6 ŞUBAT’TA YIKILAN KENTLERİN BELEDİYE BAŞKANLARI


6 Şubat büyük depremi on bir kentimizde etkili oldu. Bazı kentlerimiz yerle bir oldu. Can ve mal yitikleri anlaşılır gibi değil. Tamam, deprem çok büyük ve şiddetli… Buna karşın kent, kasaba ve köylerimizdeki yapılar da oldukça dayanaksız. Ne yazık ki kentleri yöneten, imar izinlerini veren, yapılaşmayı planlayan belediye başkanları; depremin yıkıcı etkisini öngöremediler. Öngörmeyi bir yana bırakalım, var olan imar yasalarını bile uygulama, uygulatma gücünü bile gösteremediler. İmara aykırı bir sürü yapının olmasına göz yumdular ya da kitabına uydurdular bu bilim dışılığı.

Deprem bölgesindeki il, ilçe, belde belediye başkanları depreme dayanıklı sağlam yapılaşmayı yaşama geçirmek yerine, çürük yapılaşmayı uzaktan izlediler. Yapıların yapım aşamasını denetleyemediler. Denetlemek bir yana imara aykırı yapılaşmayı, türlü nedenlerle desteklediler. Peki bu nedeneler ne?

Belediyeleri yöneten siyasal partilerin yandaşları, istedikleri gibi davrandılar. Onlar için denetlenme, projeye uyma, depreme hazırlık, yurttaşın can güvenliği söz konusu bile olmadı. Ayrıca ülkemizdeki belediyelerin, birkaçı dışında, hemen hepsinde yapsatçı dalanları bulunmakta. Bu yolla her türlü kolaylık gösterilmekte yapsatçılara. Belediyelerin çoğunda bir çürüme söz konusu. Bu çürümenin nedeni, bal tutanın parmağını yalaması.

Bugün ülkemizde hızla varsıllaşanlar kamuoyunun ilgisini çekmekte. Siyaset alanı öylesine kör dövüşüne döndü ki neredeyse partilerin çoğu “Benim hırsızım iyidir.” savunmasına yöneldiler. “Ne olursa olsun partilimi savunmalıyım.” görüşü, birçok kurumu aktöresel olarak çürütmekte. Oysa partiler, yalnızca yönettikleri kurumları değil; kendi partilerini de aktöresel olarak çürüttüklerini görerek “kendi hırsızlarını” açığa çıkarıp dışlamalı. Dışlamakla da kalmamalı, ona yargı yolunu açmalı. Bu iş, böyle olmadığı sürece sistem, kendini zor temizler. Bu yolsuzluk sisteminin kökten düzelip temizlenmesi için devrim gerek. Çünkü sistemin kendini temizleme yeteneği, becerisi, düşüncesi, niyeti yok!

On bir ilimizi etkileyen, birçoğunda yerleşim yerlerini yerle bir eden depremde belediye başkanlarını sorumsuz saymak son derece yanlış. Adana, Adıyaman, Diyarbakır, Elazığ, Gaziantep, Hatay, Kahramanmaraş, Kilis, Malatya, Osmaniye, Şanlıurfa illerimizde çöken yapılar, kimlerin izniyle yapıldı? Bunlara hangi belediye yöneticileri imza attı? Bu yapıları denetleyenler kimlerdi? Bütün bunlar araştırılıp soruşturulsun. Depremde yıkılan konutlarda ihmali bulunun her kimse ortaya çıkarılsın ve bu kişilerden hesap sorulsun. Türkiye’nin yargısı, depremde yaşamını yitiren kendi yurttaşının hesabını sormayıp da ne yapacak? Birkaç günah keçisi bularak, bütün suçu onların sırtına yükleyerek asıl sorumluların yaptıkları yanlış işlerden sıyrılmalarına olanak verilmemeli.

Haksızlık, ihmal, suistimal yaparak yurttaşın canını ve malını tehlikeye atanlar, yaptıklarının hesabını vermeli ki bundan sonra herkes üstlendiği görevleri doğru, kurallara, yasalara uygun yapsın. Böylece ülkemizde iş aktöresi gelişip yerleşsin.

Hatay yerle bir oldu. Peki, bu kentimizde üç dönemdir belediye başkanlığı yapan kişinin hiç mi suçu yok? Bu kişiyi siyaseten ak pak edip yeniden aday göstererek halkın önüne çıkarmak nasıl bir aymazlık?

Gaziantep’te özellikle Nurdağı ve İslâhiye ilçeleri neredeyse haritadan silindi. Bu Gazi kentimizin diğer yerlerinde de yıkımlar oldu. Bu kentin büyükşehir belediye başkanlığını on yıldır sürdüren Hanımefendi’nin yeniden aday yapılması Gazianteplere, yerle bir olan İslâhiye ve Nurdağılılara karşı ayıp değil mi?

AKP yöneticilerine birkaç sözüm var. Kahramanmaraş, Malatya, Adıyaman, Kilis belediye başkanlarını yeniden aday göstermediniz, neden? Yine deprem bölgesinde birçok ilçe belediye başkanı da aday gösterilmedi. Demek ki bu kişilerin depremde sorumlulukları var. Peki, AKP yönetimi depreme karşı önlem almayan bu belediye başkanları için yargı yolunu açar mı? Bana göre açmaz. Neden mi?

2019 yerel Seçimleri öncesi AKP yönetimi başta Ankara ve İstanbul olmak üzere bazı kentlerimizin belediye başkanlarını görevden el çektirdi. Bu konuda kamuoyu yeterince bilgilendirilmedi. Kadir Topbaş, Melih Gökçek ve diğerlerinin görevlerinden el çektirilme nedenlerini hiçbir zaman öğrenemedi kamuoyu. Herkes, kendince bir gerekçe buldu. Benim gerekçelerim de şunlar: Bu belediye başkanları ya büyük rüşvet olaylarının öznesi oldular ya da FETÖ ile ilişkileri vardı. Böyle büyük ve bağışlanamaz suçları yoksa niye görevlerini kuzu kuzu bıraksınlar? Demek ki açıkları büyük… Peki, bu seçeneklerden biri gerçekse niye yargı yoluna gidilmedi. Yani yargılamayı, başta Tayyip Erdoğan olmak üzere AKP yönetimi yaptı. Oysa suçluluğun belirleneceği yer, mahkemeler… AKP, kendini mahkeme yerine koyup kendi belediye başkanlarını görevlerinden alarak akladı kendince.

Açık çağrımdır: AKP, CHP ve diğerleri deprem bölgesinde kendi partilerinden seçilen belediye başkanları için suç duyurunda bulunsunlar. Onları yeniden aday yapmayı düşünmeleri bile depremde, insan ihmalinden kaynaklı cinayetlere ortak olmaktır. Bu nedenle partiler temiz toplum, depreme dayanıklı kentler istiyorlarsa öncelikle yapacakları iş, partilerini temizlemek. Bunun dışında yapacakları her şey halkı kandırıp gözünü boyamaktan öteye gidemez.

                                                                  Adil Hacıömeroğlu

                                                                  7 Ocak 2024

 

 

BÜYÜK FELAKETİN BİRİNCİ YILI


6 Şubat depreminin üstünden tam tamına bir yıl, 365 gün geçti. Sabaha karşı 04. 17’de Kahramanmaraş’ın Pazarcık İlçesi merkezli 7.7 şiddetindeki depremle uyandı sıcak yataklarında uyuyan yurttaşlarımız. Kimi kaçmayı başardı, yıkıntıların içinden yara bere içinde, kimi ise yıkıntıların altında umudunu yitirmeden saatlerce bekledi. Tam da ne olduğunu anlamaya çalışırken depremden kurtulanlar ve yıkıntılar altında umutla bekleyenler. Bu kez de 13.24’te Elbistan merkezli 7.6 büyüklüğündeki bir depremle sarsıldı on bir kentimiz. Peş peşe gelen iki büyük yer sarsıntısı, ülkemizi yüreğinin orta yerinden vurdu.

İnsanlarımızın bazıları kurtarılıp yaşama yeniden döndü. Ancak birçok insanımız, canımız düşleriyle yaşamdan kopup gitti.  Yıkıntılarda can verenlerle tüm Türkiye öldü. Onların acısı, her yurttaşımızın yüreğinde kapanmaz bir yara açtı. Bu yara, kolay kolay kapanmaz; yıllarca kanayıp duracak, gözyaşlarımızla buluşarak.

On bir ilimizi etkileyen depremde, 53 bin 537 kişi yaşamını yitirdi. Kendisinden haber alınamayan yitik kişiler de var. 53 bin 537 kişi… 53 bin 537 can, insan, hepsinin kendisine göre öyküleri, düşleri, amaçları, yapacak işleri olan anne, baba, nine, dede, eş, çocuk, kardeş, abla, ağabey, yenge, teyze, hala, dayı, amca, akraba, komşu, yerdeş, yurttaş, gezegenimizin gülleri, çiçekleri… Hepsi dallarından kopup gitti. Soldu yaprakları, eğinleri; kokuları, sesleri, adları kaldı toprağımızda, gökyüzümüzde. Hepsini saygıyla anıyorum yüreğim kan ağlayarak.

İçimiz yandı yanmasına da ders aldık mı yüzyılın felaketinden? Yüz yıldır canlarımız düşmekte toprağa depremlerle. Depremlerde bunca yıkım, binlerce can yitimi, yıkıntılar altında ölümün kucağına atılan onca insan, yıkılan kentler, yok olan anılar, yerle bir olan tarih, boşa giden zaman, çarçur edilen bunca alınteri, bin bir emek ve parayla oluşturulan yaşam alanları bir anda yok oluyor; ancak bunlardan ders almayan ülke yöneticilerimiz var. Depreme dayanıksız çürük kentleri oluşturmak için birbirleriyle yarışan yerel yöneticilerimiz bulunmakta.

İnsan, bunca felaketten ders almaz mı? Devleti yönetenler hem ekonomimizi hem de insanımızı kırıma uğratan afetlerden bir şeyler öğrenip niye bilimin buyruğuyla davranmaz? Yerel yöneticiler, bile bile yurttaşa seçim rüşveti olarak neden çürük yapılar yaptırmayı bir iş sanırlar?

Yapıları gereği gibi denetlemeyen sorumlular, şantiyelere uğramayan şantiye şefleri, sık sık imar değişiklikleri yapan ve kaçak katlara göz yuman belediyeciler, ikide bir imar affı çıkaran devlet yöneticileri niye hesap vermez? Bunca canımızı toprağa düşüren çürümüş sistem ve onun kokuşmuş yöneticileri neden sorgulanmaz?

İnsanlarımız yıkıntılar altında kaldığında ağlaşan, kara gözlüklerle üzüntülü maskeler takan, Tanrı’ya yakaran, yapıların bulunduğu arsaların niteliğini suçlayan, depremin büyüklüğünde kusur arayan yöneticilerin, sorumlu sorumsuzların suçlarını örtbas etmek için böyle davrandıklarının farkındayız.

Depremlerden sonra ihmali bulunan, görevini savsaklayan, bilimin sesine kulağını tıkayan her düzeydeki yöneticinin yargılanıp hesap vermesi gerekmez mi?

Elli bini aşkın yurttaşımızın can verdiği bir depremde yargılanan bir devlet yöneticisinin, ölüme yol açan kentlerin oluşmasına neden olan belediye başkanlarının, önüne gelen her şeyi siyasal ya da parasal kaygılarla imzalayan belediye meclis üyelerinin, gereği gibi denetim yapmayan sorumluların, yapı alanlarına uğramayan şantiye şeflerinin, projelere uymayan yapsatçıların kaçı yargılanıyor acaba?

Görevini gereği gibi yapmayan sorumlulardan hesap sorulmadığı sürece, ulus olarak doğal afetlere çok kurban veririz gelecekte bu kafayla. Ne yazık ki olaylardan, başımıza gelenlerden, felaketlerden ders alınmadığı sürece aynı şeyleri yine yaşarız. Atalarımız: “Deli bile düştüğü çukura iki kez düşmez.” demiş. Ne güzel söz… Yöneticilerimiz, sorumluluk orunlarında oturanlar deli mi ki düşülen çukura çokça düşmekteler?

                                                                  Adil Hacıömeroğlu

                                                                  6 Şubat 2024

NURİ DEMİRAĞ ORTAOKULU


Nuri Demirağ, Türkiye’de 1250 kilometre demiryolu yapma rekorunu elinde bulunduran memleket ülküsüyle yanıp tutuşan bir girişimci. Bu işlerden kazandığı parayı, ülkemizde uçak üretimi için kullanan bir özverili yurtsever. Yapı yüklenicisi ve sanayici…

Nuri Bey, varsıllaşınca doğup büyüdüğü toprakları unutmadı. Divriği’deki yerdeşlerine sırtını dönmedi. Cumhuriyet güneşinin ışığının Divriği’yi aydınlatması için elinden geleni yaptı. Ülkemizin birçok ilçesinde ortaokul yokken o, Divriği’ye ortaokul yaptırdı. Bu okula da kendi adını veriyor doğal olarak. Okul, 1937’de kapılarını Divriğili çocuklara açıyor. Burada aynı zamanda ülkemize genç havacıların yetiştirilmesi için açılan Gök Okulun da eğitim yaptığı bir yerdi.

Yıllarca Bakırköy’de yaşadım. Orada güzel dostlar edindim. Bu dostlarımın hepsi yaşamımın ışığı oldu az ya da çok. İnsan; kimden, ne zaman, ne öğreneceğini bilemez. Kimi zaman öyle bir bilgi öğrenirsiniz ki o, yaşamınıza renk katıp yön verir.

Bakırköy’de tanıdığım dostlarımdan biriydi Emekli Kurmay Albay Nedim Arat. Onu, Atatürkçü Düşünce Derneği Bakırköy Şubesinin kuruluşundan hemen sonra tanıdım. Derneğimizin başkanlığını da yaptı. İlk tanıştığımız günden başlayarak ısındık birbirimize. Aramızda epeyce yaş farkı vardı. En önemli özelliği, hangi yaşta olursa olsun herkese saygı göstermesiydi. Haftada birkaç kez görüşürdük. Kısa gezilerimiz, uzun söyleşilerimiz oldu onunla. Çok alçakgönüllü, beyefendi, ince, birikimli, sevgi dolu ve güler yüzlüydü. Dernekte her işe koştururdu. O, kimi zaman anılarını anlatırdı bana. En çok sevdiğim de onun anılarını dinlemekti. Çünkü onun anılarında ülkemizin tarihi vardı.

Nedim Bey, 1924 doğumluydu. O da Nuri Demirağ gibi Divriğiliydi. Demirağ’ın 1937’de eğitim ve öğretime başlayan ortaokulunun ilk öğrencilerindendi. Okula başladığı anı, gözleri parlayarak anlatırdı. Anlatırken renkli gözleri gri yeşil bir bulut kümesine dönerdi. Kimi zaman dudakları titrerdi. İlçelerinde ortaokul yaptıran Nuri Demirağ’dan saygı ve minnetle söz ederdi. Demirağ, onun için Cumhuriyet’e açılan bir kapı, bir önder, bir ışık, yol gösteren bir kutup yıldızıydı.

İlk yıl, Nuri Demirağ Ortaokulu’na altısı kız olmak üzere 44 öğrenci kaydolur. Zaman içinde bazı öğrenciler, okuldan ayrılır. Bazıları büyük kentlerdeki okullara giderler parasız yatılı olarak. Son sınıfa gelindiğinde 21 öğrenci diploma alır. Bu bilgileri özveriyle bana veren Divriği Naci Demirağ Anadolu Lisesi Müdürü Sayın Ahmet Aygün’e teşekkürü borç bilirim. Erinmeden arşivlere girdi Müdür Bey. Ahmet Öğretmen hem Divriği hem de eğitim aşığı biri. Memleket ülküsü eksilmesin, soluğu kesilmesin.

Nedim Arat’ın belleğimden hiç silinmeyen bir anısını paylaşmak isterim okurlarımla. Ortaokulun birinci sınıfı bitmişti. Yıl sonunda öğrencilerin hepsine bir örnek takım elbise diktirir Nuri Demirağ. Öğrencilerin yaşamlarında giydikleri ilk takın elbisedir bu. Yoksulluğun diz boyu olduğu ülkemizde bırakın yeni giysiyi, kırk yamadan oluşan bir ceketle pantolonu bulmak bile ayrıcalık sayılmaktaydı o devirde. Tepeden tırnağa giydirir tüm öğrencileri. Hepsini trene bindirir. Ankara, İstanbul, Bursa ve Edirne’ye götürür Divriğili çocukları. Onlara Osmanlının üç başkentiyle Türkiye’nin kalbini gezdirir. Oraların tarihlerini ve doğasını tanırlar. Tüm masraflar, Demirağ tarafından karşılanır. Bu kentleri ilk kez gören öğrenciler çok mutludur. Nedim Bey: “Bizim bilgimiz, görgümüz artsın diye bu geziyi düzenledi Nuri Bey.” derdi mutlulukla. Gezinin sonunda İstanbul’a geldiklerinde Nuri Bey’in konutunun bahçesinde bir akşam yemeği yerler. İşte, Nedim Bey’in yaşamı boyunca unutamadığı bir yemektir bu. Masanın baş köşesinde Nuri Demirağ vardır. Divriğili çocuklar, ilk kez ak masa örtülerinin üstünde çatal, bıçakla yemek yerler hem de Boğaz’ı seyreyleyerek. Onlarla söyleşir yemek boyunca Demirağ. Onlara değer verir. Bu davranışı, çocukların özgüvenlerini artırır.

Gezi, bir düş gibi geçip gider. Trene binip geri döner çocuklar Nuri Demirağ’ın onlara verdiği armağanlarla ilçelerine. Hepsi çok mutludur. Yıllarca bu gezi konuşulur, dilden dile yayılır gezi anıları. Çocuklarına, torunlarına anlatır bazıları, kimileri de dostlarına.

Nedim Arat Bey, çoktan uçmağa vardı. Trenle yaptıkları başkentler gezisi, o günkü gibi usumda onun sesiyle. Güler yüzü gözümün önünde… Keşke yurdumuzda daha çok Nuri Demirağ gibi varsıllar olsaydı da yurdumuz, Atatürk güneşiyle daha çok aydınlansaydı. Daha çok Nedim Aratların anıları kulaklarımızda, belleklerimizde kalsaydı. Ne güzel olurdu değil mi?

                                                         Adil Hacıömeroğlu

                                                         3 Şubat 2024

 

 

NURİ DEMİRAĞ’IN ÜLKESİNE ADANMIŞLIĞI


Nuri Demirağ, varlığını da yokluğunu da ülkesine adamış koca yürekli, özverili, ülkesine adanmış bir yurtsever… Türlü işlerde kazandığı paraları varsıllaşmak için değil; ülkesini kalkındırmak, doğup büyüdüğü toprakları yaşanır duruma getirmek için harcayan biri. Para; onun için amaç değil, araç. Memleket hayrına iyi işler yapmanın aracı…

Nuri Bey, çocukluğundan beri kendini yetiştirmek için çok uğraştı. Meraklı biriydi. Okuyup araştırma yapmak, öğrenmek onun için sonsuz bir seviydi. Tükenmek bilmeyen bir öğrenme isteği vardı. Onun için boş zaman yoktu. Yaşamının her dakikasını çalışmaya, öğrenmeye adamış bir adamdı.

Demirağ, önce devlet memurluğunda çalışır. Görevi sırasında devletin bir kuruşunu ziyan etmemek için büyük çabalar gösterir. Onun işini iyi yapması, üst yöneticilerin ilgisini çeker. Ödül olarak Beyoğlu Varidat Kalemi Muamelat Memurluğuna terfi eder. Burada büyük sorunlar karşısına çıkar. Sorunlar karşısında devletin, kamu çıkarlarının yanında yer alır.

“Konu Taksim Kışlası’dır. O dönemde bölgenin en muazzam binası olan kışlanın gayet düşük bir fiyat biçilerek, hatta arsa fiyatı bir miktar karşılığı bir Fransız firmasına satılması olayı gündemdedir. Demirağ, bu satışa karşı çıkar ve engellemek için elinden geleni yapar. Herkesin dikkat ve hayretle izlediği mücadelesinde başarısız da olmaz. Satışı önleyemez. Ama kışla, 425 bin lira gibi bir değer bulur. Nuri Demirağ, böylece görevden alınır ve yerine imzaya yetkili bir başkası atanır. Ancak onu bölgeden de uzaklaştırmazlar. (Nuri Demirağ, Hayallerini Uçuran Adam, İstanbul Ticaret Odası Yayınları, 2. Baskı, 2019, s. 53)” Görüldüğü gibi Nuri Bey, ülkemizin gözbebeği bir mülkün yok pahasına yabancılara satışına karşı çıkıyor. Yabancıların değil, Türkiye’nin kazanmasını istiyor. Devletçiliği, yurtseverliği memuriyetine damga vurmakta.

“Bu arada Darülfünun adına verilen konferansları sürekli izler. Yeni kurulan Maliye Mektebi’nde kendini sürekli yenilemeye çalışır. Vakit buldukça uğradığı mekân ise eğlence merkezleri değil, Umumi Kütüphane’dir. Sonradan hafızasını daima saf ve kuvvetli olmasının kaynağının okuduğu kitaplar olduğunu söyleyecektir. (Aynı yapıt, s. 53)” Demirağ, memuriyeti sırasında bir yandan da Maliye Mektebi’nde eğitimini sürdürür. Arta kalan zamanlarında kütüphanede araştırma, öğrenme peşindedir.

1918’de müfettişi olarak Kurtuluş’taki (Tatavla) Maliye Müdürlüğünü denetlerken işgalcilerin hakaretine uğrar. Bunun üzerine memurluktan ayrılır. Artık kendi kanatlarıyla uçma zamanı gelmiştir. Elindeki tüm birikimi 56 altındır. “Türk Zaferi” adlı sigara kâğıdı üretmeye başlar. İki ay yıldız, ürettiği sigara kâğıdının simgesi olur. Bu zamana dek sigara kâğıdı üretimi yabancıların ve gayrı Müslümlerin elindeydi. Böylece bu alandaki tekelleşmeyi kırar. Anadolu’ya uzanır satışları. Üç yıl içinde seksen dört bin liralık bir birikimi olur.

Nuri Demirağ’ın ilk iş girişiminde markasına “Türk Zaferi” adını vermesi, sanki yaklaşmakta olan Türk Kurtuluş Savaşı’nın büyük utkusunu önceden görmesidir. Bir yandan sigara, sigara kâğıdı üretimini hızla sürdürürken diğer yandan da Maçka Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti’nin de başkanlığını yürüttü. 

7 Mayıs 1925’te Vakıfnamesini yayımlayarak parasını hayırlı işlerde kullanacağını açıklar. Kurtuluş Savaşı bitmiş, Cumhuriyet yönetimi kurulmuştur. Ulusal sanayi desteklenmektedir. Büyük bir kalkınma atılımı başlamıştır Cumhuriyet’le.

Nuri Demirağ, işyerinin duvarlarına çalışma ilkelerini ve amaçlarını içeren yazıların yer aldığı levhalar asar. “Her şahsi servet, Milletin fert elindeki bir emanetidir. Her emanet gibi bunu da suistimal bir cürümdür. (Kötü kullanmak bir cinayettir.) diyecektir birinde. Bir diğerinde milletine olan inancını vurgularken, çalışanlarını da motive eder: İnsan gücünün yarattığı her şeyi Türk de yaratabilir. Bir başka levhada yazılan ise onun vizyonunu da sergiler. Zafer; artık süngünün ucunda değil, tayyarenin kanadındadır. (Aynı yapıt, s. 58)” Artık o, uçak üretmeyi kafasına koymuştur. Bundan sonra kolları sıvar ve yitirecek zamanı da yoktur.

Farklı ülkelere geziler yapar. Bu gezilerdeki amacı yiyip içmek, hoşça zaman geçirmek değil doğal olarak. O, bu gezilerde yanında eş dostu değil, uzmanları götürür.

Nuri Demirağ: “Benim bütün servetim, ben, çocuklarım hep devletin malıyız. (Aynı yapıt, s. 94)” diyerek devletçiliğini, toplumsal ülküsünü, yaşama amacını açıkça ortaya koymakta. Günümüzde kaç varsıl kişi; bu sözü söyleyebilecek özveri, cesaret ve ulusuna adanmışlık duygusuna sahiptir acaba? Bugün de bizim Demirağ gibi ulus ülküsünü, ülke kalkınmasını amaç edinen varsıllara gereksinmemiz var. Ulusun parasını, ulusa harcayan işadamlarını mercekle aramaktayız günümüzde. Kendini ulusuna adamış Nuri Demirağ, özverili bir yaşamı yeğlediğinden büyük adamdır. Çocuklarımıza, gençlerimize örnek olmalı.

                                                                  Adil Hacıömeroğlu

                                                                  1 Şubat 2024

 

 


SEÇİMDE KİMLERLE İTTİFAK YAPILIR?


Yerel seçimler yaklaşıyor. Yaklaştıkça partilerin ittifakları gündeme geliyor. Hangi parti, kimlerle ittifak yaparak seçime gidecek? Kamuoyunun merak konusu bu. Televizyonlarda uzun uzun bu konuşulmakta.

Ekranların kadrolu yorumcuları, kendilerince derin çözümlemeler yapmaktalar ittifaklar konusunda. Görüp işiten de uzayda yaşam olan yeni bir gezegen bulmuş sanacak bu yorumcuların. Sözler uzatılıp dolandırılıyor. Bir sürü söz kalabalığı… Söylenenlerin hepsini toplasanız incir çekirdeğini doldurmaz.

İttifak konusunda iktidar partisi AKP, CHP’ye göre daha rahat. Çünkü MHP ile yolculukları sürüyor. Büyük Birlik Partisi de sorun çıkarmamakta AKP ile ittifakta. Yeniden Refah Partisi yerel seçimlerde yükselişini sürdüreceğe benzemekte. Bu nedenle de iktidar partisiyle ittifak kurmakta kendini ağırdan satmakta. AKP politikalarına tepkili tutucu seçmenin yeni adresi olacak gibi YRP. Parti yöneticileri, bunun farkında. Bu nedenle partilerini büyütmenin peşinde parti yöneticileri.

Sözünü etmişken bir ayraç açmalıyım MHP’ye. Mayıs 2023 Genel Seçimlerinde milliyetçi oyların yükselişi ilgi çekiciydi. MHP, büyükşehir olmayan Anadolu kentlerinin çoğunda yerel seçimlere tek başına girmekte. Buraların çoğunda da AKP ile yarışacak. Bu illerde, AKP’ye karşı muhalefet seçeneği oluşturacak MHP. Anadolu’nun birçok kentinde AKP yönetiminde olan il ve ilçelerin MHP’ye geçme olasılığı çok yüksek.

Muhalefete gelince… Muhalefetin en güçlü partisi CHP… Ancak cumhuriyetin kurucu partisinde sular durulmuyor bir türlü. İdeolojisini yitiren, kurucu ilkelerinden tamamen uzaklaşan ve bu durumuyla farklı yollara savrulan bir parti görünümü vermekte. Yerel seçimlerde PKK’nın siyasal uzantısı DEM’e mahkûmmuş gibi davranması AKP’nin yanlış, emekçiyi ezen, halkı yoksullaştıran ekonomik uygulamalarından bunalan kitleleri kendinden uzaklaştırmakta. DEM’siz bir başarının CHP için olanaksız olduğu düşüncesi, kamuoyunda yaygınlaştırılmaya çalışılmakta. PKK sever bazı televizyon yorumcuları, DEM’in tecridini önlemek için bu konuda CHP’yi zorlamaktalar bölücülükle ittifaka. Onlar için CHP’nin başarısı önemli değil, önemli olan DEM’in siyasal yaşamda meşruiyet kazanması.

İktidar yandaşı televizyon yorumcuları ise CHP’nin DEM ittifakıyla oy yitireceğinin farkındalar. Bu nedenle bu ittifakın olması için ellerinden gelen çabayı göstermekteler. Özellikle 2019 yerel seçimlerinde yitirdikleri büyükşehirleri yeniden kazanmanın yolunun bu ittifakın olmasından geçtiğini çok iyi bilmekteler. Ne yazık ki CHP yöneticileri de buna inandırılmış durumda. Zaten bölücü siyasete teslimiyet, Kemal Kılıçdaroğlu’nun genel başkanlığı döneminde adım adım oldu. Bölücü örgütün savunduğu birçok konuyu, CHP yöneticileri dillendirdi. Bölücü örgütünün siyasal çizgisine teslimiyet, partinin hızla Atatürk çizgisinden uzaklaşmasına neden oldu.

DEM yöneticileri, halktan ve Kemalizmden uzaklaşan CHP’nin kendilerine muhtaç olduğunun farkındalar. Bu nedenle alabildikleri kadar ödün koparmanın peşindeler. CHP-DEM ittifakı olduğunda, yerel seçimlerin en kazançlı partilerinden biri olacak bölücüler.

Ülkemizde yaklaşık on altı milyon emekli var. Neredeyse hepsi açlık sınırının altında yaşamakta. Emekliyi açlığa tutsak eden de AKP… Bu nedenle emekli, iktidara karşı soğuk ve tepkili… Ancak muhalefetin şaşkınlığı, ulusalcılıktan uzaklaşması, dar gelirlilerle ilgili kamucu-halkçı politikalar oluşturamaması, bölücü örgütün siyasal uzantısıyla flörtü dar gelirli kitleleri CHP’ye yaklaştırmıyor. CHP yöneticileri halkçı-devletçi çözümler oluşturmak yerine, kendine zarar vermekte olan ittifak kurma kolaycılığında. Oysa ittifak kurulacak kitleler dar gelirliler, emekçiler, emekliler, kısacası geçim sıkıntısı çeken halk…

İyi Parti’ye de değinmek gerek. Mayıs 2023 genel seçimlerinden sonra sürekli kan kaybetmekte. Partide ideolojik berraklık, tutarlılık yok! İç kavgalar sürmekte. Yerel seçimlere ittifaksız girip rüştünü kanıtlamaya çalışacak. İşleri çok zor… İç ve dış sorunlara çözüm oluşturmak yerine parti içi kavgalarla uğraşmaktalar. Partide dikişler atmaya başladı. Çözülüp dağılma, 31 Mart seçimlerinden sonra hızlanır.

Partilerin seçimlerde halktan başka ittifak kuracakları bir güç yok! Halkın tüm kesimleriyle birleşen partiler, seçimlerde başarı gösterecek. 2023 Genel seçimleri gösterdi ki halkımızın ulusal varlığımızla ilgili kaygısı, tüm sorunların önünde. Bu da milliyetçi oyların yükselmesinden belli. Siyaset, ülke gerçeklerine dayanmak zorunda. Dayatma ve niyetlerle yaşamın gerçekleri çelişir çoğu zaman. Siyasetçi yaşamın dayattığı gerçeklere göre davranmalı.

                                                                  Adil Hacıömeroğlu

                                                                  31 Ocak 2024

 

ADANA PORTAKALI, LONDRA’DA İSTANBUL’DAN UCUZ


Dün neredeyse tüm televizyonlarda bir haber vardı: “Adana portakalı Londra’da kırk, İstanbul’da kırk beş liradan satılıyor.” diye. Buna yurttaşlarımızın çoğu şaşırmıştır. Ben ve benim gibi düşünenler şaşırmadı bu habere. Çünkü yıllardır serbest piyasa sisteminin azgınlaştığını, kontrolden çıktığını yazıp söyledik dilimiz döndüğünce.

Haller yasasıyla hem üreticinin hem de tüketicinin kazıklanıp soyulduğunu gözlemledik yıllardır. Bu yasanın ivedilikle değiştirilmesi gerektiğini anlattık; sesimiz çıktığınca, kalemimiz yazdığınca.

Üreten kazanmıyor, emeğinin karşılığını alamıyor. Tüketici, her şeyi değerinin çok üzerinde tüketmekte ne yazık ki.

Peki, kazanan kim? Kazanan, üretilen malları tüketiciye ulaştıran aracılar, yani komisyoncular. Bir de serbest piyasa sisteminin tekelleştirdiği büyük marketler… Tekelleşen market zincirlerine hükümetin bile gücü yetmiyor. Göstermelik para cezaları vermekten öte bir şey yapamıyor AKP hükümeti. Yani hükümet, market zincirlerine hükmedemiyor. Halkın kendine verdiği yetkiyi kullanamıyor.

Peki, neden? Serbest piyasayı savunan bir hükümet anlayışının yurttaşların sırtından birilerinin vurgun vurmasına, soygun düzenine halkın lehine müdahale etmesi olanaksız. Çünkü AKP, serbest piyasacı… 24 Ocak 1980’den sonra başlayan kamuculuğu yok etme, halkı ezme, varsılı daha varsıl etme siyasetinin bir parçası AKP. 24 Ocak kararları emperyalizmin bir dayatmasıydı. Ne yazık ki bu dayatma, ulus devletimizin ortadan kaldırılması için “demokrasi, özgürlük, sivil toplumculuk” adı altında toplumumuza benimsetildi. Serbest piyasacılıkla ülkemizin ne demokrasisi ne de özgürlüğü gelişti. Giderek demokrasimiz, parti yönetimlerine çöreklenen mutlu azınlıkların oligarşik düzenine dönüştü. AKP de 24 Ocak kararlarıyla oluşan serbest piyasacılığın sürdürücü.

Hükümet, hükmedemiyor da muhalefet ne yapıyor? Onların da çözümü yok! TBMM’de temsil edilen muhalefet partilerinin hepsi serbest piyasacı, sivil toplumcu. Hiçbirinin ağzından “devletçilik, halkçılık” sözcüklerini işitemezsiniz. Çünkü bu sözcükler, onlar için modası geçmiş kavramlar.

Adana portakalı, İstanbul’a gelinceye dek birçok aracının elinden geçmekte. Her aracı kendine göre pay almakta bu ticaretten. Üretici, bin bir emek verdiği, alınteri döktüğü ürününü yok pahasına satmakta; tüketici de bu temel gereksinim maddelerini ateş pahasına satın almakta. Aracıyı koruyan, üretici ve tüketiciyi ezen bu sistemin hiçbir yerinde ne adalet ne de hakkaniyet var. Halkını soyduran bir hükümet sisteminin ülkemize yararı olduğundan söz edilebilir mi?

Adana Portakalı, Londra’ya çoğu zaman uçakla ulaşmakta. İstanbul’a gelen portakal ise genellikle karayoluyla varmakta. Bundan da anlaşılıyor ki Londra’ya giden portakalın ulaşım gideri daha çok. Buna karşın Londra da Adana portakalı niye daha ucuz? Çünkü aracısı daha az…

Cumhuriyet kurulduktan sonra Atatürk’ün öncülük ettiği en önemli işlerin başında tarım devrimi gelir. Tarımda makineleşme, tohum ıslahı, gübreleme, yeni ürün türlerinin ekilip dikilmesi hızla gerçekleşti. Birçok ülkeden portakal getirtildi Atatürk’ün isteğiyle. Bunların ağırlığına, lezzetine, diğer niteliklerine bakıldı. İncelemeler sonunda beğenilen portakal türlerinin yetiştirilmesine karar verildi. Bu türler, aşılama yoluyla yaygınlaştırıldı. Böylece başta Adana portakalı, Atatürk öncülüğündeki bir çalışmayla bugünkü verimliliğine ve lezzetine kavuştu. Niye mi? Halkımız daha çok ve daha lezzetli portakal yesin, kış mevsiminde C vitamini alıp sayrılıklara karşı dirençli olsun diye. Ne yazık ki kendi insanımız kış meyvesi portakalı, İngilizler kadar yiyemiyor. Bunun da sorumlusu serbest piyasacı iktidarlar, ülkemizi yönetenler.

Belediyelerimizin bazıları iktidar partisi AKP’nin, bir bölümü de muhalefet partilerinin elinde. Neden bu belediyelerden birinin usuna gelmiyor üreticiden meyve ve sebzeyi alıp halka ucuz ulaştırmak? Niye belediyeler, daha önce var olan üreticiden tüketiciye ulaşan ürünlerin satıldığı halk pazarlarını bir bir kapattılar. Halkın çıkarını koruyan bu pazarlar, belediyelerce niye yok edilerek aracıların, tekelleşen marketlerin eline düşürüldü yurttaşlarımız? Bu konuda iktidarın tavrını anladık da muhalefet niye kılını kıpırdatmıyor?

İktidar, bir avuç çıkarcı için çalışırsa muhalefet kendi tarihinden habersiz iktidarın dümen suyuna giderse yurttaşın hakkını kim koruyacak? Emeğinin, alınterinin karşılığını alamayan üreticinin; soyulan tüketicinin sözcüsü kim olacak?

İktidar da muhalefet de aracıların, tekelleşen marketlerin yanında olursa halkımız, Adana portakalını İstanbullulardan daha ucuza yiyen Londralılara bakıp ağzının suyunu akıtır.

Çözüm, halkçı devletçi üretim ekonomisinde. Emperyalizmin dayatmasıyla uygulanan serbest piyasa sisteminden bir an önce kurtulmak gerek. Ülkemizin düşmanlarının istediği bir ekonomik sistemi uygulamak devletimize, halkımıza ihanet değil de nedir?

                                                                            Adil Hacıömeroğlu

                                                                            30 Ocak 2024

TURPUN BÜYÜĞÜ HEYBEDE


Türkiye, İsveç’in NATO’ya girmesini onaylayarak ABD’ye büyük bir ödün verdi. Peki, böylesi bir ödün niye verilir?

AKP Hükümeti, denge politikası izlediğini söylemekte öteden beri. Aslında bu politika denge değil, dengesizlik. Diğer bir deyişle ABD’den kopamama politikası. Soğuk Savaş döneminde, başta Tayyip Erdoğan olmak üzere AKP yöneticilerinin genlerine işlemiş Atlantik kodları var.

AKP yöneticilerinin çoğu, yaşamları boyunca cumhuriyet kurucularına soğuk bakmaktalar. Ne yazık ki önce İngiliz, sonra ABD yalanlarını tarih diye öğrendiler ve devletimizin kurucularını bilerek ya da bilmeyerek olumsuz anlamda suçladılar. Kurtuluş ve kuruluş tarihimizi öğrenme gereksinmesi duysalardı bağımsızlığın, özgürlüğün bir ulus için ne denli değerli, vazgeçilmez olduğunu anlarlardı. Zaman zaman bazıları bu konuda olumlu adımlar atmaktalar. Bu da bizi mutlu etmekte. Koşullar onları, ulusal bir çizgi izlemeye zorlasa da yapamıyorlar bir türlü. Çünkü ulusal bir siyaset izlemek; kendi gücüne dayalı bir üretimi, borçlanmamayı, namerde muhtaç olmamayı, emperyalizme boyun eğmemeyi, mazlum ulusların yanında olmayı gerektirir. AKP yöneticilerinin böyle bir duruşu benimsemeleri onlar için oldukça zor.

Erdoğan yönetimindeki AKP öncül olarak ülkemizin en katıksız Amerikancı siyasetçileri olan Adnan Menderes ve Turgut Özal’ı görmekteler. Bu iki kılavuz siyasetçi, Erdoğan’ı hep ABD rotasına çekip götürmekte. Öncelikle bu kılavuzları değişmeli Erdoğan ve AKP’nin.

TBMM’de alınan İsveç kararı gösteriyor ki AKP hükümeti ile ABD arasında açık olmasa da bir anlaşma söz konusu. AKP’nin yumuşak karnı, ekonomi… Yıllardır sürdürülen üretimden uzak borçlanma ekonomisi iflasta. Hükümetin yıllardır hovardaca yaptığı savurganlık ülkemiz kaynaklarını kurutma noktasına getirdi. Üstelik özelleştirme yoluyla bacası tüten birçok fabrikanın bacası tütmez oldu. Yerlerine ya AVM’ler ya da varsıllar için pahalı konutlar yapıldı. Kentleri, kıyıları, kırsal alanları bile betonlaştıran bir anlayışın egemenliği, ülkemizi borç batağına sürükledi. Ödenemez durumdaki borçlar, ülkemizin tam bağımsız yaşamasının önünde en büyük engel.

Ülkemizin özkaynakları verimli, tutumlu, yararlı kullanılmıyor. Gösteriş, açgözlülük, iş bilmezlik, bilgisizlik, devlet olanaklarını yandaş için kullanma alışkanlığı ve anlayışı hükümetin temel politikası. Yandaşlar, kamu mallarını yağmalayarak varsıllaşırken halk yoksullaşmakta. Gelir adaletsizliği, ülkemizin dengelerini bozmakta. Plansız ekonomi, ülkemiz kaynaklarını heba etmekte. Bu da birçok alanda dışalımı kışkırtmakta. Dışalım, dışardan alınan borçlarla karşılanmakta. Halkımız: “Gavurun ekmeğini yiyen, gavurun kılıcını sallar.” demiş. Ne güzel, uyarıcı bir söz…  El kapılarında borç dilenen bir hükümetin borç verenlerin dediklerini yapması olağan. İşte, bunun için AKP hükümeti, İsveç’in NATO’ya girmesini onayladı. Ne yazık ki CHP ve MHP de tarihlerini, ülkülerini, kuruluş amaçlarını hiçe sayarak NATO’nun kuyrukçusu oldu.

Peki, R. Tayyip Erdoğan’ı ve AKP’yi İsveç aleyhinde ettikleri bunca sözden sonra NATO’ya teslim olmaya zorunlu kılan ne? Öncelikle borç para, dedik. İkincisi ise bitmeyen F 16 alma isteği.

El kapısında borç dilenenler, emperyalizmden umar, insaf, vicdan bekleyenler bunun bedelini ağır olarak ülkemize ödetecekler. İsveç’in NATO’ya kabul edilmesiyle ABD, Montrö Anlaşmasını gündeme getirdi. Bu hem ülkemizin hem de komşularımızın güvenliğini tehlikeye düşürmekte. Barış gölü olan Karadeniz’i, savaş alanına çevirmektir ABD’nin amacı.

AKP, ABD’ye teslimiyetiyle Rusya, İran, Çin ve tüm Avrasya’nın dostluğunu tehlikeye düşürmekte. Gazze’nin yok edilmesine sırtını dönmektir NATO’culuk. İsveç’te daha çok Kuran yakılmasına destektir bu. Ülkemizi bölmek için uğraşan terör örgütlerinin militanlarının Stockholm ve Helsinki’de daha güvenli dolaşmasına yol vermiştir NATO’nun genişletilmesi kararı. TBMM’de İsveç için kalkan eller, Türkiye’ye ve ülkemizin güvenliğine karşı kalktı. Bu tarihimizin büyük kara lekesi ve utancı…

Unutmadan söyleyeyim, ABD’ye teslimiyetin zehirli meyveleri önümüzdeki günlerde halkımıza bir bir yedirilecek. Bunların başında anayasa değişikliği olacak. Yakında anayasa değişikliği için kollar sıvanır. “Demokratikleşme, toplumsal barış” adı altında PKK ve FETÖ’nün önünü açacak bir anayasa, gündemimizi meşgul edeceğe benzer. ABD, hep aynı… Siyasetinde, emperyalist anlayışında, Türkiye’ye bakışında zerre kadar değişiklik yok! Onun dostları PKK ve FETÖ… Türk ulus devleti ise ABD’nin yok etmeye çalıştığı bir askeri, siyasi hedef, yani düşman… Bu gerçeği unutan, anlamayan siyasetçilerin ülkemiz yararına yapacağı bir şey yok!     

Evet, bekleyip görelim ABD heybesinden neler çıkacak?

                                                                  Adil Hacıömeroğlu

                                                                  26 Ocak 2024

DÜŞMAN, SENİ NİYE ÖVER?


İsveç’in NATO’ya girmesi, 23 Ocak 2024 günü TBMM’de onaylandı. Düşmanın güçlenmesine olanak veren bu kararın Türk halkının hoşuna gitmediği kesin. TBMM’deki oylamada ABD/NATO lehine oy veren ya da oylamaya katılmayarak içinden geldiği gibi oy verme yürekliliği gösteremeyen milletvekilleri de mutsuz bu karardan. Bu karar ülkemizin dostlarını da memnun etmedi.

Türk ulusu, düşmana güç kazandıran bu karardan memnun değilse birileri çok mutludur. Kim mi? Ülkemize, 1945’ten bu yana düşmanlık yapan ABD yöneticileri.

Amerika’nın Ankara Büyükelçisi Jeffry L. Flake, İsveç’in NATO’ya kabul edilmesi kararı karşısında memnuniyetini şu açıklamayla duyurdu: “Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin bugün aldığı İsveç’in NATO’ya katılımını onaylama kararını büyük bir takdirle karşılıyorum. İsveç’in NATO’ya katılımı, bugün her zamankinden daha önemli olan İttifak’ın güçlendirilmesi yönünde atılmış kritik bir öneme sahip bir karardır. Türkiye’nin NATO İttifakı’na olan bağlılığı sarsılmaz ortaklığımızı açıkça ortaya koymaktadır. Türk halkına ve Türkiye Cumhuriyeti hükümetine teşekkür ediyorum.”

ABD Büyükelçisinin yukarıdaki açıklamasına sevinelim mi, üzülelim mi? Düşmanın övgüsüne sevinilmez. Ben de sevinmiyorum halkımızın ezici çoğunluğu gibi. Üstelik bu karar, halkımız gibi beni de üzmekte.

TBMM’de NATO’nun genişlemesine oy veren milletvekillerine bir sorum var: ABD/NATO, PKK/PYD’yi desteklemeyeceğine, Türkiye’nin bölünmesine yönelik terör eylemlerinin arkasında durmayacağına dair bir söz verdi mi? Gerçi böyle bir söz verse de tutmaz onu. Çünkü ABD tarihi; tutulmayan sözler, yalanlar, iftiralarla dolu. Amerikalı yöneticilerin en güzel yaptıkları iş, sözlerinden kolayca dönmeleridir. Bunun içindir ki bu emperyalist gücün sözüne güvenilmez.

Ey TBMM’de İsveç’in NATO’ya katılımına oy veren milletvekilleri! Düşman size teşekkür ediyor, verdiğiniz oylardan çok memnun olduğunu belirtiyor; siz verdiğiniz oylardan memnun musunuz acaba? Düşmanın övgüsü, sizi bir an olsun düşündürüyor mu verdiğiniz oyla ilgili.    

NATO’nun genişlemesini onaylayan milletvekilleri ve siyasal parti yöneticileri sorum sizedir. Yarın öbür gün Ukrayna da NATO’ya alınırsa bu karara “Evet!” diyecek misiniz?

Bir yurtsever olarak düşmandan övgü almak, beni üzer ve kendimi tepeden tırnağa sorgularım bu nedenle. Ya siz NATO’cu vekiller, ne yapacaksınız yaşamınız boyunca? Sorgulayacak mısınız kendinizi? Vicdanınıza nasıl anlatacaksınız yaptığınız bu işi?

                                                                  Adil Hacıömeroğlu

                                                                  25 Ocak 2024

 

NATO KARDEŞLİĞİ


23 Ocak 2024 Salı günü, Türk siyasal tarihine kara bir gün olarak geçti. Emperyalizme karşı savaşmak için kurulan Gazi Meclis, ne yazık ki emperyalizme teslimiyetin yeri oldu dün. Askerimizi şehit eden, ülkemizin bölünmesi için yıllardır elinden geleni ardına koymayan, Gazze’de çoluk çocuk demeden öldüren, yurtsever aydınlarımızı ortadan kaldıran, değerlerimizi hiçe sayan, dünyadaki bütün insan kırımlarının ve kıyımlarının öznesi olan NATO’nun genişlemesine “Evet” dedi TBMM çoğunluktaki milletvekilleri.

İsveç ve Finlandiya’nın NATO üyeliği, gündeme geldiğinde Cumhur İttifakının iki ortağı R. Tayyip Erdoğan ve Devlet Bahçeli ağır sözler söylediler bu iki ülke için. Her iki ülkenin başta PKK olmak üzere ülkemizi hedef alan tüm terör örgütlerinin yuvalandığı yerler olduğunu söyledi Erdoğan ve Bahçeli. Özellikle buralarda süren Kur’an-ı Kerim yakma olaylarına bu ülkelerin yöneticilerince göz yumulduğunu belirttiler. İsveç’i de Finlandiya’yı da NATO’ya asla kabul etmeyecekleri yönünde kesin bir dil kullandılar. Ne yazı ki bu ağır sözlerin altında kaldı hem Erdoğan hem de Bahçeli. Peki, sormayacak mıyız bu iki lidere: Ne oldu da böyle yüz seksen derece çark ettiniz sözlerinizden?

Atalarımız: “Büyük lokma ye, büyük söz söyleme!” demiş. Ne güzel söz… Önce üst perdeden at, tut; sonra hiçbir şey olmamış gibi söylediklerini unutuver. Siyasetçi, sözünün eri olmalı. Ağzından çıkanı unutmamalı. Seçmenlerini kandırmak için üst perdeden konuşmamalı. Hele ki devlet yöneticileri, tutarsız davranmamalı.

Cumhurbaşkanlığı koltuğunda oturan ve ulusu temsil eden biri; sözünden, duruşundan, tavrından böyle kolay çark etmemeli. Kolayca verilen ödünler, devlet ciddiyetine yakışmaz. Türk devletini zayıflık içinde göstermek ise hem devletimize hem de ulusumuza gelecekte onulmaz zararlar verir.

İsveç’in NATO’ya alınmasının asıl nedeni, Rusya’yı kuşatmak. Ayca NATO’nun hedefindeki diğer ülke de Türkiye. AKP hükümeti; sözünden dönerek Rus dostluğuna zarar verdi. Ülkemizin kuşatılmasının önünü açtı. Ayrıca bu tavrıyla mazlum halkların ABD/NATO tarafından daha çok öldürülmesine, yok edilmesine, sömürülmesine, kırıma uğratılmasına alan açtı. Irak, Suriye, Libya, Yemen’de, Filistin’de milyonlarca Müslüman’ın öldürülmesini onaylamış oldu. İnsan sormadan edemiyor: AKP’nin Gazze için döktüğü timsah gözyaşı mı acaba?

AKP, MHP, CHP, DEVA ve Gelecek partileri İsveç’in NATO’ya alınmasına el kaldırarak ABD/NATO kardeşliğinde birleştiler. Bu partilerin defterinde tam bağımsızlık, ezilen halkların yanında yer alıp emperyalist boyunduruğa karşı çıkmak diye bir şey yazmıyor. Hepsinin efendisi aynı… İsveç’in NATO’ya girmesini TBMM’de onaylayarak ABD’nin buyruğunda olduklarını belirttiler. Ayrıca bu onaylama; Gazi Meclisimizin bağımsızlıkçı ruhuna, gazilik unvanıyla kazandığı saygınlığa da büyük zarar verdi.

ABD’nin ülkemizde beslediği iki terör örgütü var: PKK ve FETÖ… TBMM’de NATO’nun genişlemesini isteyen AKP, MHP, CHP, DEVA ve Gelecek partileri bu iki terör örgütünün arkasında sıralandılar. Bundan sonra şehit cenazelerinde üzülmesinler. Çünkü bu üzüntünün sahte, göstermelik, halkı kandırmak için olduğunu düşüneceğiz. Hem NATO’nun genişlemesini onaylayacaksın hem de ABD/NATO’nun şehit ettiği Mehmetçiklere üzüleceksin öyle mi?

Dün TBMM’de yapılan İsveç’in NATO’ya üyeliğinin kabulü oylamasına 253 milletvekili katılmadı. Neden mi? Bu vekiller aslında İsveç’in NATO üyeliğine karşılar çoğunlukla. Ancak parti liderlerine ters düşmemek adına korkularından oylamaya katılmamayı yeğlediler. Vicdanlarının, uslarının söylediklerinin değil, çıkarlarının peşinden gittiler. Bu da Gazi Meclisimiz için utanılacak bir durum. Özgür iradesiyle oy kullanamayan biri, milletin vekili olabilir mi?

Milletin vekilleri, milletin düşüncesini yansıtamıyorlar TBMM’de. Millt iradesi doğrultusunda davranmadıklarına göre kimin vekili bu kişiler?

Sözünde durmayan, ettiği yemine uymayan, ülkesinin çıkarlarına göre davranmayan, emperyalizmin çıkarları uğrana kendi bilincini yok eden siyasetçilerin aktöreye uydukları söylenemez.

İktidarla muhalefetin emperyalizmin egemenlik sınırlarını genişletmek için değil, ülkemizin çıkarları uğruna bir araya gelmesidir en büyük dileğimiz. Kendi aralarında kayıkçı kavgası yapan bu partilerin hepsinin ABD/NATO kardeşi oldukları kanıtlandı dün. Kayıkçı kavgası yapanları, bir araya getiren tek güç var: o da ABD. Onların Atatürkçülükleri de milliyetçilikleri de dindarlıkları da yalan, tıpkı sözleri gibi. Bize emperyalizme karşı eğilip bükülmeden dimdik duran, sözünün eri, yürekli siyasetçiler gerek. Yüreği Washington’da değil, Ankara’da çarpacak siyasal partilerle sorunlarımızdan kurtulup geleceğimizi kurtarırız.

                                                                            Adil Hacıömeroğlu

                                                                            24 Ocak 2024

 

NATO’YA KARŞI YURTSEVERLİK SINAVI


Bugün İsveç’in NATO’ya girmesi oylanacak Gazi Meclis’imizde. Bizim Meclis’imiz, emperyalizme karşı bir savaşa öncülük etmek için kurulan kutlu bir yer. Ulusu ve onun iradesini temsil eder.

Türkiye, NATO’ya 18 Şubat 1952’de girdi. NATO’nun ortak bir güvenlik örgütü olmaktan çok, ABD’nin operasyon örgütü olduğunu sözümüzün başında söyleyelim. Ülkemizin NATO’ya girmesiyle birçok şey değişti. Ağır sanayi üretiminden vazgeçtik. “Zeytinyağlı yiyemem aman, basma da fistan giyemem aman” türküsü yapıldı. Bununla yerli üretime savaş açıldı adeta. Zeytinyağı yerine ABD’nin gönderdiği üzerine sineklerin bile konmadığı margarinleri yemeye başladık. Tamamen doğal ve yerli olan basma yerine ABD malı naylon fistanlar giyilmeye başlandı. “Sevdiğime varamadım/ Naylon çorap giyemedim” dizelerinin yer aldığı türküler söylenmeye başlandı.

ABD/NATO içimize kanserli bir ur gibi girip toplumumuzu kanser etti. Amerika’nın gönderdiği süttozu içildi okullarımızda. Oysa o yıllarda nüfusumuzun ezici çoğunluğu köylerde yaşamaktaydı. Herkesin ahırında ineği, bakracında sütü vardı. Çocuklarımıza kendi ürettikleri sütü içmeleri konusunda öneriler yapmak yerine, ABD süttozuna yönlendirildiler. Bu, hayvancılığımızı yok etmek için bir ABD/NATO girişimiydi.

Ulusal silah sanayimiz yok edilmeye çalışılıp ABD’ye göbekten bağlılık giderek arttı. Ekonomik ve siyasal açıdan bağımlılık, ülkemizin Kurtuluş Savaşı kazanımlarının bir bir terk edilmesine yol açtı. Bu, ülkemizde birçok sorunu da beraberinde getirdi.

Kurtuluş Savaşı’mızın öncüsü olan devrimciler ve milliyetçiler düşman kamplara ayrıldı. Dün omuz omuza emperyalizme karşı ulusunun bağımsızlığı için savaşanlar, emperyalizmin “Böl, parçala, yönet!” düşüncesiyle birbirlerine diş bilediler. Zamanla emperyalizmin yarattığı bu kamplaşmayla kan döküldü. Sağ-sol çatışmalarında bir emperyalist kurguyla gencecik canlarımız toprağa düştü. ABD/NATO, bununla yetinmedi; mezhep ayrımcılığı mikrobunu yaydı topraklarımız üzerine. Alevi-Sünni çatışmasıyla ülkemizi bölmeye çalıştı. Bunun için de büyük kışkırtmalarla yurttaşımızın kanı dökülüp canı alındı.

ABD/NATO, yaptırdığı askeri darbelerle demokrasimizin dengesini bozdu. Darbeler döneminde ülkemiz aydınları kırıma uğratıldı. Kültürümüz, sanatımız, sporumuz emperyalizmin etkisiyle yolundan saptı, ulusal özelliklerini yitirdi.

Amerikancı 12 Eylül darbesinden sonra Kürt-Türk çatışması sahneye kondu. Kırk yıldır canımızı verip kanımızı döktüğümüz bir dönem yaşamaktayız. Yalnızca canımızı mı verdik? Değil doğal olarak… Ekonomimiz zayıfladı bu yüzden. Siyasal saflaşmalar değişti. Bazı siyasal oluşumlar bölücülük üzerine kuruldu. Kurulmayanlar ise bölücülüğe şirin görünmek için köklerinden koptu.

Günümüzde ABD/NATO ülkemizi, kurduğu üslerle dört bir yandan kuşatmış durumda. Amaç, ülkemizin toprak bütünlüğünü bozmak. Kurtuluş Savaşı ile yırtıp attığımız Sevr’i yeniden uygulamaya sokmak için çaba göstermekte NATO. Yurdumuzu bölmek ve mazlum ulusları tutsaklaştırmak için varlığını sürdüren NATO’nun genişlemesine yol açan kararlar vermek, zalime güç vermektir. İsrail’in Filistinlileri daha çok öldürüp yok etmesine fırsat tanımaktır.      

Bölücü terör örgütü militanlarına kucak açan, Kuran yakama gösterilerine izin veren İsveç’in NATO üyeliğine onay vermek düşmanlığı hoş görmektir. Gazi Meclis, düşmanlığı hoş görmek için değil; düşmanlığa karşı savaşmak için kurulan bir kutlu yer. Milletin vekilleri, milletin kararına karşı oy kullanmamalı. Yapılacak en doğru iş, İsveç’in NATO’ya üyeliğinin halkoylamasına sunulması.

Bölücü terör örgütü PKK’ya bütçesinden para ayırıp TIR’lar dolusu silah veren ABD Türkiye’nin dostu değil, düşmanı. ABD denetimindeki NATO, baştan beri Türkiye’ye düşmanlık yapmakta. Bugün TBMM’de yapılacak oylamada ABD düşmanlığına oy verip vermemek söz konusu.

İşte, bugün TBMM’de oylanacak İsveç’in NATO üyeliği oylamasında ya mazlumun ya da zalimin yanında yer alacak oy kullanan milletvekilleri ve siyasal partiler. Bu oylamada milliyetçilerin, devrimcilerin, dindarların, Atatürkçülerin sahtesi ile gerçek olanı ortaya çıkacak. Gerçek Atatürkçüler, milliyetçiler, devrimciler ve dindarlar zalimliğin timsali olan NATO’ya karşı çıkmalı. Günümüz insanlığının görevi, zalimliğe dur diyerek mazlumu savunmak değil mi?

                                                                  Adil Hacıömeroğlu

                                                                  23 Ocak 2024


FAKİR BAYKURT’UN SİVRİALAN’A GİDİŞİ (Pazar Yazıları)


Sivrialan, Sivas’ın Şarkışla ilçesine bağlı bir köy… Bu köyün ünlenip herkesçe bilinmesini sağlayan Âşık Veysel… Veysel mi kim? Uzun ince bir yolda gece gündüz demeden, durmadan giden 20.yüzyılın büyük halk ozanı. Halkı, yaşamı, duygularını dizeleriyle anlatan Âşık Veysel Sivrialan’da yaşarken; halkın yaşayışını kitaplarında anlatan çiçeği burnunda yazarımız Baykurt, Sivas’a gelmişken bu büyük ustaya uğramaz mı?

Fakir Baykurt, Gönen Köy Enstitüsünü bitirdikten sonra bir süre köylerde ilkokul öğretmenliği yapar. Ardından Ankara’da Gazi Eğitim Enstitüsü Türkçe bölümüne girer. Burada kendisi gibi köy enstitülü yazar Mahmut Makal’la dostluğunu pekiştirir. GEE’de türlü etkinlikler düzenlerler. Birinde, Aşık Veysel’i konuk ederler. İşte, Baykurt’la Aşık Veysel’in ilk tanışması burada olur.

Fakir Baykurt, 1955’te Gazi’yi bitirir ve Sivas Lisesi’ne Türkçe öğretmeni atanır. Sivas’a gelinir de Veysel’e uğranmaz mı? Zaman güz mevsimidir. Lisede bekleme sınavları yapılmakta. Fakir Baykurt, hafta sonu Sivrialan’a gitmeye karar verir. Sabahleyin altıda Kayseri üzerinden Ankara’ya giden bir otobüse biner. Üç saatlik bir yolculuktan sonra Şarkışla’ya varır. O zaman yollar yol değil. Yolculuklar, eziyete dönüşmekteydi çoğu zaman. Cumhuriyet’in kalkınma ışığı Anadolu’yu yeni yeni aydınlatmaktaydı. Yollar, yapılıyordu durmadan.

Şarkışla’da otobüsten inen Baykurt, Manifaturacı Zekeriya Efendi’nin dükkânını bulur. Orada bir süre konuk olur. Orada Sivrialanlı birisini bekler köye gitmek için uzun süre. Çay ve yemek ısmarlıyor Zekeriya Efendi. Ona, Sivrialan yolunun kaç saatte yürüneceğini soruyor Baykurt. O: “İyi yürürsen 14 sağlam! Belki bir atlı, arabalı rastlar. Yani şansın varsa! (Fakir Baykurt, Özyaşam 04 Köşe Bucak Anadolu, Literatür Yayınları, 3. Basım, Temmuz 2020, s. 12)”

Tarsus’ta limon dikiminden gelen Sivrialanlı Mehmet’i bulup getirirler. İkindi vakti yola çıkarlar köye doğru. Güneş önden vurmakta ve Baykurt’un alnını yakmakta. Gece boyunca yürürler kısa dinlenmelerle. Gece yarısı bir tepeyi aşarken Mehmet kesilince dinlenmek için attı kendini yere. “Buraya Teberik derler. Mezerleri görüyon! Çok mezer var. Tarsus, Mersin, hem de Adana’dan gelenler burda kesilir. Çoğu sıtmalıdır ya. Bir de adet vardır nedense; ölenlerin tümünü buraya gömerler. Burayı geçtiysen kurtardın paçayı. Icık dinlenek. (Aynı yapıt, s.13)”

Şafak sökerken Hüyük’ü geçerler. Az sonra Sivrialan’a varırlar. Aşık Veysel’i sabahın köründe rahatsız etmek istemiyorlar. Mehmet, Baykurt’u evine götürüp konuk ediyor. Hemen yataklara girip uyuyorlar yorgun eğinlerini dinlendirmek için.

Birkaç saat uyumuşlardı ki… “Tokur tokur seslerin arasında, belki düşlerdeyim. Hüsne kadın hayatın ocağına saç koymuş, ekmek ediyor. Tokur tokur sesler sürüyor. Biri merdivene mi vuruyor, yoksa kadının ekmek açtığı oklava mı çıkarıyor bu sesi? Tokur tokur.

‘Hösne Kadın; kimmiş konuk Sivas Lisesinden? Tokur tokur.’ Uykuyla uyanıklığımın arasında Veysel Emminin sesini alır gibi oldum ama tam değil, inanamıyorum. ‘Acaba eskilerden biri mi, yenilerden mi? Lisenin öğretmeni ta Şarkışla’dan yaya gelir mi? Şura deal ki! Gelir mi Şarkışla’dan? Kaymakam at buldururdu. Mutlaka buldurur. Ayakları patlamıştır; ta Şarkışla’dan…’

Duyuyorum uykumun arasında ama gözümü açamıyorum. Yapışık gibiyim sıcak yatağın içine. Diplere dalarak yatmayı sürdürüyorum. ‘Adını demedi mi Memmeet! Memmet sen de mi uyuyorsun? Hep uyuyacak mısın Memmeet?’ Gözleri olsa bakıp hemen tanıyacak. Parmaklarıyla yoklayamaz. ‘Demedi mi adını madını, Hösne kadın?’

‘Dediyse de habarım yok. Gelir gelmez attı kendini!’

‘Hele bekleyek! Şimdiye kadar bekledik ölmedik, şimdi beklesek de ölmeyiz…’

Hoşuma gidiyor bu derece meraklanması. Ama tam seçemiyorum yaptığım muziplik mi, umarsızlık mı? Dalıp çıkıyorum derinliklere.

‘Mamiren takımı uykucudur, yatar kaba kuşluğa kadar! Hele bekleyecek! Acaba kim?’ Sesinin fitilini kısarak konuşuyor, arada: ‘Ta Şarkışla’dan.’

‘Aşık, bir türkü söyle uyansın!’ diyor Mehmet’in anası.

‘Aaah, saz yanımda olsaydı!’

‘Uzak yerde deal ya, istetiver!’

‘Olmaz şimdi; dalgın uyuyor, ta Şarkışla’dan.’

Veysel Emmiye böyle bir işkence başlattığım için kendime kızdım. Başlatmışken caymayı istemedim birden. Hala kendimde değilim tam. Tokur tokur! ‘Memmet’in düğün ne zaman Hösnee? Everin şu oğlanı artık, günah! Acaba nasıl buldular birbirini Şarkışla’da? Hemi de kim acaba? Yoksam yolda mı rastlaştılar? Memmet için Şerife’nin kızı mı bitireceksiniz? Bakın demedi demeyin, Haydar’ın Hasan da havaslıymış Şerife’nin kızına. Elinizi tez tutsanız iyi olur. Eşşek Memmet, insan konuğu kapar alır mı kendine? Getir sahibine teslim et, bilmediğin ev mi Veysel’in evi? Acaba kim? Meraktan öldürmeyi sever sizin sülale! Hem de nasıl geldi yayan yapıldak ta Şarkışla’dan?’

Kollarımı yorgandan dışarı çıkarıp gözlerimi ovuyorum. Güneşin sıcağını duyar gibiyim. Canım güz güneşi diye geçiriyorum içimden. Alıyorum kollarımı içeri. Terli miyim diye yokluyorum kendimi. Hayır değilim. Uykumu almış mıyım diye yokluyorum; iyiyim, almış sayılırım. Ama kolay değil hâlâ göz kapaklarımı açabilmek. Veysel Emmiye oyun mu ettim, yoksa kendiliğinden mi böyle oldu? Icık ettim galiba. (Aynı yapıt, s. 14-15)”

Fakir Baykurt, en sonunda kalkar yatağından. Varır Büyük Usta’nın yanına. Veysel Usta, onu görünce çok mutlanır. Elini öper Büyük Ozan’ın. Kahvaltı hazırdır. Karınlarını doyurduktan sonra giderler birlikte Veysel’in evine. Konu komşu toplanır. Jandarmalar da gelir Karakilise’den dost meclisine. Aşık alır sazı eline, vurur teline. Bir gecede orada konuk olduktan sonra döner Sivas’a.

Fakir Baykurt’u, kilometrelerce yol yürütüp Sivrialan’a, Âşık Veysel’i görmeye götüren etken, köy enstitüsü ruhudur. Köy enstitülüler, bu toprağın insanıdır. Bu toprakların tüm değerlerini baş tacı ederler.

İşte, halkın yazarı olmak böyle bir şey… Halkın ozanını görmek için gece gündüz demeden yollara düşersin. Halkınla Sepetçioğlu oynarsın. Onlarla soluklanırsın gökyüzünün altında özgürlüğünü yaşarsın. Öğrenirsin onlardan, sonrasında okulda öğretmen olarak onların çocuklarına öğretirsin. Yazarsın halk da bilir olanı biteni. Aşık Veysel de Fakir Baykurt da olmak kolay değil. Büyük sanatçı olmak için efendin halk olacak. Onunla yürüyeceksin sonsuza dek ardına bakmadan güneşe doğru olgun başağın ağırlığıyla.

                                                       Adil Hacıömeroğlu

                                                       21 Ocak 2024

 

 


“İSTİKBAL GÖKLERDEDİR”


Atatürk’ün ulusumuzun her bireyinin belleğinde yer etmiş bir özdeyişi yazımızın başlığı. Türk ulusunun, insanlığın geleceğinin göklerde olduğunu belirtmekte Büyük Atatürk büyük bir öngörüyle.

Atatürk, “İstikbal göktedir.” demiyor, “İstikbal göklerdedir.” diyor. Peki neden “gök” sözcüğünü, çoğul kullanıyor?

Atatürk döneminde uçaklarımız vardı. Türkiye’de onun döneminde ve öncülüğünde uçak üretmekteydi. O, eğinsel olarak dünyadan göçüp uçmağa vardığında ülkemizde, havacılık alanında ona yakın fabrika vardı. O dönemde Avrupa’da uçak üreten dört ülkeden biri Türkiye. Dünyanın sayılı uçak üreticilerinden biriydi ülkemiz. Ne zaman ki ülkemiz, ABD yörüngesine giriyor, işte o zaman sona eriyor uçak üretimimiz.

Atatürk’ün “İstikbal göklerdedir.” özdeyişiyle anlatmak istediği, üç gök var. Birincisi, atmosferin içindeki gök. Yani her sabah uyandığımızda başımızın üstünde masmavi, kimi zaman da yağmur bulutlarıyla kaplı gri-kara gökyüzü. Geceleri yıldızların göz kırptığı ve üstümüzü büyük bir yorgan olarak örten, yaşam kaynağımız havayı zapt eden yer. Bu gökteki uçak rekabetine katılmıştı Büyük Önder sağlığında.

İkinci gök, atmosferin dışı... Yani uzay boşluğu… Burada ulusumuzun geleceğini görmekte. Buradaki egemenliğin ülkemize üstünlük sağlayacağını gelecek kuşaklara hedef olarak göstermekte büyük bir öngörüyle. Ulusumuzun varlığının burada olduğunu söylemekte.

Üçüncü gök ise gezegenler, gök cisimleri… Atatürk bu özlü sözüyle bizlere gezegenlere çıkma amacını önümüze koymakta ulu bir ülkü olarak. Tıpkı dünya bilim dünyasının büyük bilgini Uluğ Bey gibi.

Yörük çadırından çıkıp uzaya giden Alper Gezeravcı’nın uzaydaki ilk tümcesinde Atatürk’ün unutulmaz özdeyişi “İstikbal göklerdedir.” sözünü söylemesi çok anlamlı. Yürüyen Türk’ü uçan Türk’e dönüştüren, Atatürk’ün yıllar öncesinden bize gösterdiği bu ülkü değil mi?

Gezeravcı, FETÖ kumpasıyla TSK’dan uzaklaştırılmış bir asker. Daha sonra FETÖ, TSK’dan tasfiye edilince yeniden ordumuzun saflarına katıldı. Amerikancı FETÖ, bir subayımızı hedef alıp ordudan atıyorsa demek ki bu subayımız, katıksız bir yurtseverdir.

Alper Gezeravcı’nın ülkemizi temsilen uzay yolculuğuna başladığı anda FETÖ’nün saldırısı başladı dört bir yandan. Her zaman olduğu gibi FETÖ’cüler bu tarihsel yolculuğu küçümsediler. Dalga geçtiler bir Türk’ün uzay yolculuğuyla. Özellikle sosyal medya üzerinden yaptılar bu saldırıları. Onlara anında PKK’lılar katıldı. Onlar emperyalizmin iki piyonu. Bunu anladık da kendini muhalif olarak gören kişilerin bu saldırılara katılması niye? Gezeravcı, ülkemiz adına uzayda. AKP’ye muhalefet etmek hakkınız, ancak bu tavrınızla emperyalizmin, yani Türkiye düşmanlarının yanında yer alıyorsunuz ve Türkiye düşmanlığı yapıyorsunuz. Sizin desteklediğiniz parti, iktidar olunca havacılık ve uzay çalışmalarını sürdürmeyecek mi? Sizin düşünceniz, iktidar olduğunda “İstikbal göklerdedir.” demeyecek misiniz?

FETÖ’nin en büyük becerisi yalan, iftira, saptırma ve karalayıcı sözler üretmek. Efendim, uzay aracı bizim değilmiş. Uzay yolculuğuna çok para ödemişiz. Bu parayla neler neler yapılırmış. Halkın parası çarçur edilemezmiş. Türkiye yıllardır TBMM’de bulunan vekil kılıklı PKK militanlarına para ödüyor. PKK’nın siyasal uzantısı partiye seçim yardımı adı altında milyonlarca lira gidiyor. Bu paraların hesabını niye tutmuyorsun?

Gezeravcı, uzay aracında cam kıyısında oturmuş da... Bazı aklı evveller de fotomontajla uzay adamımızı giysileri içinde mangalda sucuk pişirirken göstermiş. Zaten FETÖ’cülerin en iyi bildiği iş, fotomontaj yoluyla sahte belge üretmek. Türkiye’nin tüm başarılı işlerinde aynı şeyi yapmaktalar. Çünkü varlıkları, Türkiye düşmanlığı üzerine kurulu. Kimi bilgisizler, sözde Atatürkçüler bu FETÖ yalanlarına kolayca kanıp alay etmekteler ilk gökmenimizle. Son yıllarda halkla alay etmek, bir siyaset yapma biçimi oldu nedense.

Defalarca söyledim, bir kez daha söyleyeyim: Biz, 1920’li yıllarda uçak üretirken ülkemiz yoksulluk ve salgınlarla boğuşmuyor muydu? O yoksul ülkenin yurttaşları, her uçağımız uçtuğunda gurur duydu bununla. Bu atılımların ülkemizi, yoksulluktan kurtaracağını bilmekteydiler. Gezeravcı’nın bu yolculuğu, ülkemizde bilimin gelişmesi ve uzay çalışmaları için sıçrama tahtası olacak. Buna karşı çıkmak demek, ülkemizde bilimin gelişmesine karşı çıkmak demektir. Bunu da ancak Türkiye düşmanları yapar.

“İstikbal göklerdedir.” sözünü, Atatürk’ün “Önemli olan ufku görmek değil, ufkun arkasını görmektir.” Özdeyişiyle yan yana getirdiğimizde, çağcıl uygarlık düzeyinin üstüne nasıl ulaşacağımızın yol haritası, izlencesi çıkar ortaya.

Gezeravcı, uzaya Türk bayrağını çıkarıyor. Bayrağımızın uzayda olması bile parayla ölçülemez bir değer. Bunu, halkımız anladı; ancak aymazlık ve ihanet içinde olan kimi vatansızlar anlayamadı. Bu, Türk’ün duyumsayacağı bir gurur.

Atatürk: “Efendiler, gidip Toros dağlarına bakınız, eğer orada bir tek yörük çadırı görürseniz ve o çadırda bir duman tütüyorsa, şunu çok iyi biliniz ki bu dünyada hiçbir güç ve kuvvet asla bizi yenemez.” demekte. İşte Alper Gezeravcı, Atatürk’ün bu sözünde belirttiği Toroslarda dumanı tüten evlerinde yetişen Yörük evlatlarından biri. Bize gururlanmak düşer onunla; düşmanlarımıza da karalamak, küçümsemek saldırmak, dalga geçmek…

                                                                  Adil Hacıömeroğlu

                                                                  20 Ocak 2024