TÜRBANLI HACI VEKİLLER
CUMHURİYET BAYRAMIMIZI KUTLADIK
CUMHURİYET
CHP ADAYI KİM OLACAK 3
CHP ADAYI KİM OLACAK 2
CHP ADAYI KİM OLACAK 1?
CHP, HALKTAN NASIL KOPTU?
DOĞANIN YANIK SAĞALTIMI
1964
Şubat’ıydı sanırım. Kar, diz boyu. Gece boyunca yağan kar, her yanı kaplamıştı.
Sabahleyin uyandığımızda göz gözü görmüyordu. Tipi, rüzgârla savrulmaktaydı.
Soğuk
ve yağışın şiddetli olduğu böyle zamanlarda çocukların dışarı çıkması neredeyse
olanaksızdı. Odun almak için dama giden büyüklere yardım etmek için can atardık
biz çocuklar. Kısa süreli de olsa dışarı çıkma, kar havasını soluma olanağı
yaratırdık kendimize.
Evde suyun bitmesi için dua ederdik. Hatta
suları bolca harcardık ki çeşmeye gidelim, diye. Su taşımak söz konusu olunca
hemen bir bakır güğüm kapıp hızla lastik ayakkabılarımızı giyerek kapı önünde
beklerdik. Nedense karlı havalarda su taşıma isteğimiz kabarırdı. Yol boyunca
karla oynayarak giderdik çeşmeye. Ellerimiz, kulaklarımız, burnumuz kıpkırmızı
olurdu. Ayaklarımız kar sularıyla vıcık vıcık... Eve gelir gelmez aşhananın
(“Aşhane” sözcüğünün, Doğu Karadenizlilerce büyük ünlü kuralına uydurularak
söylenen biçimi.) başındaki yerimizi alırdık. Islak giysilerimizi
değiştirmediğimizden ısınmaya başladığımızda üstümüzden buharlar çıkardı.
Aşhana
(ocak), evin önemli bir yeri. Burası, mutfak olarak kullanılan evin en geniş
bölümü. Aynı zamanda geniş ailelerin oturma odasıdır.
Aşhananın
alt bölümünde, tam ortada pileki bulunur. Pileki taştan yapılır. İçi oyuktur.
Genellikle ekmek pişirmek için kullanılır. Mevsimine göre hamsi, hamsikol
(hamsili ekmek), elma, patates de pişirilir. Ateş, pilekinin içinde yanar. Ekmek
yapılacağı zaman ateş, ocağın kıyısına doğru çekilir maşa ya da kürekle.
Pilekiye kimi zaman lahana yaprakları serilir. Hamur, pilekiye yerleştirilir
taşırmadan. Üzerine sac örtülür. Ocağın kıyısına çekilen közler, özenle sacın
üstüne konur. Harlı ateşin ısısıyla ekmek, kızarmış bir piliç görüntüsüyle
pişer çok geçmeden. Mısır ekmeğinin kokusu, her yana yayılır. Bu da iştahların
kabarmasına neden olur.
Ekmeğin
piştiğine kanaat getirilince sacın üstündeki köz ve kül karışımı kenara
çekilir. Sac kaldırılır. İçinden buharı tüten ekmek özenle alınır. Tereyağıyla
peynir çoktan hazırdır. Geniş bir bakır kaptaki ekmek, çabucak parçalanıp
ufalanır. Odun kaşığına doldurulan yağla iyice karıştırılır. Üstüne peynir
eklenir. Karıştırma işi yinelenir. Bu karışımın adına, “çumur” denir. Çumurun
yakıcı sıcağına aldırmadan yenmeye başlanır. Kış soğuğundaki bu sıcak lezzet,
hem damakları hem de yuvaları ısıtırdı. Hele yanında demlenmiş çayınız varsa
tadına doyum olmazdı bu toyun.
Kışın
aşhananın kenarındaki közler üzerinde sürekli bir çaydanlık bulunurdu. Çaydan
çok ıhlamur ve dağ çiçeği kaynatılırdı bu çaydanlıkta. Günün her anında sıcak
bir şey içilebilirdi.
Ocağın
ortasından bir zincir sarkardı. Zincirin iki çengeli vardı. Bu çengellerin
birinde çoğu zaman içi su dolu bakır güğüm asılırdı. Sıcak su, her zaman
gerekli bir şeydi. Kışın inek sağarken memelerini yıkamak için gerekebilirdi. Kışın
soğuk günlerinde hayvanlara yal yapmak için gerdele konan suyun ılıştırılması için
sıcak suya gereksinim vardı. Kalabalık ailelerde yemek pişirmek için hazır
sıcak su, işleri kolaylaştırırdı. Bulaşık, çamaşır yıkamak içinde bir ön hazırlıktı
o. Kalabalık ailelerde çocuklar her an giysilerini kirletirlerdi. Bugünkü gibi
hazır giyim sanayi gelişmemişti. Bu nedenle her çocuğun bir ya da iki kat
giysisi olurdu. Çoğu zaman kardeşler birbirlerinin giysilerini giyerlerdi. Kirlenen
giysi, hemen yıkanıp ateşte kurutulurdu.
Zincirin
diğer çengeline bakır kazan asılırdı. Bu kazanda yemek pişerdi. Ocağın başında
genellikle evin en büyükleri oturur. Ateşin yanmasını, yemeğin ve ekmeğin
pişmesini kontrol ederlerdi. Böylece evin yaşlıları boş durmaz, günlük işlerin
bir ucundan tutarlardı.
Kamıştan
yapılan ve adına “düdük” denen bir gereç ocak başından eksik olmaz. Ateş
sönmeye yüz tutunca ocak başında oturan büyüğümüz düdüğü alır, ateşe üflerdi.
Cansız ateş canlanır, alevlerin ışıltısı parlardı. Biz çocuklar fırsat buldukça
gerekli, gereksiz düdükle ateşe üflerdik. Bu üflemelerde ustalık olmadığından
çoğu zaman küller sağa sola savrulurdu. Duman çokça çıkar, öksürük nöbetleri
başlardı.
Biz
çocuklar dışarı çıkamadığımızdan genellikle aşhanada ve yanındaki küçücük
koridorda oynardık.
Kendimizi
oyunun heyecanına kaptırdığımız bir andı. Ocağın yanından koşarken sendeleyince
ayağım kaydı. Birden ocağın içine sırtüstü uzanmış buldum kendimi. Kürek
kemiklerimin üstünden boynumun ve başımın arkasını kaplayan vücudumun bölümü
ateşler içindeydi. Közler her yanıma yapışmış, kan emici bitler gibi
yakmaktaydı bedenimi. Ninem, beni birden alıp su dolu kocaman kazanın içine
soktu. Soğuk suya mı ağlayayım, yanan bedenime mi? Annem baygınlık geçirmekte.
Ev halkı, telaşla koşturmakta.
Üzerimdeki
yanık ve ıslak giysiler ivedilikle çıkarıldı. Yenileri giydirildi. Amcam kalın
paltosunu, lastik çizmelerini giydi. Tabi, yün çoraplarını da unutmadı. Beni
amcamın sırtına özenle bağladılar. Ağlamaktayım sürekli olarak. Yanan yerlerin
acısı, ciğerimi söküp alıyor yerinden sanki. İlçeye giden yol kardan kapalı.
Açık olsa ne olacak? Köyün bir kamyonu var, hem yolcu hem de yük taşımakta.
Yola koyulduk yayan yapıldak. Yalı’ya kadar yürümek asıl amaç. Eğer yolda
şansımız yaver gider de bir arabaya rastlarsak ne âlâ!
Ben
ağlıyor, ağlıyor, ağlıyorum. Her yanım acı içinde. Amcam, adeta yalvarıyor
ağlamaklı bir biçimde: “Ağlama oğlum, ağlama, geldik sayılır.” diyor. Bu, işe
yaramayınca arada kızıyor; bağırıyor bana. Kar yağışı sürüyor. Aman vermiyor
doğa ana. Bir süre sonra ağlamam bitti. Uyku durumundayım. Uyumam, amcamı
işkillendirip korkutuyor. Bana yoldaki ağaçları, kuşları, çocukluğunda yaşadığı
kışları anlatıyor. Söz bitiyor, ancak yol bitmiyor. Yolda, ilçeye giden birkaç
yol arkadaşı ediniyoruz. Onlar, taşımak istiyor beni. Ben, amcamı bırakmıyorum.
Nihayet, Yalı dediğimiz Eskipazar’a geldik. Rize’den gelen dolmuşlardan birine
bindik. Çok geçmeden ilçe merkezindeydik. O zaman Of’ta hastane yok. Hastane
denen yer, sağlık ocağı ve verem savaş dispanseri…
Bir
sağlık memuru bizi karşılıyor. Güngörmüş bir adam. Yaralarımı alkolle
temizlemeye başlıyor. Benim avazım göklerde yankılanmakta. Gözlerimde yaş
kalmadı, ama yaralarımın temizlenmesi bitmedi. Sağlık ocağında, yoksul ülkemin
tüm eksiklikleri açıkça görülüyor. Sağlık memuru, işini bitiriyor sonunda.
Yeniden sarıp sarmalanıyorum. Sabahtan beri bir kuru lokma yememişim, ancak umurumda
değil bu. Canım yanmış derinden. Ne açlık, ne susuzluk... Amcam yemek
ısmarlıyor bana, tek lokma almıyorum. “Eve gidelim.” diye hıçkırmaktayım
sessizce. Amcam çaresiz, düşeceğiz yollara yeniden.
Alkol
şişesine paltosunun bir cebine, gazlı bezleri diğer cebine kutsal varlıklarmış
gibi yerleştiriyor. Of Meydanı’nda yakın köylülerimizden birileriyle bir şeyler
konuştu. Ardından tipini, modelini anımsayamadığım bir arabaya biniyoruz. Araba
kalabalık... Ben, ağlamayı bıraktım çoktan, sağı solu seyretmekteyim. Camdan
denize bakıyorum. Dalgalar yola ulaşıyor neredeyse. Dalgalarla kürek
çekmekteyim enginlere. Arabadaki konu, benim. Amcam, nasıl yandığımı anlatıyor
bildiği kadar. Herkes, can kulağıyla dinliyor. Şaşkınlıkla dolu bir üzüntüye
gömülüyor herkes. Beni, neşelendirmek için ellerinden geleni yapıyor kocaman
adamlar; ama benim keyfim iyice kaçmış. Yanık yerlerim içten içe sızlamakta.
Ayıp olmasın, onlar da üzülmesin, diye ağlamıyorum. Yoksa durumum dayanılacak
gibi değil.
Eskipazar’da
durduk. Bazı yolcular ekmek aldılar. Yaşlı bir amca, bana sıcak ekmekten
koparıp verdi. “Ye oğlum, yemezsen yaraların iyileşmez.” dedi. Başımın yanmayan
kısmındaki saçlarımı okşadı içtenlikle. Bütün gözler üzerimde. Kocaman
adamların gözlerinde ekmeği yememi isteyen yalvarır bakışları görüyorum. Ekmeği
isteksizce alıp ısırdım. Çiğnemeye başladım, lokma ağzımda büyüdü, büyüdü,
büyüdü... Elimdeki ekmek parçasını yol boyunca küçük ısırıklarla bitirdim.
Yakın bir köye gelince araba durdu. Sürücü, yolun kapalı olduğunu, bundan sonra
gidemeyeceğini söyledi. Zaten yolcular durumun farkında... Yaklaşık üç
kilometrelik bir yol var önümüzde yürünecek. Sekiz on kişi dimdik bir yokuştan
yukarı çıkmaktayız. Beni, genç biri sırtladı. Yokuş bitti. Yarma denen yerde yol
ikiye ayrıldı. Yol arkadaşlarımızdan bazıları sola, Sivrice’ye doğru saptılar.
Vedalaşıldı... Bu kez bir başkası beni sırtına aldı. Kar, şiddetini yitirmeye
başlamıştı. Büyükler, gece don yapacağını söylüyorlardı bilgece. Bir yandan
onları dinliyor, bir yandan eşine doyulmaz manzarayı seyrediyorum.
Karatavukların uçuşlarını, serçelerin telaşını, kargaların kara meydan
okuyuşunu, engebeli araziyi kaplayan dalgalı kar denizini, havada uçuşan tek
tük kar tanelerini izlemekteyim sessizce.
Akşamın
alaca karanlığında bembeyaz bir gökyüzü. Akşam, geceye dönmekte yavaşça… Gök,
derin bir küre gibi her yanı sarıp sarmalamakta. Havanın beyaz, temiz
aydınlığında zor da olsa yol alıyoruz. Kar, ayaklar altında gevrek bir ses
çıkarmakta. Arada sırada dallardan kar kütleleri yere düşüyor. Kimi zaman bu
kütleler, gecenin sessizliğinde insanlarda bir ürküntü yaratıyor. Karşıki
dağlar, açık kuşuniye çalan devler gibi yükselmekte. Arkada kalan dağ sıraları
gittikçe koyulaşıp en sondakiler kapkara devler gibi görünüyor.
Eve
yaklaştıkça yol arkadaşlarımız azalıyor. Her vedalaşmada konuk olmamız için
çağrısı alıyoruz. İletişim yok! Ulaşım yok! Amcam bu çağrıları incelikle
reddetmekte. “Evden, bizi merak ederler.” diyor. En sonunda bir kişi kaldı
yanımızda. O da bizim köylü... Vardiya usulü beni taşıyorlar amcamla. Söyleşi
koyulaştıkça hava iyice kararıyor. Doğanın kucağında iyice yalnızlaşıyoruz. Köpek
havlamaları, ulumaları gökyüzünü kaplamakta. Orman içlerinden çakal
viyaklamaları işitiliyor. Soğuk, yanıklarıma en güzel ilaç... Üşüyen bedenim,
yanıkların acısını dindirmekte.
Yol,
bin bir eziyetle yürünüyor. Buna karşın kimse şikâyetçi değil. Devlete isyan
yok konuşmalarda! Yazgıyı, zevke dönüştüren bir iç rahatlığı var. Doğanın
acımasızlığını, tinsel bir senfonik mutluluğa dönüştüren yol arkadaşlarımızı
yaşamımın sonuna dek unutmayacağım.
Eve
yaklaştık. Bacadan tüten dumanlar göründü. Birden “Geliyorlaaarr!” diye bir
çığlık işittim. Tüm ev ahalisi, kara aldırmadan bize doğru koşmaktalar. Çoğu
ağlıyor. Beni karga tulumba amcamın sırtından aldılar. Koşarak eve götürdüler.
Annemin
iki gözü, iki çeşme. Yanık başıma baktıkça kendini tutamıyor. Ninem bilge
biri... Aldı beni kucağına, oturttu dizine başladı okumaya. Ağlayanları
susturdu. “Çocuk çok güzel, nazar değdi. Ben torunumu, güzel uşağımı okurum.
Nefesim iyi gelecek ona, görürsünüz.” demekte sürekli.
Başımın
yanan kısmında aylarca bir saç teli bile çıkmadı. Annem, her gün başıma
sarımsak sürdü ağlayarak. “Oğlum kel kalacak, kızlar beğenmeyecek onu.” diye.
Ninem, bana kimin nazarının değdiğini bulmak için dedektif gibi çalıştı.
Kendince bir sonuca da ulaştı. Aylar sonra sarı tüyler görüldü başımın
arkasında, herkes bayram etti. Tüycükler, jiletle kesildi; daha gür çıksınlar
diye. Bu, aylarca yinelendi. Sonunda saçlarım çıktı, kel olmadım. Ama kırklı
yaşlarda kellik yakama yapıştı.
Aslında
doğa ana beni sağaltmıştı. Yanar yanmaz beni soğuk suya sokan ninem ilk
sağaltımı uyguladı. Sonra yaklaşık on kilometrelik kar altındaki yürüyüş,
yanıklarıma iyi geldi. Annemin sarımsak kürü ise doğal bir sağaltım yöntemi.
Sağaltımcısı, sayrıevi olmayan bir yerde doğa; çocuğunu yaralarından,
yanıklarından kurtardı. Doğa anaya binlerce teşekkür borcumuz var.
Adil
Hacıömeroğlu
18
Ekim 2013
CHP’YE OY VEREN DİNDARLARA NE OLDU?
12
Eylül öncesi seçim sonuçlarına bakıldığında, bugün muhafazakâr olarak nitelenen
birçok ilde CHP’nin birinci parti olduğu görülür. Anadolu’da yıllarca CHP’ye oy
veren dindarlar, partilerinden neden vazgeçtiler?
1973
ve 1977 seçimlerini Doğu Karadeniz’de izleyen birisiyim. O yıllarda cami
cemaatinin neredeyse çoğunluğu CHP’ye oy verirdi. CHP saflarında birçok imamı,
müezzini ve dindar kişileri görmek olasıydı. Demokrat Parti ile başlayan CHP’ye
“dinsizlikle” ilgili iftiraların büyük çoğunluğu din bilgisi yüksek bu
kişilerce boşa çıkarılırdı. Bu seçimlerin sonuçlarına bakıldığında ve bugünle
kıyaslandığında ilginç tablolar ortaya çıkar. Konuyu daha iyi anlamak için
birkaç ilin seçim sonuçlarına göz atmakta yarar var.
Gaziantep:
1973 % 36.97, 1977 % 44.69 oy oranlarıyla CHP birinci parti. SHP 1991 % 28.03;
CHP 1995 % 10.45, 1999 % 13.99, 2002 %
19.20, 2007 % 17.57, 2011% 19.14; 2011 % 61.80
Kocaeli:
1973 % 33.63, 1977 % 43.79 oy oranlarıyla CHP birinci parti. SHP 1991 % 17.15; CHP
1995 % 10.47, 1999 % 10.04, 2002 % 18.65, 2007 % 19.38, 2011 % 24.60; 2011 AKP
% 52.60
Konya:
1973 % 20.91(CHP, DP’nin ardından ikinci parti.), 1977 % 31.35 (CHP, birinci
parti.), SHP 1991 % 13.31; CHP 1995 % 5.88, 1999 % 5.29, 2002 % 8.60, 2007 %
8.15, 2011 % 10.20; 2011 AKP % 69.60
Kahramanmaraş:
1973 % 32.91, 1977 % 34.39 oy oranlarıyla CHP birinci parti. SHP1991 % 18.85;
CHP 1995 % 9.27, 1999 % 7.96, 2002 % 11.24, 2007 % 9.83, 2011 % 13; 2011 AKP %
69.60
Sivas:
1973 % 32.88, 1977 % 42.93 oy oranlarıyla CHP birinci parti. SHP 1991 % 22.95;
CHP 1995 % 14.21, 1999 % 11.11, 2002 % 15.99, 2007 % 15.92, 2011 % 15.20; 2011
AKP % 63.30
Trabzon:
1973 % 35.02, 1977 % 39.94 oy oranlarıyla CHP birinci parti. SHP 1991% 13.15;
CHP 1995 % 6.49, 1999 % 5.07, 2002 % 14.64, 2007 % 13.65, 2011 % 18.20; 2011
AKP % 59
Şanlıurfa:
1973 % 28.95 (CHP, AP’nin ardından ikinci parti.), 1977 % 33.46 CHP, oy
oranıyla birinci parti. SHP 1991 % 20.68, 1995 % 2.25, 1999 % 6.05, 2002 %
9.90, 2007 % 4.75, 2011 % 3.02; 2011 AKP % 64.80
Yukarıda
son seçimlerde AKP’nin açık ara birinci olduğu ve muhafazakâr seçmen
görünümüyle dikkat çeken bazı illerimizde, CHP’nin değişik seçimlerde aldığı oy
oranları verilmiştir. 1973 ve 1977 seçimleri CHP’nin yükseliş dönemleridir. Sol
söylemlerin ağırlıkta olduğu ve antiemperyalist tutumunun öne çıktığı
dönemlerdir. O dönemin CHP’si popülizmden uzak bir siyaset uygulamaktaydı.
Özellikle
12 Eylül öncesi CHP lideri Bülent Ecevit’in kullandığı dil, seçtiği sözcükler
gerçek bir aydın kimliğinin yansımasıdır. Muhafazakâr seçmene hoş görünme adına
bugünkü CHP’li yöneticiler gibi ağdalı bir Osmanlıcanın tutsağı değildi Ecevit.
“Olanak, olasılık, sözcük, yanıt, seçenek, eşgüdüm, özen...” sözcüklerini sağ
partilerin tüm düzeysiz yakıştırmalarına karşın ısrarla kullandı. Bu sözcükler,
Bülent Bey sayesinde dilimize yerleşti. Türkçenin özleşip varsıllaşması, gelişmesi,
yabancı dillerin etkisinden kurtulması için namuslu bir aydın uğraşı verdi.
Halkın
kuyruğuna takılmadı o günkü CHP. Aydın duruşuyla, izlediği halkçı siyasetle
öncü oldu. Halk, öncünün peşinde gider; artçının değil.
Peki,
yukarıdaki illerimizde CHP’yi birinci yapan seçmenlere ne oldu? Birçok CHP
yöneticisi, bu soruya “Bu iller göç verdiğinden CHP oyları azaldı.” diyecektir.
Bu, bilinçsizce bir yanıt olur.
Söz
konusu illerden göçenlerin hepsinin CHP’li olduğunu söylemek yanlıştır. En çok
göç alan büyük illerimize baktığımızda buralarda da CHP oylarında bir erime söz
konusu. CHP; Ankara’dan 1977’de % 51.29, İstanbul’dan % 58.25, İzmir’den % 52.67
oy almıştı. 2011’de ise Ankara’dan % 31.3, İstanbul’dan % 31.2, İzmir’den %
43.8 oy aldı CHP. Burada da görülüyor ki 12 Eylül öncesi CHP’nin kaleleri
durumundaki anakentlerde büyük oranda oy yitimi söz konusu.
12
Eylül sonrası seçimlerde 1991 önemli bir kırılmadır. SHP-HEP seçim ittifakı,
solun gerilemesinde önemli bir etkendir. Bölücü örgütle yan yana görüntü veren
SHP, seçmenini küstürmüştür. Bu tarihten sonra sistematik olarak gerileme
başlamıştır. 1989 belediyelerinin olumsuz deneyimi de gerilemenin
nedenlerindendir.
Solun
gerilemesinde önemli etkenlerden biri de SHP’nin yapısıdır. 12 Eylül darbesiyle
sol gruplar büyük bir çoğunluğu dağınıklık yaşadı. Sosyalist sol gruplar içinde
yer alan bilinçsiz, ideolojik birikimsiz, genellikle işsiz güçsüz, lümpen diye
niteleyebileceğimiz kimi kişiler; SHP’nin yerel kadroları içinde yer aldılar.
Bu kişilerden bazıları, hapislerde yattılar kısa süreli de olsa. Hapiste
yatmayan da yatmış gibi gösterdi kendisini. Hapishaneden çıktıklarında genel
bir uğraşları ve yetenekleri olmayanlar, her şeyin sorumlusu olarak halkı
gördüler. Halkın, kendi savaşımlarını anlamadığını dile getirdiler. Bir noktada
halkı, vefasızlıkla suçladılar. “Ben bedel ödedim.” diye söze başlamak, bu
kişilerin en belirgin özellikleri.
SHP
döneminin önemli bir siyasal yanlışı da mezhepçilik mikrobunun partiye
bulaştırılmasıdır. Mezhepçi yaklaşımlarla parti içindeki saflaşmalar,
Anadolu’daki Sünni oyların sağ partilere kaymasına neden oldu. SHP/CHP’nin
gerilemesiyle RP/FP’nin yükselmesinin koşut olması ilgi çekicidir.
Yine
SHP döneminde etnik kökene dayalı siyaset anlayışı parti içinde kabul
görmüştür. Bu da CHP’nin geleneksel tabanını rahatsız etti. Özellikle bazı
illerimizde solun gerilemesiyle MHP’nin güçlenmesi koşuttur.
SHP
döneminde etnik kökene, yerdeşliğe dayalı, mezhep ayrımcılığının
derinleştirdiği ve lümpenlikle çerçevelenen bir yapı, siyaseti halkın içinden
alarak meyhane köşelerine hapsettiler. Buralarda yapılan söyleşilerde din
konusundaki bilinçsiz konuşmalar, partiye zarar verdi. Dine karşı çıkmanın bir
kahramanlık olduğu sanıldı. Toplumun sorunlarından, yaşamından tamamen
uzaklaşanlar, din konusunda bilgileri olmadığı halde bu konuda ahkâm kestiler.
Kişisel çıkarlar; sol anlayışın tersine, toplumsal çıkarın önüne geçirildi.
SHP/CHP,
küresel merkezlerin solu sınıf mücadelesi dışına taşıma projesinin içinde yer
aldı bilinçsizce. Küresel güçler; sınıf mücadelesinin yerine etnik ve mezhep
ayrımcılığı üzerinde siyaset yapılmasını istediler. Ne yazık ki bu tuzak, solun
gerilemesindeki en büyük etkenlerden biri oldu. Emekçilere yönelik programlar
yerine; etnisiteye, mezheplere dayalı ayrıştırıcı politikalar kendini gösterdi.
Yıllardır Türkiye’de çalışanlara yönelik politikaların oluşturulmaması
ilginçtir.
SHP-CHP
birleşmesiyle hastalıklı yapı, CHP’ye taşındı. Çökmekte olan SHP, CHP’ye
katılarak varlığını sürdürmekte.
Sol,
genel görünümü ve düşünsel yapısı itibarıyla antiemperyalisttir. Emperyalizme
karşı olmayan bir sol, sol olmaz. Latin Amerika’da son zamanlarda sol
partilerin hızla iktidara gelmelerinin nedeni; ABD karşıtı olmaları ve sınıf
savaşımını ön plana çıkarmalarıdır.
CHP’ye
düşen en önemli görevlerden biri, SHP mirasını reddetmektir. Bir de Latin
Amerika’daki sol deneyimlerden ders çıkarmalı CHP. Çünkü bu ülkeler, Türkiye
gibi emperyalizmce ezilmekte ve sömürülmekteler. Avrupa ülkelerindeki sosyal
demokrat yapılar; Türkiye’nin toplumsal dokusuna, sosyoekonomik yapısına,
bulunduğu konuma uymaz. Uymadığı içindir ki “sosyal demokrasi” dedikçe CHP,
halktan uzaklaşmakta. Oysa kendi tarihine baktığında doğru modeli bulacaktır.
Yeter ki bakmasını bilsin.
Not:
21 Ekim 2013 tarihli Ulus Gazetesinde yayımlanmıştır.
Adil
Hacıömeroğlu
13
Ekim 2013