ZALİMİN DEĞİL, MAZLUMUN YANINDAYIZ


Atatürk, 18 Ekim 1921 günü Ankara’da Azerbaycan Elçisi Abilof’un söylevine verdiği yanıtta şunları söylüyor: “(…) Anadolu bu vaziyetiyle bütün zulümlere, hücumlara, taarruzlara maruz bulunuyor. Anadolu yıkılmak, çiğnenmek, parçalanmak isteniliyor; fakat efendiler, bu hücumlara Anadolu’yla kısıtlı ve sınırlı değildir. Bu hücumların genel hedefi bütün Doğu’dur.

Anadolu her türlü tasallutlara, taarruzlara karşı bütün mevcudiyetiyle nefsi müdafaa etmektedir ve bundan muvaffak olacağından emindir. Anadolu bu müdafaasıyla yalnız kendi hayatına ait vazifeyi yapmıyor, belki bütün Doğu’ya yönelik hücumlara bir set çekiyor. Efendiler, bu hücumlar elbette kırılacaktır. Bütün bu tasallutlar mutlaka nihayet bulacaktır. İşte ancak o zaman Batı’da, bütün cihanda hakiki sükûn, hakiki refah ve insaniyet hüküm sürebilecektir. (Emperyalizm ve Tam Bağımsızlık, Kaynak Yayınları, 1. Basım, Nisan 2018, s. 166)” Görüldüğü gibi Atatürk, büyük bir öngörüyle Anadolu’da emperyalizme başkaldırının bütün Doğu’yu (Asya’yı) kurtuluşa götürecek bir savaşım olduğunu vurgulamakta. Onun için baş düşman, kapitalizm ve onun bağrından çıkan emperyalizmdir ona göre.

Atatürk, mazlum milletlerin emperyalizme, yani zalimlere karşı yaptıkları savaşların insanlığın kurtuluşu olduğunu söylüyor. Bu mazlum milletlerin dünya görüşlerine, toplumsal düzenlerine, dinsel inançlarına, etnik kökenlerine bakmıyor Büyük Önder. Onu ilgilendiren yalnızca o milletin mazlum oluşu ve zalimlerce ezilmesi.

İsrail, İran’a saldırıyor ABD emperyalizmi adına. Atatürkçü geçinen kimileri: “İran’ın başında mollalar var.” diyerek içten içe ABD-İsrail’in zulmüne alkış tutmaktalar ne yazık ki. Yani mazluma karşı zalimin (emperyalizmin) safında yer alıyorlar. Bu, emperyalizme işbirlikçilik değil de nedir?

Atatürk, 18 Nisan 1920’de Hâkimiyeti Milliye gazetesindeki başyazısında şunları yazıyor: “Emperyalizm aleyhine mücahede ilan etmek, vicdanı olan bütün insanlara bir vazifedir. Herkes kendi mesleğinde çalışmakla beraber, milletlerarası bir işbirliği ile bu maksadı temin eylemelidir. Lakin dünyayı istila etmek isteyen genişleme ve istila taraftarlarının azgın tehdidinden dünyayı kurtarmak ancak kapitalizmin kaldırılmasıyla mümkün olur. (Kurtuluş Savaşı’nın İdeolojisi/Hâkimiyeti Milliye Yazıları, Kaynak Yayınları, s.136)” Bu sözleriyle Atatürk, günümüzde zalimin zulmü karşısında ne yapmamız gerektiğini açıkça anlatarak bizlere yol gösteriyor.

Emperyalizme karşı ırk, dil, din, mezhep, siyasal görüş, yaşam biçimi ayrımı yapmadan herkesin yanında olmak gerektiğini vurgulamakta Atatürk yukarıdaki sözleriyle. Asıl düşmanın da kapitalizm olduğunu vurgulamakta. Yani asıl savaşın kapitalizmin ortadan kaldırılmasıyla olacağını anlatıyor yoruma gerek kalmadan.

Atatürk, yukarıdaki iki ayrı açıklamasıyla kapitalizm ve emperyalizme karşı durmanın bir vicdan, insanlık savaşı olduğunu belirtiyor. Yüreğindeki insanlık duygusunu yitirmemiş, vicdanı kararmamış herkesin emperyalizmin ve onun piyonu olan İsrail’in saldırısı altında olan İran halkının yanında olması, insanlık ve vicdan savaşıdır.

Türlü gerekçelerle emperyalist saldırıları haklı göstermek; saldırgana, sömürücüye ve insanlık düşmanlarına hizmettir. Böyle bir durumda “Armudun sapı, üzümün çöpü var.” demek emperyalizme hizmetin örtülmesi değil de nedir?

Emperyalizm ve kapitalizmin insanlığı tutsaklaştırıp yok etmek için ördüğü duvardan bir tuğla düşürenlere selam olsun. Her tuğla düştüğünde mazlum milletler daha çok soluklanıp özgürleşecek. Bundan kimler rahatsız olur ki?

                                                         Adil Hacıömeroğlu

                                                         17 Haziran 2025

İÇİMİZDE NE DE ÇOK İSRAİL’E TAPINAN VARMIŞ?


İsrail, ABD ve Avrupalı emperyalistlerin desteğinde gemi azıya aldı. İnsan öldürmekte ve ülkeleri yakıp yıkmakta sınır tanımıyor. Filistinliler, tüm dünyanın gözü önünde dünyanın bugüne dek görmediği en acımasız soykırıma uğratılıyor Siyonistlerce. Uygar denen Batı, yalnızca izliyor. İzlemekle de kalmıyor, İsrail’e yeryüzünün en öldürücü silahlarını veriyorlar. Uygarlık, çoluk çocuk günahsız insanları öldürmekse ben uygar değilim.

İsrail, 13 Haziran 2025 Cuma günü sabaha karşı İran’a çok sayıda uçakla saldırdı. Birçok yeri yakıp yıktı. Onlarca kişiyi öldürdü. Öncelikle şunu söylemeliyim ki ABD’nin desteği olmadan İsrail, bu saldırıları ve Filistinlere soykırımı yapamaz. Çünkü İsrail, Batı Asya’da ABD çıkarlarını korumak için var olan bir devlet. Bu kirli savaşta kullandığı silah, teçhizat ve mühimmatlar başta ABD olmak üzere diğer batılı emperyalistlerce sağlanmakta.

İsrail saldırısında, başta genelkurmay başkanı olmak üzere İranlı bazı üst düzey devlet yöneticileri öldürüldü. Ülkemizdeki ABD kuyrukçusu bazıları ile İsrail severler koro halinde Tel Aviv yönetimine övgüler düzmeye başladılar. İçlerinde İran’a karşı kin, İsrail’e sevgi var nedense. Bu kişiler, İran’ın ne denli geri bir ülke olduğunu, İsrail’in ise ne denli usçu davrandığını söylediler televizyonlarda ve sosyal medyada. Peki, neden?

Ülkemiz, 1945’ten başlayarak Atlantik sisteminin etkisine girdi. Ne yazık ki sağcısıyla solcusuyla birçok kişi, emperyalist aldatmacalara kapılarak ABD ve Avrupa’ya hayran oldu. ABD, bu süreçte ülkemizde kendi çıkarlarını savunacak siyasal partilere ve terör örgütlerine destek verdi. Yıllardır içimizde ABD çıkarları için Atatürk ve Cumhuriyet üzerinden ulus devletimizle kavga edenler var. ABD’ye göbeğinden bağlı FETÖ ve PKK, her fırsatta batı övgücülüğü, mazlum ulus sövgücülüğünü güçlendirmek için bazı siyasal parti tabalarını oymaktalar. Ne yazık ki medyanın önemli bir bölümüne egemen olanlar, Atlantik sürecinde ABD’nin sesi olarak görev yaptılar. Nedense bugün de içlerindeki ABD sevgisi, mazlum sövgüsü zaman zaman ortaya çıkmakta.

“Ahirette, Cennet’e giden yol İran’ın içinden geçse ben sorarım kenarından bir yol var mı, derim.” Bu sözler, Fetullah Gülen’e ait. Şaşırdık mı bu sözlere? Asla! ABD’nin devşirerek besleyip büyüttüğü birinin bu sözleri söylemesi çok olağan. Çünkü sahibinin sesi… ABD’ye tapınanın, ondan beslenenin İran’a düşman olması kadar doğal ne var?

“İran’da güneş doğsa şemsiyenin altına saklanın, radyasyonludur.” diyor bazı siyasetçilerin üstat(!) dediği ve sıkıştığında İngiltere’ye sığınan Kadir Mısıroğlu. Emperyalizmin değirmenine su taşımanın en kestirme yolu, mezhepçilik üzerinden komşuya düşmanlık yapmak. Ayrıca dünyada, emperyalizme karşı ilk Kurtuluş Savaşı’nı kazanan Atatürk’e de savaş açar bu meczuplar, efendileri adına.

Ekranlarda AKP’yi savunan Selman Öğüt, sosyal medya hesabında: “İran’dan İsrail’e şöyle bir misilleme yapıldı: Kahrol düşman al sana bir bomba!” diyerek kendince İran’la dalga geçip İsrail’i övmekte.

Ekran ekran dolaşıp AKP propagandası yapan ve her fırsatta İran’ı eleştiren Gazeteci Taha Hüseyin Karagöz, sosyal medya hesabından İran’ı küçümseyerek İsrail’e güç atfetmekte, neden? Gerçi İran’ın İsrail’e yaptığı saldırılar karşısında sözünden dönse de hızla ve dairesel döndüğünden yeniden aynı yere, yani İran karşıtı ve İsrail yandaşı konumuna geldi.   

“Yine İsrail ve İran danışıklı dövüş yapıyor. Fotoğraflardan çok açık bir şekilde belli oluyor bombalar nokta atışı belirli hedeflere atılıyor. İran muhalifleri Siyonistlere temizletiyor sanırım. Siyon ACEM OYUNU… Allah samimi Müslümanları korusun. (Yazım ve noktalama yanlışlarını düzelttim.)” Paylaşıma bakın, nasıl da İran düşmanlığı içeriyor. İran’a düşmanlık, emperyalizme dostluk değil de nedir? Bu paylaşım, Mehmet Ardıç adlı sosyal medya kullanıcısından. Esin kaynağı, İngiliz dostu ve Atatürk düşmanı Kadir Mısıroğlu. Yani kılavuzu karga…

Sosyal medyada Sağcı Gazete diye bir hesap: “İran, İsrail’e animasyonlar ile karşılık vermeye başladı.” diyerek kendince İran’la dalga geçiyor. Dalga geçerken de İsrail’in gücüne tapınarak Siyonizm yandaşı olduğunu açık ediyor. Sağcı Gazete’nin de kılavuzu, İngiliz sever Mısıroğlu.

“İsrail’den Azerbaycan’a dost ateşi!

İsrail, İran’ın kuzeybatısında yer alan Tebriz kentinde, dost ülke olarak tanıdığı Azerbaycan vatandaşlarının yaşadığı Doğu Azerbaycan Eyaleti’nde 10 farklı noktayı hedef aldı.” Bu tümce de Sağcı Gazete’den. Tebriz’de yaşayanlar Azerbaycan yurttaşı mı, yoksa Azeri kökenli İranlılar mı? Ne yazık ki ABD ve İsrail’in İran’ı bölme amacına hizmet etmekte sözde AKP yandaşı bu sosyal medya hesabı. İsrail’in 13 Haziran’da başlayan saldırısından sonra Netanyahu’nun ilk açıklaması, İran’ın bölünmesi yolundaki açıklaması değil miydi?

“İsrail’in İran’a ve Güney Azerbaycan’a yönelik saldırılarına herhangi karşı hareket göstermeyen İran, yeni bir animasyon videosu yayımladı.” Bu paylaşım da kendince Türkçü bir görüşü savunduğunu sanan TÜRK’ÜN SESİ adlı sosyal medya kullanıcısından. Güney Azerbaycan bir devlet mi? ABD’nin İran’ı bölme kervanının gönüllü NATOTürkçüsü.

“İran İslam ve Animasyon Cumhuriyeti yeni bir animasyon filmi yayınlayarak (yayımlayarak olmalı) dosta korku, düşmana huzur ve güven verdi.” Bu da kendini milliyetçi olan gören Volkan Giritli adlı İran düşmanı, ABD-İsrail dostu bir sosyal medya kullanıcısından. Bu doğrultuda onlarca ileti paylaşmış.

“İran’ın İsrail’e ciddi bir yanıt verme imkânı bulunmuyor.

Gelen görüntü ve bilgilerden anladığımız İsrail’in İran’da neredeyse vurmadığı askeri stratejik nokta kalmamış. İsrail’in hedef aldığı bütün noktalar İran’ı avucunun içi gibi öğrendiğini gösteriyor. (…)” Nevşin Mengü’nün bu paylaşımına hiç şaşırmadım. Çünkü o, emperyalist çizgide yayın yapmasa şaşırırdım.

Neyse uzatmayalım. 13 Haziran günü İsrail’i yüceltip ona tapınan, İran’a söven binlerce sosyal medya paylaşımı var. Üstüne üstlük bir de yandaş ve candaş televizyon kanallarında boy gösteren İsrail sevicileri gördük. Sağdan soldan bu kişileri birleştiren ortak payda İran düşmanlığı, İsrail dostluğu.

Kimi Yeşil Kuşak İslamcılarını, sözde milliyetçileri, bölücüleri, batıcılığı Atatürkçülük sanan aymazları birleştiriyor İran düşmanlığı. Aklını etnik köken milliyetçiliğiyle, mezhepçilikle, laikçilikle bozmuş cümle ABD muhipleri, batı emperyalizminin gönüllü askerleri; ABD ve İsrail’in yanında saf tutuyorlar İran’a karşı. Rastlantı mı bu? Hayır, dünde Atatürk’e karşı İngilizlerin yanında kol kolaydılar. Anlaşılacağı üzere durum da onların mevzileri de pek değişmedi.

                                                                  Adil Hacıömeroğlu

                                                                  16 Haziran 2025

 

 

 

 

 

 

 

NAZIM HİKMET’LE İLGİLİ BİR ANI (Pazar Yazıları)


Devrimci düşünceyle çok küçük yaşta tanıştım. Babam köy enstitülü bir öğretmen olarak okuma alışkanlığı olan biriydi. Her gün evimize birden çok gazete girerdi. Ayrıca aylık dergilerden bazılarının da sürdürümcüsüydük. Bunların yanı sıra kısıtlı bütçemizin bir kısmı da kitap alımı için ayrılırdı. Bundan da anlaşılacağı üzere kitap, dergi ve gazetelerin olduğu bir evde doğup büyüdüm. Böyle olunca da ülkemizin ve dünyanın birçok yazarıyla erkenden tanışma fırsatı buldum.

Ortaokulda devrimci düşüncelerle az da olsa bir tanışıklığım oldu. 1973-74 Öğretim Yılında Of Şehit Ahmet Türkkan (Kore savaşında şehit olan komşu köyümüzden bir subay) Lisesi’ne kaydoldum. Liseye başladığımda bu tanışıklığım, serpilip gelişti. Dünya görüşüm biçimlenmeye başladı bu yıllarda. Zaten 1968’de başlayan devrimci rüzgâr, büyüyerek sürüyordu. Özellikle de gençliği etkiliyordu. Dünyada da devrimci eğilim, o dönemde güçlüydü. Dünya, emperyalizme karşı savaşımın yükseldiği ve ezilen ulusların sömürüden, baskıdan kurtulma yoluna girmişti. Devrimci yükselişler, kültür, sanat alanında da etkili olur. Bu etkiyle toplumcu-gerçekçi bir sanatın, kültürün gelişmesi de olağan.

Liseye başladığımda okuduğum kitapların içerikleri değişmeye başladı. Ayrıca Anadolu gerçeklerini anlatan öykü ve romanlar da başköşedeydi. Yanı sıra bilimsel, düşünsel içerikli kitapları da okuyorduk. Bu yıllarda dünya edebiyatıyla da tanıştık. Okuduğumuz kitapları, arkadaşlarımızla tartışırdık. Okuduklarımızı, arkadaşlarımıza verirdik onlar okusun diye. Halkevinde seminerler düzenlerdik. Bu seminerler, düşünsel eğitim kazandırdığı gibi demokratik olgunluk da oluşturuyordu bizlerde. Ayrıca bu toplantılar, aktöresel bir gelişimi de sağlıyordu.

Nazım Hikmet’in şiirleri elimizden de dilimizden de düşmezdi lise yıllarımızda. Onun şiirleri, yaşadığımız Doğu Karadeniz Bölgesi’nin dereleri gibiydi. Dört mevsim suyu kesilmez gürül gürül akardı belleğimizde. Derelerimizin temiz sularının kayalara çarparak gelen çağlayanları gibi çağlardı yüreğimizde. Onun “Kuvayı Milliye” ve “Memleketimden İnsan Manzaraları” kitapları elimizden düşmezdi. Hem kendimiz okur hem de arkadaşlarımıza okurduk. Anlaşılacağı üzere Okur, okur, okurduk.

Lise birinci sınıfta Hilmi Saral’la aynı sınıftaydık. Nerdeyse okulun ilk gününde arkadaş olduk. Okul içinde dışında neredeyse her gün buluşur söyleşirdik saatlerce onunla. Başka arkadaşlarımız da zaman zaman katılırdı bize. Lise 2’ye geçmiştik. Biraz daha bilinçlenmiştik. İkimiz de ulusal bayramlarda şiir okurduk. Şiirlerimizi, okulumuzun edebiyat öğretmeni seçerdi. Lise birinci sınıfın yarısında okul müdürümüz değişti. Yeni müdürümüz Metin Doğu, milliyetçi-muhafazakâr bir çizgideydi. Doğaldır ki Soğuk Savaş döneminin biçimlendirdiği düşünsel ortamda o zamanın milliyetçileri, Nazım Hikmet’e şiddetle karşıydılar. 29 Ekim 1974 günü kutlanacak Cumhuriyet Bayramı hazırlıkları başlamıştı okulumuzda. Müdürümüz, edebiyat öğretmenimizin seçtiği şiirleri denetliyordu kendince. İstemediklerinin okunmasına izin vermiyordu. Hilmi, elinde bir gazete ya da dergi kesiğinde yer alan bir şiir getirdi. Bunu okumak istediğini söyledi. Müdürümüz ve Edebiyat Öğretmenimiz Raif Özben’in karşısında şiiri okudu. Müdürümüz, çok beğendi şiiri. Şiiri nereden bulduğunu, kime ait olduğunu sordu. Hilmi: “Yazarını bilmiyorum, yırtık bir gazetede gördüm, hoşuma gitti.” dedi. Hilmi, şiiri çok güzel okumuştu. Onun bu şiiri okuması için izin çıktı.

Hilmi’nin okuduğu şiir: “Ayın altında kağnılar gidiyordu” dizesiyle başlıyordu. Okuyacağı şiirden önceden haberim vardı. Okumaya başladığında Raif Bey’in cam şişenin dibine benzeyen kalın camlı gözlüklerinin arkasından gözleri parladı ve müdürümüze baktı yan gözle. Metin Bey, kendini şiiri kaptırmıştı. Dinledikçe hoşlandığı belliydi. “Sarışın bir kurda benziyordu” dizesi okunduğunda müdürümüzün yüzündeki mutluluk arttı. Ne de olsa düşüncelerinin simgesi kurt vardı şiirde.

Şiirin Nazım’a ait olduğunu bilen birkaç kişiyiz. İçten içe seviniyoruz. “Dörtnala gelip uzak Asya’dan/ Akdeniz’e bir kısrak başı gibi uzanan/ Bu memleket bizim” dizeleriyle sona doğru yaklaşırken şiir, müdürümüz iyice keyiflenmişti. Atalarımızın kopup geldiği toprakları vurgulayan dizeler onu milliyetçi, tarihsel düşlere daldırmıştı. Şiirin okunması bitti. Müdür Bey, onayını verdi.

29 Ekim günü geldi kaşla göz arasında. Of Meydanı’nda bayram kutlaması başladı. Konuşmalar yapıldı, Sıra şiirlere geldi. Sırayla okuyoruz şiirlerimizi. Derken sıra Hilmi’ye geldi. Başladı okumaya. Okulumuzun ve diğer okulların öğretmenleriyle adli, idari ve mülkü erkân can kulağıyla dinliyor onu. Şiir okundukça gülümsemeler başladı içten içe. Yüzlerde memleketimizin bin bir renkli kır çiçekleri açmaya başladı. Az sonra kulaktan kulağa fısıldaşmalar... Şiir bitti. Bayramımızı dünyaca ünlü ozanımız Nazım Hikmet’le kutladık böylece.

Törenden sonra Metin Bey de öğrendi şiirin ozanını. Ancak iş işten geçmişti. Çünkü şiirin okunmasına onay veren kendisiydi. Suç varsa o da kendisinindi. Eğer soruşturma açsaydı kendi bilgisizliği ortaya çıkacaktı. Bir şiirini bile okumadığı dünyaca ünlü bir ozanı, yaftalayarak ona düşman olmanın bilgisizliği.

Ne yazık ki toplumuzda yıllarca benzer durum ve olayları yaşadık. Soğuk Savaş dönemi milliyetçileri ve İslamcıları, ABD’nin yönlendirmesiyle yurt içinde dost ve düşmanlarını seçiyorlardı. Bir kez ABD, Nazım’a “komünist” demişti. Ülkemizi yönetenler de NATO’ya bağlılıkları nedeniyle ABD’nin verdiği yargıya uyarak çocuk ve gençlerimizi, hatta büyüklerimizi Nazım Hikmet’ten korumak için seferber olmuşlardı. İçlerinden biri de çıkıp: “Bu Nazım ne yazmış?” diye merak etmemişti. Bu nedenle okumadıkları şiirlere, tanımadıkları Nazım’a düşman olmuşlardı ne adına, kimler adına?

                                                                  Adil Hacıömeroğlu

                                                                  15 Haziran 2025

 

ÇOCUKLARLA SAĞLIKLI İLETİŞİM NASIL OLMALI?


Anne, baba, diğer aile büyükleri ve öğretmenlerin çocuklarla sağlıklı, doğru iletişim kumaları çok önemli. Büyüklerin küçüklerle kurduğu doğru iletişim, onların tüm yaşamını etkiler. Sağlıklı, uyumlu, üretken kuşakların yetişmesi için farklı kuşakların bebeklik döneminde başlayan sağlıklı iletişimi, çocukların yaşamını belirleyen en büyük etken.

Anne, baba, nine, dede ve diğer aile büyüklerinin çocuklarla iletişimde yaptıkları en önemli yanlış onları tehdit etmeleri. “Yemeğini yemezsen seni oynamak için dışarı çıkarmam.”, “Ders çalışıp ödevini bitirmezsen arkadaşlarınla buluşmana izin vermem.” ya da “Şunu yapmazsan ben de bu önlemi alıp sana kısıtlamalar uygularım.” biçimindeki sözler, sıkça işitilir evlerde. Bu sözler, yüksek sesle çocukları tehdit etmekten başka bir şey değil. Zamanla bu sözler, çok yinelendiği için sıradanlaşıp tehdit özelliğini yitirir. Zaten böyle olunca çocuk da bu tehditlere kulak asmaz. Böylece velinin tehdidi işe yaramaz ve çocuk kendi başına buyruk olarak dilediğince davranır. Demek ki böyle bir dili kullanmak, çocuğa doğruyu yaptırmıyor; tersine onun yanlışını perçinleyip olağan bir davranışa dönüştürüyor. Bundan da anlaşılıyor ki çocuklarla iletişimde tehdidin yeri yok!

Kimi ebeveynler ve öğretmenler, çocuğu sürekli suçlar. Suçlayarak bir kişiye doğruyu yaptırmak neredeyse olanaksız. Suçlama, karşılıklı bir zıtlaşmayı da getirir. Zıtlaşma, kişiler arasındaki iletişimi zayıflatır, giderek iletişimi koparır. İletişimin olmadığı bir yerde anlaşma, öğrenme, birlikte bir şeyler yapma, üretken olma düşünülemez. Bazı anneler: “Bak, beni çok yoruyorsun. Neredeyse tüm zamanımı sana ayırıyorum. Kendime ayırdığım beş dakikam bile yok!”, bazı babalar da “Saçma sapan sorularınla boşuna zamanımı alıyor, beni bunaltıyorsun.” ya da “Her işini ben mi yapacağım, biraz da sen emek harca. Yan gelip yatarak iş yapılmaz. Hazırcısın, çok hazırcı…” sözlerine, çoğu kişi yabancı değildir.

Sürekli çocuğu suçlamak, onunla büyüklerinin arasında olması gereken iletişim köprülerini yakıp yıkar. Aslında bu durum, çocuğun kolunu kanadını kırar. Onun gideceği yolları tıkar. Bu, onun için büyük bir düş kırıklığı yaratır. Ne yazık ki bazı öğretmenler de çocuğu suçlayarak onu eğiteceğini sanır. Oysa her suçlama, çocuğun tinsel sağlığını bozduğu gibi, onun benliğinde derin yaralar açar. Bu nedenle suçlama ve tehdidin, çocuk eğitiminde yeri olamaz.

Bazı anne ve babalar, çocuklarını sürekli eleştirir. Çocuklar; ne yapsa, ne söylese beğenmezler. Bu da çocuğun çalışma azmini, üretme yeteneğini köreltir. Sürekli eleştiri, aynı zamanda çocukta özgüven yitimine yol açar. Bu da onu, başarısızlığa götüren, en büyük neden. Ne yazık ki buna yol açan da ona zarar vermekten uzak durması gereken ebeveynleri, kimi zaman da bazı öğretmenleri. Bu durum, çocukla büyükleri arasındaki iletişimi yok eder. İletişimin olmadığı bir yerde öğrenme, olumlu işler yapma da olanaksızlaşır.

Kimi anne, baba, nine, dede ve öğretmenler çocukları sürekli başkalarıyla kıyaslar. Bu kıyaslamalar, çocuğu yapamama, başaramama duygusunun içine sokar. Doğaldır ki bu da çocukta özgüven yitimini getirir. Özgüveni örselenip yok olan bir çocuğun başarılı, mutlu ve tinsel açıdan sağlıklı olması olanaksız. Çocuğu, başkalarıyla kıyaslayıp yarıştırmamalı. Yani dünüyle bugünü arasındaki olumlu yöndeki gelişme anlatılarak yüreklendirilmeli çocuk. Böylece onu, kendi gelişim düzeyi içinde değerlendirmeli. Çocuğu başkalarıyla kıyaslamak, onun çalışma azmini, emeğini, başarma isteğini yok eder. Bu davranıştan kaçınmak hem çocuğun hem de ailenin geleceği için olumludur.

Bazı anne, baba ve öğretmenler sürekli öğüt verir. Bu öğütler, çoğu zaman çocuk için bıktırıcıdır. Çocuk öğütle değil, büyüklerinin davranışlarıyla öğrenir. Onu en çok olumlu yönde etkileyecek olan büyüklerinin doğru davranışları. Büyükler, çocuğa örnek olmak için bol bol öğüt vermek yerine, doğru davranışta bulunsalar geleceğimizin güvencesi olan yavrularına daha yararlı olurlar.

Kimi anne ve baba, sürekli buyruklarda bulunur. Kesinlik içeren buyuru tümceleriyle çocuklara, söz hakkı ve seçenek oluşturma hakkı tanımazlar. Buyuru tümceleriyle onları hem duygu hem de düşünce olarak bir cenderenin kıskacına sıkıştırırlar onları. Bu da çocuğu yaratıcı düşünmekten, üretken olmaktan, duygularını açıkça dile getirip göstermekten alıkoyar. Bu, çocuğa yapılabilecek en büyük kötülük değil de nedir?

Gözlerini dünyaya büyük umutlarla açan çocukları umutsuz, zevksiz, sağlıksız, başarısız bir yaşama tutsak eden büyüklerinden başkası değil. Bilerek ya da bilmeyerek yaptıkları yanlış davranışlar yüzünden en değerli varlıklarını mutsuzluk, özgüvensizlik, başarısızlık bataklığında debelendiren ne yazık en yakınları. Çocukların uzun, umutlu yollarını açmak ve onları mutluluğa götürmek aslında çok kolay. İşin kolayı varken yanlış olan zoru yapmak niye?

                                                         Adil Hacıömeroğlu

                                                         13 Haziran 2025

 

 


BAZI ÇOCUKLAR NİYE İNATÇI


Bazı anne ve babalar ile öğretmenler, çocuklarının çok inatçı olduklarından yakınırlar. Bu çocukların inatçılıkları yüzünden öğrenmelerinin en düşük düzeyde olduğunu, kendi başına iş yapabilme yeteneklerinin giderek köreldiğini söylemekteler. Öğretmenlik gözlemlerime dayanarak bu yakınmaların haklı olduğunu söyleyebilirim. Ancak birçok kişinin “inatçı” ve “azimli” sözcüklerinin karıştırdığını söylemeliyim. Bu sözcükler, aynı anlamda değil.

Çocuklar, doğduklarında tertemiz bir kişilikle dünyaya gelir. Birçok olumsuz davranışı, yaşadıkça büyüklerinden öğrenir. Ya da bu olumsuzlukları onların duygu ve düşüncelerine yerleştiren ise büyüklerinin çocuklara karşı yaptıkları yanlış davranışlar. Çocukları en çok etkileyen şey, gördükleri uygulamalar. Demek ki çocukların inatçı olmalarına yol açan da onu yetiştiren kişiler. Büyükler, çocuklara karşı konuşmalarına ve davranışlarına özen göstermeli, onları bazı şeyleri yapmaya zorlarken çok düşünmeli, sorumlu davranmalı.

Peki, bir çocuk nasıl inatçı birine dönüşür?

Kimi anne ve babalar, çok otoriterdir. “Dediğim dedik, çaldığım düdük” sözüne uygun olarak söyledikleri olumlu ya da olumsuz olsun her şeyin çocuklarca eksiksiz yapılmasını isterler. Söylediklerinin yararlı ya da yararsız olduğunu düşünmeden uygulanmasını isteyen anne ve babalar, çocuklarının ister istemez inatçı olmalarına neden olurlar. Çünkü çocuklar yapmaları istenen şeyleri, kendilerine biçilen davranışların bazılarını mantıksız bulurlar. Bu da onların hakları… Büyük olsun küçük olsun bir insan mantıksız, kendisine zararı olacağını bildiği bir sözü niye dinlesin ya da zorla yaptırılmaya çalışılan us dışı bir davranışı neden yapsın?

Öncelikle anne ve babalardan biri ya da ikisi de inatçıysa çocukları da inatçı olur büyük olasılıkla. Çünkü onun aile içinde öğrendiği başat davranış, inatçı olmak. Çocukların büyüklerin davranışlarını kopyalamakta usta olduklarını belirtmeliyim. O, büyüklerinin yolundan gitmeyi yeğler. Çünkü ebeveynleri, onun en iyi örneği.

Bazı evlerde anne ve babalar, çocuklarına neredeyse birbirine karşıt sayılabilecek tutumlar içine girer. Karşıt tutumlar, söylemde ve uygulamada çelişkiler yaratır. Bu da çocuğun kafasını karıştırır, onu ikircikli olmaya yönlendirir. O, çoğu zaman iki arada bir derede kalır. Çoğu zaman ne yapacağını şaşırır. Giderek bu ikirciklilik, kendince bir çizgi, anlayış oluşturur. Bu çizgi ve anlayışın ya da yaşam biçimi çoğu zaman yaşamın gerçeklerine, çocuğun doğasına uymaz. Anne ve babanın uyumsuz davranışlarına karşı inatçılığı geliştirir kendince. Bu inatçılık, giderek onun için yaşam biçimine dönüşür.

Evde, tutumları çelişkili anne ve babaların en önemli özellikleri kuralsız olmaları. Kuralların kesin çizgilerle belirlenmediği evlerde mutluluk, işbirliği, erinç, karşılıklı iletişim olmaz. Kurallar, kişilerin durumuna ve zamana göre değişir. Anlık değişmeler söz konusu olduğundan kuralsızlık, kural durumuna gelir. Kuralsızlık, çocuğu bocalatır. Neyi, neye göre, nasıl yapacağını bilemez. Hangi davranışa karşı nasıl davranacağına karar veremez. Çocuk, kararsızlık içinde kalır. Bu karasızlık, onunla ebeveynleri arasında çatışmaları ortaya çıkarır. Bu çatışmalar, giderek olağanlaşır ev içinde. Bu da karşılıklı inatlaşmayı ortaya çıkarır.

Bazı anne ve babalar gereksiz yere çok ısrarcıdır. Ağızlarından bir şey çıktı mı, hemen uygulanmasını isterler. Bu da çocukları zor durumda bırakır. Neden mi? Çocuk da bir insan... Onun de kendine göre beğenileri, akıl süzgeci, yaşam anlayışı, kararları var. Her söyleneni yapması, doğanın kurallarına ve mantığına aykırı. Bu nedenle çocukların duygu ve düşüncelerine büyüklerin saygı göstermesi, temel kural olmalı. Onun kişilik sınırlarını aşırı derecede zorlamak doğru değil. Bu durum, çocuğu inatçı yapar. Bu inat, istenen şeyleri, yapmama inadıdır.

Çocuklar, doğaları gereği büyüklerin ilgisine gereksinim duyar. İlgi, onların duygusal zekâsı üzerinde etkilidir. Onların duygu ve düşünce dünyasının gelişmesine yardımcıdır büyüklerin ilgisi. Çoğu zaman bu ilgiden yoksun kalır sevgiyle büyümesi gereken çocuklar. Ona gösterilecek ilgi, kişiliğinin oluşmasını, doğru yolda biçimlenmesini sağlar. İlgi gösterilmeyen çocuk, anne ve babanın ilgisini çekmek için zaman zaman inatçı davranışlar gösterir. Bununla aslında “İlginizi istiyorum!” diye bağırır. Doğaldır ki anlayana... Bu bağırış, amaca ulaşmayınca çocukta inatçılık huy durumuna gelir.

Bazı veliler, ne yazık ki çocuklarının her isteğine olumsuz yanıt verir. Onların dediğini yapmanın kendi otoritelerini sarsacağını, evdeki disiplini yok edeceğini düşünürler. Bu, çok yanlış... Çocuğun mantıklı isteklerini yapmak, karşımızdakini hem mutlu eder hem de ona değer verildiğini anlar. Bu da onun sağlam bir kişilik kazanmasına olanak sağlar.

Çocuklara değer verip saygı göstermek, onların kişilik kazanmasında en büyük etken. Çocuk sevgiyle büyürken saygıyla da kişilik kazanır. Bu yalın gerçek kavranmadığında ve çocuk yetiştirmede öncelikli tutulmadığında inatçı çocukların yetişmesine yol açar aile. Çocuklar inatçı değil; azimli olduklarında başarıya, mutluluğa, bedensel ve tinsel sağlığa kavuşurlar. Bu nedenle çocuklara yapacağımız yürekten usçu dokunuşlarla onları inatçılık çukuruna düşmekten kurtarırız. O zaman ne bu inat ey anne ve babalar?

                                                                  Adil Hacıömeroğlu

                                                                  12 Haziran 2025

 

 

ANNEMİN MEŞE AĞACI


Kurban Bayramında Ankara’daydım. Bayramları bir engelim yoksa genellikle başkentte, annemin yanında geçiririm. Evde oturup annemle söyleşmeyi yeğlerim. Bu yaşıma geldim, hâlâ annemden öğrenirim. Her söyleşimizde notlar alırım. Söylediklerinden bazılarını da belleğime silinmemek üzere kaydederim. Bu nedenle evin çevresinden ayrılmam. Akşam kararmadan yürüyüşe çıkarım düzenli olarak. Bu bayramda da öyle yaptım.

Bayramın ikinci günü iki kız kardeşim, benimle yürüyüşe gelmek istediler. Bu istek, beni mutlu etti. Üçümüzün yürüyüşü güzel oldu. Yol boyunca söyleştik. Yürüyüşün nasıl bittiğini anlamadık bile. Tam da bir parkın karşısındaki kaldırıma geçip yürürken kız kardeşlerimden Muazzez durdu ve bana seslendi. Yaklaştım ona. O, iki metre boyunda, gövdesi bileğim kalınlığında bir meşe ağacının yanında gülerek ve mutlu bir yüzle duruyordu. “Abi, bu pelit ağacını annem dikti.” dedi. Ben: “Nerede buldu fidanı?” diye sordum. O: “Palamutlar toplamıştı, onları farklı yerlere dikmişti birisi bu.”

Ağaç, diğerlerine göre daha canlı durmakta. Yaprakları sık ve çok koyu renkte. Bu durum, ilgimi çekti. Bu arada Doğu Karadeniz’in birçok yerinde meşe ağacına, pelit denir. Pelit, aslında meşe palamuduna verilen ad. Benim de doğup büyüdüğüm yörede meşeye, onun tohumu olan pelit denmesi çok ilginç.

Annemin diktiği meşe, Çayyolu’nda bulunan Muharrem Dalkılıç Koşu Yolu’nun (parkın) karşısındaki tepenin eteğinde. Tam da bu yürüyüş yolundan caddenin karşısına geçtiğinizde tel örgülerle çevrili alanın yola en yakın yerinde bulunuyor. Ağacı görünce heyecanlandım, sevindim. Tel örgüye karşın gövdesini, yapraklarını okşadım.

Eve dönünce anneme sordum meşe ağacını. On yıl önce dikmiş palamudu toprağa. İlk filizlendiğinden beri her yürüyüşe gittiğinde içme suyunu, onun dibine dökmüş. Böylece hızlı büyümüş pelit. Aynı günlerde yaşadığı evin çevresindeki yol kıyılarına onlarca meşe palamudunu toprakla buluşturmuş. Neredeyse hepsi çimlenip yeşermiş. Ancak belediyenin yol çalışmaları sırasında bu fidanların üstüne taş, toprak, asfalt artıkları atılmış. Güzelim fidanlar yok olmuş. Sonrasında molozlar kaldırılsa da meşe fidanları kurtulamamış ne yazık ki. Bu, annemi çok üzmüşe benziyor. Anlatırken sesi titriyor. Ben de onun üzüntüsünü hafifletmek için: “Olsun, bir meşen dimdik ayakta. Bir de herkesin görebileceği bir yerde. Ankara’da dikili bir ağacın var.” dedim. Gülümsedi.

Annemin bir diğer üzüntüsü de bazı parklara ve yaşadığı sitenin bahçesine toprakla buluşturduğu palamutların yeşerdikten sonra çim biçme makineleriyle yok edilmesi.

Palamut, aslında meşenin meyvesi. Başta sincaplar, köstebekler olmak üzere birçok canlı bununla beslenir. Bu meyve, aynı zamanda tohum. Yaklaşık iki yılda olgunlaşır.

Meşe, süs ağacı ve sağlam olduğundan kıyılarda rüzgâr siperi olarak yetiştirilir. Uzun ömürlüdür. Dayanıklı sert bir gövdeye sahiptir. Farklı iklim koşullarında yetişir. Geniş kök sistemiyle toprağı iyi kavrayıp tutar. Bu özelliğiyle erozyonu önler.

Kerestesi sağlam ve dayanıklı olduğundan mobilya yapımında kullanılır. Bunun yanı sıra birçok alanda vazgeçilmez bir hammaddedir. Bu nedenle ekonomik değeri yüksek. Birçok hayvanın barınağı ve besin kaynağı. Çok fazla oksijen ürettiğinden doğa dostu ve iklim değişikliğine karşı savaşımda önemli bir ağaç. Buraya sığmayacak kadar yararları var meşenin. Özellikle sağlık alanındaki yararları eski çağlardan beri bilinir.

Bir süre meşe ağacının yararları üzerine söyleştik annemle. O, ağacın yararlarını bildiği için yetişkin meşe ağaçlarının altından palamutları toplayıp bulduğu boş yerlerde toprakla buluşturmuş. Şimdilerde çok fazla yürüyemediği için artık bu alışkanlığını zorunlu olarak bırakmış.

Bir gün sonra yürüyüşe çıktım tek başıma. Eve yakın olan bir marketten iki şişe 1,5 litrelik su alıp sırt çantama koydum. Birini yol boyunca içtim. Diğerini ise eve yaklaştığım sırada annemin meşe ağacının dibine döktüm. Bir gün sonra aynı şeyi yineledim. Atatürk’ün bozkırı yeşertmede öncü olduğunu söyleyeyim burada. Bunun en iyi örneği de Atatürk Orman Çiftliği. İşte, annem de Atatürk’ün izinden giderek bozkırda oksijen üreten yeşilliğiyle canlılık veren bir meşe ağacının annesi oldu. Artık Ankara’ya gittikçe sulayacağım, gövdesini ve yapraklarını okşayacağım bir ağacım var. Ne mutlu bana!

                                                                  Adil Hacıömeroğlu

                                                                  11 Haziran 2025

 

 

 

ÇOCUKLARI DAMGALAMAYIN

 

İnsanoğlunun belki de hiç kabul etmediği şey, bilgisizliği. Bilgisizliğini kabul eden kişi, öğrenmeye açıktır. Çünkü öğrenme bir gereksinmeden doğar. Bu gereksinme de bilgiye ulaşmaktır. Bedensel ve tinsel olarak sağlıklı çocuk yetiştirmek için deneyim de bilgi de çok gerekli. Günümüz insanı, her konuda olduğu gibi çocuk yetiştirmede ve onun davranışlarının nedenini anlamada da uzman(!). Çocukların her davranışında onu damgalar. Bu damgalamalar da hep olumsuz yöndedir.

Annem, çocuklara pek kızmadı yaşamı boyunca yaramazlık yapsalar bile. Bu durum, yalnız büyüttüğü çocukları için değil; hısım akraba, konu komşu çocukları için de geçerli. Çocuklar, kendilerine zarar verecek bir davranışta bulunduklarında işini gücünü bırakıp ona, olumsuz davranışının yanlışlıklarını anlatırdı sabırla. Karşısındaki de onu can kulağıyla dinlerdi. Bu tavrıyla karşısındaki insan yavrusuna değer verdiğini gösterirdi. Bu da o küçük yavruya olumsuz, yanlış, kendine zarar verme olasılığı olan davranıştan vazgeçmesini sağlardı.

Öğretmen olduktan sonra annemin çocuklara kızmama davranışı, daha çok ilgimi çekmeye başladı. Bir gün ona: “Çocuklar, yaramazlık yaptıklarında onlara niye kızmıyorsun anne?” dedim. O: “Onların kapları (bedenleri) küçük, canları büyük. Canları, kaplarının içine sığmıyor. Kaplarını büyütmek için devinimleri çok oluyor. Her geçen gün yeni bir şey öğreniyorlar kaplarını büyütmek için. Bu; doğal bir davranış, yanlış yapılmadan doğru yapılır mı? Büyüdüklerinde yaramazlık yaparlarsa o zaman kızarım onlara.” diye yanıtladı beni. Bu örnekle annem, bana çocuklar konusunda güzel bir ders verdi. Ben de çocuklara çok kızmam. Onların kendilerine zarar vermeyen yanlışlarını görmezden gelirim.

Meraklı, meraklı olduğu için de sağı solu karıştıran ve devinimli çocuklara “yaramaz” damgası kolayca vurulur birçok kişice. Çocuk öğrenmek istiyor zaman geçirmeden. Öğrenmek için de merak etmesi gerek. Merakını gidermek için sürekli bir devinim gerekli. Çünkü ivedilikle öğrenmeli. İvedilik göstermeli ki, yeni öğreneceği şeylere zaman ayırabilsin. Onlara göre zaman az, öğrenilecek şey çok… Kaplarının dolması gerek. Kap doldukça da büyüyüp genişlemeli. Bu nedenle öğrenme isteğiyle çabalayan bir çocuğa “yaramaz” demek, son derece yanlış. O yalnızca devinimi yüksek bir meraklıdır.

Bazı anne ve babalar ya da öğretmenler, çocukların bir işi yapıp sonuca ulaşmada kararlı, öğrenme konusunda azimli olduklarını görünce onları “inatçı” olarak damgalarlar. Bu, son derece yanlış… Bir işteki engelleri yenmede kararlılık gösteren birini inatçılıkla suçlamak niye. Kişi; ülkülerini gerçekleştirmek, amaca ulaşmak için kararlı olması olağan bir şey. Bir kişi, direşme ve sabırla amaca ulaşır. Bir çocuğun bu özelliğini, huysuzluk olarak görüp onu “inatçı” olarak damgalamak çok yanlış. Atalarımız: “Azimli sıçan (fare) duvarı deler.” sözünü boşuna mı söylemiş?

Oynamayı çok seven sürekli yerinde oturamayan, canına dar gelen kabını büyütmek için koşturan çocuklara toplumumuz hemen tanıyı koyar: “Bu çocuk kesinlikle hiperaktif…”  “Neden, neye göre, nasıl anladın bunu, sen tinbilimci misin?” Benimki de ne biçim soru? Böyle soru mu olur? Memlekette herkes anadan doğma bilim adamı… Her konuda uzman… Bu tanıyı, çocuğun yüzüne karşı söylerler, hem de defalarca. Öğretmeni de destekler bu tanıyı. “Ah şekerim, bu çocuk yüzünden sınıfta öğrence yapamıyorum. Yerinde hiç durmuyor, sırasında daz<aqqqaqq oturmuyor.” İşin uzmanına götürürler yavrucağızı. Bu tanılarını tinbilimciye de kabul ettirmeye çalışırlar. Çocuğa bir ilaç vermesini isterler uzmandan. O da boyun eğer umarsız, yazar reçeteyi,

Çocuk her gün reçetede yazılan haptan bir tane içer. Okulda sesini çıkarmadan sus pus oturur, yarı uyur yarı uyanık. Eve geldikten sonra da uyuşukluğu sürer. Anne ve baba, öğretmen, çevresindeki herkese göre çocuğun hiperaktivetesi kontrol altına alınmıştır. Böylece çocuk uslanmıştır. Oysa çocuk enerjiktir. Durmak bilmeden devinerek içindeki enerjiyi boşaltmak istiyor. Ona bu konuda yardımcı olmak en doğru yol. Onun enerjisini doğru yolda ve biçimde harcaması için yardım etmek gerek. Çocuğun spor, sanat, kültür, bilim alanlarında ilgisinin olduğu dallarda yönlendirilmeli. Böylece enerjisini, kendine yararlı bir alanda kullanması sağlanır.

Bazı çocukların beğenileri gelişmiştir. Bu nedenle seçicidirler. İyi-kötü, güzel-çirkin, yararlı-zararlı… gibi ayrımları kolayca yapar bu çocuklar. Kendi seçimlerini yapacak güçleri de beğenileri de vardır. Kendisine alınacak bir şeyin seçimini kendi yapmak ister. Yaşamını etkileyecek kararların verilmesinde söz sahibi olmaktan mutlu olur. Hatta bu kararların verilmesinde son sözü kendisi söylemek ister. Çocuklara bu tür fırsatları da vermeli. Seçici olan çocuklar, ne yazık ki “huysuz” olmakla suçlanmakta. Ne acı değil mi?

Kimi anne ve babalar, çocuklarına kendi istedikleri yemekleri yedirmeye çalışırlar. Onların damak tatlarını kendileri belirlemek isterler. Onların da kendilerine göre bir damak tatlarının olabileceğini uslarından geçirmezler bile. Bu durum, çocukları robota dönüştürür. Zararlı besinlerden çocukları korumak, bir anne-baba görevi. Ancak bu durum, çocuklara anlatılmalı. Konuyu anlayan çocuk, kendisine zarar verebilecek besinlerden kendini sakınır.

Ne yazık ki kendi seçtiği yemeği yemek isteyen çocuklar için anne ve babalar: “Bizim kızımız ya da oğlumuz yemek seçer.” der. Bu da özgür düşüncesiyle ne istediğini bilen bir çocuğun yanlış anlaşılıp yanlış etiketlenmesine yol açar.

Bazı çocuklar çok dikkatlidir. Önsezileri güçlü kişilerdir bu çocuklar. Dikkatli olduğu için de seçimlerini yapar. Bu nedenle yaşamı daha doğru ve ayrıntılı anlayıp duyumsar. Dikkatli çocuklara, ne yazık ki “utangaç” damgası yapıştırılır kolayca. Bu damgalamayla çocuğa haksız baskılar, telkinler başlar. Bu da onun zamanla onun kendi kabuğuna çekilmesine neden olur.

Çocukların bazıları girişkendir. Girişken olmak, yürekli olmayı da gerektirir. Yürekli olmak, bir işe girişmenin, başarılı olmanın ilk adımı. Bu da kötü bir şey değil. Onun bu durumu desteklenmeli. Bu tür çocuklar, düşündüklerini açıkça söylemekten çekinmezler. Kendilerini ezdirmezler. Kişiliklerinin örselenmesine izin vermezler. Bu davranışlarıyla herkesin ilk bakışta ilgisi çekerler. Bu nedenle hakkını koruma yürekliliğini gösteren çocuğa hemencecik “küstah” damgası vurulur.

Çocuklarımızı damgalayıp yaftalamak çok kolay… Oysa onları anlamak gerekir. Onları doğru anlayıp yönlendirmeli. Çocuklar doğru anlaşıldığında hem kendileri hem de toplum için yararlı işler yapar. Önemli olan çocukları destekleyerek kazanıp yollarını açmaktır. Onların içindeki yapma, başarma isteğini görmeli. Onların ne büyük işleri başarabileceğinin farkına varmalı. Çünkü onlardan başka dayanacağımız bir güç yok? Geleceğimizi çocuklarımızdan başka emanet edebileceğimiz kim var ki?

                                                                  Adil Hacıömeroğlu

                                                                  8 Haziran 2025

 

 

 

BAYRAM GECESİ UYKUSUZLUĞU


Uykusuzluk, zaman zaman bazı kişilerde görülen bir durum… Uykusuzluk; kimi zaman dertten, kimi zaman da sevinçten olur. İnsanoğlu, mutluluk ve sevinç yaşamasa, umut etmese bunca derdi nasıl taşısın sırtında, yüreğinde?

Zaman gelir kişi, dertlenir. İçine bir sıkıntı çöker. Uyumak için yatar yatağına. Ancak yatak donmuş bir buz, yorgan dikenli bir örtü, yastık ise bir taş... Sağa sola dönersin, döndükçe uykun de döner gider. Kaçan uykunun kuyruğu yok ki tutup çekesin kendine. Bir kaçtı mı bir daha yakalamak olanaksız. Gecenin bir saatinde bitkinlikten sızarsın dikenli yorganın altında. Çok geçmeden karabasan basar seni ter içinde uyanırsın ıpıslak. Yerinden fırlayıp dikilirsin yatağın içinde. Ne olduğunu anlamadığından afallamışsın. Kendi kendine “Hayırdır inşallah!” dersin. Bildiğin duaları okursun. Sabahı edersin yorgun, bitkin ve içgücün yok olmuş bir durumda.

Kimi zaman sevinçli bir yorgunluğun vardır. Erinç ve mutluluk içinde yattığın yeri bilmezsin. Başını yastığa koyduğun anda uyuyakalırsın olduğun yerde, kıpırdamadan. Yattığın yerin önemi yoktur. Taşın üstünde yatsan, sana kuştüyü yatak rahatlığı verir. Çünkü erinçli, mutlu ve sevinçlisin. İçgücün en üst düzeydedir.

Çocukken bayram geceleri uyuyamazdık heyecandan. Çünkü bayramlar, yaşamımızın en önemli günleriydi. Çocuklar çocukluğunu, büyükler büyüklüğünü yaşardı.

Birkaç gün öncesinden başlardı bayram hazırlıkları. Önce ev, köşe bucak temizlenirdi. Sonrasında tatlı yapma telaşı başlardı. Özellikle baklava ve burma tatlıları komşuların yardımıyla yapılırdı. Ayrıca yemekler pişirilirdi. Çünkü evlere bayramlaşmaya gelen hısım akraba ve konu komşunun ya da kırk kat yabacının önüne bir tabak koymadan olmaz. Yemekten sonra tatlı ikram etmek, bayramın geleneği. Üstelik tatlı yenilip tatlı konuşulmalı. Bu ne demek? Dedikodu yapmayalım, başkalarını çekiştirmeyelim. Burada konuşulanları ve gittiğimiz evde gördüğümüz eksiklikleri başka yerde anlatmayalım.

Çocuklar akşamdan yıkanırdı. Yeni giysiler, hazırlanıp odanın bir yanına konurdu. Çocuklar, ikide bir gidip giysilerini izlerlerdi hayranlık ve heyecanla. Çünkü o giysiler, bayram demekti.

Biz çocuklar, bayram gecelerini neredeyse uykusuz geçirirdik. Bir an önce sabah olsa da bayram başlasa... Yeni giysilerimizi giyip fiyakalı fiyakalı dolaşsak… Çünkü bayram biz çocuklara, yeni giysi giydirerek bir ayrıcalık sağlıyordu.

Arada bir uyusak da uyanırdık hemencecik, sabah olur da bayramı kaçırırız diye. Uykumuz tilki uykusu... Sevinç ve mutluluğumuz içimize sığmaz taşarak bir deryaya dönerdi. Sabahı iple çekerdik. Tan vakti geldiğinde yatağımızdan fırlardık bayrama “merhaba” demek için. Bağırıp evdekileri uyandırırdık.  Bu arada kaşla göz arasında bayram giysilerimizi giyerdik. Çaresizce herkes sıcak yataklarından kalkardı. Çocukların erken kalkmasının nedeni, bayramın bir saniyesini bile kaçırmamak içindi.

Bayram namazı sonrası kahvaltı yapılırdı neşeyle. Ardından kurban kesme hazırlıkları başlardı. Bayramlaşmak, çocukluğumuzun en törensel anıydı. Bunun mutluluğu, hiçbir şeye değişilmezdi. Bunun için yolda izde gördüğümüz her kişiyle bayramlaşırdık.

Bayram demek; evlere tanıdığımız, tanımadığımız konukların gelmesi demek. Bu da çocuklar için bir eğlence ve sosyalleşme fırsatı. Konuklar, yanlarında çocuklarını da getirirlerdi. Bayramlaşmadan sonra çocuklar arası kaynaşma olurdu. Evin bahçesi çocuk cıvıltılarıyla dolardı. Soluk soluğa koşardık yorulmaksızın. Yeni giysilerimiz çok geçmeden kirlenirdi düşüp kalkmaktan. Nasıl olsa bayram… Büyüklerimiz kızmazdı bize, üstümüzü kirlettik diye. 

Bayramda yenen yemeklerin tadı farklıydı. Çünkü kalabalıkla yenirdi her lokma. Bir de her lokmamız anne kokardı. Onun eli değmişti, o lezzetli yemekleri yapmak için annemizin alınteri akmıştı. Bin bir emekle yapılan bir yiyeceğin değerini bilmek, onun lezzetini duyumsamak kadar güzel bir şey var mıdır bu dünyada?

Büyüklerimizim bazıları, kadın olsun erkek olsun, bu dünyadan göçüp gitmiş ve uçmağa varmış aile üyelerimizi uslarına getirdikçe gözlerine yağmur bulutları otururdu. Hele yakın zamanda sonsuzluğa göçmüş yakınlarımızdan söz edilince herkesi bir üzüntü kaplardı. Küçük büyük demeden dalıp giderdik yanaklarımızı ıslatan gözyaşlarımızla. Bayramlar, anıları da canlandırırdı. Zaten bir aile, ölüsü ve dirisiyle aile olmaz mı?

Bayramlar yüreklerin Allah’a, ellerin insanlara uzandığı günlerdir. Bayramlar, kötülüklerden ve yanlışlardan arınma fırsatı tanır kişiye. Yardımlaşma ve dayanışmanın vazgeçilmez olduğu bu günlerde düşkünün ve yoksulun elini tutmak, onun yarasına merhem olmak, dertlinin derdini unutturmak kadar insana erinç veren bir şey var mı bu dünyada acaba?

Bayramları, bayram gibi kutlamak en büyük dileğim. Eski bayramları özlerken aslında özlediğimiz çocukluğumuz ve gençliğimiz... El emeği ve göz nuruyla elbirliğiyle hazırladığımız sofralarımız... Sofraları çevreleyen kalabalığımızdır. O kalabalıkta söyleşerek yediğimiz mutluluk lokmalarıdır. Zaten bayramın amacı da kişiyi mutlu etmek değil mi?

                                                                  Adil Hacıömeroğlu

                                                                  6 Haziran 2025

 

 

 

EŞLER ARASINDA SAYGI VE SEVGİ


Kadın ve erkeği eş yapan ev kurmalarını sağlayan şey, birbirlerine karşı duydukları içten saygı ve sevgidir. Sevgi ve saygının olmadığı bir yerde kadınla erkek eş olamaz. “Eş” demek, “eşit” demek. Eşit olmak için de sevgi ve saygı, bir evliliğin iki temel direği olmalı. Bu direklerin üstünü örten çatı da güven...

Kimi zaman kadınla erkek evlenir, ancak eş olamazlar. Bazen biri bazen de ikisi birden üstünlük yarışına girer. Eşlerden birinin diğerine karşı üstünlük kurma, onu değiştirme ya da küçümseme, adım başı karşısındakine kusur bulma tavrı evlilikleri çatırdatır. Ne yazık ki böyle bir tutum, çocuklara kötü örnek oluyor. Onların tinsel gelişimlerini olumsuz yönde etkiliyor.

Eşler, zaman zaman çocuklarının gözü önünde birbirlerini içtenlikle övmeli. Bir eş, diğerine ne kadar değerli ve güzel özelliklere sahip olduğunu, onunla evlendiği için ne denli şanslı olduğunu söylemeli. Bu; çocuk için mutluluk, güven, erinç ve geleceğe uzanan sevgi, saygı, güven ve umut yolu olur. Bu yolu açan da kapatan da anne ve babadan başkası değil. Eşe söylenecek bir çift güzel sözün çocuklarını nasıl güvenli bir geleceğe yönlendirdiğinin ayırdına varmalılar öncelikle.

Kişi, eşiyle övünmeli. Övgüleri, çocuğunun yanında dile getirmeli. Bu övgüyü eşe, tüm içtenliğiyle söylemeli; yapmacık olmamalı. Çünkü çocuklar, içten olamayan yapmacık davranışları çok kolay fark eder. Unutmamalı ki çocuk söylenene değil, yapılana bakar. Onun için sözden çok, davranış etkili. Bu nedenle davranışlar ölçülü, içten, etkileyici ve örnek olmalı. Övgüyü dile getiren eşin duruşu, bakışı, ses tonu, beden dili, el ve kol devinimleriyle yüzünün biçimi çok önemli. Bütün bunlar doğallık ve içtenlikle birleştiğinde çocuk etkilenir bundan. Böylece çocuk, yaşadığı doğru, içten, mutlu anne ve baba ilişkisine bakarak gelecekteki kendi ilişki örneğini şimdiden oluşturur belleğinde.

Ne yazık ki bazı anne ve babaların birbirlerini, çocuklarının yanında kötülemeleri geri dönüşü çok zor olan tinsel kopmalara neden olur. Eşlerden biri bunu yaparken asıl zararı, biricik yavrusuna verdiğini bilmeli.

Çocuk, anne ve babasının ilişkisine bakarak erince, tinsel dinginliğe kavuşur. İçinden “Benim annem/babam iyi biri. İyi ki onların çocukları olmuşum.” der. Bu da onun gelecekte kuracağı evin temelini oluşturur.

Anne, çocuğa: “Bugün baban, seni gezdirmek için işini gücünü bıraktı. Zamanını, senin gezip eğlenmen için kullanacak. O, olmasaydı bir kanadımız kırık kuş gibi olur, uçamazdık.” dediğinde o küçük yürekte filizlendirdiği mutluluk fidanının köklerinin ne denli derinlere gideceğini bilmeli, dallarının da geleceğe uzandığını.

Baba, çocuğuna: “Annen, senin için olağanüstü güzel giysiler seçti. Bunu kutlamak için de senin sevdiğin yemekleri pişirdi. Annen, her saatini bizler mutlu olalım diye harcıyor. O olmasa bir yanımız eksik kalır.” dediğinde, yaşamındaki en önemli varlığının içinde nasıl bir sevgi, güven duygusu oluşturduğunun ayırdına varmalı.

Çocuk, emeğe saygıyı evinde öğrenir. Anne ve babanın birbirlerinin yaptıkları işleri övmesi, çocuk için değerli, vazgeçilmez, iyi bir örnek. Pişirilen bir yemeği, düzenlenen bir sofrayı, hazırlanan bir izlenceyi, gidilecek bir geziyi övgüye değer bulmak; çocuk için çok önemli. Bir iş için harcanan emeği, akıtılan alınterinin değerini bilip karşısındaki eşe “Sağol” demek, çocuğun emeğin değerini bilmesini sağlar. Bu da onda duygudaşlığı geliştirir.

Bir evde saygı, sevgi kadar önemli. Eşler arası ilişkide saygılı bir dil kullanılması, çocuğun tinsel sağlığı için çok gerekli. Eşler arasında saygının vazgeçilmezliğini yaşayarak öğrenen çocuk, gelecekte kuracağı yuvanın temelini saygıyla atar. Saygı gösteren, saygı görür; düşüncesi doğrultusunda önemli bir yaşam ilkesini benimser bu yolla.

Eşe, çocuğunun yanında söylenecek bir “Sağol” sözcüğünün onun tinsel sağlığı üzerindeki büyük etkisi açıkça görülebilir. Bu nedenle günlük yaşamada eşinden bir “Sağol” demeyi esirgemenin ev yaşamının büyük eksikliği değil mi?

Çocukların rol modellerle büyüyüp kişilik kazandıkları gerçeğini, usumuzdan çıkarmamalı.  Bu, anne ve babaların vazgeçilmez gerçeği. Eşlerin birbirinden esirgediği övgüler; aslında çocuklarının içinde yeşerecek olan ve onun yaşamının tümünü etkileyecek sevgi, saygı, güven, umut, dayanışma fidanlarını soldurur. Bu da eşlerin çocuklarına yaptıkları en büyük kötülük…

Eşe yapılan övgüler, çocuğa ve ailenizin geleceğine yaptığınız büyük bir yatırım. Anne ve babanın çocuklarının yaşamına küçük bir dokunuşla nasıl büyük, sağlam, önemli bir işi başarabileceklerinin örneğidir bu. Bu nedenle eşler, hem birbirlerine karşı özverili olmalı hem de çocukları için.

Unutulmasın ki bugünün kötü insanları, cana kıyanları, toplumun erincini kaçıranları, mutsuz bir yaşam sürdürenleri, sağlıksız bireyleri, psikiyatristlere koşanları, çevresine yaşamı zehir edenleri, yaşamı boyunca sevgiyi tatmayanları, yaşamın her alanındaki saygısızları, başarısızlıktan başarısızlığa koşanları, kendisiyle barışık olmayanları, (dilim varmıyor ama) suç makinesi olanları dün birer masum bebektiler. Hepsini, bu duruma getiren temelin anne-baba ilişkileriyle atıldığını üzülerek söylemeliyim.

                                                                  Adil Hacıömeroğlu

                                                                  5 Haziran 2025

 

BAZI ÇOCUKLAR VURDUMDUYMAZ MI?


Kimi anne ve babalar, çocuklarının yapılan uyarıları duyup anlamadığını, sorulan sorulara yanıt vermediğini söylerler sıkça. Bu nedenle çocuğunda tinsel bir sayrılığın olduğunu öne sürerek sağaltımcıya koşanlar var aralarında. Bazıları, ileri giderek çocuklarının zekâsının geri olduğunu söylemekte. Evet, uyarıları duyup anlamayan, sorulara yanıt vermeyen çocuklarda bir sorunun varlığı söz konusu, ancak sorunun kaynağı, nedeni ne?

Çocuklardaki birçok sorunun kaynağı, nedeni; başta anne ve babalar olmak üzere, kimi zaman öğretmenler, bazen de akrabalarla çevrede ilişkili olduğu kişilerdir. Bazılarının normal olarak gördüğü bazı davranışlar ya da sözler, çocukların içinde fırtınalar koparır. Onların yüreklerinde derin yaralar açar. Çocuklar, olumsuz söz ve davranışlardan etkilendiklerini bir biçimde belli edip tepki gösterirler. Her çocuğun tepkisi farklı olsa da genellikle içe kapanma, çevresindekilerle ilişki kurmama biçiminde yansıtanlar da vardır bunu.

Çocuk, bir canlıdır ve de insandır. Beğeneceği davranışlar ve sözler olabileceği gibi beğenmeyecekleri de olacaktır. Onların, büyüklerin söylediği kırıcı sözlere, yaptıkları olumsuz davranışlara tepki göstermeleri en doğal hakları. Çocukların çoğu, tepkilerinde ölçüyü kaçırabilir. Bunu, onların çocukluğuna vermeli. Çocuk deyip geçmemeli. Onun da kendine göre beğenileri, zevkleri, dünyası, kişiliği var. Bunları görmezden gelmek büyüklerin yanlışı…

Bazı anne ve babalar, sürekli söylenip dururlar çocuklarının yanında. Kesintisiz buyruklar verirler onlara. Sürekli aynı buyrukları vermek, aynı soruları sormak insan yavrusunu sıkıp rahatsız eder. Zaman gelir o, bu buyruk ve soruları kanıksar. Anne ve babanın sürekli yinelediği buyruklar, sorduğu sorular sıradanlaşır onun için. Ayrıca bu durum, çocuğu kuşkucu yapar. Her buyrukta: “Acaba olumsuz bir şey mi yaptım?” ya da “Annem ya da babam, yine bana kızacaklar mı?” gibi soruları usuna getirir. Bu da onu, peşine savunmaya geçirir. Bu savunma, çoğu zaman susmak ve söylenenleri işitmez görünmektir.

Anne ve babalar, duygudaşlık yapmalı çocuğuyla olan ilişkilerinde. Biri, size hep aynı şeyi söyleyip isterse siz ne düşünürsünüz? Ya da… Kendinizi nasıl duyumsarsınız? Eğer karşınızdaki size güvenmediğini, söylenenleri anlamadığınızı vurgulayan bazı sözler söylese ya da sorular sorsa hoşunuza gider mi? Böylesi bir davranış karşısında mutlu olmanız olanaklı mı? Bu nedenle size yapılmasını istemediğiniz bir şeyi, siz de çocuklarınıza yapmayacaksınız.

Kimi anne ve babalar, anlattıklarını çocuklarının kolayca anlamayacaklarını düşünerek sözü oldukça uzatırlar. Çok fazla ayrıntıya girerler. Bu ayrıntılar karşısında çocuk sıkılır. Sözü direk değil, dolandırarak söylerler. Dolambaçlı, anlaşılmaz sözler, çocukların kafalarını karıştırır. Sözü çok uzatmadan söylemeli ki değer bulsun dinleyende. Aynı şeyleri sürekli yinelemek, çocuğu akılsız yerine koymak değil de nedir?

Çocuklarımızın eğinleri küçük olabilir, deneyimleri biz büyüklerden az, sorumlulukları bizden farklı olabilir; ancak onların da kendilerine göre bir düşünüşleri, anlayışları, kavrayışları var. Onların bu özelliklerini yok saymak anlaşılmaz bir şey. Onlara bir şey anlatırken ya da onların bir şey yapmalarını isterken açık, anlaşılır, tekrara kaçmayan tümceler kurmalı. Biz anlıyorsak onlar da anlar. Anlamamaları için bir neden mi var?

Bazı kişiler; günlük yaşamda arkadaşlarına ya da tanımadıklarına ya da evde çocuklarına bir şey anlarken karşısındakine kızarak ve onu suçlayarak konuşur. Çocuklarla kızarak, suçlayarak konuşmak; onları anne ve babadan soğutur. İlişkilerde kuşkuculuğu artırır. Kuşku, karşısındaki kişiye güvensizlik yaratır. Güvensizliğin olduğu bir evde, sağlıklı çocuk-ebeveyn ilişkisi kurulamaz.

Anne ve babaların bilmeden yaptıkları bazı yanlışlar yüzünden çocuklar işitir, ama işitmez. Anlar, ama anlamaz görünür. Aslında bu durum, anne ve babanın yanlışı karşısında bir çocuk direnişi. Ne yazık ki bu direnişi anlamak yerine o suçlanır. Zaten her şey, tüm sağlıklı insan ilişkileri karşındakine saygı duyarak kızıp suçlamadan konuşmayla olacak bir şey değil mi?

İnsanları olur olmaz yerde suçlamak, insan ilişkilerini yok eden bir tavır. Bu nedenle insanları suçlamak, son derece yanlış bir şey. Ne yazık ki çevremizde bilip bilmeden, anlayıp dinlemeden insanları suçlamak gelenek durumuna getirilmiş bazı kişilerce. Bu, uygar olmayan bir davranış ve insana yakışmayan bir tavır.

Sağlıklı, mutlu, başarılı çocuklar yetiştirmek için çok fazla söyleyip karşımızdakini arsız etmeden, sözümüzü gereksiz yere uzatmadan konuşmalı. Onlara olur olmadık yerde kızarak karşımızdakini asılsız nedenlerle suçlamamalı.

Unutmamalı ki çocuk bir ayna. Hem de anne ve babasını gösteren bir ayna… Görülen her şey anne ve babanın aynaya baktıklarında gördükleri görüntüdür. Dikkat edelim de görüntümüz bozuk, çirkin, kötü, uygarlık dışı olmasın.

                                                                  Adil Hacıömeroğlu

                                                                  4 Haziran 2025

 

 

ÖFKELİ BABALAR


Bazı babalar, nedense çok öfkeliler… Öfkeli olmayı erkek olmanın, babalığın bir gereği olarak düşünür bu kişiler. Bu tür kişiler, pek gülmez. Yüzü asık durmayı, ağır başlılık sanırlar ne yazık ki. Çocuklarıyla fazla konuşmazlar. Eşlerine karşı buyurgandırlar. Eve girdiklerinde, sokaktaki tavrı değişir bu kişilerin. Kaşlar çatılır, yüz asılır, sırtında kilolarca yük varmış gibi yorgun bir görüntü verirler. Babanın yüzü mahkeme duvarıdır adeta.

Evde bazı işler yolunda gitmeyebilir. Her zaman istenen yemekler pişmez. Kimi zaman ev, dağınık olabilir. Çoğu zaman çocukların devinimi söz konusudur. Bu nedenle eşyalarda kırılıp dökülme ve yer değiştirmeler göze çarpar. Bu tür durumları hemen fark edip bağırıp çağırmaya başlar öfkeli baba. Sağı solu kırıp döker. Bu bağırıp çağırma şiddete de dönüşebilir. Evdeki herkes, payını alır bu öfkeden. Böylece evin tadı tuzu kalmaz. Ne evdeki bireyler kendi aralarında söyleşir ne de yüzler güler. Evde korkuya dayalı derin bir sessizlik vardır. Kimse, öfke patlamasını üstüne varmak istemediğinden susar.

Bir süre sonra öfkeli baba, sıkılır sessizlikten. Evde olan biteni denetliyormuş, her şeyden haberi varmış gibi öfkeli bir ses tonuyla sorular sorar. Bu sorulardan anlaşılır ki evde olanlardan haberi yoktur. Aslında bu, bir hesap sormadır kendince. Bu tür babaların çoğu, çocuklarının kaçıncı sınıfta okuduklarını bile bilmez. Bu tür babalar, çok az şey beğenir. Ya yemeği tuzlu bulur ya da çayı demsiz. Çocukların yemek yemesine karışır. Onların düzgün bir biçimde sofraya oturup nasıl yemek yiyeceklerini bilmediklerini söyler. Öfke, evi öylesine sarıp sarmalar ki; evin havasında, kokusunda ölüm sessizliği egemen olur. İnsanların ne yediği yemek olur ne de içtikleri su. Yenilip içilen ağıdır artık.

Öfkeli babaların çocuklarına olumsuz etkileri çok belirgindir. Öfke, çocukları içten içe yiyip bitiren bir kurt. Çocukların mutluluk düşleri, öfke seline kapılıp gitmiştir sürüklenerek.

Öfkeli babayla büyüyen çocukların özgüvenleri eksiktir. Çünkü onların doğuştan gelen ve ev ortamında güçlenmesi gereken özgüvenleri, öfke saldırılarıyla un ufak olmuştur. Özgüveni en çok örseleyen ise korkudur. Bu tür çocuklar, sürekli korku içinde yaşadıklarından kararlı olamazlar. Kendi kararlarını veremez, bağımsız iş yapma konusunda yüreklilik gösteremezler. Hep ikircikli davranırlar. Kararsızlık, onların amaçlarına ulaşmadaki en büyük engelleri. Özgüvenleri yok olduğu için yaşam yolculuğunda başarısızlık yakalarını bırakmaz. Bu da öfkeli bir babanın eseri olarak son soluklarını verinceye dek onların sırtlarında taşıdığı bir kambur.

Öfkenin tutsağı olmuş babalar, aslında çocuklarını eğinsel ve tinsel olarak tutsaklaştırır ökeye. Bu çocuklar, duygusal yolculukları öfkeye kurban edildiğinden insanlarla duygudaşlık kurmaları neredeyse olanaksız. Duygudaş olamadıklarından karşısındaki kişiyi anlamaları oldukça zor. Karşısındakinin duygu ve düşüncelerini anlayamayan bir çocuk, onlarla yararlı ve sağlıklı bir ilişki kuramaz. Bu da onun yaşamını derinden etkiler. Duygudaş olmayan birinin ne işte ne toplumsal yaşamda ne de evin başarılı, mutlu, erinç içinde olması neredeyse olanaksız.

Öfkenin egemen olduğu evlerde büyüyen çocuk, sürekli gergindir. Dokunsan, patlayacak gibidir. En küçük sorunda, karşısındakiyle kavga dövüşe hazırdırlar. Başkalarıyla yaşadığı küçük sorunları, barışçı çözüme kavuşturmak; insanlarla kavga yerine, uzlaşmayı seçmek onlar için seçenek olmaktan çoktan çıkmıştır. Çünkü doğduğu günden beri uzlaşmanın nasıl olduğunu, hangi durumlarda başvurulması gereken bir yol olduğunu öğrenmemiştir ne yazık ki. Bilip öğrenmediği bir şeyi, yaşama geçirmesi de olanaksız. Bu nedenle kabına zarar veren keskin sirke gibidir neredeyse günün yirmi dört saati.

Öfkeli babaların tinsel olarak sindirdiği çocukların en belirgin özelliği, kendilerini değersiz olarak görmeleri. Değersizlik duygusu, onun kendi kendine işe yaramaz biri olduğunu düşündürüp duyumsatır. Bu da onun toplumsal ilişkilerini olumsuz yönde etkiler. Kişi, kendini değersiz gördüğünde sonu hiç de iyi olmayan üzücü durumlar olabilir. Bu tür kişiler ya kendi canına kıyar ya da başkalarının canına. Aslında bu sonu yaratan çocuk değil, öfkeli baba.

Öfke yellerinin estiği, kızgınlık sellerinin önüne geleni alıp önüne kattığı bir evde büyüyen çocuk, sorunluluk almaz. Sorumluluk almamak için köşe bucak kaçar. Sorumluluk almadığı için de iş yaşamında başarısızlığa tutsak olur. Çünkü sorumluluk alırsa sonunda nasıl olsa başarısız olacağını düşünür. Çocukluğunda iyi de yapsa kötü de babasının öfke selinde boğulup soluksuz kalmıştır. Her an babasının yerini tutacak patronu, amiri, müdürü, iş arkadaşı olabilir korkusunu yaşatır içinde. Bir de içinde sürekli var ettiği “Ya başaramazsan…” kaygısı onun elini ayağını, yüreğini, beynini bağlar. Bu, onu sorumluluk almaktan alıkoyar.

Öfkeli babanın esip gürlediği evde büyüyen çocuk, çalışma ortamındaki insanlar, akrabaları, arkadaşları ya da tanımadıklarıyla iletişim kuramaz. Çünkü iletişim kurmaktan korkar. Belleğine ve yüreğine yerleşen öfke duygusu, onu iletişim kurmaktan uzaklaştırır. İletişim demek, öfke demektir ona göre. Çünkü yaşamı boyunca hep sonu öfkeyle biten bir iletişim yaşamıştır. Bu nedenle iletişim, onun için öfkeyle eşdeğer.

Çevresindekilerle iletişim kuramayan kişi, dış dünyayla ilişki kuramaz. Böylece dış dünyadan uzaklaşır, kendini çevresindeki insanlardan soyutlar. Kendini, yalnızlığa tutsak eder. Onun için dünya yalnızca kendisidir. Bu, birçok soruna neden olur. Bu kişinin tinsel ve eğinsel sağlığı bozulur. Yaşam, ona tat vermez. Mutluluk, erinç, başarı bu kişiler için bilinen bir şey değil. Bilinmediği için bunlar için savaşmak gereksiz olur. Bu kişiler için yaşamın farklı renkleri yoktur. Tek renk vardır, o da kapkara bir dünya. Işıkların solduğu, umudun tükendiği, eziyetlerle dolu bir dünya. Bu durum, onu yaşamın renkliliğinden, inişli çıkışlı yollarından, dayanma gücünden, insanlardan ve diğer canlılardan var olduğu gerçeğinden uzak tutar.

Öfkeli baba davranışı, genellikle atadan dededen öğrenilir. Bu nedenle bu yanlışların düzeltilmesi, sayrılık durumuna varan öfkeli olma durumu sağaltılabilir.

Öfkeli babalar yüzünden birçok çocuğun yaşamı başlamadan biter. Dünyanın keyfini süremez, yaşamın nimetlerinden yararlanamaz, bir damla mutluluğu tadamaz birçok çocuk. Bir kişinin yarattığı sorunların temelini, onun çocukluğunda aramalı. Çocukluk döneminde yapılan ebeveyn yanlışları çocukların yaşamını zindan eder. Bu nedenle anne ve baba eğitimi vazgeçilmez koşul olmalı. Yaşı, işi, sosyal konumu ne olursa olsun her kişinin eğitime ivedilikle gereksinimi var. Eğitilmeyen kişi; toplumun geleceğini, yarattığı sorunlarla tehlikeye düşürmekte. Bu gerçeği anlamamak da bir eğitim sorunu değil de nedir?

                                                                  Adil Hacıömeroğlu

                                                                  3 Haziran 2025