12 EYLÜL ÇOCUKLARI, VURUN 28 ŞUBAT’A



            12 Eylül darbesi ABD’nin “bizim çocukları” tarafından yapıldı. 24 Ocak kararlarının mimarı Özal, dikensiz gül bahçesinde liberal kapitalizmi uygulayarak emekçilerin daha çok köleleşmesine neden oldu. Demokrasi sözde kaldı. Hak aramak, örgütlenmek en büyük suç oldu.
            Yedi bin kişi için idam istendi. Beş yüz on yedi kişiye ölüm cezası verildi. TBMM’ye iki yüz elli dokuz idam dosyası gönderildi, bu kişilerden ellisi asıldı. İdam cezalarının hepsinde RTE’nin demokrasi kahramanı ilan ettiği Özal’ın onayı var, ya başbakan ya da başbakan yardımcısı olarak…
            Altı yüz elli bin kişi gözaltına alınıp bunların iki yüz otuz bini yargılandı. Gözaltına alınanlar stadyumlara, kapalı spor salonlarına sığmadı.
            Bir milyon altı yüz seksen üç bin kişi fişlendi.
Sakıncalı sayılan üç bin sekiz yüz elli dördü öğretmen, yüz yirmisi üniversite öğretim üyesi, kırk yedisi yargıç olmak üzere toplam otuz bin kişi işten atıldı.
            Üç yüz seksen sekiz bin yurttaşımıza pasaport verilmedi.   
            İki yüz doksan dokuz kişi cezaevlerinde kuşkulu biçimde öldü.
            On dört bin kişi yurttaşlıktan çıkarıldı.
            Otuz bin kişi siyasal mülteci olarak yurtdışına gitti. Türkiye’nin en büyük ozanlarından kanser hastası Ruhi Su’ya tedavi olmak için yurtdışına çıkış izni verilmedi. Ülkemizin türkülerini en coşkulu söyleyen sesini ne yazık ki yitirdik. Bugün de cezaevlerinde amansız hastalıklara yakalanan tutukluların serbest bırakılmaması, 12 Eylül anlayışının sürmekte olmasının bir gereği sanırım.
            Yirmi üç bin altı yüz yetmiş yedi dernek kapatıldı.
            Sakıncalı bulunan dokuz yüz otuz yedi film yasaklandı.
            Dört yüz gazeteciye toplam dört bin yıl hapis cezası istendi, yargılamalar sonunda gazeteciler üç bin üç yüz on beş yıl altı ay ceza aldı. Gazeteler, üç yüz gün yayın yapamadı. Otuz dokuz ton gazete ve dergi imha edildi.
            Sayılamayacak kadar kitap sakıncalı bulunup toplatılıp yakıldı. Yıllarca kitap toplumda en büyük suç unsuru sayıldı.
            On binlerce memur ve işçinin başka kentlere atamaları yapıldı.
            Birçok aile baskı ve asılsız ihbarlardan kurtulmak için başka yerlere göç etmek zorunda kaldı. 12 Eylül’de olanların tümünü anlatmak için sayfalar yetmez.
            28 Şubat’ta idam edilen, cezaevinde ölen yok! Stadyumlara, spor salonlarına doldurulan tutuklular yok! Yakılan gazete, dergi ve kitap yok! Yurtdışına sürülen yok! İktidardakiler ve TSK’nın komutanları, ABD’nin “bizim çocuklar”  dediklerinden değil.
            Bugün, yani ileri demokrasiye geçtiğimiz AKP iktidarında 12 Eylül’ün sorumlularından tutuklanan yok! Üstelik 12 Eylül rejiminin simge adı Özal, RTE’nin öncülü.
28 Şubat’la ilgili tutuklamalarsa sürüyor. Neredeyse dışarıda emekli general kalmadı. Eski YÖK başkanı da tutuklu. Darbe yapan bir profesör olarak tarihe geçecek sanırım.
Darbecilerle hesaplaştığını söyleyen iktidar kimlerle hesaplaşıyor belli değil mi? ABD’nin “bizim çocukları” nın izinden gidenlerle Türkiye’nin birliğinden, dirliğinden yana olanlar arasındaki mücadele süreceğe benziyor.
12 Eylül’ün çocukları; vurun 28 Şubat’a, olmayan darbeye! Vurun ki efendilerinize yaranın… Vurun ulusun geleceğine, ülkenin dirliğine, güvenliğine… Vurun ki efendilerinizden önce Türk halkı sizi deliğe süpürsün!
                                                                       Adil HACIÖMEROĞLU
                                                                       16 Şubat 2013
Not: 25 Şubat 2013 tarihli Ulus Gazetesinde yayımlanmıştır.
Yazılarımın tümünü http://adiladalet.blogspot.com dan okuyabilirsiniz.

BAŞBAKANIN SAYGUN’U ZİYARETİ



            Başbakan bazı kişilerin sürpriz kabul ettiği bir ziyaret yaptı emekli orgeneral Ergin Saygun’a. Ancak son siyasal olayları iyi izleyenler için bu ziyaret olağandı. Neden?
            AKP iktidarı, yargıyı dönüştürdükten sonra askerin üstüne gitti. TSK’yı sindirmek, etkisiz kılmak için akıl almaz suçlamalar ortaya atıldı. Uydurma suikast senaryosuyla kozmik odaya girildi. Anlaşılacağı üzere TSK’nın mahremi, namahremin eline geçti.
Subaylar nezdinde TSK’yı itibarsızlaştırma kampanyası hem iktidar sözcülerince hem de medyanın bülbüllerince durmaksızın yapıldı. Burada sonuç da alındı. Elleri kelepçeli genelkurmay başkanı, kuvvet ve ordu komutanları, kahramanlıkları destanlaşan subaylar medya sırtlanlarının önüne atıldı. Sırtlanlar, acımasızca saldırdılar önlerine atılan komutanlara. Bu saldırıları cesurca göğüsleyip dimdik ayakta duranlar oldu. Bazıları da bu saldırıda yara bere içinde kaldı.
AKP taraftarları elleri kelepçeli subayları gördükçe zafer sarhoşluğu içinde bayram yaptılar. TSK düşmanlığı, AKP tabanında PKK sempatisine dönüştürüldü. İktidar sözcüleri bir yandan orduya “zalimlik” karasını çalarken bir yandan da terör örgütünü masum göstermek için acıklı öyküler uydurup gözyaşları içinde anlattılar. Kahramanlar gözden düşürülürken zalimler baş tacı edilmeye başlandı. Kısacası AKP istediği noktaya geldi. Yeni anayasa için PKK ile ortaklıklarını saklama gereği bile duymamaktalar. Terörist başıyla görüşmek bile günlük olağan iş durumuna getirildi.
RTE’nin, 1 Şubat günü Teke Tek programında söylediği “Genelkurmay başkanını niye içeri atıyorsun arkadaş?” sözündeki ince alaya dikkat etmeli. “İçeri atmak” suçluluğu kesinleşmiş kişiler için kullanılan bir deyim. Halk arasında genellikle adi suçlu, arsız kişiler için kullanılır. RTE, “tutuklamak” demeyip “içeri atmak” deyimini yeğliyor nedense. Hani halk arasında denir ya; “Kulağından tuttuğun gibi içeri atacaksın.” ses tonundaki ifade bu.
Saygun Paşa neden yataklara düştü? Prof. Hilmioğlu niçin amansız hastalığın pençesinde her geçen gün erimekte? Kâşif Kozinoğlu neden cezaevinde öldü? Daha niceleri Silivri, Hasdal, Sincan’da neden Azrail ile savaşmaktalar? Bu sorulara verilecek yanıt bellidir. Bütün bunlar AKP’nin bağımlı kıldığı yargıyla Cumhuriyet kurumlarını çökertme savaşı sırasında olmuştur. Anlaşılacağı üzere yaptığınız hukuksuzluklarla insanların sağlıklarını bozacaksınız ondan sonra da “Geçmiş olsun!" demeye gidip gönül alacaksınız. Timsahın avını yerken akıttığı gözyaşlarına benziyor bu durum. Bir yandan hasta olan paşalara ziyarete gideceksiniz, bir yandan da yeni operasyonlarla dışarıda kalan emekli paşaları da tutuklatacaksınız... MİT müsteşarını korumaya almak için ivedi bir yasa çıkaracaksınız, subaylar ve haksızlığa uğrayan diğer tutuklular için kılınızı kıpırdatmayacaksınız… Ondan sonra da insani gerekçelerle kendinizi bu işlerden sıyıracaksınız öyle mi?
AKP’nin en iyi yaptığı iş, algı yönetimi. Bu “geçmiş olsunlar”, sahte gözyaşları, güya adaletsizliğe karşı çıkışların amacı yeni algılar oluşturmak toplumda. Kendine muktedir ve muzaffer, hasta yatağındaki zulme uğrayan paşaları da merhamete muhtaç gösterme amacında. Günlerdir olmayan tahliyenin RTE’nin ziyaretiyle çakışması ne büyük rastlantı değil mi?
Kişisel kurtuluş çabaları zalimi güçlendirir. Zulme toplu başkaldırı ise hukuksuzluğu bitirir.
                                                                                  Adil HACIÖMEROĞLU
                                                                                  14 Şubat 2013
Not: Yazılarımın tümünü http://adiladalet.blogspot.com dan okuyabilirsiniz.

           

REYHANLI’DA PATLAYAN BOMBA



            11 Şubat Pazartesi günü Reyhanlı’da patlayan bomba; dördü Türk, on üç kişinin ölümüne neden oldu. Komşudaki yangın Türkiye’ye sıçrıyor ve can kaybına neden oluyor. Önce Akçakale, şimdi Reyhanlı…
            İktidar yanlısı köşe yazıcılarıyla beyazcam bülbülleri suçluyu hemen belirlediler: Suriye yönetimi… Suriye gizli servisi Muhaberat’ın bu tür saldırıları nasıl yaptığı konusunda uydurma senaryolar yazıyorlar. Amaçları, Türkiye ve Batı ülkelerinin Suriye’ye saldırmalarına yol açacak kışkırtmayı yapmak.
            Cilvegözü’nde patlayan bomba kaza ile de patlayabilir; planlı ve bilinçli olarak da patlatılabilir. Hangi seçenek olursa olsun bu bombanın patlamasında ve gelecek günlerde olabilecek benzer olaylarda AKP hükümeti sorumludur. Tıpkı Akçakale’de ölen yurttaşlarımızda olduğu gibi.
            Bomba yüklü araba nereden gelmiş? Suriye’den mi gelmiş, yoksa Türkiye’den Suriye’ye mi gidiyormuş? Aracın nereden gelip nereye gittiği önemliyse oradaki kamera görüntülerini izlersen görürsün. Bu görüntüleri kesip kırpmadan kamuoyuyla paylaşırsın halk da görür gerçeği. Bomba yüklü aracın nereden gelip nereye gittiği çok önemli değil. Neden mi?
            Yılardır elinde bomba, omzunda tüfek Afganistan’dan Irak’a, Somali’den Libya’ya, Pakistan’dan Sudan’a giden profesyonel teröristleri toplayacaksın Hatay’a, Gaziantep’e; beş yıldızlı otellerde konaklatacaksın, yaralıları en güzel özel hastanelerde tedavi ettireceksin; sonra bombalar patlayınca şaşıracaksın. Kim inanır sana? Dünyanın bilumum eşkıyalarını toplayacak Türkiye’ye Suriye’ye saldırsınlar, diye. Polisini darp edecekler, yurttaşının huzurunu kaçıracaklar, bunun karşılığında hoşgörü göstereceksiniz… Karınlarını doyurdukları lokantaya para ödemeyecekler, sorulduğunda “Tayyip Amcam ödeyecek!” desinler, meskûn yerlerde elde tüfek gezinsinler; sonra da bomba patlatınca şaşıracaksınız. Neden şaşırıyorsunuz beyler? Bu eşkıyaları mevsimlik işçi olsunlar diye mi getirdiniz Hatay’a?
            Bomba yüklü aracı patlatma eylemi, bir El kaide klasiği. Daha önce bu tarz eylemlerini defalarca gördük değişik coğrafyalarda ve ülkemizde. PKK da birkaç yerde denedi benzer eylemleri. Suriye sınır boylarındaki sözde mülteci, gerçekte terörist kamplarında bombalar kimlerin elindeyse sorumluları da onların arasında aramak gerek.
            Suriye konusunda RTE-Davutoğlu politikası iflas etti. NATO desteğiyle birden aslan kesilen AKP, Osmanlı rüyasından erken uyandı. El alemin desteğiyle Osmanlıcılık olmaz. Osmanlı Viyana kapısına gittiyse kendi kılıcıyla gitti. RTE-Davutoğlu ise ABD silahı, Suud ve Katar parası, AB okşaması, terörist saldırılarıyla Şam’a girip Emevi camiinde namaz kılmak istiyorlardı, ancak destekler yok olunca hayaller de bitti. Bu nedenle AKP, Suriye konusunda yeni formüller aramakta. Doğaldır ki bu formüllerin içinde teröristler yok. Adamlara söz vermişsin, ceplerine para koymuş, ellerine silah tutuşturmuşsun, yuvalarından çıkarıp kurduğun kamplara yerleştirmişsin şimdi yan çiziyorsun. Buna da eşkıyanın sessiz kalmasını bekliyorsun öyle mi? Her âlemin bir kuralı vardır. Bu unutulmaya…
                                                                         Adil HACIÖMEROĞLU
                                                                         14 Şubat 2013
            Not: 18 Şubat 2013 tarihli Ulus Gazetesinde yayımlanmıştır.
            Yazılarımın tümünü http://adiladalet.blogspot.com dan okuyabilirsiniz.


CHP TARİHİNİ BİLMEYEN YÖNETİCİLER



            CHP Genel Başkan yardımcısı Gürsel Tekin, bir gazetecinin sorusuna: “Sayın Kılıçdaroğlu’nu devirmeye kimsenin gücü yetmez. Bunun yerel seçim sonuçlarıyla bağlantısı yok. İddia ediyorum, Mustafa Kemal Atatürk’ten sonra partide, tabanda en güçlü lider Sayın Kılıçdaroğlu’dur.” diye karşılık vermiş.   
            Dili varmadı, ama neredeyse “Kılıçdaroğlu’nun Atatürk’ten de güçlü genel başkan olduğunu” söyleyecekti Tekin.
CHP ve ülke tarihini bilmeyen, görev yaptığı partinin önceki genel başkanlarını zerre kadar tanımayan biri, ancak böyle konuşabilir. CHP’nin ilk iki genel başkanı tarihsel kişiliklerdir. Yalnız Türkiye tarihine yaptıkları olumlu katkılarla değil, dünya tarihini etkilemeleri açısından siyaset tarihinde yerlerini almıştır Atatürk ve İnönü.
Gürsel Tekin’in Kılçdaroğlu ile karşılaştırma gafletinde bulunduğu İnönü’den kısaca söz edelim. Öncelikle İsmet Paşa’nın Kurtuluş Savaşımızın komutanlarından biri ve bir kahraman olduğunu belirtelim. Sayın yöneticinin, Kurtuluş Savaşı tarihini ivedi olarak öğrenmesi gerek. İsmet Paşa’nın hangi zorlukları aşarak CHP Genel Başkanlığına geldiğini öğrenmeli günümüz parti yöneticileri. Öğrenmeliler ki kimi, kimle, nasıl karşılaştırması gerektiğini bilmeliler.
İsmet Paşa’nın Lozan’da emperyalist tuzakları bir bir aşarak tam bağımsız Türkiye’yi dünyaya kabul ettirdiğini anlamadan değerlendirme konusu yapmak yanlıştır. Lozan Antlaşmasının tam metnini, tutanaklarını, telgraflarını okumadan İnönü’yü değerlendirmek ise bilgisizliğin doruklara ulaştığının göstergesidir.
İnönü, hem savaş hem de barış döneminin kahramanıdır. Buna demokrasi kahramanlığını da eklemeli. Cumhuriyet kurucuları, siyasetin doruklarına basının şişirmesiyle ya da lidere mersiyeler düzerek çıkmadılar. Onlar, dişleriyle tırnaklarıyla bir vatan mücadelesinin sonunda siyaset alanında var oldular. Bu nedenle kimseye minnet borçları yoktu.
Sayın Tekin’in gezmeyi, halkla konuşmayı sevdiği biliniyor. Gittiği yerlerde 1939 ve 1940’lı yıllarda doğan yurttaşlara soruversin adlarını. O yıllarda doğanlarda “İsmet” adının ne kadar yaygın olduğunu görecektir. Bu, sevgi değil de nedir? AKP çevrelerinin İsmet Paşa hakkında yaptığı karalama propagandasından etkilenmemeli CHP yöneticileri.
CHP’nin Üçüncü Genel Başkanı Bülent Ecevit’tir. Ecevit’in genel başkanlığa seçilmesi, yıllarca yapılan bir çalışmanın sonucudur. Ecevit, genel başkanlığa seçildiğinde elinde bir programı ve yanında parti kadrolarını oluşturan arkadaşları vardı. Genel Başkan olduktan sonra girdiği genel ve yerel seçimlerin hepsinden birinci çıktı, iktidar oldu.
Kıbrıs fatihi olarak Türk halkının kalbindeki yerini aldı. Bugün bile ülkemizin en kuytu köşesindeki bir köye gitseniz evlerin başköşesinde Bülent Bey’in fotoğraflarına rastlarsınız. Türkiye’de yalnız kendine oy vermiş seçmenlerin değil, karşıtı olan partililerin de sevgi ve saygısını kazanmış tek politikacıdır Ecevit.
İnönü ve Ecevit, genel başkan seçildiklerinde il başkanları genel merkez atamasıyla göreve gelmiyor; milletvekili listeleri, genel merkez odalarında yazılmıyordu. MYK’da görev yapanlar, genel başkana övgüler düzmüyordu, tersine yeri geldiğinde eleştiri yapmaktan çekinmiyorlardı.
Bir liderin “partide ve tabanda güçlü” olabilmesi için halkın desteğini alması gerek. Bunun yolu da seçim kazanmaktır. İnönü 1957 seçimlerinde DP’nin tüm hilelerine karşın yüzde kırk bir, Ecevit ise 1977’de yüzde kırk iki oy aldılar. Bu başarıları görmezden gelmek doğru değil.
Deniz Baykal’a gelince… Laik Cumhuriyeti savunması övgüye değerdir. Ancak bugünkü YCHP’de basının rüzgârıyla yelkenleri şişen yöneticileri parlattığı da bir gerçek. Gürsel Tekin de Baykal sayesinde yıldızı parlayanlardan. Dün Deniz Bey’in yanındaydı. Bugün ise Kemal Kılıçdaroğlu’nun, yarın mı ne olacak? Partideki rüzgârın yönüne bağlı…
Sayın Kılıçdaroğlu’nun bu anlamsız ve sahte yakınlaşma gösterisine sessiz kalması ilginç. Bu tür övgüler tehlikeli ve uyarıcıdır. Tarihin sayfaları abartılı övgüler yapanların, liderlerin ayağı birazcık kaymaya başladığında onları nasıl terk ettikleriyle dolu. Kemal Bey’in övgüye değil, kendisine yanlışıyla doğrusuyla gerçekleri söyleyecek içten dostlara gereksinimi var.
                                                                       Adil HACIÖMEROĞLU
                                                                       6 Ocak 2013
Not: 11 Şubat 2013 tarihli Ulus Gazetesinde yayımlanmıştır.
Yazılarımın tümünün http://adiladalet.blogspot.com dan okuyabilirsiniz.


TÜRKİYE’NİN GELECEĞİ BRÜKSEL’DE Mİ, ŞANGHAY’DA MI?



            CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu, 29 Ocak 2013 günü yaptığı grup toplantısında Türkiye’nin geleceğinin Brüksel’de olduğunu vurguladı. Şanghay İşbirliği Örgütü’nün Türkiye’nin hedefi olamayacağını söyledi.
            Kılıçdaroğlu’nun konuyu gündeme getirmesinin nedeni, RTE’nin Putin’e,  ŞİO’ya (Şanghay İşbirliği Örgütü’ne) girmek istediklerini söylemesidir. Öncelikle ŞİO’nun neden kurulduğuna bakmalı.
            ŞİO, 1996 Yılında Çin, Rusya, Kazakistan, Kırgızistan ve Tacikistan’ın katılımıyla Şanghay’da kuruldu. İlk başta adı, Şanghay Beşlisiydi. 2001’de Özbekistan’ın katılımıyla adı Şanghay İşbirliği Örgütü oldu. Hindistan, Pakistan, İran ve Moğolistan’ın gözlemci statüsünde bulunduğu örgüt, ABD’nin dünya egemenliğine karşı önemli bir güç. ŞİO çatısı altındaki ülkelere bakıldığında ekonomik alanda da ABD’ye rakip olabilecekleri bir gerçektir. Hızla büyüyen ŞİO ülkelerini bir bütün olarak düşündüğümüzde dünyada üretilen petrolün yarısından fazlasını üreten ve tüketen ülkeler olduğunu görürüz. Endüstriyel gelişimin itici, gücünün enerji olduğunu düşündüğümüzde ABD-AB ile ŞİO arasındaki asıl rekabetin enerji kaynaklarının kontrolüyle ilgili olacağını söylemek gerek. ŞİO, tek kutuplu ABD egemenliğindeki dünya düzenine karşı oluşan bir merkezdir.
            Peki, Tayyip Erdoğan ŞİO’ya göz kırpmasında samimidir? AKP, kuruluşu ve iktidara getirilişi itibarıyla ŞİO’ya karşıtlık gösterir. Neden mi? Elli yedinci hükümetin kundaklanmasındaki asıl amaçlardan biri, ŞİO’ya katılma isteğidir. ABD’nin Saddam’ı devirme ve Irak’ı işgal planına karşı çıkan Ecevit, ABD ile karşı karşıya geldi. Hem Ecevit hem de zamanın Genelkurmay ikinci başkanı, Şanghay Beşlisine katılma yönünde açıklamalarda bulundular. Bu durum, ABD’nin Ortadoğu’daki çıkarlarına zarar verebilecek önemli siyasal yönelişti. Ortadoğu’da siyasal açıdan zayıflayan ABD’nin enerji kaynaklarını kontrol etmesi de doğal olarak olanaksızlaşacaktı. Böylesi bir siyasal duruş ABD’ce kabul edilemezdi. Bu nedenle de Ecevit hükümeti alaşağı edilerek AKP’nin yolu açıldı. İşte, böyle bir ortamda bir ABD projesi olarak siyasal yaşamımıza girmiş AKP’nin ŞİO’ya girme düşüncesini içten bulmamız olanaksız. BOP’un eşbaşkanı olan birinin ŞİO politikalarıyla uyuşması olanaksız. Hem Esat, Kaddafi… karşıtı hem de ŞİO üyesi olamazsınız. Erdoğan’ın ŞİO girmek istediğini Putin’e söylemesi Batı’ya bir blöftür. Bunu böyle anlamalı.
            Şimdi gelelim Kılıçdaroğlu: “Şanghay İşbirliği Örgütü’ne neden girmek istiyorsunuz, AB’yi neden dışlıyorsunuz?” demekte. Sayın Kılıçdaroğlu, AB’yi dışlayan yok. AB, Türkiye’yi dışlıyor yıllardır; ülkemize kapıkulu muamelesi yapılmakta Brüksel kapılarında. Türkiye, yıllardır Brüksel yolunda dilenci durumunda. Bu durumda en çok pay sahibi olan da AKP iktidarı. RTE’yi eleştirirken AKP politikasına destek verdiğinizin farkında mısınız?

 “Siz çağdaş dünyadan kendinizi koparmak istiyorsunuz. Hangi gerekçeyle, kime danıştınız, kiminle konuştunuz? Davutoğlu ile mi kafa kafaya verip bu işe karar verdiniz? Şanghay İşbirliği Örgütü’ne gireceksiniz, orası güvenlik açısından önemli, o zaman NATO’yu ne yapacaksınız?” diyerek sürdürmekte konuşmasını Kılıçdaroğlu. “Çağdaş dünya” demek, AB demek değil. “Batı değerleri” AB’de ifade buluyor anlayışı yanlış. Batı değerleri, bir dizi devrimler sonucunda oluşmuş tüm insanlığın ortak değerleridir. Emperyalist uygulamalarla Batı’nın devrimci birikimlerini karıştırmamak gerek. ŞİO’nun güvenlik açısından önemli olduğunu belirtiyor Kılıçdaroğlu. Bu, doğrudur. Asya’nın ve dünyanın güvenliğini sağlamak için ŞİO’ya gereksinim var. Türkiye’nin güvenliğine günümüzde en büyük tehdit ne yazık ki üyesi olduğumuz NATO’dan gelmekte. Bölücü örgütü destekleyen müttefik ülkeler. Sevr’i dayatan da onlar. Bu demektir ki güvenliğimizi sağlamak için NATO’dan çıkmalıyız. Daha güvenli ittifaklara katılmak zorunda Türkiye.

Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucuları, bir yandan Batı değerlerini benimserken diğer yandan da Batı emperyalizmin yayılmasına, tehdidine karşı Balkan ve Sadabat paktlarını kurmuşlardır. AKP’nin Atatürk’e en büyük suçlamalarından biri, Doğu’ya ve İslam dünyasına sırtını döndüğü yolundadır. Oysa bu paktların oluşumuna bakıldığında söylenenlerin gerçek olmadığı ortaya çıkar. AB’yi çağdaş değerlerin odağı görmek olağanüstü derinlikte olan Doğu uygarlığını reddetmektir. Bu da son derece yanlıştır.

Günümüzde ekonomik ve siyasal açıdan gelişen Doğu’dur, gerileyip çökmekte olansa Batı. İleriyi gören siyasetçiler gelişmekte olanın yanında olur. Türkiye gibi genç nüfusa sahip ve devinimi yüksek bir ülkenin gelişmekte olan ekonomilerde önemli çıkarları bulunmakta. Bunu göremeyen siyasetçiler ülkesinin geleceğine damga vuramaz.

Kılıçdaroğlu bu sözleriyle AB ve ABD limanlarına demir atmak istemekte. AKP gibi okyanus ötesinden atamayla mı iktidar olmak istemekte? Bu durum, CHP’nin siyasal anlayışına, tarihsel duruşuna, kuruluş ilkelerine ve Türkiye’nin çıkarlarına uygun değil.

Türkiye’nin geleceği, ülkemize düşmanca davranan Brüksel’de, Washington’da değil; Şanghay’dadır. Neden mi? Güneş doğudan doğar da ondan.

                                                           Adil HACIÖMEROĞLU
                                                           31 Ocak 2013


     

TARİH YANIYOR, MİLLET BAKIYOR


            Dün akşam Zincirlikuyu’dan Söğütlüçeşme’ye gitmek için metrobüse bindim. Otobüs tıklım tıklımdı. Cam önünde bir yere yaslanmış, ayaktayım. Bir yandan sudoku çözüyor, bir yandan da dışarıyı izliyorum. Bir anda Ortaköy’de yükselen alevler gözüme takıldı. Diğer yolcuları unutarak yüksek sesle “Eyvah!” dedim. Benim bu kendiliğinden uyarıcı bağırışım, herkesin yangının çıktığı noktaya odaklanmasına neden oldu. Nerenin yandığı konusunda tahminlerde bulunurken genç bir kız, Galatasaray Üniversitesi’nin yandığını söyledi. O da elindeki telefonun internet bağlantısından öğrenmiş.
            Daha önce Haydarpaşa Garı’nın alevler içinde kalışını yüreğim yanarak izlemiştim. Bu kez Boğaziçi Köprüsü’nden geçinceye kadar yangından gözlerimi ayıramadım. Eve gelince ilk işim televizyonu açıp yangının durumunu öğrenmek oldu. Edindiğim bilgiler iç açıcı değildi. Koca bir tarih milyonların gözünün önünde kül oluyordu. Bu kaçıncı tarihsel yapı yangınıydı?
            Yangın çıkıyor, ivedilikle itfaiye çağrılıyor. İtfaiye gelip yangının söndüğü yolunda tutanak tutuyor ve yangın yeniden başlıyor. Anlayacağınız itfaiyenin gözü önünde cayır cayır yanıyor koca tarih. Cağaloğlu’ndaki Milli Eğitim Müdürlüğü binası da itfaiyenin kontrolünde yanmıştı aynı biçimde.
Televizyonların birinde kıyı emniyeti yetkilisi: “Kara itfaiyesinden talimat beklediğimizden denizden müdahalemiz gecikti.” açıklamasını yapmakta. Gerekçeye bakın! Sanki yangın talimatla yanıyor, sizin bürokratik saçmalıklarınızı, kişisel keyfinizi bekleyecek… Neredeyse denizin içindeki bir yapıya, denizden müdahale edilemiyor. Bu beceriksizlik için de bürokratik gerekçeler üretilmekte. Ne kadar yazık değil mi?
Koskoca üniversitede yangın önlemlerinin tam anlamıyla alındığı söylenemez. Birçok kurumda yangınla ilgili önlemler kâğıt üzerindedir. Her hangi bir teftiş sırasında işi kurtarmaya yöneliktir tüm yapılanlar. Tarihsel yapılar, her türlü felakete karşı daha özenli korunmalı.
Son yangınlarda itfaiyenin basiretsizliği de affedilir bir şey değil.  Kurumlara siyaset bulaştıkça iş yapma yetenekleri azalıyor. İşin niteliklerine uygun adam değil de torpilliler kurumlara yerleştirilince iş üretilmiyor.
Temmuz 2002’de yanan Ortaköy Gazi Osman Paşa İlköğretim Okulu için mezunlar internette gruplar oluşturdular, aylarca imza topladılar. Yanan okullarının tekrar eğitim yuvası olması için olağanüstü bir çaba gösterdiler. Yağmur, kar, kış, soğuk, sıcak demeden Ortaköy’de her geçenden imza isteyip dertlerini anlattılar. Yargıya gidip haklarını aradılar. Yargı süreci lehlerinde işlerken birden okulun külleri üstünde otel inşaatının temeli atıldı. Tarihin bir yaprağı daha burada dumanlarla uçtu, gitti. Dede, oğul, torunun okuyup mezun olduğu okul kent yağmacılarının açgözlülüğüne kurban edildi.
Gazi Osman Paşa İlköğretim Okulu mezunları geceli gündüzlü mücadele ederken Galatasaraylılar, Kabataşlılar, Haydarpaşa garı için gözyaşı dökenler, Cağaloğlu Milli Eğitim Müdürlüğüne içi yananlar neredeydiniz? Kent yağmacılarının bir gün gözünü sizin tarafa doğru çevireceğini düşünmediniz mi? “Deniz kıyısında okul olmaz, otel olur.” Diyen açgözlü, doymak bilmez asalakların sizin tarihinizi de yok edebileceğini neden düşünemediniz. Gazi Osman Paşa İlköğretim Okulu yeniden yapılabilseydi, Haydarpaşa Garı, Milli Eğitim Müdürlüğü binası, Galatasaray Üniversitesi sapasağlam ayakta kalırdı.
Koca bir tarih yanıp kül oluyor; millet yalnızca bakıyor, o alevlerin kendini yakmadığını düşünerek.
Erdem, başkasının felaketine koşmaktır; felaket kapımıza geldiğinde feryat etmek değildir. Başkasının yarasına ne kadar merhem olabiliyorsak o kadar erdemli, o kadar insanız.
Uzmanlar gelip araştırıp inceleyecekler… Teknik kurullar toplanacak… Yangın talimatları ortaya serilecek... Mevzuat hazretlerine bakılacak… Sonuç: Kimsenin ihmali yok, kusur elektrik kontağında, denecek. Tüm sorumsuz sorumlular huzur(!) içinde görevlerini sürdürecekler.
                                                                       Adil HACIÖMEROĞLU
                                                                               24 Ocak 2013




DOĞRU SÖYLEYENİ LİNÇ EDİN!


                                  
            CHP İzmir milletvekili Birgül Ayman Güler’in TBMM Genel Kurulunda söylediği sözler, kamuoyunda yeni tartışmalara neden oldu. Sözün doğruluğuna, yanlışlığına bakılmadan ve bazı medya kuruluşlarınca sözlerin değiştirilerek halka sunulmasıyla Sayın Güler linç edilmeye çalışılmakta.
            Öncelikle Sayın Güler’in ne dediğine bakalım: “Kürt milliyetçiliğini bana ‘ilericilik’ ve ‘bağımsızlıkçılık’ diye yutturamazsınız. Türk ulusuyla Kürt milliyetini eşit, eşdeğerde gördüremezsiniz. (TBMM tutanakları, 23.01.2013)” Burada doğru bilinmesi gereken iki kavram var: Ulus (millet), milliyet. Milliyet; milletleri oluşturan küçük topluluklardır. Tam anlamıyla millet özelliği kazanmamış topluluklardır. Millet, milliyetleri kapsar. Bu nedenle sosyolojik olarak bu iki kavram eşdeğerli sayılmaz. Burada “eşdeğerli” sözcüğünü de doğru anlamak gerek. İki şeyin eşdeğerli olmaması demek, birinin diğerine göre iyi ya da kötü olması değildir. Eşdeğerli olmamak, farklı olmaktır. Bu anlatımda kapsayıcı olan milletle alt kimliği anlatan milliyetin eşdeğerli olamayacağı açıktır.
Kısacası millet üst, milliyetse alt kimliktir. Bu kavramların anlamlarını bilmeden yorum yapmak, art niyetliliktir.
Türk kimliği, ülkemizdeki tüm milliyetleri kapsar. Kürtler de tıpkı Apazlar, Gürcüler, Lazlar, Araplar... gibi Türk’türler ve Türk milletinin bir parçasıdırlar.
Son yıllarda iktidar yandaşlığıyla yıldızı parlayan kadın televizyon yorumcusu, Ayman Güler’in sözlerini şöyle saptırarak yorumluyor: “Türk ulusu, Kürt milliyetçiliğinin üzerindedir.” Ayman Güler’in sözündeki bu tahrifat bilinçli yapılmışsa tam bir provokasyon, ama bana göre bu değişik söylemin nedeni bilgisizlik. Ne yazık ki anlı şanlı iktidar bülbülü, “millet, milliyet” sözcüklerinin anlamlarını bilmemekte. Bilmediğinden de Ayman Güler’i linç etmek için var gücüyle çaba gösteriyor. İşin en acıklı yanı da deneyimli gazeteci sayılabilecek diğer üç tartışmacının acemi çırağın sözlerindeki bilimsel hatayı düzeltmemeleri.
Bu sözleriyle Güler, “Türk-Kürt eşitliğinden” söz etmiyor. Konuşmayı saptırarak konuyu, alt kimliklerin eşitliğine indirgemek kötü niyetliliğin önemli bir göstergesi.
Biraz sosyoloji bilen ve sözlük karıştıran birinin kolayca anlayacağı bir tümceyi çarpıtarak anlamak, anlatmak bir beyin ve yürek tutulması değil mi? Sürekli çatışmadan beslenen terör yandaşlarının ve cumhuriyet düşmanlarının asıl amaçlarını gerçekleştirmek için sözleri saptırma ve yanlış anlatmaları ilk değil.
Bir toplumda yaşayanlar, üst kimlikleriyle anılırlar. Alt kimlikler, herkesin onurudur. Kimsenin alt kimlikleri yok etme gibi bir amacı da olamaz. Alt kimliklerimizi koruyacağız, ancak bunları üst kimliğin önüne geçirmeyeceğiz. Çünkü üst kimliğimiz bizi bir arada tutan paydadır. Bir toplumda yaşayanları alt kimliklerle tanımlamak, etnik kökenleri ulus kimliğinin üstüne çıkarmak; ülkeyi çatışmalara sürükler. Bu da bölünmenin alt yapısını oluşturur.
Ülkemize alt kimlikleri dayatan devletlere az da olsa bakmak yeterlidir. Yetmişten fazla etnik kökenli insanın yaşadığı Fransa’da siyasetçiler, sporcular, sanatçılar, bilim adamları, kısacası toplumun önündekiler etnisiteye dayanan alt kimlikleriyle mi, yoksa Fransız üst kimliğiyle anılmakta? Emperyalist ülkeler, kendi ulus devletlerini cansiperane savunurken bizlere ulus devletin parçalanmasını önermekteler. Buradaki oyunu anlamamak nasıl bir durum?
Ayman Güler’in konuşmasından sonra CHP’den bir milletvekilinin istifa ettiği duyuldu. Sonra bu vekil istifasını geri aldı. CHP içinde bölücü anayasadan yana olan milletvekilleri istifa kartını göstererek parti içinde pazarlık yapma peşindeler. Amaçları AKP-PKK anayasasının çıkarılmasını sağlamak. CHP bu şantajı görmeli. Ayrılacak olanın önü kesilmemeli; çünkü bu kişiler zaten CHP’li değiller. Bunları bir kitle partisi içindeki farklı sesler olarak algılatmak da yanlış. Kitle partisi demek; partinin kuruluş felsefesine, tüzüğüne, ilkelerine, dünya görüşüne karşı kişilerin bulunduğu bir yer değil. Farklı sesler, olmalı bir kitle partisinde; ama bu sesler temel ilkelere bağlı olarak çıkmalı.
Birgül Ayman Güler’in konuşmasının tümüne bakıldığında iyi bir konuşma. Bölücüler çıkıp Türk Ulusuna hakaret edecekler, ama bizler kendimizi savunmayacağız öyle mi? Bir milletvekili ulusun birliğini savunacak, hemen medya bülbülleri ona “faşist” damgasını vurup linç edecekler. Ayman Güler’i linç etmek faşizm değil mi? Asıl faşizm, baskıyla toplumu susturmak, emperyalist odaklardan rol istemektir.
                                                                       Adil HACIÖMEROĞLU
                                                                       25 OCAK 2013
Not: 28 Ocak 2013 tarihli Ulus Gazetesinde yayımlanmıştır.
Yazılarımın tümünü, http://adiladalet.blogspolt.com dan okluyabilirsiniz.



ÖRNEK BİR DAVRANIŞ



            Çok küçük yaşta tanıştığım kitaplarla dostluğum hiç bozulmadı. Yalnız kaldığım günlerde dünyamı ışıl ışıl aydınlattılar. Uzun, soğuk kış gecelerinde hep onlarla ısınıp söyleştim. Çoğu kez yorgan yerine kitaplara sarılarak uyudum. Yolculuklarda koltuğumu onlarla paylaşıp hayalleri birlikte kurduk. Acı çektiğim zamanlarda onların dost ellerine sarıldım. Terk edildiğimde kitaplar başucumda, koynumda, evimin her köşesindeydi.
            Bilmediğim ülkeleri, kentleri, kasabaları, köyleri onlarla dolaştım. Görmediğim okyanuslarda kimi zaman yelkenli olduk, kimi zaman da kulaç attım kitaplarla. Her renkten insanı bize tanıtan onlardır. Baharla kitap sayfalarının kokusu karışmıştır mutluluk denizimizde. Nice kahramanlarla sayfalarda tanıştım.
Hangi ülkeye, kente, kasabaya gidersem gideyim bir kitapçı dükkânına kesinlikle uğrarım. Kitapların raflarda duruşunu, dizilişini hayranlıkla izlerim. Tüm rafları görüp hangi kitabın, nerede olduğunu anladıktan sonra, almak için en az bir kitap seçerim. Gezip gördüğüm yerden benim için en büyük anı o seçtiğim kitaptır. Kitaplığıma her gün girer, raflarla göz göze gelir, sonra güne başlarım. Bir dinlenceye gideceğim zaman kitaplarımla vedalaşırım.
Okuma alışkanlığım nedeniyle yanımda kitap, gazete ve dergi olmadan bir yere gitmem. En küçük zaman dilimini dahi bir şeyler okumadan geçirmişsem içimi bir pişmanlık duygusu kaplar.
Armağan verip almayı seven biri olarak arkadaş, öğrenci ve akrabalarıma özel günlerde hep kitap armağan ederim. Çoğu zaman verdiğim armağanın küçümsendiğini kişilerin yüzünden anlarım. Bu, beni yolumdan alıkoymaz. Bu ısrarlı davranışım nedeniyle yaşamı boyunca hiç kitap okumamış birinin benim armağanımla okuma alışkanlığı edinmesi beni sonsuz mutlu eder. 
12 Ocak Cumartesi günü eski arkadaşlarımdan ve yurtseverliğinden ödün vermeyen Avukat İsmail Yaşar, Beyoğlu’ndaki yazıhanesini Bakırköy’e taşıdı. Bu nedenle küçük bir açılış kokteyli yaptı dostlarına. Ben de sağanak yağmura aldırmadan gittim arkadaşımın açılışına. Eski dostlarla söyleştik, yenileriyle tanıştık. Güzel bir gündü yağmura ve soğuğa inat. Sımsıcak bir ortam vardı.
Bu açılışta beni asıl etkileyen, gelenlere kitap armağan edilmesiydi. Sehpaların üstünde türlü kitaplar vardı. Her gelen konuk beğendiği bir kitabı alıyordu. Toplumsal duyarlılığını takdir ettiğim Sayın Yaşar, böyle bir davranışla beni olağanüstü heyecanlandırıp mutlu etti. Bir ilki yaşıyorduk orada. Örnek bir yurttaştan da örnek bir davranış beklenir tabi ki.
İnsanların yaşamı boyunca hiçbir işlerine yaramayacak cicili bicili armağanlar yerine, onlara kitap vermenin nasıl bir kutsal iş olduğunu, sosyal sorumluluk duygusu olduğunu söylemeye gerek var mı? İsmail Bey’e ve genç avukat oğlu Onur’a bu yeni yerlerinde ve mesleklerinde başarılar diliyorum. İki örnek insan ve güzel bir davranış…
Toplum, okuyarak zenginleşip renklenir. Demokrasi, okuyan toplumlarda rayına oturur. Duygusal varsıllıklarımız okumayla çoğalır. İnsanoğlu, kölelikten okuyarak yurttaşlığa geçer. Keşke kitap armağan etme alışkanlığı toplumumuzda yaygınlaşsa… Yaygınlaşsa da kör karanlığı sayfaların ışığıyla aydınlatıp yok etsek…
                                                                       Adil Hacıömeroğlu
                                                                       13 Ocak 2013
Not: 21 Ocak 2013 tarihli Ulus Gazetesinde yayımlandı.
Yazılarımın tümünü, http://adiladalet.blogspot.com dan okuyabilirsiniz.

PARİS’TE ÜÇ PKK’LININ ÖLDÜRÜLMESİ



            Paris’te üç PKK’lının öldürülmesi gündeme damgasını vuruyor. Bir taraftan cinayetleri kimin ne amaçla işlediği tartışılırken diğer taraftan da bu üç terörist, kimilerince kahramanlaştırılmaya çalışılmakta. Tartışmaların çoğu, İmralı açılımını halka benimsetmek amacını taşıyor.
            Bir olayın içyüzünü öğrenmek için neden sonuç ilişkisine bakmak gerek. Teröristlerin öldürülmesi, kime yarar sağlamakta. Olayın sonunda kar ve zarar eden kimler? Bu soruların doğru yanıtları bizi faile de götürür.
            Paris’te üç teröristin öldürülmesiyle PKK olağanüstü bir propaganda olanağına kavuştu. Gerek PKK taraftarları gerekse güdümlü, yandaş medya ölen terör örgütünün üç üyesini masum kahramanlar olarak topluma sunmakta.
            İktidar yanlısı medya bülbülleri cinayetin arkasında Suriye ve İran’ın olduğunu hararetle savunmaya başladılar. Bu yolla da güya barışı, bu ülkelerin kurşunlayarak engellediklerine halkı inandırmayı amaçlamaktalar. Böylece de İran’a yapılacak olası bir müdahaleye ve Suriye’de teröristlere verilen desteğe haklılık kazandırmak istemekteler.
            PKK’lı üç kadının bulundukları yerin kapısı şifreli. Bu kapıyı şifreyi bilenler açar ya da tanıdık kişiler geldiğinde içerdekilerce kapı açılır. Üçüncü bir olasılık da Fransa’nın resmi görevlilerine ya da PKK’ya dost ülkelerin tanıdık istihbaratçılarına kapı açılabilir… Demek ki binadaki örgüt üyelerinin tanımadıkları kişilerin, içeri girme olasılıkları yok denecek kadar az. O zaman cinayet sanıklarını içeri girebilecek kişiler arasında aramak gerekir.
            PKK’lı üç kadının Alevi kökenli olması olayda önemli bir ayrıntı.
Üzerinde durulması gereken önemli bir nokta da RTE’nin eski Fransız sömürgesi olan üç Afrika ülkesine yaptığı gezidir. Bu gezide Erdoğan’ın sömürgecilik dönemine ilişkin açıklamalarının Fransa’nın hoşuna gittiğini söyleyemeyiz. Ardından Fransa’nın Mali’ye askeri operasyonu göstermektedir ki bu eski sömürgeci ülkenin nüfuz alanlarını kimseye terk etmeye niyeti yok. Ortadoğu’da ABD, İsrail, AKP, PKK, Barzani ittifakının Fransa’yı rahatsız ettiği bir gerçek. Parçalanma tehlikesi karşısında olan Suriye ve Lübnan’ın eski Fransız nüfuz alanları olduğu unutulmamalı.
Önümüzdeki günlerde Fransız dış politikasında değişikler beklenmeli. Bu da ABD-İsrail despotizmini rahatsız eder. Fransa’yı zor durumda bırakmak amacıyla provokasyonların olması da doğaldır. Daralan AB ekonomisi çıkış aramakta. Müflis bezirgân örneği eski defterleri yoklamaları doğal Avrupalı eski sömürgecilerin. Eski sömürgelerin çoğu şu anda ABD denetiminde. Çıkarlar söz konusu olduğunda ülkeler arası ilişkilerde bozulur.
Bugün Ortadoğu’da olabilecek provokatif eylemlerin arkasında ABD-İsrail’i ve onların denetimindeki güçleri aramak gerek.
AKP sözcülerinin cenazelerin defni için yaptıkları açıklamalar, gösterdikleri tavırlar teröre teslimiyetin, çaresizliğin bir örneği. Üç PKK’lının naşının Paris’ten Diyarbakır’a getirilmesi, bölücü örgüt için önemli bir siyasal kazanım. Terör örgütü yöneticilerinin yurttaşlıktan çıkarılmamaları ise anlaşılır gibi değil. “Neden Diyarbakır’da cenaze töreni yapıldı?” sorusunun devletin her kademesindeki yöneticinin kendine sorması gerek. Bölücü örgüt, Diyarbakır’ı başkent ilan ediyor; ne yazık ki hükümeti yönetenler de buna destek veriyorlar. Anlaşılacağı üzere bölünme süreci hem AKP hem de PKK tarafından hızlandırılmakta.
Cenaze töreni için yapılan mitingde polisin; “Aman, göstericiler tahrik olmasın!” düşüncesiyle neredeyse köşe bucak saklanması anlaşılır gibi değil. Yine tabutlara sarılan PKK bayraklarına göz yumulması, bölücü örgütü siyasal anlamda güçlendiren ve onlara meşruiyet kazandıran bir yanlış tutum. Siz meydanlardan, sokaklardan devleti çekip alırsanız, o boşluğu terör örgütü doldurur.
                                                           Adil Hacıömeroğlu
                                                           17 Ocak 2013
Not: Yazılarımın tümünü, http://adiladalet.blogspot.com dan okuyabilirsiniz.

DİPLOMASİ İNCELİK GEREKTİRİR



            Başbakan Erdoğan; Gabon, Nijer ve Senegal’i kapsayan Afrika gezisini bitirip yurda döndü. Üçü de eski Fransız sömürgesi olan bu ülkelere kalabalık işadamı grubuyla yapılan gezi ilgi çekti.
            Gabon, Nijer ve Senegal’in toplam nüfusu otuz milyon civarında. Nijer ve Senegal’de Müslüman nüfus, neredeyse yüzde yüze yakın. Gabon da ise bir buçuk milyona yakın insan yaşıyor ve yarısı Müslüman.  Sanayi yok denecek kadar az bu ülkelerde. Alt yapı yatırımları eksik. Nijer kuzeyde   Cezayir ve Libya ile komşu. Büyük Sahra’daki topraklarında uranyum bulunmakta. Bu nedenle stratejik önemi var.
            Şüphesiz ki Afrika’nın bu üç ülkesine yapılan gezi önemlidir. Türkiye’nin yeni pazarlara, hammadde kaynaklarına gereksinimi var. İhracatı artırıp ekonomiye rahat nefes aldırmanın yolu, yeni pazarlar bulmaktan geçmekte. Türk ekonomisi tıkanmak üzere. Sıcak paraya dayalı sistem, çöküş sinyalleri vermekte. Yoksulluğun yazgı olduğu Afrika ülkeleri bizim yaramıza ne derece merhem olur, bu tartışma konusu.
            AKP döneminde diplomasi kuralları da değişti. Uzun süredir dikkatimi çekmekte olan bir durum, son Afrika gezisinde doruğa çıktı. Türkiye’yi yönetenler gerek yurt dışına gittiklerinde, gerekse Ankara’ya gelen yabancı devlet adamlarıyla yaptıkları basın toplantıları ilgi çekici. İki ülke arasında yapılan bir dizi görüşmelerden sonra ülke liderleri basının önüne çıkmakta. Burada amaç ikili görüşmeler, varsa imzalanmış anlaşmalar, hakkında basına bilgi vermektir. Açıklamalarda genellikle iki ülkeyi ilgilendiren konulardan söz edilir ki bu konuk olan ya da ziyarette bulunulan devlet adamına saygının gereğidir. Devlet adamları, başında bulundukları ülkeleri temsil ettiklerinden o ülkenin halkına saygıdır aynı zamanda bu.
            Erdoğan, Ankara’da (son günlerde İstanbul’da) ağırladığı konuklarla ve yurt dışında ev sahibi ülkelerin yöneticileriyle yaptığı ortak basın toplantılarında Türkiye’nin iç sorunlarıyla ilgili bolca açıklamada bulunmakta. Neredeyse Türkiye’nin iç sorunlarıyla ilgili konuşmalar, ortak konuların önüne geçmekte. Bu da gezinin amacını gölgelemekte.
            RTE, Afrika gezisinde gittiği üç ülkede de ortak basın toplantılarında iç sorunları öne çıkardı. Uzun uzadıya iç politika konularından söz ederken ev sahibi devlet adamlarının yüzüne bakmalıydı. Onların bu açıklamalardan nasıl sıkıldıkları beyaz camdan bile fark ediliyordu.
            Halkımızın bir geleneği vardır: Evde olanlar evde konuşulur, aile sorunları komşu evde konuşulmaz, diye. Aile içi sorunlar, deli kızın çeyiz gibi ortaya dökülmez.
AKP dönemine kadar Türkiye diplomasisinde böyle bir durum yoktu. Bu, AKP’nin diplomasimize getirdiği bir alışkanlık. İyi mi? Hiç değil.
            RTE’nin diplomaside yaptığı bir şey daha var. Gittiği ülkelerin tarihini onlara öğretme alışkanlığı. Yarım yamalak, çoğu da doğru olmayan tarih bilgisiyle (Bu, ayrı bir yazı konusudur.) bir kişiye kendi tarihinin dersini vermek çok gülünç. Özellikle de tarihi, İslami bir temele oturtma çabası ilgi çekmekte.
            Hem ortak açıklamalarda iç sorunları öne çıkarma hem de kişilere kendi tarihleri öğretme isteği diplomatik incelikten uzaktır. Yılların deneyimleriyle oluşturulan Türk diplomasisini, nezaket kurallarından koparmak Türkiye’ye zarar verir. Nedense RTE ve diğer AKP yöneticileri, her konuda konuşma gereksinimi duyuyorlar. Bu da devlet adamı ciddiyetini ortadan kaldırmakta. Türk siyaset tarihi bu kadar çok konuşan yöneticiler hiç görmedi, bundan sonra da görmeyecek sanırım.
                                                                                  Adil Hacıömeroğlu
                                                                                  11 Ocak 2013
            Not: 14 Ocak 2013 tarihli Ulus Gazetesinde yayımlanmıştır.
            Yazılarımın tümünü, http://adiladalet.blospot.com dan okuyabilirsiniz.                           
             
           
                                                                                                                                                                                                         

BU KADAR DA OLMAZ KEMAL BEY!



            AKP hükümetinin İmralı’yla görüşmesi kamuoyuna yansıyınca yeni bir tartışma başladı. Öcalan’ın affına ve Türkiye’nin özerk yapıya gidecek bir süreç başlamış oldu böylece. Doğaldır ki bu durum halkın tepkisine de neden olmakta. AKP yöneticileri halktan yükselen eleştirileri bastırmakta zorlanıyor.
İşte, tam da AKP’nin köşeye sıkışmakta olduğu bir anda Kemal Kılıçdaroğlu’nun açıklaması gündeme bomba gibi düştü. Sayın Kılıçdaroğlu,  “Bu ülkede kan dökülmesini istemiyoruz. Hiçbir yurttaşımızın saçının teline zarar gelmesini istemiyoruz. Akılla, mantıkla, sağduyuyla, tarihsel birikimimizle bu sorunu aşabiliriz. Biz geçmişteki bütün hatalara karşın AKP’ye yeni bir kredi açıyoruz. Çözün sorunu.” diyerek İmralı görüşmelerinde hükümete desteğini açıklıyor. Bu krediyi kim adına veriyorsunuz Kemal Bey. CHP’nin üyesi seçmeni olarak ben bu krediyi vermiyorum. On binlerce CHP üyesi de benim gibi düşünmekte. Sordunuz mu Mustafa Kemal’in askerleri olan üyelerinize, seçmenlerinize bu krediyi verirken Kemal Bey?
Türkiye’nin bölünmesine giden bir sürece destek verirken Atatürk’e, İnönü’ye, Ecevit’e, Sivas Kongresine, Temsil Heyeti üyelerine, Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti’ne sordunuz mu? Devrim şehidi Kubilay’ın görüşünü aldınız mı? İlk Kurşun Anıtında efsaneleşen Hasan Tahsin bu işe ne der, diye düşündünüz mü?
Şeyh Sait ve Dersim isyanlarında şehit edilen Mehmetçiklerin kemiklerinin sızlayacağını RTE düşünmedi diyelim, siz niye düşünmediniz İmralı rezaletine kredi verirken? Ya, yaşamının baharında emperyalizmin uydusu bir bölücü örgütün hain kurşunlarıyla şehit olan kınalı kuzulara ne hesap vereceksiniz? Onlara nasıl açıklayacaksınız İmralı gafletini?
“Bu ülkenin çağdaşlaşmasında, özgürleşmesinde, demokratikleşmesinde de harcı olan bir parti olmak istiyoruz. Bütün siyasal partiler tek tek kayboldular tarih sahnesinden. Ayakta kalan bir parti var o da Cumhuriyet Halk Partisi. Varlık nedeni budur. Çağdaşlığı yakalamak, uygarlığı yakalamak, özgürlüğü yakalamak, demokrasiyi getirmek. Herkese iş, herkese aş getirmek, örgütlü bir toplum kurmak. Varlık nedenimiz budur. Bu varlık nedenimiz bize geleceğe umutla bakmamızı öngörüyor.” diyorsunuz Sayın Kılıçdaroğlu. Bu ülkeyi çağdaşlaştırıp özgürleştirenin, demokratikleştirenin CHP olduğunu bilmiyor musunuz Kemal Bey?
Bütün siyasal partilerin tarih sahnesinden silindiğini, ancak CHP’nin ayakta kaldığını belirtmişsiniz konuşmanızda. Çok doğru bu… Hiç düşündünüz mü CHP’nin neden yaklaşık yüzyıldır ayakta kaldığını? Kurulduğundan beri ülke birliğini savunup emperyalist oyunlara alet olmadığı için ayakta CHP. Bu güne kadar Atatürk’ü kılavuz edindiğinden yıkılmadı Cumhuriyet’in Partisi. Sağ partiler dış yönlendirmelerle demokrasiyi, ekonomiyi, bilim yaşamını, kültürü, eğitimi, sosyal yaşamı baltalarken etnik ve dinsel kimliklerle ulusu bölerken CHP, halkımızı bir arada tutan Cumhuriyet değerlerini savunduğu için ayakta. CHP’nin Atatürk gibi bir kurucusu olduğu için yıkılmıyor, çünkü temeli sağlam. CHP kurucuları, emperyalizme karşı bir kurtuluş savaşında kahramanlaşmış; Anzavur, Koçgiri, Kuvay-ı İnzibatiye, Delibaş Mehmet, Derviş Mehmet, Şeyh Sait, Dersim… gibi ulusun birliğini ve cumhuriyet değerlerini ortadan kaldırmaya yönelik ayaklanmalara karşı kararlılıklarıyla CHP’yi CHP yapmışlardır. CHP gibi Kahramanlık destanları, çağdaşlaşma savaşımlarıyla kurulan parti çok azdır dünya tarihinde Kemal Bey. Bunun içindir ki oturduğunuz koltuğun tarihsel sorumluluğunu iyi bilmelisiniz.
Birkaç gün önce katıldığınız bir tv izlencesinde “Atatürk  ülkede yaşayan herkesin ortak paydasıdır. Atatürk'e karşı çıkmak vatan hainliğidir.” demiştiniz Kılıçdaroğlu. Bu sözler yüzde yüz doğru. Atatürk’ü birazcık anlayan biri, İmralı gibi bölücü bir sürece kredi açmaz. Ya Atatürkçü olun ya da AKP ve bölücülerin etkisinde bir siyasetçi. Herkese şirin görünerek oy toplayacağınızı sanıyorsanız çok yanılıyorsunuz. Atatürkçü bir siyasetçi şark kurnazlığıyla değil; kararlı, bilinçli, doğrultu tutarlılığıyla halkın karşısına çıkar.
AKP, Habur’da sıkıştı, oy yitirmeye başladı; “genel af” deyip devreye girdiniz. AKP kurtuldu. Anayasa değişiklikleri halkoylamasından geçti. Böylece Türkiye teokratik bir diktatörlüğün boyunduruğuna girdi.
Türban konusunda AKP çözümsüzlüğe saplandı, ortaya Kılıçdaroğlu çıktı ve bu sorunu da çözdü(?). Üniversitelerimiz tarikat ve cemaatlerin arka bahçesine dönüştü. Şimdi sıra ilk ve ortaöğretim kurumlarında Kemal Bey. Bu konuda da bir çözüm bulursunuz sanırım!
Oslo rezaletini halka anlatmakta güçlük çeken iktidarın imdadına yine Kemal Bey yetişti. Yaptığı açıklamayla AKP’yi rahatlattı. RTE de “Durmak yok, yola devam!” dedi.
Şimdi İmralı rezaleti, ulusumuzun kürek kemikleri arasına kama gibi saplandı. Kemal Bey, bu açıklamasıyla RTE’ye kredi verip el uzatmakta. Bu kadar da olmaz Kemal Bey! Siz AKP’nin can simidi, bölücü örgütün hamisi misiniz; yoksa CHP Genel Başkanı mısınız? Karar verin!
CHP’deki bu eksen kaymasına karşı parti üyelerinin önemli bir kısmının sessizliği yürek burkmakta. Dünyanın hiçbir koltuğu Türkiye’nin bağımsızlığından, ulusun birliğinden, yurttaşın özgürlüğünden daha değerli değil. Bu nedenle “Önümüzdeki seçimler yapılsın, duruma göre davranırım.” düşüncesi ve beklentisi Atatürk’ün partisinin üyelerine yakışmaz. Unutulmamalı ki bir ülkeyi küçük hesaplar uçuruma sürükler.
Ben de benim gibi düşünen tüm Atatürkçüler de ülkemizde kan akmasından yana değiliz. Ancak sorunu çözüyoruz, diye bölücü örgütün daha da palazlanmasına yol açacak girişimlere de karşıyız. Terörün nasıl çözüleceği konusunu daha önceki yazımla madde madde anlatmıştım. (Bkz. Terör Nasıl Önlenir? http://adiladalet.blogspot.com/2012/09/teror-nasil-onlenir.html)
Türkiye ve dünya gerçekleri doğrultusunda davranacak bir CHP’ye hem ulusumuzun hem de Ortadoğu’nun o kadar çok gereksinimi var ki…
                                                                       Adil Hacıömeroğlu
                                                                       6 Ocak 2013
Not: Yazılarımın tümünü,  http://adiladalet.blogspot.com dan okuyabilirsiniz.






PKK SİLAH BIRAKACAKMIŞ


            Yeni yılın gelmesiyle PKK’nın “silah bırakması” tartışması gündeme oturdu. “Silah bıraktırma” konusunun altında yatan asıl amaç, bölücü başının affedilmesidir. Uzun süredir AKP yöneticilerinin bölücü örgütü acındırarak sevimli gösterme çabası, dikkatlerden kaçmadı.
   28 Aralık 2012 tarihli “Bölücüleri Acındırmayı Görev Edinen Bakan” başlıklı yazımda şöyle demiştim: “27 Aralık günü RTE, PKK/BDP’ye çok sert çıkışlarda bulundu; esti, gürledi. Bu fırtına, bir takım gizli görüşmeleri örtmeye yönelik bir çaba.” Evet, başbakan ne zaman PKK/BDP’ye ağır sözlerle yükleniyorsa altından bir açılım ve İmralı/Kandil’le görüşme çıkmakta. Bu kez de yine aynı şey oldu. Nerdeyse bazı görevliler, İmralı’da yatıp kalkacaklar.
Başbakan, bir televizyon kanalında İmralı’yla görüşmelerin ilgili kurumlarca sürdürüldüğünü söyledi. RTE’nin İmralı görüşmelerini, “Ben görüşmüyorum, devlet görevlileri görüşüyor.” biçiminde açıklaması ise gülünçtür. Halkın zekâsıyla alay etmektir. Başbakan’ın bizzat kendisi, İmralı’ya giderek bölücü başıyla görüştüğünü kimse söylemiyor. Bu tür ilişkilerin başbakanın görevlendirdiği kişilerce yapıldığı herkesçe bilinmekte. Zaten, AKP sözcüleri ve hükümet yetkilileri bölücü başıyla görüşüldüğünü hiçbir zaman inkâr etmediler. Her fırsatta bu görüşmeleri savundular.
AKP hükümeti, terör konusunda İmralı’ya bağımlı durumda. Oradan gelecek iletilerle yol ve yön belirlemekteler. Türkiye’nin gündemi Öcalan tarafından belirlenmekte. Onun ağzından çıkan sözler, medyada günlerce tartışılmakta. RTE’nin, PKK’ya silah bıraktırılacağı yolundaki açıklamasıyla yandaş bülbüller de beyaz camdan şakımaya başladılar. “PKK ile barışın yakın olduğunu” heyecanla savunmaya başladı güdümlü köşe yazıcıları. Amaç, kamuoyunu teröristlerin affına hazırlamak.
Gerçekten PKK silah bırakır mı? Hükümetle terörist örgüt anlaşarak bir barışa imza atıp terör biter mi?
Silahı PKK’nın eline kim vermişse o bıraktırır. PKK gibi Ortadoğu’da küresel güçlerin kullandığı bir örgütün silahları bırakmasını beklemek saflıktır. Hele bölgemizdeki çatışmaların olduğu bir dönemde, küresel güçlerin terör örgütlerine çok gereksinmeleri var. Bu nedenle hükümetin teröristlere silah bıraktırma düşüncesi hayaldir.
Peki, İmralı görüşmelerinde PKK “özerklik” görüşünden vazgeçti mi? Yine anayasa değişikliği görüşmelerinde “Türk” kavramı ne olacak? Anayasanın değiştirilemez maddeleri konusunda AKP-PKK anlaşması sağlandı mı? Bu soruların yanıtları verilmeli hükümetçe. Verilmeli ki; ulus, başına örülmekte olan çorabı görsün.
AKP-PKK görüşmelerinde belirleyici olan terör örgütüdür. Böyle olunca da AKP, bu kirli terör savaşında PKK karşısında yenilgiyi kabul etmekte. Bölücü başının cezası, ev hapsine dönüştürüldüğünde, Türkiye üstünlüğünü tamamen yitirir. Üstünlüğü ele alan PKK’nın isteklerinin ardı arkası kesilmez. Baharla birlikte Güneydoğu’da ve bazı batı illerinde kitlesel kalkışmalara giden süreç bu görüşmelerle başlamış oldu. Geçen yaz Hakkâri’de uygulanan “vurkal, kaçma” eylem provası, baharda yaşama geçirilir. Böylece Türkiye bölünme gerçeğini yalnızca terör eylemleriyle değil, kitlesel başkaldırılarla da yaşar.
Anayasa değişikliği ve güya PKK’ya silah bıraktırma görüşmeleri Türkiye’yi bölünmenin eşiğine getirir. Habur ve Oslo’dan sonra İmralı, rezaletin üçüncü halkasıdır. Bu rezaletler, ancak halkın ülkesine sahip çıkacak bir iradeyle ortaya çıkmasıyla olur. Türk Ulusu’nun böyle rezaletlere katlanması ve yeniden Karlofça sonrası yenilgi psikolojisini yaşaması olanaksız. Küresel güçlerin oyuncağı taşeron bir örgüt karşısında yenilgiyi kabullenmiş bir ulus, bu coğrafyada yaşayamaz. Bu gerçek unutulmamalı…
                                                           Adil Hacıömeroğlu
                                                                       4 Ocak 2013
Not: 7 Ocak 2013 tarihli Ulus Gazetesinde yayımlanmıştır.
Yazılarımın tümünü http://adiladalet.blogspot.com dan okuyabilirsiniz.