Baklan
Ovası, bin bir bereketiyle birçok insanın ekmek teknesidir. Üzümü, buğdayı,
arpası, haşhaşı ve türlü meyveleriyle insanların sofrasına ekmek, ürününe
bereket, kesesine para katar. Ovanın bereketi, çevre köylerde yaşayanların
mutlu bir yaşam sürmesini sağlar.
Çökelez
Dağı, Baklan Ovası’nın koruyucusu gibidir. Bir kartal duruşuyla yukarıdan
gözetler ovayı. Suları, selleri ovaya bereket getirir. Ağaçlarından düşen
yapraklar, kuruyan otlar su ve rüzgârlarla sürüklenerek ovanın toprağına
karışıp yeşil gübreye dönüşür.
Batı
yandan Çökelez Dağı ovaya tüm heybetiyle bakarken doğu yanda ise Beşparmak
Dağı, güneşin ovaya doğmasına yardım eder. Bu dağa Beşparmak denmesinin nedeni,
karşıdan bakıldığında parmakları açık bir ele benzediğindendir. Baklan Ovası,
iki dağın doğu ve batı yönünden koruması altında bir nazlı kız gibi uzanır. Aslında
ovayı besleyen bu dağlardır. Bu dağlar sayesinde var olur ova. Toprakların
verimini artıran bu dağlardır.
Çiftçiliğin
eski zamanlardan kopup gelen bir sanata dönüştüğü yerdir Baklan Ovası. Ovanın
altı, bilinmeyen zamanların uygarlık kalıntılarıyla doludur. Uygarlık
kalıntıları toprak altında kalsa da ova köylerinde yaşayanlar, bu uygarlıkların
ekinsel kalıtını taşıyıp korumaktalar.
Büyük
Menderes, Baklan Ovası’nı adeta yalayarak nazlı bir gelin gibi akıp gider.
Ovanın içine dalmaz ki toprağın bütünlüğü bozulmasın. Kıyıdan kıyıdan gider
sessizce. Ovanın arpa ve buğdayı Menderes’in güçlü sularının döndürdüğü
değirmenlerde una dönüşür. Bu değirmenler yüzyıllara meydan okuyarak insanların
sofralarına lezzetli ekmekleri sundu. Burada doğanın vergisiyle insanın emeği
birleşerek ekmeğe, aşa dönüşür. Ne yazık ki birçok yerde olduğu gibi burada da
geleneksel değirmenler, değirmencilik ve ekmek yapımı anılarda yaşamakta artık.
Son yıllarda Baklan Ovası köylerinin kendi ürettikleri buğdaylarını su
değirmenlerinde öğüterek yaptıkları geleneksel ekmeklerin yerine, fırınlardan
ekmek aldıklarını üzülerek gördüm.
Büyük
Menderes, yalnızca Baklan Ovası’na değil, geçtiği tüm topraklara bereket
getirir. Bu bereket, bin yıldır uygarlığa dönüştü. Burada oluşan birçok
uygarlığın yaratıları, tüm dünya insanlığına yol gösterdi. Onların gelişmesini
sağladı. İnsanlık tarihinin birçok ilkleri Menderes havzasında doğup yayıldı
yeryüzüne. İlk devletlerin birçoğu burada kuruldu. Dünya ticaretinin, paranın
merkezidir bu uygarlık toprakları. Büyük Menderes Nehri ve onu besleyen dağlar
olmasaydı bu uygarlıklar olur muydu? Bu nehir olmasaydı ovalarından bal,
dağlarından yağ akan yerler olur muydu? Büyük Menderes olmasaydı bin bir
bereket fışkıran topraklar, çorak çöllere dönüşmez miydi?
Çiftçilerin
gözü, dört mevsim ovanın üzerindedir. Ovadaki değişimler, yağışlar, seller,
kuraklıklar gözlemlenir. Hasat zamanı gelmeden hesaplar yapılır elde edilecek
ürünlerle ilgili. Çiftçinin yalnızca ailesi değil; ahırında beslediği
hayvanlar, kümesinde baktığı tavukların da geçimi, yaşamda kalması ovadaki
ürüne bakar. Ürün yoksa geçim ve yaşam da yok! Baklan Ovası, çiftçinin umudunu
saklar toprağında. O umut ki insanı, yaşama ve toprağına bağlar.
Çiftçinin
bir gözü toprağında, diğer gözü gökyüzündedir. Yağmur zamanında olmayan yağış,
verimi düşürür; hatta yok eder. Sıcağın aşırı olması kuraklık, normal olması ise
verim getirir.
1942
yazında aşırı sıcaklar görüldü Baklan Ovası’nda. Güneyden esen yel, havanın
nemini alıp götürdü, toprağı kuruttu. Büyük bir kuraklığın habercisiydi bu
durum. Ovadaki yeşil yapraklar sararıp
soldu. İnsanların umutları bir bir yok oldu. Toprak susuzluktan çatladı.
Çatlaklar büyüdü, büyüdü kimi yerlerde hendeğe dönüştü. Bu durum karşısında
yüzler gülmez oldu. Umutsuzluk, bir kara bulut gibi çöktü insanların
omuzlarına. Tarla, bahçe ve bağlardaki ürünler kuruyup yandı. Harmanlar cılız
tümseklere döndü. Ne saman çıktı yeterince ne de arpa, buğday. Asmalardaki
üzümlerin suları çekildi. Asma kütükleri kuruyup çatırdamaya başladı
kuraklıktan. Bağbozumu olmadı. Çünkü bozulacak bağ yoktu.
Ekim
ayı geldi çattı. Topraklar zor da olsa sürüldü. Sürülen toprak değil, sanki bir
betondu. Toprağı sürerken öküzler, atlar zorlandı. Sabanlar toprağın böğrüne
saplanamadı. Bazı öküzlerin, atların güçleri yetmeyince ayakları kayıp yere
düştü. Kimi bilgisiz çiftçiler, bu durumdan çift hayvanlarını sorumlu tutup
değnek ve kamçıyla vurdular onlara. Yeterli beslenemeyen hayvanlar dayanamadı bu
eziyete. Kimi tarlada öldü, kimi ahırda. Açlıktan ölen hayvanların leşleri
kurda kuşa can oldu.
Tarlalar
umutsuzca ekildi. Her şey toprağa düşecek tek damla suya kalmıştı. Gözler gökyüzüne
çevrilmiş, eller duaya durmuştu.
Kasım
ayında tek damla düşmedi ovaya. Derepınar’ın suyu iyice azaldı, azaldı ipliğe
döndü. Toprak testiler, emzikliler, ibrikler, kovalar su dolmaz oldu. Çeşme
yalaklarında bir damla suyu ara ki bulasın. Yalnız toprak değil, tüm canlılar
susuzluktan kavrulmaya başladı. Umarsız kalan halk, ne yapacağını şaşırdı. Bir
damla su için savaşmaktaydı herkes. Halk, yağmur duası yapmaya karar verdi. İsabey’de
herkes, çoluk çocuk demeden yağmur duasına çıktı. İlk dua için Türkmentepe’ye
yüründü. En önde imamlarla güngörmüş yaşulular, arkalarında köyün eli saban,
tırpan, orak tutan erkekleri, arkalarında kadınlar çocuklarıyla. En arkada
ilkokul öğrencileri üçlü sıra olmuş öğretmenleriyle yürüdüler duaya. Türkmentepe’ye
gelindiğinde erkekler halka oldular, dua başladı. Kadınlar ve çocuklar da ellerini
açıp duaya durdular. Yazırlılar, ivecenlikle yetiştiler duaya. Mahmutgazililer
son anda gelip duaya katıldı. Bayıralanlılar, Çökelez'in umuduyla koşturdular. Bilen, bildiği kadar dua okudu. Herkes okunan
dualara içlerinden koparcasına “Amin!” dedi. Yinelenen “Amin!” sesleriyle her
yan inledi. Öğrenciler, dualar bitince halkanın çevresinde dönerek “Tekneden
hamur/ Tarlada çamur/ Ver Allah’ım ver/ Sicim gibi yağmur” tekerlemesini,
gırtlakları yırtılırcasına bağırdılar. Önce öğrenciler, tekerlemeyi bağıra
bağıra ayrıldılar Türkmentepe’den. Herkes yavaş yavaş, istemeyerek ve
ayaklarını sürüyerek evlerinin yolunu tuttu.
Zaman geçip gidiyor, ama tek damla yere düşmedi. Ne kar
ne yağmur… Kış geçip gitti. Umutlar bahara kaldı.
Dönem
çok kötü… II. Dünya Savaşı yılları… Savaş kapıda, Türkiye tetikte… Zaten ekmek
karneye bağlanmış. Ülke kaynakları kıt… Yeni kurulan bir devlet, tam da kendini
toparlamaya çalışırken savaş tehditleriyle karşı karşıya… On yıl süren aralıksız
savaşlarda genç nüfusumuzun çoğu kırılmış. Toprakta, fabrikada çalışacak insan
yok! Yeni bir genç kuşak yetişmekte umut içinde. Bu nedenle savaştan uzak,
tetikte beklemekteyiz. İnsanımızın kırılmaması için büyük bir çabamız var.
1943
baharında da yağmur yağmadı. Baharda Derepınar, Kavakpınarı, Türkmentepe ve
birçok yerde yağmur duasına çıkıldı. Kurbanlar kesildi. Kavakpınar’da yapılan
yağmur duasına neredeyse yatalaklar bile geldi. İki çoban, kendi sürüleriyle
katıldı duaya. Kuzuları, koyunlardan ayırıp karşılıklı yerlere koydular.
Kuzular, annelerine kavuşmak için durmadan meleşti. Koyunlar da yavruları için
meleşip durdu. Bu meleşmeye, insan olanın yüreği dayanmadı. Gök de dayanmaz
diye düşünüldü. Gök dayanmaz da iki damla gözyaşı döker diye umut edildi. Bu
meleşme, toprağı çatlattı çatlatmasına, ama göğün umurunda olmadı. Baklan Ovası’nın cümle köyleri duaya çıktı. Herkes,
en içten dualarıyla el açtı Allah’ına. Aç bebelerin, dilsiz hayvanların, bin
bir türde meyve veren ağaçların, canı az otların, yüklü kadınların aşkı için
bir damla su için yalvardı diller. Yağmur yağmadı.
Annelerin,
ninelerin gözpınarları kurudu ağlamaktan. Kızların umutları söndü. Delikanlıların
coşkuları duruldu. Çocukların neşeleri kaçtı, oyun oynayamaz oldular. Gelinler,
gebe kalamadı. Kalanlar düşük yaptı. Hayvanlara
otlak bulunmadı. Çobanlar, en yanık ezgilerini söylediler dağ yamaçlarından.
Cılız
başaklar, karamsarlığı körükledi. Yaz geldi. Zaten ekinden, üzümden umut yok!
Bir sabah uyanınca İsabeyliler ve cümle Çal köyleri ikinci bir afetle
karşılaştı. O da ne? Kuş desek kuş değil, böcek desek böcek değil, acayip bir
yaratık sürü sürü abandı bağa, bahçeye, tarlaya. Bu çekirge sürüsü, bugüne dek
görülmemiş bir şeydi. Serçe büyüklüğündeki çekirgeler, cılız ekinleri hızla
tüketmeye başladı. Bağlarda yaprak koymadılar, yiyip bitirdiler. Halk eline
geçirdiyse kürek, kepçe, yaba, file ve benzeri araçlarla çekirgeleri kuyulara,
hendeklere sürüp atmak için didinip durdu.
Yiyecek
bir şey kalmayınca semiren çekirgeler, ovayı terk etti. Bu terk edişten sonra
sanki kuraklık daha da arttı ve toprak iyice kurudu. Toprak çoraklaştı. Çöl
çekirgeleri gitmesine gitti de ne ekin bıraktı ne de meyve. Yaz ve sonbaharda doğru
düzgün harman olmadı. Çiftçilerin çoğunun elinde tohum için bile bir avuç ekin
yoktu! Varsıl komşular, yoksulların imdadına yetişti. Ekmekler, aşlar
bölüşüldü.
Ekim
ayı gelip çattı. Çoğu kişinin toprağa ekecek bir avuç tohumu yok. Devlet
adamları gelip hesap kitap yaptılar. Köylüye tohum yardımı yapıldı. Tohum
verilmiş verilmesine de ekecek tarla yok! Ekim başında başlayan yağmurlar dur
durak bilmedi. Ova suyla dolup kocaman bir göl oldu. Gölleşen toprağı sürmek ne
mümkün! Kuraklıktan yakınan çiftçi, şimdi de suyun bastığı tarlalarına girememenin
umarsızlığıyla ne yapacağını bilememiş. Herkes, herkesten görüş sormuş, ancak
umut verici bir yanıt, düşünce çıkmamış ortaya. Kasım ayı geçmiş, göl
çekilmemiş, yağmur dinmemiş.
Dedem,
yaşlı ve iki gözü kör amcasına gidip durumu anlatmış. Yardım niyetine verilen
tohumlar ve göllenen ova konusunda görüş istemiş ondan. O, yüzünü görmeyip
sesini işittiği yeğenini dinlemiş sonuna dek. Avucunu, avucuna alıp demiş ki: “Bak
Mustafa’m, ben gençken böyle bir afet yaşanmıştık. Ova suyla dolmuştu. Ne
yapacağımızı bilememiştik. Bahar geldiğinde su çekilip gitti. Tohumları ektik
ve o yıl ki verim rekor kırdı. Ekinlerimizi koyacak ambar bulamadık. Tohum
işine gelince… Devletin verdiği tohumla elindeki tohumu karıştırarak ek ki işi
garantiye al. Biri olmazsa diğeri olur.” demiş. Dedem de amcasının değini
yapmış. Tohumları karıştırıp suyun çekilmesini beklemiş komşuları gibi.
1944
Mart’ı gelince su çekilmiş. Susamış toprak suyu içmiş, içine sindirmiş. Çiftçiler,
atları ve öküzleriyle çift sürmeye koşmuşlar. Çiftler sürülmüş, tohumlar
ekilmiş. Herkes beklemeye başlamış, ne olacak diye. Yaz gelmeden ekinler öyle
boy atmış ki kimse gözlerine inanamamış. Başaklar alışılanın dışında olağanüstüymüş.
Harmanlar olmuş. Arpalar, buğdaylar ambarlara sığmamış; samanları samanlıklar
almamış. Meyveler, dallarının ağırlığına dayanamamış. Bu yıl doğan çocuklar
gürbüzleşmiş kısa zamanda. Ahırda, ağılda, kümeste hayvanlar çoğalmış. Bereket
taşmış bağlardan, bahçelerden, tarlalardan.
Annem,
1944 Mart’ında doğdu. Bu nedenle dedem, annemi severken “Sen, bereketinle
geldin, kıtlığı bitirdin. Ovamıza can getirdin kızım. İyi ki doğdun sen.” derdi.
Doğa
ana, kuraklık ve ardından gelen ardı kesilmeyen yağmurlarla kendini yeniledi.
Yavrularını aç açık bırakmadı. Malın masadın rızkını koydu önüne. Büyük Menderes
eski neşesini buldu. Kurdun kuşun karnı doydu. Doğa dengesini buldu.
Doğayı
kendi haline bırakmalı. O ne yapacağını bilir, yavrularını aç bırakmaz. Yeter
ki ona saygı duyalım, onu koruyalım.
21
Aralık 2020
Anadolu'yu sizin yazılarınızda okumak ve tanımak büyük bir keyif ve mutluluk veriyor. Yeni yazılarınızı dört gözle bekliyoruz hocam.
YanıtlaSilNe güzel yaşanmışlıklar , anlılar güzeldir.Anneniz bereketiyle gelmiş , Mart ay’ ı yeniay Bahar’ ın uyanışı , doğa hareketlenşr , çiçekler açar, coğrafya itibarıyla Baklan ovası bereketli , ll.Dünya savaşı yılları yokluk zamanı ama doğanın bereketi toprak bereketi başka elinize , emeğinize sağlık dedeniz ve geçmişten gelen atalarınız nurlarda uyusun , annenize ve size sağlık diliyorum . Doğa’ ya sahip çıkar onunla barışık olursak , ağaçlara sarılıp , seversek karşılığını fazlasıyla alıyoruz.Hayat en büyük hediye. Değerli, Adil Öğretmenim coğrafya dersi tadında hayat bilgisi dersini o yıllarda yaşamış gibi oluyor. Nerede yanlış yapıyoruz diye kendimizi sorguluyoruz . Esen kalınız👏🙏🏻💦🌿🍀🧿💚🌹🇹🇷Fulya Kırımoğlu
YanıtlaSil1200lu yillarda horasanli beylerden biri tasi taragi toplayip burada yerlesmek istemis; 'nereye kuracagiz cadirlari' sorusuna 'bak alana, bak alana' diyerekten baklan ovasi'ni kastetmistir.tabii bu rivayet.bereketli ovanın ismi bu hikâyeden mı gelir bilinmez Adil hocam yüreğine sağlık .Okurken hiç görmediğim bilmediğim ovanın topraklarında hissettim kendimi.
YanıtlaSil