Necati
Karagöz… Annemin ve biz çocukların Necati Ağabey’i… Çocukluğumun ilk yıllarında
tanıdım onu. İsabey’e gitmek için yola çıkardık baba memleketimiz Of’tan. O
zamanlar yolculuklar uzun ve zorluklarla sürerdi. Karadeniz sahil yolu
yapılmadığından yollar dağlara, tepelere tırmanır; sonrasında vadilere
inerdi. Bu nedenle taşıtlar çok yavaş ve
dikkatli giderdi bu tehlikeli yollardan. Dönemeçleri bir manevrada dönemeyen
otobüslerin yolcularının içi dışına çıkardı korkudan.
Ankara’ya
vardığımızda aktarma yapıp Denizli otobüslerine binerdik. Bu yolculuk diğerine
göre daha kısa sürerdi. Üstelik yol, fazla dönemeçli değildi. Genellikle
ovalardan geçip giderdi otobüsler. Denizli otogarına ulaştığımızda rahat bir
soluk alırdık. Yüklerimizi indirirdik ivedilikle. Kimi zaman Necati Ağabey,
bizi uzaktan görüp hızlı adımlarla gelirdi yanımıza. Babama sarılırken tüm
içtenliğiyle “Hoş geldin enişte!” demesi, bizi görmekten duyduğu mutluluğun
göstergesiydi. Babama hâl hatır sorduktan sonra parlayan gözleriyle gülerek anneme
dönüp “Hoş geldin bizim kız!” diyerek yaklaşması dünyalara değerdi. Ardından
biz çocuklara dönüp “Hoş geldiniz!” derdi sırayla.
Necati
Karagöz’e, annem “Ağabey” dediği için biz de “Ağabey” diye seslenirdik ona.
Annemin Hatice teyzesinin oğluydu. Eşi Fatma Hanım Teyze de annemin Halit amcasının
kızı… Bundan da anlaşılacağı üzere iki yanlı bir akrabalık ilişkisi söz konusu.
Necati
Ağabey, küçük yaşta hem yetim hem de öksüz kalmıştı. Dört yaşındayken annesi
uçmağa vardı. Yıllar sonra annesinin adını büyük kızı Hatice’ye verdi. Bu yolla
annesinin adını yaşatmış oldu. Öksüz kalınca ona, halası Sultan Hanım baktı bir
süre. Bu arada ilkokula başladı. Dördüncü sınıftayken babası Hüseyin Amca,
dağda ağaçtan bal arısının oğulunu alırken düşüp yaşamını yitirdi. Böylece
yetimlik de yakasına yapıştı. Onun da adını ilk çocuğu olan oğlu Hüseyin’e
verdi.
Yetim
ve öksüz kalan küçük Necati’ye Çakırlara gelin gitmiş anne yarısı Ümmü Teyze’si
sahip çıktı. Onu kendi evladı gibi bağrına bastı. Öksüz ve yetim çocuk, biraz
büyüyünce marangoz yanında çalışıp ustalaştı zamanla. İlk mesleği de bu oldu.
Yıllar
su gibi akıp gitti; öksüz, büyüyüp asker oldu. Acemi birliği Denizli’de, usta
birliği ise Kayseri’deydi. Yurt görevini yaparken sürücülüğü öğrendi. Öğrenince
de sürücü belgesini aldı.
Taşıt
sürücülüğü deyip geçmeyin sakın. O
yıllarda sürücülük, saygın bir iş. Onlar; erdemli, ilkeli esnaflığın ve
efendiliğin dersini verirlerdi. Ülkemizde karayolu ulaşımı yen yeni yerleşmekteydi.
Yollar çok bozuktu. Günümüzde olduğu gibi teknik servisler, onarımcılar yoktu. Bir
taşıt sürücüsü, arabadaki her türlü arızayı giderir, onarımları yapardı. Motor,
su mu kaynattı? Sürücü kolları sıvayıp çözümü bulurdu. Lastik mi patladı?
Ceketi, kravatı çıkaran sürücü muaviniyle lastiği söküp göz açıp kapayıncaya
dek lastik onarılıp yerine takılırdı. Bazı arızalara dünyada kimsenin aklının ermeyeceği
Türk sürücülerine özgü çözümler bulunurdu. O günün sürücüleri yerine göre
motor, kaporta, boya, lastik, fren balata, oto elektrik ve artboru (egzoz) ustası
olurlardı. Kimi zaman yolcular da yardım ederlerdi sürücülere. Koşullar ne
olursa olsun araba yolda kalmazdı. O yılların sürücüleri, hangi koşulda olursa
olsun yolcularını gidecekleri yerlere ulaştırmayı bir namus borcu bilirlerdi.
Askerlikten
sonra bir süre marangozluk yaptı. Ardından bir dolmuş satın aldı. Böylece
yaşamında yeni bir ekmek kapısı açıldı. Zamanla dolmuş büyüyüp otobüs oldu. O
otobüsle yıllarca ekmeğini kazandı. Beş çocuğunu meslek sahibi yaptı.
Otobüslerle
ıraklar yakın edildi. Sılayla gurbet birbirine bağlandı. Ülkemiz insanı
yurdunun farklılıklarını tanıdı. Ayrı bölgelerde yaşayan insanımız, birbirlerini
tanıdıkça sevdi. Farklılıklarıyla kabul etti yurdumuzun insanı birbirini. Farklı
bölgelerde yaşayan ürünleri tanıyıp tattık ulaşımın gelişmesiyle. Gezip
gördükçe yurdumuzu hayranlığımız arttı güzelliklerine. Yedi bölgemizde bin bir
lezzeti tattıkça gururlandık yurdumuzla. Otobüsler ve diğer ulaşım araçlarıyla
ülkemiz doğudan batıya, kuzeyden güneye bağlandı. Uluslaşmamızda ulaşımın payı
çok büyük ve bunu yadsımak olmaz. İşte Necati Karagöz de bu uluslaşma
sürecimize bir damla da olsa katkı yapan adsız kahramanlardandı.
Necati
Karagöz yıllarca aynı avlu içinde yaşadığı Ragıp Dayı’m ve akrabamız Cemal
Voyvoda ile ayrılmaz üçlü oldular. Onları ölümler ayırdı birbirlerinden.
Feleğin
çemberinden geçen Necati Ağabey halden anlardı. Kimi zaman arabasına binenlerin
yeterli parası olmazdı. Para topladığında bu kişiler önce pantolonun sağ
cebine, sonra sol cebe sokardı elini para aranırdı. Ardından ceket ceplerine
sıra gelirdi. Bu sırada para arayan kişinin rengi solar ne diyeceğini
bilemezdi. Durumu anlayan Necati Ağabey, “Acelesi yok, sonra verirsin amca oğlu.”
derdi yolcuya. İşte, o zaman rahatlardı parasını denkleştiremeyen yolcu. Bu
kişiler, sonradan borçlarını öderdi.
Bir
de pintiler vardı yolcular arasında. Bu kişiler, aslında bilinirdi. Para
toplama sırası geldiğinde onlar da ceplerini yoklar, zamana göre “Elli kuruş
çıkışmadı bizim oğlan…” derlerdi. Necati Karagöz, onlara da “Sonra ödersin.”
derdi, ancak bu paralar hiçbir zaman ödenmezdi. O, yine de bu kişilere hakkını
helal ederdi.
Neredeyse
her yıl gittiğimiz Denizli’den İsabey’e uzanan elli bir kilometrelik yolu, çoğu
zaman Necati Ağabey’in usta sürücülüğüyle güvenle giderdik. Dedemlere onunla
ulaşırdık. Akşama da hoşgeldine gelirlerdi ailece. O olmadığında Arap
Süleyman’ın otobüsüyle kavuşurduk sevdiklerimize. Onu da bu vesileyle saygıyla
anıyorum. O da esnaflığın kitabını yazanlardandı.
Necati
Karagöz’ün yüzü hep gülerdi. Söyleşmeyi, dostlukları severdi. 2001’in
Kasım’ında, bir sonbahar günü güz esintileriyle uçtu gitti sonsuzluğa. O uçmağa
çoktan vardı, ancak gök kubbede bıraktığı hoş seda hala kulaklarımızda. Onun
gülerken kısılıp parlayan gözleri uzaktan gülümsemekte her daim. İyi ki
akrabası olup tanımışım Necati Ağabey’i.
Adil
Hacıömeroğlu
30
Nisan 2024