidar olmaktan umutlarını tamamen kesmiş durumdalar. Bu nedenle de iktidarlarını belediyelerde kurmak istemekteler. Taktik şu: "Büyükşehir belediyesine aday olurum. Ama asıl isteğim garanti seçileceğim bir ilçe belediye başkanlığı." Bu düşünce, birçoklarına egemen.
Vekillerin adaylıkları, insanların aklına kötü düşünceler getirmekte. Kendilerini vazgeçilmez gören yeteneksizler, bu tavırlarıyla partilerine de çok zarar vermekteler. Ülkeye verdikleri zararlarınsa haddi hesabı yok!
Türk siyasetçisi emekli olmayı istemiyor. Koltuğa yapışmış, mezara kadar koltuğuyla gitmek istiyor. Çünkü koltuğuyla var oluyor. Koltuğun dışında sahip olduğu bir beceri yok! Ürettikleri bir değer yok! Sosyal yaşamda, ancak koltuğuyla var olacağını düşünmekteler. Kitap okumuyorlar. Kültür ve sanat yaşamıyla bağları yok! Bu nedenle varsa yoksa koltuk. (Siyaseti gereği gibi yapan ve koltuk sevdası yerine, memleket aşkı olan çok istisna olan siyasetçileri bu anlatımın dışında tutuyorum.)
Belediye başkanlığına aday olamak isteyen vekiller, seçileli daha bir yıl bile olmadı. Sormazlar mı adama; belediye başkanı olacaktın da neden vekil seçildin? Neden partinin TBMM'de koltuk sayısı azaltıyorsun?
Belediye başkanlığı adaylıkları genel başkanların iki dudağı arasında. Aday belirlemede, parti  örgütleri de halk da yok! Halkın olmadığı yerde oligarklar, zamane derebeyleri olur. Halkımız, "Odunu koysam seçtiririm." anlayışıyla aday gösterilenlere ders vermeli. Vermeli ki Türkiye'de gerçek bir demokrasiye kavuşalım.
Adil Hacıömeroğlu
15 Aralık 2018

YEREL SEÇİMLER

                                  
Türkiye üç buçuk ay sonra yerel seçimlere gidecek. Doğudan batıya kentlerimizin tümünün ivedilikle çözülmesi gereken dağ gibi birikmiş sorunları var. Ne yazık ki ne iktidar partisi ne de muhalefet partileri bu sorunları konuşup tartışmaktalar. 
Kentlerin sorunlarını tartışmak iktidar partisinin işine gelmiyor. Çünkü bu sorunların neredeyse tamamına yakınının ortaya çıkmasında AKP'nin payı var. Kendi yarattığı sorunları halkın huzurunda kabul etmek, iktidar partisini kesin bir felakete götüreceği kesin. Yerel yönetimleri yitirecek AKP, hızla merkezi yönetimden de uzaklaşır.
İktidar partisinin halkın sorunlarını tartışmaktan uzak durmasını anlarız. Çünkü onun kazanma stratejisi bu. Ya muhalefet? Onlar, neden sorunları tartışmak yerine gereksiz gündemlerle oyalanmaktalar? Gereksiz gündemden anlatmaya çalıştığımız şey, birkaç aydır süren adaylık tartışması/pazarlığıdır. 
Hem iktidar hem de muhalefetin topluma verdiği izlenim, sorunlara çözüm bulmak yerine kentlerin rantına sahip çıkma düşüncesidir. Adaylar belirlenirken işi yapabilecek yetenekli kişiler yerine, genel merkeze yakın olan ve genel başkanın dediğinden çıkmayacak partililer yeğlenmekte. Türkiye'de en büyük palavra, partilerin demokrasi söylemleridir. Birkaç liderin kendi aralarında güya tartışmaları, deyim yerindeyse kayıkçı kavgası yapmaları demokrasi diye adlandırılamaz. Halkın katılmadığı, karar verici olmadığı bir düzenin adı demokrasi olamaz. 
"Sen, ben, bizim oğlanın" göreve gelmesi için bir demokrasi gülmecesi sahnededir. 
Yerel seçimler uzun süredir gündemde olmasına karşın yalnızca kişiler tartışılmakta, sorunlara hiç değinilmemekte. 
Türkiye'de birkaç belediyeyi dışta tutarsak neredeyse belediyelerin tümünde rüşvet ve usulsüzlük söz konusudur. Bu konunun gündeme getirildiğini işiten var mı? İşitemeyiz... Çünkü "Tencere dibin kara, benimki senden kara..."  düşüncesiyle kimse arı kovanına çomak sokmak istememekte. Anlaşılacağı üzere düzenin değişmemesi için olağanüstü bir gayret var. Oysa rüşvet ve usulsüzlüğün yapıldığı belediyelerin başkanları en çok kendi parti üyelerince eleştirilmekte. Her hangi bir partinin üyelerinin gittiği kahvelere bir uğrayın ve dinleyiverin rüşvet destanlarını. Rüşvetçinin sağcısı solcusu olur mu hiç?
Türkiye'nin neresinde olursa olsun her yağmur yağdığında sel oluyor. Kentler yaşanmaz duruma geliyor. Kentlerin alt yapıları iflasta. Üst yapı dediğimizde göz boyamak için yapılan işe yaramaz şeyler. Belediye başkanları, kendi kişisel reklamlarına harcadıkaları paranın yarısını kent yatırımı için kullanmamaktalar. 12 Eylül sonrası Özal'la başlayan bir  adet var. Kentin her yerinde, hatta belediye araçlarında bile belediye başkanın fotoğrafları. Bu ne görgüsüzlük, özgüvensizlik? Her yere kendi fotoğrafını asmak demokrasinin neresinde var. Bir de fotoğraflarda poz verebilmesini becerebilseler... 
Aday belirlemeye gelince... Yumurta kapıya gelince aday belirlenmez. 2024 yerel seçimlerinin adayları bugünden belirlenmeli. halkın içinde çalışmalı. Sorunlar belirlenip geniş katılımlı kurullarca çözümler üretilmeli. Kazanmanın, hizmet etmenin yolu bu. 
Halk, farklı partilerden birbirine benzer adaylara yine oy vermek zorunda kalacak ve seçimin üzerinden çok geçmeden yine aynı sözü duyacağız çok kişiden: "Ellerim kırılsaydı da bu başkana oy vermeseydim." 
Halkı çaresizliğe, seçeneksizliğe iten bir düzenin adı, demokrasi olabilir mi?
Adil Hacıömeroğlu
14  Aralık 2018

KİME AF?


                                                           
MHP, af önerisini TBMM’ye sundu. Devlet Bahçeli, seçim öncesi hükümlülerin affı konusunu gündeme getirmişti. Cumhurbaşkanlığı seçiminin önemi nedeniyle RTE ve AKP yöneticileri seçim sürecinde af önerisini görmezden geldiler. Bu konuyu gündemden düşürmeye çalıştılar. Çünkü AKP yöneticileri, suçluların affedilmesinin seçimlerde aleyhlerine döneceğinin farkındalardı.
Seçim bitti. Bahçeli ve MHP’nin bazı yöneticileri affı yine gündeme getirdiler ve ısrarla da gündemde tuttular. En sonunda TBMM’ye “kanun teklifi” vererek af için yasal süreci başlatmış oldular.
MHP’nin af önerisinde “Cinayet, cinsel, kadın ve çocuklara yönelik suçlar” kapsam dışı bırakılmakta. Uyuşturucu kaçakçıları, yolsuzluktan hüküm giyenler/giyecekler, rüşvet alanlar, resmi evrakta sahtecilik yapanlar, devleti soyanlar ve soyduranlar, hırsılar, yankesiciler, dolandırıcılar, mafya üyeleri… af kapsamı içinde. Şu an tutukevinde yatmakta olan mahkûmların cezalarından beş yıl düşülecek. Böylece çok sayıda suçlu dışarı çıkıp topluma karışacak.
MHP’nin af gerekçeleri arasında tutukevlerinde, çok sayıda mahkûmun olması ve mahkûmlara yatacak yer bulunamaması. Bu gerekçede de görüldüğü üzere ülkemizde suç oranlarından önemli bir artış var. Demek ki sosyo-ekonomik, kültürel yapımız gittikçe bozulmakta. Kültürel çürüme, toplumsal çözülmeyi artırmakta. Ekonomik sıkıntılar, suç ortamının oluşmasında önemli yer tutmakta. Şunu özellikle belirtmeliyiz ki topluma sunulan rol modellerin de suç oranının artmasında önemli bir payı var. Peki, böyle bir durum karşısında yapılacak olan nedir? Bizce yapılacak olan şey, toplumda adalet duygusunun güçlendirilmesi. Sosyo-ekonomik bozuklukların ortadan kaldırılarak kültürel yozlaşmanın önüne geçilmesi.
Cumhurbaşkanı Erdoğan, “devlete karşı işlenen suçların affedilebileceğini, kişilere karşı işlenen suçların affedilemeyeceği” görüşünü açıkladı. Devlete karşı işlenen suçlar nelerdir? Kişi, siyasal iktidarı da arkasına alarak devletin parasını cebe indirmekte. Bu parada seksen bir milyon insanın hakkı yok mudur? “Fakir fukara, garip gurebanın” hakkı ne olacak? Devleti soyanlar yoksulun, yetimin, dulun, engellinin, yaşlını, doğmamış çocukların, ömrü boyunca çalışıp didinenlerin, yasalara uyarak yaşamını sürdürenlerin, namusuyla ekmeğini kazananların… hakkını, emeğini çalmış olmuyorlar mı? Devlet denen şey, sahipsiz bir yapı mıdır?
MHP’nin af önerisi devleti soyanları affetmekte. AKP döneminin yolsuzluklarını, yolsuzlarını yargının elinden kurtarmakta. MHP, AKP dönemini aklamak, devleti soyanları kollamak için kolları sıvamış. Devletinin soyulmasına, halkının hakkının yenmesine neden olanları affeden bir anlayışla milliyetçilik bağdaşır mı?
Siyaset kurumunun görevi suçluları affetmek değil, suçluları yaratan toplumsal koşulları ortadan kaldırmaktır. Yozlaşan, millilikten, bilimsellikten uzaklaşan eğitimin suç oranının artmasındaki etkisi yadsınamaz.
Gittikçe muhafazakârlaşan toplumsal yapı, buna koşut olarak daha çok suça eğilim göstermekte. Cumhuriyet değerlerinin aşınıp yok olması suç için uygun ortam oluşturmakta. Bu durum karşısında her siyasal parti oturup düşünmeli nerede hata yapıldığını.
Afla salıverilecek uyuşturucu kaçakçıları, hırsızlar, gaspçılar, yağmacılar… nasıl ıslah edilecek? Bu kişiler sabah sekiz, akşam beş mesaisi mi yapacaklar? Yoksa tarlada mı çalışacaklar? Suçlunun ıslahı zor ve uzun süreli emek ister. Devlet kurumlarının bu yolda bir çalışması var mı?
MHP’nin af önerisi, toplumdaki adalet duygusunu zayıflatır. Suçluyu koruyup mağduru cezalandırır, vicdanları yaralar. Türkiye’nin hiçbir sorununa çözüm getiremeyenler, toplum vicdanını kanatarak sorunların daha da çoğalmasına neden olmakta. Toplumun affa değil; işini, aşını büyütmeye gereksinimi vardır. Partiler suçlunun değil, halkın hakkını korumak için çalışmalı.
                                                                       Adil Hacıömeroğlu
                                                                       25 Eylül 2018



TAHRAN ZİRVESİ


                                               
Bugün Tahran’da Cumhurbaşkanı Erdoğan, Rusya Devlet Başkanı Putin ve İran Cumhurbaşkanı Ruhani’nin katılacağı “Suriye” konulu görüşme yapılacak. Tahran zirvesi, Suriye’nin geleceği açısından çok önemlidir. Suriye’nin esenliği, Batı Asya’nın esenliği demek. Bu bakımdan tüm Batı Asya ülkelerinin geleceğini ilgilendirmekte bu zirve.
Rusya ve İran yöneticilerinin Suriye özelinde Batı Asya konusunda kafaları açık. Sorun, Erdoğan ve AKP yönetiminde. Suriye’nin yanında açıkça yer alamıyorlar. Hem batı Asya ittifakını hem de ABD’yi idare etmeye çalışmakta Erdoğan ve ekibi. Bu durum, Rusya ve İran’a güven vermiyor. Erdoğan, Putin ve Ruhani’niyle tokalaşırken bir yandan da ABD’ye göz kırpıp gülümsemekte. Bu da Türkiye’nin diplomatik alanını daraltıp elini zayıflatmakta. Erdoğan’ın kararsızlıkları, ABD ile Batı Asya ittifakı arasındaki gelgitleri Suriye sorununun çözümünü zorlaştırırken Türkiye’nin güvenliğini de tehlikeye atıyor.
Erdoğan, BOP eşbaşkanlığı döneminde Irak, Libya ve Suriye konusunda ABD ile işbirliği yaptı. Cihatçı militanların neredeyse hepsi Türkiye topraklarından Suriye’ye geçti. Şam Emevi Camii’nde cuma namazı kılma düşüyle ABD-İsrail politikalarının aleti oldu AKP. Münafık Kardeşleri desteklemeyi İslami bir görev saydı Erdoğan. Oysa ABD-İsrail de Münafık Kardeşlerle yürümekteydi yıllardır. Amaçları, Arap dünyasındaki İsrail karşıtı yönetimleri yıkmaktı. İsrail karşıtı Arap yönetimlerinin hemen hepsi çağdaşlaşma, laiklik konusunda gelişme içindeydiler. İslamcılığı bayrak edinen Arap yönetimleri ve örgütleri ise oldum olası emperyalizmin güdümündeler ve İsrail’e dostlar. Bu nedenle bu ülke ve gruplarla Arap dünyası, Batı Asya ülkeleri lehine yararlı tavırlar beklemek boşunadır.
Erdoğan, Tahran’da kararlı bir duruş göstermeli. Esat yönetimiyle uğraşmayı bırakıp Suriye’nin toprak bütünlüğü konusunda sağlam durmalı. Türkiye’nin güvenliğini, çıkarlarını Esat takıntısına feda etmemeli.
Erdoğan İdlib konusunda ABD tezlerini savunmamalı. İdlib’in Suriye toprağı olduğunu bir an bile olsun unutmamalı. İdlib’deki teröristlerin avukatlığı Türk siyasetçilerinin görevi değil. Türk siyasetçisinin görevi, başta Türkiye olmak üzere tüm komşularının güvenliğini ve çıkarlarını savunmaktır. Bu nedenle de Tahran zirvesini fırsata dönüştürerek Esat’la en kısa sürede el sıkışmalıdır RTE. Esat’la el sıkışma geciktikçe bundan Türkiye zarar görmekte. Bu nedenle cumhurbaşkanlığı orununda bulunan biri, Türkiye’nin çıkarlarının peşinde olmalı, kendi nefsinin değil.
Tahran’da kararsız bir Erdoğan, Rusya ve İran’ın güvenini iyice yitirir. Bu durum Türkiye’yi Atlantik sistemine döndürür. Bu durum Türkiye için acıklı sonuçlara yol açar. Seçeneksiz kalıp ABD’in kucağına düşmüş bir Türk hükümeti, emperyalizmin tüm hain emellerine teslim olur. Ayrıca ABD ile yeniden dost olan Erdoğan, koltuğunu koruyamaz. Çünkü bundan sonra ülkemizde Amerika’ya dayalı partilerin, kişilerin iktidar olma olasılığı kalmamıştır.
Erdoğan’a önerimiz şudur: Ya Esat’la el sıkışıp Türkiye’nin yanında yer alacaksın ya da Esat düşmanlığıyla ABD-İsrail’e hizmet edeceksin. Üçüncü bir yol yok!
                                                                       Adil Hacıömeroğlu
                                                                       7 Eylül 2018

KAFAYA BAK, KAFAYA


                                   
AKP hükümetinin Suriye konusunda kafası açık değil. Suriye’de, Türkiye’nin çıkarlarının nasıl korunacağı konusunda karmaşa yaşıyor AKP. Ayağı, bedeni Batı Asya’da; gözü İngiliz-Amerikan yapımı Münafık Kardeşlerde. Oysa Türkiye’nin çıkarlarını korumak için ABD-İsrail politikalarına karşıt bir konumda olmalı tüm gücüyle.
ABD askeri, ekonomik, siyasal bir savaşı sürdürmekte Türkiye’ye ve Batı Asya ülkelerine karşı. Yanına İsrail, Suudi Arabistan, Körfez ülkeleri ve bilumum terör örgütlerini almış. Karşısında Rusya, Suriye, Irak ve İran var. Türkiye’nin yer alacağı cephe çok açık, kararsızlığa yer bırakmıyor. Batı Asya’daki savaşı, ABD’nin yitirmekte olduğu da çok belirgin. Bu durum karşısında kararsızlık göstererek “Eset” takıntısıyla ve İhvan aşkıyla Türkiye’nin geleceğini harcamak akıl işi değil.
İçinde yaşadığımız koşullar, ülkemizi Batı Asya ülkeleriyle birlikte davranmaya zorlamakta. Tarihin akışı bize, emperyalizme karşı savaşımın öncüsü yapmak olmak için fırsat tanımakta. Türkiye’yi yöneten AKP ise bilgisizliğinden ve ideolojik saplantıları yüzünden bu fırsatı değerlendirmede ayak sürümede. Ne yazık ki AKP yöneticilerinin Türkiye gibi büyük ve tarihsel kökleri derinlerde olan bir ülkeyi yönetecek bilgi birikimleri çok az. Bu nedenle olayları, olguları algılama; bunlar arasında ilişki kurma, siyasal gelişmeleri Türkiye lehine değerlendirme anlayışları çok zayıf.  AKP yöneticilerinin en yetersiz oldukları konu da olayları, olguları neden-sonuç ilişkisiyle değerlendirme yeteneklerinin yetersizliğidir.
Dışişleri Bakanı Mevlut Çavuşoğlu, Alman orundaşıyla görüşmesinden sonra yaptığı açıklamalar ilginçtir. “Rejimin İdlib’e saldırmak isteği ve burayı ele geçirmek isteği açıktır.” demekte Çavuşoğlu. Sanki İdlib başka bir ülkenin toprağı. Türkiye’nin öteden beri savunduğu Suriye’nin toprak bütünlüğü değil mi? Bu gerçeği unutmuşa beziyor Sayın Çavuşoğlu. İdlib, Suriye’nin toprağıdır ve burayı işgal etmiş teröristleri temizlemek de Esat yönetiminin hakkı ve görevidir. İdlib’den teröristlerin temizlenmesi Suriye’den sonra en çok da Türkiye’nin çıkarlarına uygundur. Bu durumdan ancak ABD-İsrail rahatsız olur.
Çavuşoğlu’nun açıklaması çok talihsizdir. Talihsiz olduğu kadar da bilgisizcedir. Türkiye’nin dışişleri bakanı İhvan’ın değil, Türkiye’nin çıkarlarını savunup korumak zorundadır. İslamcı terör örgütlerinin geleceğini düşünmek Türk yöneticilerinin görevi değil.
Türkiye nasıl hendek savaşıyla kentlerimizde yuvalanan PKK’lı teröristleri temizlediyse Suriye yönetimi de aynı biçimde ve halkla İdlib’den teröristleri temizleyecek. Ne var bunda? AKP kafasıyla bu işler yürümüyor. Bir iktidar, seksen bir milyon halkın isteğine göre değil de İhvancı bir kafayla düşünürsen Türkiye’yi düzlüğe çıkaramazsın. Bu kafayla bu gemi kayalıklara çarpar.
Önündeki çukuru bile göremeyenlerden ufkun gerisini görmeyi beklemekteyiz. Bu kafayla bu olur mu?
                                                                       Adil Hacıömeroğlu
                                                                       6 Eylül 2018

ÇÖZÜMSÜZLÜK, BOŞVERMİŞLİK


                                    
Şarköy, emekli turizminin önemli bir durağı. Sessizlik, dinginlik, doğayla baş başa kalmak isteyenlerin uğrak noktası. Yazın amansız sıcağında neredeyse sürekli esen poyraz, insanları serinletip soluklandırmakta. Bu nedenle emekliliğini sağlıklı, erinç içinde geçirmek isteyen kişiler Şarköy ve çevresini yeğlemekteler yaz dinlencelerinde. Az da olsa bazı emekliler, kışın da burada kalmaktalar.
Şarköy ve köyleri zeytin ve üzüm cenneti. Sofralık zeytinleri ve zeytinyağı harika. Zeytinden yapılan doğal sabunları ilgi odağı.
Üzüme gelince… Sofralık üzümleri dillere destan. Ancak Türk şarapçılığının önemli merkezi olan Mürefte’de sorunlar çığ gibi. İrili ufaklı şarap üretim merkezlerinin yüzde doksanı kapalı. Önemli bir dışsatım ürünü olan şarap, AKP hükümetlerinin yanlış politikaları, tekel durumundaki fabrikaların üreticiyi ezen tavırları nedeniyle üretilemez durumda. Başta şarapçılık olmak üzere tüm alanlarda üretici kooperatifleri kurmak, ivedilik göstermekte. Üreticilerimizde güçlerini birleştirerek örgütlenip kooperatifleşme alışkanlığı yok denecek kadar az. Oysa üreticinin kurtuluşu bu örgütlenmede.
Bolluk ve bereketin taştan, topraktan fışkırdığı Şarköy, dar gelirli aileleri yaz dinlencelerinde çekiyor kendine. Yaşam, güney illerimize göre daha ucuz. Köylü pazarları, dar gelirliler için umut.
Yapsatçılar, Şarköy’e tadanmış durumda. Yazlık ev üretimi tam gaz sürmekte. Ne yazık ki yazlık evler, zeytinliklere yapılmakta. Bu da zeytinlerin katledilmesine neden olmakta. Dünyanın en bereketli ve uzun ömürlü ağaçlarından olan zeytin, yapsatçılığa feda edilmekte. Tarım alanlarını betonlaştırma anlayışı, AKP hükümetleriyle doruğa çıktı. Ama nedense muhalefet partilerine bağlı bazı belediyeler de bu konuda AKP’den farklı davranmamaktalar. Halkın çıkarı yerine yapsatçıların kârlarını koyarsanız tarım alanlarını yok edersiniz.
Neyse biz, asıl konumuza gelelim...
İşletmecilik, önemli bir sanat… Yaratıcılık, üretkenlik, sorunlara hızla çözüm bulma yeteneği ister. Hele küçük bir yerin işletmecisi iseniz daha da özenli olmanız gerek ayakta kalmak, çarkı döndürmek için. Bir işletmeyi ayakta tutan şey, müşteri memnuniyeti olduğunu herkes bilir.
Şarköy’ün meydanına bitişik bir çay bahçesi var. Konumu olağanüstü... Çanakkale Boğazı’nın girişinde… Karşıda, Biga Yarımadası… Boğaz’dan geçen irili ufaklı gemiler günün her saatinde karşınızdan süzülerek geçmekte. Mavi sular, insana dinginlik vermekte. Gündüzü de gecesi de ayrı güzelliktedir.
Gündüz, güneşin yakıcılığından neredeyse parkın her yanını kaplamış ağaçların gölgelerine sığınarak kurtulursunuz. Ağaç gölgeleri, sıcaktan bunalmış bedenleri serinletir. Henüz insan seli başlamadığından çevre sessizdir. Kafanızı dinlemek, bedeninizde erke biriktirmek için güzel bir yer. Çayınızı ya da kahvenizi yudumlarken kitap ve gazete okuyabilirsiniz. Eğer dostlarınızla birlikteyseniz derin söyleşilerin yeridir burası.
Geceleyin adeta büyülenirsiniz bu çay bahçesinde. Deniz ışıl ışıldır. Meydan’a döndüğünüzde ardı arkası kesilmeyen bir ırmak akar önünüzden. Mutlu, güleryüzlü insanlardan oluşan bu ırmak, görenlere yaşam kaynağı olur; izleyenlerin geleceğe olan umudunu artırır.
Aileler, akşam yemeğini yedikten sonra kendilerini sokağa atarlar. Deniz kıyısı tıklım tıklım olur. Dondurmacılar, pastane önleri, parklar, caddeler, sokaklar… insan akınına uğrar. Bu insan kalabalığından bu çay bahçesi de nasibini alır. Saat yirmi bire gelince oturacak sandalye bulmak güçleşir.
Çay bahçesi özensizdir. Ağaç dipleri, saksı altları çöple doludur. Yerler, sık süpürülmediğinden kirlidir. Buraya ilk gittiğimizde Şarköy’de sular kesikti. Çay istedik. Garson, sular kesik olduğundan bardakları yıkayamadıklarını, ancak karton bardakla içmek istersek çay getirebileceğini söyledi.
Ben: “Bir damacana su alıp bardakları yıkayın.” dediğimde bunun olanaksız olduğu yanıtını verdi. Fazla üstelemedim.
Birkaç gün sonra akşamüstü yine aynı çay bahçesine gittik. Çünkü buranın konumu insanı çekmekte. Çay istedik. Garson: “Bardak yok!” dedi. “Neden?” diye sordum. “Kalabalık olduğu için bardaklar yetişmiyor.” yanıtını aldım. “Bak arkadaşım, bardak dediğin ucuz bir şey. Bir çay parasına bir bardak alabilirisiniz.” dedim sakince. Karşımdaki genç adam, kafasını sallayıp gitti.
Şarköy’de bulunan bu çay bahçesine iki kez gittik. İkisinde de çözümü kolay iki sorunla karşılaştık. Oysa bu çay bahçesinin iş yapabileceği üç ayı var. Müşteri yazın yoğun. Kışın ne yapsın insanlar açık havada? Çözümü bu kadar kolay iki sorunu bile çözemeyen birinden işletmeci olur mu? Bu işletmeci çeşme akarken testi elinde ağaç gölgesinde dinlenenlerden. Bu sorun çözememe tavrının altında büyük bir boşvermişlik var.
Şarköy, Mürefte ve Hoşköy’deki çay bahçelerinde ilgimi çeken bir konu da kuş yuvası gibi biçimsiz küçük bardakların kullanılması. İnce belli ışıl ışıl bardaklarda çay içmek olanaksız. Belki gelecek yaza bu durum değişir. Belediye yöneticileri, konuyla yakından ilgilenir de insanlar doğanın, denizin ve Şarköy’ün tadını doya doya çıkarırlar.
İşletmecilik, çok önemli. Dünyanın her yerinde ufak tefek sorunlar vardır. Önemli olan sorunları kalıcı kılmak değil, onları çözmektir. Sorun çözen işletmeci, akıllı iş yapar; kalıcı olur. “İş yok!” diye ağlaşmak yerine, sorun çözücü olmalı. Her alanda bu böyle değil mi?
                                                                       Adil Hacıömeroğlu
                                                                       5 Eylül 2018


ATACAN’IN CİVCİVLERİ



Ağustos başında Mürefte’deydik. Sessiz, doğası fazla bozulmamış, güzel insanların yaşadığı bu belde, insana erinç vermekte. Kaldığımız evin küçük bir bahçesi var. Bahçede yirmiye yakın zeytin ağacı. Gündüz ve gece denizin dalga sesleri, bir müzik toyu vermekte. Kırlangıçların iskele çevresinde dönerek avlanmalarını izlemek doyumsuz bir görüntü. Zeytin dallarında meyveler yemyeşil. Daldan dala sıçrayan serçeleri, isketeleri izlemekten çoğu zaman yoruluyorum, çünkü bakışlarım onların hızlarına yetişememekte.
Hava, çok sıcak… Deniz buhar kazanı gibi… Karşı kıyılar ve Marmara adaları sisli bir camın arkasından görünmekteler sanki. Asırlık zeytin ağaçlarının gölgesinde esen poyrazın serinliğinde mutluyuz. Çoğu zaman kitap okumaktayım bu serinlikte.
Atacan’ın doğa sevgisi üst düzeyde… Her türlü böceğin, kuşun, bitkinin adını ve özelliklerini sormakta. Ona yanıt verebilmek için öğrenciliğimde bile yapmadığım ölçüde ders çalışıyorum. Birlikte öğreniyoruz…
Gece olunca konumuz değişiyor. Uzay, yıldızlar, gezegenler, kara delikler, Ay, göktaşları, uydular konusunda ardı arkası gelmeyen sorular… Çatıdaki terastan, balkondan, ışıksız arka bahçeden yıldızları ve Ay’ı izliyoruz. Ay’ın gökyüzünde yükselişi ve evreleri çocuğun ilgi alanında.
Sabahleyin güneşin doğuşunu izlemek için erkenden uyanıyor. Ben, çocukluğumdan kalma bir alışkanlığım nedeniyle erkenden kalkmış, çoktan balkondaki yerimi almışımdır. Güneşin ilk ışıklarıyla aydınlanan balkonda denize karşı hem kitap okuyor hem de bu doğa olayını doyasıya izlemekteyim. Sabah, bana hep temiz ve umut yüklü gelir. Sabahleyin kimseler uyanmadan tertemiz havayı içime doldurmak, günün ilk ışıklarıyla gönlümü varsıllaştırmak, sessizlikle yüreğimi arındırmak, sabahın erkenci kuşlarıyla usumu dinginleştirmek; kızıldan turuncuya, turuncudan sarıya, sarıdan göz kamaştırıcı parlak bir beyaza dönüşen güneşin yaşam veren yüzüne içten gülümsemek için erken kalkmayı yeğlerim. Birçok kişi şaşıracak, ama bugüne dek sabahleyin öğrenciliğimde okula, çalışma yaşamımda işe gitmek için çalar saatle uyandığım gün sayısı bir elin parmakları kadardır belki de. Güneşten önce dünyayı teslim almak isterim. Yıllardır güneşle yarışırım, hem de bir gün bu yarışı yitireceğimi bile bile. Olsun, şimdilik ben kazanıyorum ya…
Atacan, güneşin doğuşunu izlemek için annesini uyandırma ve sabahı paylaşma konusunda yalnızca bir gün başarılı olabildi. Eşim, sabah uykusunu çok sever. Bu nedenle Atacan’la ben denize kuşbakışı bakan, güney cepheli balkonda güneşin doğuşunu neredeyse birlikte izledik yaz boyu. Sorular birbirini kovaladı her sabah. Ben de yanıtlamaya çalıştım bu meraklı afacanı.
Yaz dinlencesinin başından beri civciv almamı istedi benden. Ağustosun ilk haftasının cuma günü Şarköy’de kurulan pazara gittik. Alışverişimizi bitirmek üzereyken civcivlerin nerede satıldığını öğrendik. İkimiz, kan ter içinde civciv satıcısına ulaştık. Atacan’ın beğendiği beş civcivi satın aldık. Civcivler açlık, susuzluk ve sıcakta sıkış tıkış bir arada olmaktan bitkin düşmüşlerdi satıcının koyduğu kutunun içinde.
Karnımızı doyurmak için bir aşevine gittik. Hemen civcivlerin bulunduğu kutuyu açtık. Şişe kapağına su koyduk öncelikle. Hayvanlar, doyasıya su içtiler kana kana. Ardından kutunun içine bolca yem… Biz yemeğimizi yerken onlar yemlendiler.
Civcivleri eve getirip bahçeye saldık. Önce ürkek, korkak, çekingen hareketlerle birbirlerinden ayrılmadan kuytu köşelerde dolaştılar. Zaman geçtikçe günler ilerledikçe komşu bahçeleri de keşfe çıktılar.
Atacan, ilk günlerde civcivlere elleyemiyordu. Giderek alıştı onlara. Son zamanlarda neredeyse gün boyu onlarla birlikte oldu. Güneşin doğuşunu izler izlemez onları, bahçeye çıkarıp birlikte yemliyoruz. Civcivler çoğu zaman Atacan’ın kucağında, elinde, hatta başının üzerinde uzun saçları arasında eşelenmekteler.
Civcivleri aldığımız ilk gün, daha eve gelmeden onlara ad koyuyoruz: Böğürtlen, Karadut, Limon, Kayısı ve Şeftali… Bu adları vermemizde onların renkleri, duruşları etkili oluyor. Bol yem ve geniş bahçede akşama dek türlü böcek, karınca, solucan yiyen civcivler bir ayda hızla büyüdüler. Kanatları, kuyrukları, renkleri belirginleşti giderek.
Limon’u bir kaza sonucu kaybettik. Atacan günlerce kendine gelemedi, üzüntüden kahroldu.
Karadut, baştan beri arkadaşlarından ayrı dolaşmaktaydı. Dinlencemizin sonuna doğru ne yazık ki bir kedi, onu kapıp götürdü. Bu da Atacan’ı çok üzdü.
Dinlencemiz bitmek üzere… En büyük sorun, civcivleri ne yapacağımız… Araba ile İstanbul’a getirdik, diyelim. Nerede bakıp besleyeceğiz? Balkonda bu iş olmaz. Zaten kanatlanan hayvanları orada saklamak çok zor. Mürefte’de tanıdığımız biri var: Sami Bey… Evinin bahçesini balık ağlarıyla çevirmiş, orada tavuk besliyor. Çalışkan bir adam, ekmeğini taştan çıkarmakta. Onu aradım, civcivlere bakıp bakamayacağını sordum. Memnuniyetle kabul etti önerimi. İstanbul’a döneceğimiz günün kuşluk vakti, büyüleyici kuşlarımızı genişçe bir kutuya koyduk. Ben, bir dükkâna girip civcivler için en azından birkaç aylık yem alayım dedim. Bu arada eşim de bir şeyler almak için başka bir dükkâna uğradı.
Atacan, arabada civcivleriyle baş başa. Arabanın kapıları açık. Elimde yem paketleriyle döndüm ki ne göreyim. Atacan’ın iki gözü iki çeşme… Şeftali, başının üstünde eşelenmeden boynunu kısmış, durmakta. Böğürtlen, göbeğinin üstünde şaşkınca gözlerini kısmış öylece bakmakta. Kayısı, kolunun üzerinde bir atmaca duruşunda…
Atacan, sırayla alıp teker teker öpüp kokluyor onları. Gözlüğünü yukarı doğru kaldırmış, gözyaşlarının özgürce akmasını sağlamış durumda. İki elinde birer civciv, gözyaşlarını onların tüyleriyle silmekte. Dakikalarca sürdü bu durum. Eşim geldi bu arada. Çocuğun durumunu görünce o da duygulandı. Ne yapacağımızı şaşırdık. Ben, dil dökmeye başladım. İçinde bulunduğumuz gerçekleri anlattım. Birazcık ikna oldu. Civcivlerin bulunduğu kutu elimizde. Ağır adımlarla yürüyoruz. Atacan’ın ağlaması biraz azaldı. Kısacık yol, uzadıkça uzuyor. Sami Bey, bizi evin kapısında karşılıyor. Geç kalmamız karşısında meraklanıyor. Özür dileyip kısaca neden geç kaldığımızı anlatıyorum. Onun da gözleri doluyor.
Atacan, tavukların bulunduğu bahçeyi dolaşıyor, civcivlere ayrılmış bölümü geziyor. İyice araştırıyor her yanı. Bahçede birkaç tane kümes var. Hepsinin içini, dışını kontrol ediyor. Kedilerin girebileceği yerin olup olmadığına bakıyor. Yiyecek ve içecek kaplarını iyiden iyiye inceliyor. Horoz ve tavukların civcivlere zarar verip vermeyeceğini, onları koruyup korumayacağını sorup öğreniyor. Sami Bey’in ve benim ikna edici açıklamalarımız onu yatıştırıyor. Ağlaması bitti, gözyaşları kesildi.
Civcivlerin bulunduğu kutunun başına gitti. Önce Kayısı’yı aldı. Öptü, kokladı, bağrına bastı. Uzun uzun bir şeyler anlattı ona, sonra yere bıraktı. Kayısı, kendisinden birazcık büyük bir civcivin yanına gitti. Birlikte yemleri gagalamaya başladılar. Arkasından Böğürtlen göründü Atacan’ın minik ellerinde. Onu da öptü, kokladı, uzun bir vedalaşma oldu. En sonunda duygusal bağını en güçlü olduğu Şeftali’yi aldı. Uzun uzun öptü onu. Ona, bir ay sonra gelip kendilerini göreceğini söyledi. Yüzüne, gözüne sürdü yumuşak tüylerini. Usulca yere bıraktı. O, koşarak arkadaşlarının yanına gitti.
Atacan, Şeftali’ye karşı neden daha çok ilgili? Onu diğerlerinden farklı kılan neydi? Beş civcivi aldığımızda içlerinde en küçüğü, en bitkini Şeftali idi. Biz, Şeftali’ye “prematüre” dedik. Atacan da prematüre olduğundan ona ayrı bir sevgi ve yakınlık duydu. Şeftali, geçen zaman içinde yaşama dört elle sarıldı, çok geçmeden diğerlerine yetişti.  
Atacan, civcivlerin adlarını Sami Bey’e söyledi. Onları, adlarıyla çağırması gerektiğini öğütledi bilgiç bilgiç.
Atacan, civcivlerle her gün söyleşirdi. Dışardan bakan biri: “Bu çocuk kimle konuşuyor?” diye kendi kendine sormadan edemez. Onları bir dost, arkadaş, can yoldaşı olarak gördü. Civcivleri aldığımız ilk gün, zaman yitirmeden onlara ad vermesi çok önemliydi. Ad vermek demek; karşısındaki varlığa bir kişilik, benlik yüklemektir.
Civcivleri yeni yaşam alanına bıraktıktan sonra bir süre daha kaldık orada. Sonrasına vedalaştık. Ayrıldık. İstanbul’a gelinceye dek konumuz civcivlerdi. Bir gün sonra Sami Bey’i arayıp civcivleri sordum. Atacan, her gün aramamı söylüyor. Anlaştık, iki günde bir arayayım, dedim.  Kabul etti. Neyse, zaman her şeyin ilacıdır. Bir süre sonra aramalarım seyrelir sanırım.
Doğayı sevmek, onun sırlarına ermek, canlılarla doğru ilişki kurmak yaşamı çok anlamlı kılmakta. Çocuklarımıza hayvanlarla, bitkilerle dostluğu öğretmeli. Doğadaki tüm varlıklarla uyumlu yaşamaya alıştırmalıyız onları. Doğaya saygı duymayan kişi; kendine, başkasına saygı duyabilir mi? Doğayı sevmeyen biri, insanları sevebilir mi? Hiç unutmayalım ki insan da doğanın bir parçası. Doğa olmazsa ne insan olur ne hayvan ne de bitki…
                                                                       Adil Hacıömeroğlu
                                                                       4 Eylül 2018




YEDİĞİN, İÇTİĞİN SENİN OLSUN; GÖRDÜKLERİNİ ANLAT


                 
Dinlencemiz, Şarköy-Mürefte’de sürmekte. Elimizden geldiğince Şarköy ilçe merkezine gitmemekteyiz, zorunlu durumlar dışında. Cumartesi akşamı, hem ödemelerimizi bankaların otomatik makinelerinden yapmak hem de birazcık dolaşmak için Şarköy’e gittik. İşlerimizi bitirdikten sonra Cumhuriyet Meydanı’na yakın bir yerdeki dondurmacının masalarından birine iliştik. Bir yandan dondurmalarımız yerken bir yandan da denizi, ardı arkası gelmeyen kalabalığı, dondurmacının tıklım tıklım olan bahçesini seyre dalmışız.
Yanımızda bir masada dört kadın oturmakta. Dip dibeyiz onlarla… Uzaktan bakan aynı masada oturduğumuzu sanacak. Dördü de siparişlerini verdiler. Siparişler tek tek gelmekte. Büyük tabaklar tıka basa dolu. Top top dondurmalar türlü türlü, renk renk… Dondurmaların altında meyveler… Muz, çilek, kivi… Tabaklar süslenmiş. Garson, tabağı getiriyor, incelikle masaya bırakıyor. Tabakların her gelişinde cep telefonlarıyla fotoğrafları çekiliyor. Kadınların davranışlarından anlaşıldığına göre fotoğraflar, sosyal medyada paylaşılıyor.
Paylaşımlar yapıldıktan sonra gözler telefonun ekranında. Kiminin yüzü gülmekte, kimininse asık… Kadınlardan birisinin davranışı ilgimi daha çok çekmekte. Gülümsüyor cansız ekrana. Sonrasında hızla bir şeyle yazıyor. Zaman geçtikçe yazma işi sıklaşıyor. Elindeki çatal, bıçağı unutuyor. Fotoğrafını paylaştığı dondurmasına yorum geldikçe yanıt vermekte zorlanıyor sanırım. Dondurma topları, ağustos sıcağına dayanamıyor, erimeye başlıyor. Derin olmayan tabağın kıyısından dondurmalar akmaya başlıyor. Kadın, bunu fark etmiyor bile… Yanındakilerin de uyaracak durumları yok! Onlar da telefonların başında.
Epey bir süre geçtikten sonra garson durumu fark ediyor. “Tabağınızı değiştireyim mi?” diye soruyor.
Kadın: “Neden?” deyip yan gözle tabağına bakıyor. “Değiştirme, tabağımı alabilirsin.” diye yanıtlıyor garsonu. Garson, tabaktaki eriyen dondurmaların akmaması için kâğıt peçeteleri bolca kullanıyor. Kazasız belasız tabak masadan götürülüyor. Kadın, tabağın götürülüşüyle ilgilenmiyor bile. Cep telefonuyla meşgul… Sürekli bir şeyler yazıp arada gülümsüyor, kimi zaman da yüzü asılıyor.
Masadaki boş ve dolu tabaklar kalktı. İçlerinden biri hesabı istedi. Hesap geldi. Dört kadın bölüşerek ödediler parayı. Bir süre geçtikten sonra ellerindeki telefonda işleyen parmaklarıyla kalkıp masa ve sandalyelere çarpa çarpa gittiler. Oturduklarında olduğu gibi aralarında tek bir sözcüklük konuşma geçmedi.
Sosyal medya bağımlılığı kişisel iletişimi sanal dünyaya taşımakta. Kişiler arasındaki söyleşiler tükenmekte. Dinlencede de olunsa hiçbir şey fark etmiyor. Ne deniz ne kum ne doğa ne de bulunulan yerin tarihi özellikleri… kimsenin umurunda değil. İnsanlar, modaya uyup neredeyse hep aynı şeyleri yiyip, aynı yerlerde tatil yapıp, aynı paylaşımlarda bulunmaktalar. Sosyal medyada alınan beğeniler, yapılan yılışık ve üstünkörü yorumlar, tıklanma sayısı önemli olmaya başladı.
Eskiler, uzak bir yere gidip dönenlere: “Yediğin, içtiğin senin olsun; gördüklerini anlat.” derlerdi söyleşmeye başlamadan önce. Bu söz, söylenen kişiyi söyleşmeden önce görgülü olmaya çağırırdı. Yenip içilenlerin anlatılması ayıp sayılırdı toplumuzda. Bu nedenle de gördüklerini anlatması istenirdi uzaktan gelenden.
Zamanımızda böyle mi? Yiyip içtiklerimizi paylaşırken sıradan bir görgüsüzlük batağında debelenirken hiçbir şey görmüyoruz. Gözlerimize, sanal ortamın yalanlarıyla mil çekilmekte. Sosyal medya, toplum egemenlerinin isteği doğrultusunda teslim almakta geniş kitleleri.
Biz, yine de atalarımızın buyruğuna uyup yediklerimizi, içtiklerimizi, giydiklerimizi, evimize aldığımız eşyalarımızı paylaşmayalım. Gördüklerimizi, düşündüklerimizi, okuduklarımızı paylaşmayı sürdürelim.
                                                                       Adil Hacıömeroğlu
                                                                       13 Ağustos 2018


KAAN BEY’İN DOLARLARI


Dinlencedeyiz… Olanak olduğunca televizyon izlememeye, internete girmemeye çalışmaktayım. Zaten bulunduğum koşullar da buna pek olanak vermiyor. Sessiz, tenha, kuş cıvıltılarıyla uyandığım, geceleri yıldızlarla kucaklaştığım, denizin maviliğini ve doğanın yeşilliğini doya doya içime çektiğim bir yerdeyim. İstanbul’un yoğunluğu, kalabalığından sığındığım dingin bir limandayım.

Dinlencede seyrek de olsa bazı tanıdıklarla rastlaşıyoruz. Birkaç bardak çay içimi süresince söyleşiyoruz kimileriyle. Günün konusu, dövizdeki yükseliş… Kaan adında bir tanıdığımız var. 1980 sonrası kuşaktan… Özal’ın para odaklı yaşayan, uyanık geçinen ve ABD’yi kıble edinmiş cingözlerinden… Elinde telefon sürekli borsa, döviz ve faizi izleyenlerden… Aklınca ekonominin piri… Havasına bakarsanız Türkiye’nin en büyük para babalarından…

Dolar, Türk Lirası karşısında değer kazandıkça neredeyse sevinç çığlıkları atacak. Türkiye, büyük bir ekonomik saldırı karşısında direnmeye, tutunmaya çalışıyor; Kaan Bey ise fırsatçı tefeciler gibi mutluluktan dört köşe. Sürekli olarak “Tahminlerim çıktı, yatırımı iyi yere yaptım, kazandım.” demekte. Bu sözlerle de akıllı(!) olduğunu bizlere kabul ettirmeye çalışmakta.

Kaan Bey’e sordum.

“Sormak ayıp olmasın, ama kaç dolarınız var?”

“Yok… Niye ayıp olsun, söyleyeyim. On bin dolarım var.” diye yanıtlıyor beni.

“ABD saldırısı karşısında son üç ayda Türk Lirası, yüzde elliye yakın değer yitirdi. Bu demek oluyor ki, neredeyse satın alacağımız her şeye yüzde elliye yakın zam gelecek. Tabi, bu arada senin çalıştığın işyerinden her ay almakta olduğun ücretinin de satın alma gücü yüzde elliye yakın azalacak. Emekli maaşı olan annen için de bu söz konusu bu durum. Bunu seksen bir milyon insanla çarp… Ayrıca Türkiye’nin döviz borcunu düşün… Dolarla alınan kredilerle yapılan yatırımları hesap et… Dar gelirli insanların yaşam zorluğunu aklından geçiriyor musun?”

“Herkes benim gibi yapsaydı, bu duruma düşmezdi. Geleceği göreceksin ağabey! Önünü görmeyen kişi, hep zarar eder.”

“Şunu mu demek istiyorsun? Ülke batsın, ama ben ayakta kalayım. Gerçi sen de ayakta kalamıyorsun da…”

“Paranın yönüne iyi bakacaksın. Birikimini dövize çevireceksin. Böylece zarar etmezsin. Dolar artınca da kara kara düşünmezsin.”

“Kaan Bey! Türk-Amerikan savaşı var. ABD kazanacak, Türkiye kaybedecek, siz de sevineceksiniz… Bu nasıl Türk yurttaşlığı, siz kimin yanındasınız bu savaşta?”

“Tabi ki Türkiye’nin yanındayım. Ben, milliyetçi adamım… Kendi çıkarımı kollamam, ABD’ye destek olarak algılanmamalı.”

Konuyu değiştiriyorum. Tartışmanın gereği yok! Zaten son yıllarda kavramlar öylesine birbirine karıştı ki, kimin nerede durduğu belli değil.

12 Eylül’den sonra “Kağan” adının İngilizce yazımı kolay olsun diye ortadaki “ğ” çıkarılıp Türkçe yazım kuralları hiçe sayılarak “Kaan”a dönüştürülmedi mi? Oysa Türkçe dilbilgisi kurallarına göre iki ünlü haf bir sözcükte yan yana gelmez. Adın bu dönüşümü, milliyetçiliğin nasıl NATOTürkçülüğe evrildiğinin bir göstergesi. Kaan Bey, eğer “Kağan” olsaydı böyle düşünür müydü acaba

                                                         Adil Hacıömeroğlu

                                                         12 Ağustos 2018

 

 

 


KILIÇDAROĞLU MU, İNCE Mİ?


                                    
CHP yine karışık… Sorun, kimin genel başkan olacağı… Kılıçdaroğlu ve ekibi partiyi yönetmeyi sürdürecek mi, yoksa İnce mi genel başkanlık koltuğuna oturacak?
Suçlamalar, havalarda uçuşmakta. Program üzerinde söylenen tek sözcük yok! Siyaset tartışılmıyor. Tartışılan, kişiler… Anlaşılacağı üzere kavga sen-ben kavgası. Türkiye’nin dağ gibi sorunları ortada dururken neden kişiler üzerinden siyaset yapılır ve kurutuluş, siyasette değil de kişilerde aranır? Bu, kişilere tapınmak değil mi?
İlkesizlik, her ikisinin de belirleyici tavrı. Kılıçdaroğlu, Baykal istifa ettiğinde kendisine “Genel başkanlığa aday mısınız?” sorusuna üç kez “Aday değilim.” dedi. Buna karşın bu yanıtlarını unutup koltuğa oturdu.
İnce: “Kurultay için imza toplamayacağım, Kılıçdaroğlu’nun karşısına çıkmayacağım.” dedi defalarca. Olsun… İlke önemli değil, önemli olan koltuk…
Kılıçdaroğlu’nun Baykal’a karşı aday olmayacağı yönündeki sözünü tutmamasını, kendinin söylediği sözü unutmasına gerekçe yapmakta. Yani ilkesizlik konusunda yarışmaktalar.
İlkesiz kişilerin memlekete hayrı olur mu hiç? Atalarımız: “Hayvan yularından, insan sözünden tutulur.” sözünü, boşuna mı söylediler?
Kılıçdaroğlu ile İnce’nin Türkiye’nin dış siyaseti konusunda farklı bir bakış açıları var mı?
Ekonomi konusunda ne düşünüyorlar? Bu konuda farklı görüşleri bulunuyor mu?
Her ikisi de NATO ve ABD ile ilişkiler konusunda ne düşünmekteler?
PKK terörünün sona erdirilmesi konusundan görüş farklılıkları nelerdir?
Üretim ekonomisinden mi, yoksa özelleştirmeyi temel alan liberal ekonomiden mi yanalar?
Türkiye’nin dışa bağımlılığını nasıl sona erdirecekler?
Çöken eğitim sistemini nasıl ayağa kaldıracaklar? Bu konuda alacakları örnek; Cumhuriyet’in kuruluş dönemimi olacak, yoksa batılı reçeteler mi?
Ulusal sanayiden mi, yoksa dışa bağımlı bir kalkınmadan mı yanalar?
Eğitim, sağlık gibi toplumun yaşamsal alanlarında özelleştirmeyi sürdürecekler mi?
Taşeronluk sistemi ile ilgili görüş farklılıkları var mı?
Cumhuriyet kurumlarını yeniden oluşturmada ne düşünüyorlar?
Atatürk devrimlerini sürdürecekler mi?
Atlantik’ten mi, yoksa Avrasya’dan mı yana olacaklar?
Her ikisi de tıpkı RTE gibi Esat’a diktatör demeyi sürdürecekler mi?
Yerel yönetimler konusunda farklı bir yaklaşımları olacak mı?
PKK ve FETÖ konusunda görüş ayrılıkları var mı?
Tam bağımsızlıktan mı, yoksa Atlantik sistemine bağlılığın sürmesinden yanalar mı?
Hayvancılığın geliştirilmesi konusunda ne yapacaklar?
Dış borç alacaklar mı?
Sorular, uzar gider… Ne yazık ki bu konularda ikisinin de görüşlerini bilmiyoruz. Tartışma/kavga, ülke sorunlarının çözüm yolları konusunda sürmüyor. Kişiler üzerinden bir kavga görüntüsü var. Vatanı kurtaran bir partinin gündeminde vatanın sorunları tartışılmıyor. Tartışılan, Kılıçdaroğlu ve İnce… Kişisel ikbal, ulusun ikbalinin önüne geçmiş dururumda.
Kim mi kazanacak? Biz kaybedenleri söyleyelim... Türkiye kaybedecek, CHP de… Atatürk ve devrimler kaybedecek… Kazanan ise oligarşik bir yönetim olacak.
Kılıçdaroğlu kazansa ne olur, İnce kazansa ne olur? Türkiye kaybettikten sonra…
                                                                       Adil Hacıömeroğlu
                                                                       1 Ağustos 2018


YUSUF TOPAL NİYE ÖLDÜ?


                                    
Yusuf Topal… Seksen iki yaşında bir adam… Giresunlu…. Kışları genellikle İstanbul’da, yazları ise memleketinde yaşıyordu. “Yaşıyordu” diyorum, artık aramızda yok, yaşamıyor çünkü…
Yusuf Topal, yürüme güçlüğü çeken eşi Fatma Topal’a (82) ilaç yazdırmak ve evde bakım hizmeti kararının uygulanması için Giresun’un Gemilerçekeği Mahallesindeki 15 Temmuz Şehitler Aile Sağlığı Merkezi’ne gitti. Söylenene göre ilaç yazdırmak için gittiği otacı, hastayı görmeden ilaçları yazamayacağım, demiş. Otacı ile Yusuf Topal arasında tartışma yaşanmış. Otacı, tartışma sırasında polis çağırmış. İki polis, gelerek Topal’a ters kelepçe takıp biber gazı sıkınca yaşlı adam fenalaşarak yere yığılıyor. Bindirildiği polis aracı hastaneye gidiyor gitmesine, ama yaşlı adamın yüreği olanlara dayanamıyor.
Soru şu: Yaşlı adamın ölümüne ne, neden oldu?
Önce otacıdan başlayalım işe...
Yusuf Topal, ilaç yazdırma izleğine aykırı bir istekte bulunmuş olabilir. Bu durum karşısında otacının duygudaşlık yapması gerekirdi. Kendini Yusuf Topal’ın yerine koymalıydı. Evde, neredeyse yaşamının tümünü birlikte geçirdiği hasta karısı. Kendisi de oldukça yaşlı. Yaşlılıkta yollar uzar da uzar, bitmek bilmez. Her adımda eklemler ağrılarla sarsılır. Yılların yorgunluğu içindeki bacaklar, artık bedeni taşıyamaz olur. İnsanlar yaşlandıkça duygusallaşır. En kolay işleri yapamamanın getirdiği bir güvensizlik egemen olur çoğu zaman insan tinine.
Yaşlı (yaşulu) kişi, çevresindekilerden saygı görmek ister. Bu saygıyı, geçmiş yaşantısının bir ödülü sayar.
Kadın olsun erkek olsun fark etmez, eşini yitirme olasılığı insanın usundan çıkmaz. Bu durum, kişiyi kaygılandırır. Zaten yalnızlaşan yaşlı kişi, tek başına kalma olasılığını düşündükçe perişan olur.
İşte, otacının karşısında yukarıda kısaca anlattığımız tinsel durumdaki biri var. Bu nedenledir ki, otacının yaşlı adamla (Bu tüm yaşlılar için geçerlidir.) konuşurken her sözcüğünü bin kere düşünerek söylemeli ve onun işini kolaylaştırıcı bir tavır takınmalıydı. Polise gerek olmadan sorunu çözmeliydi. Katı kuralcılık yerine, çözüm odaklı davranmalıydı.
Polise gelince…
Karşısındaki kişinin kim olduğuna, kişinin bedensel özelliklerine, yaşına, sağlığına, cinsiyetine bakmadan yapılmakta çoğu zaman sert müdahaleler. Çoğu polis, sorun çıkaran kişiyi düşman gözüyle görmekte. Bu nedenle de sert davranışlar sergilemekteler. Karşında seksen iki yaşında bir adam var. Ters kelepçe takıyorsun adama... Yetmiyor, üstüne biber gazı sıkıyorsun… Ardından kalp krizi geçirmekte olan yaşlı bir adamı cansız bir paket gibi yerde sürükleyerek polis otosuna bindiriyorsun… Böylesi bir duruma beden dayansa yürek dayanır mı?
Polis, önüne gelene şiddet uygulayan bir kişi midir? Yoksa olayları, küçük sorunları, duygudaş olmamaktan kaynaklı çözümsüzlükleri kolayca halletmek midir işi?
Toplumsal gösterilerin çoğunda tanık olmaktayız. Önüne gelene yaşlı-genç, kadın-erkek, engelli-sağlam demeden cop sallamakta polislerin çoğu. Biber gazı ise kolayca kullanılmakta.
Karşındaki kim? İnsan…
Biber gazı sıktığın kim? Vergisiyle sana maaş ödeyen ve elindeki copun, kelepçenin, biber gazının parasını veren senin yurttaşın… Yusuf Topal fındıklarını toplayıp sattığında sana vergi ödeyecekti, tıpkı yıllardır ödediği gibi. Sözüm Giresun’daki o iki polisin nezdinde tüm polisleredir. Sabah kahvaltısında yediğiniz ekmekte, peynirde, zeytinde; içtiğiniz çayda, sırtınızdaki giyside, çocuğunuzun harçlığında, eşinizin rahatında Yusuf Topalların emeği, alınteri ve hakkı var.
Copu vurmak için kaldırırken, ters kelepçeyi takarken, biber gazını sıkarken, insanları yerlerde sürüklerken bir an olsun düşünün… O kişi sen de olabilirsin, bir yakının da olabilir. Biraz duygudaşlık gerek… Olmasa da karşındakinin bir insan olduğunu her adımda anımsa!
Yusuf ve Fatma Topal çifti fındık toplamak için İstanbul’dan, memleketleri Giresun’a gitmişlerdi. Kim bilir ne hayalleri vardı. Bu hayaller sağlık ocağının kapısında karanlık bir kuyuya gömüldü, bir daha görünmemek üzere… Topladıkları fındıkları, torunlarının ve komşularının avuçlarına titrek elleriyle uzatamayacaklar. O fındıkları uzatırken gözlerindeki yağmur gülüşler olmayacak bir daha.
Polis otosuna ters kelepçe ile bağlanmış elleriyle sürüklenerek bindirilen Yusuf Topal ölmedi yalnızca. Seksen iki yaşında iki dev çınarın hayalleri de öldü. Söyleyin bakalım, Türk insanı böylesi bir ölümü hak ediyor mu?
                                                                       Adil Hacıömeroğlu
                                                                       29 Temmuz 2018
                                               
           



SÖYLEYİN, KİMDEN YANASINIZ?



ABD’li dinadamı (!) Andrew Craig Brunson, görev yaptığı İzmir’de casusluk suçlamasıyla tutuklanmıştı. Brunson için istenen ceza otuz beş yıl. FETÖ ve PKK ile işbirliği yapmak suçlanmasının asıl nedeni.
Rahip Brunson tutuklanınca ABD’li yetkililer büyük tepki gösterdiler. Dinadamının serbest bırakılması için tehditler savurdular. Türkiye’deki hukuksal işlerliği yok saydılar. Ülkemizin egemenliğini hiçe sayan tavırlar gösterdi ABD’li yöneticiler.
Öncelikle şunu belirtelim. Bir yabancı dinadamının FETÖ ve PKK yöneticileriyle ne işi olur? Onlarla sık sık görüşmesinin amacı ne? Öteden beri bilinen bir şeydir ABD’li dinadamlarının misyoner etkinlikleri. Ancak bu görüşmeler, misyonerliğin ötesinde. Türkiye’nin terör örgütü olarak nitelediği örgütlerle bir yabancı dinadamının içli dışlı olması bir tek sözcükle anlatılır. Casusluk…
9 Aralık 2016’da, FETÖ ve PKK adına suç işlediği savıyla tutuklandı Brunson. İzmir Cumhuriyet Savcısı Berkant Karakaya tarafından hazırlanan iddianamede “Din adamı görüntüsü altında söz konusu terör örgütleri (FETÖ ve PKK) adına suç işlediği ve genel stratejileri kapsamında eylem birlikteliği içinde olduğu, örgütlerin amaçlarını bilerek ve isteyerek işbirliği yaptığı” belirtilmiş.
Rahip Brunson, ABD’li bir askere gönderdiği 15 Temmuz 2016 tarihindeki darbe girişiminin başarısız olmasından üzüntü duyduğunu ilişkin ileti içeriklerine yer verilmiş iddianamede. Cep telefonunda: “Türkleri sallayacak bazı olayları bekliyorduk. İsa’ya dönmek için gerekli koşullar oluştu. Darbe teşebbüsü bir şoktu. Birçok Türk geçmişte de olduğu gibi askeriyeye güvendi; ancak bu sefer çok geçti. Ve darbe teşebbüsünden sonra bu başka bir sallama. Sanırım olaylar daha da kötüye gidecek. Sonunda biz kazanacağız.” Bu sözler, dinadamı kılığındaki kişinin amacını açıkça ortaya koymakta. Karşımızdaki kişi, masum bir dinadamı değil; Türkiye’deki ABD destekli bütün terör etkinlikleriyle ilgili düşünce sahibi. Ayrıca bastırılan darbe kalkışması karşısında oldukça üzgün olduğunu da anlamaktayız. Telefon kayıtlarından FETÖ sorumlularıyla ilişkisi saptanmış.
İzmir 2. Ağır Ceza Mahkemesi, 25 Temmuz 2018 günü Andrew Brunson hakkında “sağlık sorunlarını” da dikkate alarak adli kontrol koşuluyla cezaevinden çıkmasına ve ev hapsine alınmasına karar verdi. ABD yöneticileri tahliye beklerken tutukluluğun ev hapsine dönüştürülmesi karşısında sert, tehditkâr açıklamalarda bulundular.
Başkan Trump: “Brunson’ı uzun zamandır gözaltında tuttukları için Türkiye’ye geniş çaplı yaptırımlar uygulayacağız.” diyerek Türkiye’ye açıkça savaş ilan etti.
ABD Başkan Yardımcısı Pence ise. “Brunson’u ya şimdi serbest bırakın ya da sonuçlarla yüzleşin.” diyerek tehditkârlığın dozunu yükseltti.
Hem ABD başkanının hem de başkan yardımcısının açıklamaları Türkiye’ye açık bir düşmanlığın göstergesi. Mafya yöntemleriyle tutuklu birinin serbest kalmasını istemekteler. Dinadamı kılıklı casusun suçüstü olmasının telaşıyla Türkiye’ye saldırmaktalar.
Türkiye, Brunson’u serbest bıraksa ABD’nin öfkesi dinmez. Asıl amaç, Türkiye’yi Avrasya’dan uzaklaştırarak eski, ileri karakol konumuna getirmek. Ülkemizi bölme planlarını sürdürmektir asıl istekleri. Bölünmeyen bir Türkiye, ABD’nin Ortadoğu planlarının önünde büyük bir engel. Avrasya ile birleşen Türkiye, tam bağımsızlığa kavuşup demokrasiyle yönetilir. Emperyalizmin yıkıcılığından kurtulan ülkemiz, Avrasya’da Cumhuriyet kurumlarını yeniden oluşturur. Tarikat ve cemaatler etkisizleştirilerek laiklik yeniden yaşama geçer.
ABD’nin tehditleri havalarda uçuşurken ne yazık kendilerini solcu, laik, demokrat, hatta milliyetçi olarak tanımlayan kimileri; bu tehditlerin Erdoğan’ı hedef aldığını düşünmekteler. Erdoğan düşmanlığı gözlerini öylesine karartmış ki ABD’nin tehditleri karşısında Türkiye’nin değil de ABD’nin yanında yer almaktalar. Burada aymazlık, ihanete dönüşmekte. Bu nasıl bir Erdoğan düşmanlığıdır ki emperyalizmin Türkiye’yi tehdidi karşısında bile kendi ülkesinin yanında yer alamıyorlar.
Evet… Karar verin, söyleyin bakalım… Türkiye’den yana mısınız, yoksa ABD emperyalizminden mi?
                                                                       Adil Hacıömeroğlu
                                                                       27 Temmuz 2018