BÖLÜCÜLÜĞE, SİVİL ANAYASA KILIFI


        Yıllardır türlü siyasal kesimler dile getirir sivil anayasa isteğini. Aslında bu istek, Sevr’i uygulayamayan batılı emperyalistlerin bir dayatması. Bu dayatma; bölücüler, liberaller ve Türkiye Cumhuriyeti ile kuruluştan beri sorun yaşayan yobazlar aracılığıyla dile getirilir. Emperyalizm, bu üç siyasal odağı kullanarak ülkemizi bölmek ve Anadolu Türklüğünü yok etmek istemekte. Kimi zaman oy kaygısına düşmüş bazı siyasetçiler de sivil anayasacı olup bunun savunucusu olmaktalar.

        Bölücü örgütler, durmaksızın anayasamızın ırkçı olduğunu söyler. Bu nedenle anayasanın değiştirilerek “sivil, özgürlükçü ve demokratik” olmasını dile getirirler. Çünkü bölücülüğe giden yolun, anayasanın liberalleşmesinden geçtiğini bilirler. Bunun için sürekli olarak anayasanın değişmesini gündemde tutmaya çalışırlar. Aymazlık içinde bulunan kimi siyasetçiler de bu zehirli tuzağa düşer.

        Bölücü örgüt PKK/HDP’nin 14 Mayıs seçimlerine katılmak için kurduğu Yeşil Sol Parti (YSP), Anayasa’mızın değiştirilmesi teklif dahi edilemez ilk dört maddesinin değiştirilmesini istemekte. Selahattin Demirtaş ve birçok HDP yöneticisiyle Kandil’deki terör başıları da bu konuyu sık sık dile getirdiler.

        “Farklı kimliklerin, dillerin, inançların ve kültürlerin hak eşitliğinin anayasal güvence altına alınması ve bu anlayış üzerinde şekillenen bir anayasal yurttaşlık tanımının yapılması; anadilde eğitimin ve anadil hakkının kamusal alan da dahil her alanda uygulanması; yerinde ve yerelden yönetime dayalı bir demokratik özerklik işleyişinin gerçekleştirilmesi için mücadele eder. (HDP Parti Programından)” Bu sözlerle yapılmak istenen Türkiye’nin Yugoslavya olması. Bu yolla ülkemizin bölünmesinin kolaylaştırılması. Ne yazık ki HDP, Cumhurbaşkanı adayı Kemal Kılıçdaroğlu’nun önemli destekçisi.

        Bir başka bölücü parti de HÜDA PAR… Bu parti de PKK/HDP gibi sivil anayasa peşinde ve bunun için de anayasa değişikliği istemekte. HÜDA PAR Genel İdare Kurulu Üyesi Cemil Genç, Hizbullah’a yakın Rehber TV’ye konuştu: “Anayasa’da Türklük vurgusu kaldırılsın, anadilde eğitim olsun. (30 Mart 2023)” demekte Genç. Her iki bölücü örgütün derdi anayasayla. Her ikisi de anayasadaki Türklükten rahatsız. Yani devleti kuran ulusun kimliği yok edilmek istenmekte. Dünyada bunun başka bir örneği var mı? Var olanların yok olduğunu gördük. Yugoslavya ve Sovyetler Birliği gibi ülkeler, paramparça oldular bu yüzden. Çünkü anayasaları çok kimlikli, çok dilli, çok inançlı ve çok kültürlüydü. Bu ülkelerde yaşayanların üst ulusal kimlikleri olmadığı için halklar arasında büyük bir boğazlaşma oldu dağılma süreçlerinde. Yıllar geçmesine karşın bu boğazlaşma sürmekte.

        Bölücü örgütlerin her ikisi de “ideolojisiz anayasa” istemekte. İdeolojiden kasıt, Türklük ve Atatürk. Atatürk ve Türklüğün olmadığı bir anayasa, Türkiye’nin anayasası olur mu hiç? Anayasasında “Türk” olmayan bir devletin adı, Türkiye olur mu? Bu yolla sinsi bir plan devreye sokulmakta. Son Türk devletinin yok edilmesi için önce devletin kimliği, sonra da kendisi yok edilmesi düşünülmekte bu yolla. Ne yazık ki TBMM’de bulunan partilerin birçoğu bu değirmene su taşımakta.

        Bölücü örgütlerin anayasayla ilgili sorunlarının olması olağan. Peki, ülkemizin cumhurbaşkanlığına aday olanların konuya bakışı nasıl?

        Millet İttifakının cumhurbaşkanı adayı Kılıçdaroğlu, Anayasa’nın ilk iki maddesinin değiştirilebileceğini PKK’nın İMC TV kanalında duyurmuştu.  Nasıl mı?

        “Anayasa’yı değiştirelim.” deyince Kılıçdaroğlu, sunucu “2 ve 3. Maddeleri mesela…” diyerek konuyu açmak istedi. “Tabi… Söyledik bunların tamamını. Buyurun, gelin, yapalım bunların hepsini.” diye yanıtladı soruyu. Bu söylemin bölücülerin isteklerinden bir farkı var mı?

        2018 Yılında Kılıçdaroğlu: “Sivil bir anayasa yapmak zorundayız.” diyor. “Sivil anayasa” ne demek? Bu isteğin altında yatan ne? Kılıçdaroğlu’na sormak gerek: Atatürk’ün öncüsü olduğu 1924 Anayasa’sının neresi kötü? Ya da 1960 Anayasa’sının halka tanıdığı özgürlüğün neresini beğenmiyorsunuz? AB ve ABD emperyalistlerince dayatılan bölücü anayasaları niye savunuyorsunuz? Siz Türkiye’den mi, yoksa emperyalistlerden mi yanasınız?

        Cumhur İttifakının cumhurbaşkanı adayı da olan Cumhurbaşkanı Erdoğan 14 Nisan 2023 günü Diyarbakır’da yaptığı konuşmada: “Bu ülkenin tüm insanlarının hayallerini kucaklayan yeni, sivil, özgürlükçü bir anayasayı beraberce yapalım.” demekte. Bu sözleriyle açılım dönemini anımsatmakta RTE. Bu yolla ABD’ye ve onun işbirlikçisi PKK/HDP’ye göz kırpmakta. Şu anki anayasamızda özgürlükleri kısıtlayan ne var? “Özgürlükçü” diyerek neyi anlatmak istiyorsunuz Ey Erdoğan? Siz de Kılıçdaroğlu, HDP, HÜDA PAR gibi özerklik mi demek istemektesiniz bu sözünüzle? Halkımızın derdi anayasa mı, yoksa geçim mi? Ekonomik sorunları çözemediğiniz için mi “yeni, sivil, özgürlükçü anayasa” kervanına katıldınız? Bu söylediklerinizin 15 Temmuz ruhuna aykırı olduğunun farkında değil misiniz? 

    Anayasanın sivili mi olur? Anayasalar, bir ülke egemen olduğunda yapılır. Egemen olmak da silahlı güçle olur. Egemenliği sağlayalar, ülkenin anayasasını yapar. Bunun tersi olan anayasalar da var. Örneğin; Almanya, Japonya, Lübnan, Irak gibi ülkelerin anayasaları işgal güçlerince yapıldı. Sizin sivil dediğiniz bu anayasalar mı yoksa?

        Ülkemizin ivedilikle çözülmesi gereken sorunları var. Bu sorunların çözümü için hem Cumhur hem de millet ittifaklarından usçu, gerçekçi çözüm önerileri beklemekte halkımız. ABD’ye göz kırpan, bölücü örgütlere hoş görünen, bu yolla da ülkemizin birliğine zarar verecek söylemlere gerek yok!

        Erdoğan da Kılıçdaroğlu da bölücü örgütler de iyi bilsinler ki Anayasa’dan Atatürk’ü, Türklüğü çıkaracak hiçbir güç yok! Bu girişimde bulunacak siyasetçileri halkımız, sonsuza dek yaşamından çıkarır. Devlete, millete karşı siyaset olmaz. Olursa bunun adı ihanet olur. Bu, böyle biline!

                                                                       Adil Hacıömeroğlu

                                                                       16 Nisan 2023

KIZILAY VE KAN BAĞIŞI


        11 Haziran 1868’de temelleri atılmış bir kurum Kızılay. İlk adı, Osmanlı Yaralı ve Hasta Askerlere Yardım Cemiyeti.

        1877’de adı, Osmanlı Hilali Ahmer Cemiyeti olarak değiştirilmiş.

        1923’te, Türkiye Hilaliahmer Cemiyeti oluyor.

        1935’te Türkiye Kızılay Cemiyeti, 1947’de de Türkiye Kızılay Derneği adıyla yardım etkinliklerini günümüze dek sürdürdü.

        Kızılay, halkımız ne zaman dara düşse orada oldu. Deprem, yangın, sel, heyelan, salgınlar, iç ve dış göçlerde düşenin yanındaydı. Düşeni, ayağa kaldırmak ve yaşama tutundurmak için çaba gösterirdi. Halkımızın ortak emeği ve bağışlarıyla yıllardır ayakta. İlk ve ortaokuldayken bizlere dağıtılan Kızılay’ın açık kahverengi, soluk zarflarına beş kuruş fazla para koymak için yarışırdık arkadaşlarımızla. Çünkü o, kara gün dostuydu. Kara gün dostuna da iyi günde yardım edip ayakta tutmak gerekti.

        Ne yazık ki 1980 sonrası yönetimsel sıkıntılar başladı kara gün dostumuzda. Serbest piyasacı ekonomik sistem, yardım derneklerini de kendi anlayışlarına uygun duruma getirmek istemekteydi. Bu nedenle yoksul yurttaşlarımızın küçük bağışlarının damlaya damlaya göl olduğu Kızılay yönetimine, iktidar yandaşlarının atanması dönemi başladı. Bu iş, AKP döneminde doruğa çıktı. İşi doğru düzgün yapan değil, iktidarın adamı olan işbaşına getirildi. Böylece bu yardım kurumunda işler iyi gitmemeye başladı. En son olarak ülkemiz tarihinin en büyük depreminde çadır satan bir kurum olarak karşımıza çıktı. Bu durumu savunmak olanaksız.

        Kızılay ve benzeri derneklerin yöneticileri, yaptıkları bu iş için aylık almamalı. Bu işi, hayır için yapmalı ya da simgesel bir aylık alınmalı. Böylesi bir yardım kurumunun yöneticilerinin yüksek aylıklar alıp özel harcamalar yapması kabul edilemez.

        Kızılay’ın yanlış uygulamaları karşısında özellikle bazı basın mensupları ve muhalif siyasetçiler, Kızılay’ın yöneticilerini değil de kurumu hedef aldılar. Bu yolla Kızılay’a karşı adeta bir savaş başlattılar. AKP hükümeti de bu beceriksiz yöneticilerin yaptıklarını görmezden geldi nedense. Bu yolla da yardım derneğinin yıpratılmasına neden oldu. Olumsuz propagandaların sürdürülmesine adeta zemin hazırladı iktidar.

        Murat Bardakçı, Fatih Altaylı, İsmail Saymaz gibi gazetecilerle sosyal medyanın FETÖ ve PKK yönlendirmeleri ünlüleri(!), en önemlisi de Madımak kahramanı(!) Temel Karamollaoğlu; Kızılay’a karşı ileri geri konuşmaya başladılar. Söylediklerinin çoğu yalandı. Olsun, önemli değil… Önemli olan, Kızılay üzerinden iktidara vurmak… Karamollaoğlu: “Ben bundan sonra Kızılay’a hiçbir surette ne yardım ederim ne de yardım edilmesini teşvik ederim. Kan bile vermem.” diyerek Kızılay’ın kan bağışlarına karşı kampanya başlattı. Benzer söylemler, sosyal medyada da boy attı. Kan bağışları azaldı. Oysa binlerce kişinin o kanlara gereksinimi vardı.

        Neredeyse her gün basın ve yayın organlarından Kızılay’da kan bulunamadığı için ameliyatların yapılamadığı haberlerine rastlamaktayız. Bu durum, ivedilikle iyileşmesi gereken kimi yurttaşlarımızı ölüme götüren bir süreç.

        Yıllardır Kızılay’a ve gereksinim duyan hastalara kan bağışladım. Kan bağışı için oluşturulan birçok bağışçı grubunda telefonum var. Kan vermem uygunsa her çağrıya koştum sevinçle. Son birkaç yıldır sağlığım nedeniyle kan veremedim. Bu nedenle bir insancıl görevi yapamamanın erinçsizliğini duymaktayım. Her şey, iyiye gitmekte sağlık açısından. İlk fırsatta Kızılay’a yeniden kan vermeye başlayacağım.

        Beceriksiz yöneticiler yüzünden 155 yıllık bir kurumu yok edemeyiz. Suç, yöneticilerde… Her yanlışta kurumları yerle bir edersek ne devlet kalır ne de millet. Bu nedenle iktidar da muhalefet de sorumlu davranmalı. AKP, yandaşı diye beceriksiz kişileri kurumların başına getirmemeli. Muhalefet de kurumları değil, yöneticileri hedef almalı. Herkesin bir gün kana gereksinimi olur. Başta Karamollaoğlu olmak üzere Kızılay’ın kan bağışı kampanyalarına darbe vuran gazetecilerin ve sosyal medya sorumsuzlarının bir gün kana gereksinimleri olmaz inşallah.

                                                                       Adil Hacıömeroğlu

                                                                       14 Nisan 2023

       

ÖZERKLİĞİN SONU NEREYE GİDER?

     

        Bir özerklik sözüdür aldı yürüdü. Özellikle PKK sözcüleri ile bölücü örgütün siyasal uzantısı HDP’nin eski/yeni sözcüleriyle vekil adayları son zamanlarda özerklik konusunu özellikle gündeme taşımaktalar. Ne yazık ki bu konuda bazı CHP yöneticilerinin de açıklamaları bizleri şaşırtmamakta. Seçimlere bir ay varken bu konudaki açıklamalarla kamuoyu oluşturma çabaları bunlar... Anlaşılacağı üzere açılım dönemindeki taktikler uygulanmakta.  Halk, söylemlerin farklı kesim ve kişilerden gelmesiyle özerklik sözüne alıştırılmakta.

        Kemal Kılıçdaroğlu, CHP’nin 18. Kurultay’ında “Sen doğuda başka, batıda başka konuşuyorsun; dediler. Nereye gittiysem aynı şeyi söyledim. CHP iktidarında yerel yönetimler özerklik şartını mutlaka getireceğiz.” diyerek PKK’nın baştan beri savunduğu bir konuyu Kurultay’a taşıdı. Hem de “Atatürkçüyüm!” diyen CHP delegelerinin gözünün içine baka baka. Ne yazık ki delegelerden bir karşı çıkış olmadı. Tersine bu sözleri alkışlandı. Bu Kurultay’da “Ben Dersimli Kemal’im!” diyerek Atatürk’e ve Atatürk’ün Tunceli’sine de meydan okudu.

        CHP’nin gençlik kollarından yetişen, genç vekili Yunus Emre 24 Mart 2023 günü: “Yerel yönetim özerklik şartındaki çekinceleri kaldıracağız. (Halk TV)” diyerek açıkça PKK’nin isteğini dile getirdi. Aslında her şey çok açık… Yeter ki emperyalizmin ülkemiz üzerindeki oyunlarını iyi anlayalım.

        Yeşil Sol Parti’nin vekil adaylarından Sinan Çiftyürek: “Kürdistan’a özerklik, Türkiye’ye demokrasi… (Gazeteler, 12 Nisan 2023)” diyerek bölücü isteklerini dile getirdi. Bir ülkenin bölünerek nasıl demokrasiye geçeceğini sormayanlar çok nedense.

        Yeşil Sol Parti’nin vekil adaylarından, ABD’nin gayri resmi sözcüsü Cengiz Çandar: “Mecbur, çünkü Sayın Kılıçdaroğlu seçilirse de bugünkü işaretler öyle gösteriyor ki Yeşil Sol Parti ve Emek ve Özgürlük İttifakı Türkiye’nin geleceğinde anahtar rol oynayacak. Anayasa’nın değişmesi lazım, bazı adımların atılması için.” demekte. Çandar, Kılıçdaroğlu’nun zorunlu olarak çözüm sürecini başlatıp Anayasa değişikliği yapacağını söylemekte. Bir genel affın çıkması gerektiğini de vurgulamakta ayrıca.

        Benzer açıklamalar, Kandil’den ve PKK’nın Avrupa’daki yöneticilerince de yapılmakta. Bu konuşmalardan anlaşılıyor ki altılı masanın yönlendiricisi ABD ve PKK/HDP. Zaten açılım döneminin nerdeyse tüm aktörlerinin masada olmasından bu belli değil mi?

        Kılıçdaroğlu’nun HDP ile pazarlığı açıklanmalı kamuoyuna. PKK/HDP, neyin karşılığında Kılıçdaroğlu’nu destekleyecek? Bu konuda her seçmenin düşünmesi gerek.

        Özerkliği kimlerin ısrarla istediğini söyleyelim. Bunu ülkemize dayatan iki güç var: AB ve ABD… Dün Sevr Anlaşmasını ulusumuzun önüne koyan batılı emperyalistler, bugün de özerklik adı altında yeni Sevr’i ülkemize kabul ettirmek istemekteler. Bunun asıl amacı, Türkiye’yi bölmek... Bunu da “demokrasi, özgürlük, barış” adı altında yapmaktalar. Özerklik olunca sanki daha demokratik bir sisteme kavuşacağız. “Geliştirilmiş Parlamenter Sistem” diye yola çıkanlar, özerklik çıkmazında Sevr’in Damat Ferit’i olmaya karar verdiler anlaşılan.

        Öncelikle şunu söyleyeyim. Özerklik, federasyon, eyalet sistemiyle yönetilen ülkeler; daha demokratik olalım diye böyle bir sistemi yeğlemediler. ABD ve Almanya örneğinde olduğu gibi bu ülkelerdeki eyaletlerin hepsi daha önce bağımsız devletlerdi irili ufaklı. ABD’de iç savaşla birlik oluştu.  Almanya’da ise prenslikler toplanarak birleşme kararı verdiler ve Prusyalı I: Wilhelm’i kral seçtiler. Bu birliğin oluşmasında Prusya’nın gücü, öncü olmuştur. Eyaletler, kendi özerk yapılarını korudular. İçişlerinde serbestlikleri var. Dışişlerinde ise merkezi hükümete bağlılar. Yugoslavya da bu sistemle oluşmuştu. Yani bu tür yönetim biçimlerinde devleti oluşturan halk, ayrılıklar paydasında bir araya gelir. Yugoslavya örneğinde olduğu gibi koşullar olumsuz bir duruma gelince her eyalet ya da özerk bölge kendi yoluna gitmekte. Tabi, bu olurken de halklar arasında bir boğazlaşma ve kırımın olması kaçınılmaz.

        Türkiye Cumhuriyeti, ulus devlet olarak kuruldu. Ülkemizde yaşayan değişik kimliklerdeki kişiler ya da topluluklar ortaklıklar üzerinden bir payda oluşturularak bir ulus kimliğiyle bir araya gelip kaynaştılar. Atatürk: “Türkiye Cumhuriyeti’ni kuran Türkiye halkına Türk Milleti denir. (Afet İnan, Medeni Bilgiler ve Atatürk’ün El Yazıları, 2. Baskı, Türk Tarih Kurumu Basımevi 1988, sf. 351)” diyerek ulusal kimliğimizin çok açık tanımını yapmıştır. Bundan da anlaşılacağı üzere hangi etnik kökenden ve inançtan olursa olsun her kişi, ulusun eşit bireyidir. Bu nedenle ulus devlet yapısı, federasyon, eyalet ya da özerk birimlerden oluşan ülkelere göre daha sağlamdır.

        Ortaklıklar temelindeki birlik, ulus devleti ayakta tutar. Emperyalistler, bu gerçeği bildiklerinden ulus devletleri ortadan kaldırmak için özerk bölgeler kurulmasını, demokratik bir hakmış gibi ortaya atar. Ne yazık ki ulus devlette yer alan bazı siyasal kümeler de bu oyunun savunucusu olur bilerek ya da bilmeyerek. Emperyalistler, bir ülkeye “demokrasi, özgürlük, barış” dayatıyorlarsa iyi bilinsin ki bunun altında “bölünme, kan, sömürü, düşmanlık” vardır. Dünya tarihi bunun örnekleriyle dolu. Yeter ki bakıp görmesini bilelim.

    Özerkliğin sonu, bölünme ve parçalanma. Aynı ulusun evlatlarının birbirini kırmasıdır. Bunu isteyenlerin iyi niyetli olduklarını söylemek olanaklı mı?

                                                               Adil Hacıömeroğlu

                                                               13 Nisan 2023

 

PKK, DEMOKRASİ GÜCÜ MÜ?


        Bölücü örgüt PKK’nın kuruluş ve var olma amacı, Türkiye’yi bölerek bir etnik devlet kurmak. Bunu da silahlı savaşımla olacağını dünyaya duyurmuş durumda. Örgüt, kendi parti programında bu amacını açıkça yazmakta. Yalnızca Türkiye’yi mi bölmek istemekte? Tabi ki hayır…

        PKK, Türkiye’nin yanı sıra İran, Irak ve Suriye’den de parçalar koparmanın peşinde. Bu dört parçayı birleştirerek II. İsrail’i kurmak istemekte. Bunun için de bu terör örgütünün dört ülkedeki uzantıları, silahlı mücadele yürütmekte. Bölücü örgütün saldırıları en çok Kürtlere zarar vermekte. PKK ortaya çıktı çıkalı, bu ülkelerde yaşayan Kürt kökenlilere dirlik düzenlik yok!

        Kendi buyruğuna girmeyen Kürtlere toplu kıyımlar uygulamakta bebek, çocuk, yaşlı, kadın, erkek demeden. Halkı yıldırıp sindirerek destek alma peşinde. Çocuk yaştaki gençleri dağa kaçırıp örgüte militan devşirmekte. Örgüt içi infazlarda öldürülen kişi sayısı bilinmemekte. Kırk bine yakın insanımızı şehit etti bu kanlı örgüt asker sivil demeden.

        Türkiye’nin her yanından, illerden, ilçelerden, köylerden PKK terörüne verdiğimiz şehitlerimiz var. Dinlencelerde yurt topraklarında gezerken yol üstündeki köy gömütlüklerini görürüm. Gömütlüklerde Türk bayrakları dalgalanır yer yer. Neredeyse her köyün gömütlüğü aynı durumda. Her gördüğümde içim sızlar. Çünkü bayrakların altında yatanlar şehitlerimiz. Evlatları toprağa düşmüş, yüreği yaralı aileleri düşünüp duygudaşlık yaparım. Bu sırada gözyaşlarıma engel olamam.

        Ülkemizin insanına, bütünlüğüne, kalkınmasına, gelişmesine saldıran PKK’dan neredeyse tüm yurttaşlarımız nefret ederdi yıllar önce. AKP, açılım döneminde onları toplumun bazı kesimlerine kabul ettirdi. Onların şiddetini haklı gösteren izlenceleri dinledik yüreğimize taş basarak. Neredeyse “Bu işin sorumlusu devlettir, PKK suçsuzdur.” kararına varacaktı açılımcılar. Neyse ki bu yanlıştan dönüldü.

        PKK, Atatürk’ün kurduğu Türkiye Cumhuriyeti Devletini yıkmak, bölmek, parçalamak için silah elde dolaşmakta. Asıl hedefleri, Atatürk’ü silmek bu topraklardan. Atatürk’e karşı İngiliz ve Fransızların kışkırtmaları, çil çil altınlarıyla isyan eden Şeyh Sait’le Seyit Rıza bölücü örgütün esin kaynakları. Bazı illerimizde heykelleri bile var. Ne yazık ki Atatürk’ün kurduğu partinin yöneticileri bile bu rezalete ses çıkarmayı bırakın, durumu kabul etmişler bile.

        ABD, PKK’ya on binlerce TIR silah veriyor. Yetmiyor bu, üstüne üstlük helikopterler verip ona hava gücü oluşturmakta. ABD bütçesinden milyonlarca lira ödenek ayrılmakta bu örgüte. Ancak cumhur ve millet ittifaklarında bulunan partiler çıkıp da bunun nedenini ne soruyor ne de konu üzerinde düşünüyor. Anlaşılacağı üzere ABD’nin ülkemizi bölme planlarına hizmet etmekteler bilerek ya da bilmeyerek.

        Bölücü örgüt kan dökerek ülkemizi bölmek istiyor. Ancak onun siyasal uzantısı olan parti, TBMM’de. Üstelik devletimiz bu bölücü partinin kasasına milyonlarca lirayı koymakta. Bu parti, altılı masanın vazgeçilmezi. Bu durumu gören Cumhur İttifakı da bir başka bölücü örgütü TBMM’ye sokmak için ona kollarını açmış durumda. TBMM; HDP ve HÜDA PAR’ın bölücü düşüncelerinin, ihanet çalışmalarının yapılacağı bir yer değil. Meclis’imiz, ülkemizin birliğinin merkezi.

        Elinde silahla gezen, binlerce yurttaşımızı toprağa düşüren, yol kesip insan soyan, çocukları dağa kaçıran, demokrasimizi ortadan kaldıran örgütlerden demokrasi gücü olur mu? Oluyor, nasıl mı? ABD isteyince oluyor. Eğer senin tüm siyasal izlenceni ABD oluşturursa dostla düşmanı ayırt edemezsin. Dostuna düşman, düşmanına dost olursun. Atatürk’ün kurduğu partide bile Büyük Kurtarıcı’nın adını ağzına almaktan ya korkarsın ya da utanırsın. İktidar da domuz bağlarıyla işkence yaparak insan öldüren bir örgütü, dindar diye halkın önüne getirir.

        Bölücü örgütleri meşrulaştırma çabanız niye?

        Soruyorum; bu bölücülük sevdanız neden kaynaklanmakta; aymazlıktan mı, aklınız ermediğinden mi, yoksa ihanetten mi? Hiç eli silahlı, işinde gücünde olan günahsız insanları çoluk çocuk demeden katleden bir örgütten demokrasi gücü olur mu? Eli kanlı bölücü örgütten demokrasi beklemek kimlere hizmettir?

                                                                       Adil Hacıömeroğlu

                                                                       12 Nisan 2023

 

 

FETÖ, DEMOKRASİ İSTER Mİ?


        FETÖ… Ülkemizin Atlantik süreciyle başlayan ve NATO’ya girmesiyle doruğa çıkan uzun dönemde ABD tarafından örgütlenen dinsel görünümlü Gladyo. Bu örgüt, halkımızın dinsel duyarlılığını kullanarak kısa zamanda örgütlendi. Halkçı devletçiliğin oluşturduğu yatılı okul sistemi ortadan kalkınca okuma olanağı bulamayan yoksul çocuklarını kendi yurt ve okullarına yerleştirdi. Onları okutup meslek sahibi yapma isteği, birçok çaresiz çocuk ve genci saflarına çekmesine yol açtı. Bu yolla bu örgüt, ABD’ye insan devşirdi.

        FETÖ’nün ABD’ye insan devşirmesi çok açık yapıldı. Nedense iktidarda bulunanlar, insanlarımızın devşirilmesine göz yumdu. Göz yummak şöyle dursun, çoğu kez büyük yardımlar gördü iktidardaki ve muhalefetteki partilerden. Onu savunan siyasetçiler: “Bakın, ne güzel çocuk okutuyorlar. Alınları secdede… Bunlara yardımcı olmak gerek.” diyerek destek oldular yıllarca.

        FETÖ, bilinçli bir kadrolaşma ve devleti ele geçirme yolunu izledi. Şüphesiz ki bu izlenceyi örgütün liderinin oluşturması olanaksız. Bu izlence, tamamen CİA’nın yol haritası… Bir cemaat örgütlenmesi gibi görünen sistem, bir istihbarat örgütü disiplininde, işlerliğinde. Çalışma yöntemleri de istihbarat örgütü gibi.

        FETÖ’nün devleti ele geçirmesinde birçok demokrasi dışı, yasalara aykırı eylemlerine tanık oldu halkımız. Kendilerine karşı gelen ve ihanetlerini fark edenlere yaşam hakkı tanımadı bu örgüt. 15 Temmuz gecesi, TSK’ya sızmış örgüt elemanları hem askerimize hem de elinde silah olmayan halkımıza silahlarını doğrulttu. İki yüz elli bir şehit verdik, FETÖ eliyle yurdumuza yapılan ABD saldırısını önlemek için. Gözünü kırpmadan kendi yurttaşını öldüren, bunu da ABD adına yapan bir örgütün demokrasiyle işi olur mu?

        14 Mayıs 2023’te milletvekilliği seçimi var. Neredeyse her partinin milletvekili listesinde FETÖ ile ilişkili adaylar var. Kimi bu örgütte görevler almış. Örgütü açıkça savunanlar çok adaylar arasında… Kimileri ise FETÖ’nün sunduğu olanaklarla palazlanmış. Bazıları FETÖ’nün devlet içinde yolunu açarak onun güçlenmesine neden olmuş.

        Görüldüğü gibi FETÖ’cüler kıymete binmiş. Neden mi? Bu partilerin ABD ile olan göbek bağları… ABD’ye bağlılıkta sınır tanımayan YCHP, İP, DEVA, GP… Emperyalizme boyun eğip korkarak iktidarda kalacağını düşünen AKP… Bu partilerin listelerine bakın bakalım ne göreceksiniz? Çürüyüp kokuşan sistem, iktidarıyla muhalefetiyle ABD’nin FETÖ’cülerinden umar ummaktalar. Ne garip iş bu… Zaten sorunlarımızın neredeyse hepsi ABD’ce yaratıldı. Sorunları başımıza bela edenden çözüm beklenir mi?

        Yılların devrimcileri, milliyetçileri, dindarları FETÖ’ye hoşgörü içindeler. Neden mi? Seçimler için kurulan strateji yanlış… Ülkemizin asıl düşmanını görmezden gelerek kurulan strateji, düşmanla işbirliği yapmayı getirdi birçok partiye. Asıl düşman ABD… Bu partiler arasında bunu deyip buna göre duruş belirleyen var mı? Ne yazık ki altılı masanın bir tek stratejik hedefi var: Tayyip gitsin! Eee, böyle bir hedefe varmak için ülkemizin düşmanlarıyla kol kola girmek de olanakı olmakta. Çok yazık, çok…

        Ne yazık ki AKP de domuz bağcı Hizbullah’ın siyasal uzantısından kurtuluş ummakta. Nasıl bir aymazlık bu, anlaşılır gibi değil.

        Demokrasimizi mahveden ABD’den demokrasi ummak nasıl bir saflık? Eğer saflık değilse bu, ihanet… Emperyalizmin silahlı gücünden demokrasi beklenir mi?

                                                                       Adil Hacıömeroğlu

                                                                       12 Nisan 2023

 

KALIPLARA SIKIŞTIRILAN BİÇİMSEL ATATÜRKÇÜLÜK


        Atatürk, 10 Kasım 1938’de sonsuzluğa göçtü. Erken yaşta (57) aramızdan ayrılan Büyük Önder, kısa zamanda büyük yapıtlar bıraktı Türk Ulusuna. Yok olmak üzere olan bir ülkeyi, emperyalizmin işgalinden kurtardı. Türkiye, onunla küllerinden doğup dünya ülkeleri arasındaki onurlu yerini aldı.

        Yüz yılların getirdiği toplumsal geriliği ortadan kaldırmak için kolları sıvadı Atatürk, Kurtuluş Savaşı sonrası. Önce devletin yönetim biçimini Cumhuriyet yaptı. Ardından bir dizi devrimler geldi peş peşe. Sanayileşmede, tarımın modernleşmesinde, hayvancılığın ıslahında büyük adımlar atıldı. Gelişmiş ülkelerle aramızdaki uçurumu kapatmak için büyük atılımlar, durup dinlenmeden çalışmalar yapıldı.

        Ulaşımı olmayan yurt toprakları, demir ağlarla örüldü. Kabotaj hakkıyla limanlarımız gelişti. Türk denizciliği, büyük atılımlar yaptı.

        Okullaşma arttı. Yurdumuzun dört bir yanında açılan okullarla halkımız önce okuryazar oldu. Sonrasında yurttaşlarımızın öğrenim düzeyi hızla yükseldi.

        Devletimiz, çağdaş hukukun gerektirdiği yasalarla yönetilmeye başlandı. Hem kişi hem de toplum hakları önemsendi. Yurttaşa sınıfsal ayrıma göre davranma ortadan kalktı. Toplumsal alanda olağanüstü yenilikler yapıldı. Bilimi sanat, kültür alanında gelişmeler oldu.

        “Arasız devrimler” demekteydi Atatürk. Devrimlerle ilerleyen, gelişen, kalkınan, Ortaçağ’ın kör karanlığından kurtulan bir Türkiye’yi yaratmaktı Büyük Önder’in amacı.

        Neyse sözü uzatmayalım... 10 Kasım 1938’den sonra “Arasız devrimler” hedefi unutuldu. Devrimcilik unutulunca tam bağımsızlık ülküsü yara almaya başladı. Bu nedenle 1945 sonrası dümen Atlantik’e doğru kırıldı. Tam bağımsızlık, Atlantik düşlerine feda edildi. Sanayileşmeden vazgeçildi. Eğitimdeki devrimci dönüşüm, feodal ve küresel güç odaklarının istekleriyle sona erdirildi.

        Truman (1947), Marshall (1948), ABD ile eğitim (27 Aralık 1949) anlaşmalarıyla ulusal gücümüze dayanan eğitim ve kalkınma anlayışı terk edildi. Bu, Atatürk Devriminden adım adım uzaklaşmayı getirdi. Devrimciliğin yerine, içeriği boş bir ilericilik kondu.

        ABD’nin isteğiyle çok partili yaşam başladı. Ortaya çıkan iktidar ve muhalefetin iki büyük partisi de Atatürk döneminin amaçlarından uzaklaşma yarışı yaptı. Devrimcilik, tam bağımsızlık, milliyetçilik, halkçılık, ezilen ulusların yanında olma düşünceleri unutturulmaya çalışıldı. Özellikle devletçilikten kaçarcasına uzaklaştı hem iktidar hem de muhalefet partisi. Soğuk Savaş ideolojisi, yavaş yavaş Kemalizmin yerini aldı. Hem CHP hem de DP batıcılığı, Atatürkçülük olarak topluma kabul ettirme uğraşı verdi.

        Askeri darbeler, Atlantik’in oluşturmak istediği içi boşaltılmış ve biçimselliğe indirgenmiş Atatürkçülüğün oluşturulması konusunda etkili oldu. Atatürk’ü heykel, büst, resim ve fotoğraflara indirgediler. Her yere Atatürk büstü yapmanın Atatürkçülük olduğu algısını yarattı ABD sever darbeciler. Bu yolla Kemalizmi ve onun devrimciliği kulak ardı edildi. Ne yazık ki Atatürk’ün kurduğu CHP, darbecilerin Kemalizmin içini boşaltmasına göz yumdu. Giderek bu anlayışı benimsedi. Böylece bu partide Kemalizm, ideoloji olmaktan çıktı. Yüzeysel, biçimsel bir Atatürkçülük toplumda yaygınlaştı. Batıcı liberal anlayışlar, Atatürkçülük olarak topluma yerleştirilmeye çalışıldı. Bu da ülkemizin gelişmesine, kalkınmasına, tam bağımsızlığına ayak bağı oldu. Bu durum, bir aymazlığın da nedeni. Cumhuriyet kurumlarının yıkılması sürecine su taşıdı bu anlayış.

        Giderek CHP yönetimi, Atatürk’ün tasfiye ettiği güçlerle işbirliği yapmaya başladı. Şu anda geldiğimiz noktada CHP’nin milletvekili aday listelerine baktığımızda Atatürk’e en karşıt olan bölücü, liberal ve yobaz ittifakını görmekteyiz. Kalkıp bu yapılana “Atatürkçülük” derlerse de şaşırmam. Çünkü toplumsal bilinç kayması, öyle bir yere geldi ki kavramlar birbirine karıştı. Aldatmaca, sinsilik Kemalizmi yiyip bitirmekte. Atatürk’ün genel başkanlık koltuğuna oturtulan kişi, herkesin gözünün içine baka baka “Biz 1930’ların CHP’si değiliz.” demekte. Kendini Atatürkçü sananlar da onu var güçleriyle alkışlamaktalar.

        Her şeye karşın ülkemizin kurtuluşu Kemalizmdedir. Cumhuriyet devrimini sürdürmek gerekmekte. Atatürk’ün “Arasız devrimler” düşüncesi yaşama geçirilmeli toplumsal bir zorunluluk olarak. Bu yolla Cumhuriyet kurumları yeniden oluşturulmalı. Tam bağımsızlığımızı da varlığımızı da sürdürmenin başka yolu yok!

                                                                       Adil Hacıömeroğlu

                                                                       11 Nisan 2023

 

ÇİN, SUUDİ ARABİSTAN, İRAN VE TÜRKİYE


        Çin’le Suudi Arabistan ulusal paralarıyla ticaret yapmaya karar verdi. Çin, Suud petrolünü dolarla değil, yuanla alacak. Bu ne demek? İki ülke arasındaki ticarette dolar kullanılmayacağı için ABD, bu alışverişten para kazanamayacak. İki ülke, kendi ulusal paralarıyla ticaret yapacaklarından kendileri kazanacak.

        ABD, Ukrayna sorunu başlayalı Rusya’yı ekonomik olarak çökertmenin peşinde. Bunu da petrol ve doğalgaz üzerinden yapmakta. Çünkü Rusya’nın en önemli gelir kaynağı, petrol ve doğalgaz... Bu nedenle OPEC ülkelerine üretimin artırılması için baskı kurmakta. Piyasada çok fazla petrol olursa bu erke kaynağı ucuzlayacak, böylece Rusya petrol satışından daha az para kazanacak. Dünyanın en çok petrol üreten ülkesi Suudi Arabistan, ABD’nin bu isteğine uymadı ve petrol üretimini kıstı. Bu da ABD’yi memnun etmedi.

        ABD’ye yıllardır göbeğinden bağlı Suudi Arabistan, küresel efendinin isteklerini kabul etmemesi ilgi çekici. Hem Çin’le ulusal paralarla ticaret yapıyor hem de petrol üretimi konusunda ABD’ye başkaldırmakta. Üstelik Şanghay İşbirliği Örgütü’ne de katılmayı düşünmekte Suud yönetimi.

        Çin-Suudi Arabistan ilişkileri gelişmeye başlayınca hızlı gelişmeler, birbirini izledi. İran ve Suud dışişleri bakanları Pekin’de görüştü. Batı Asya’nın ve İslam dünyasının düşman kardeşleri bir araya geldi Çin’in girişimiyle. Düşmanlık, dostluk ve kardeşliğe dönüşmekte Asya’da. Üstelik bu iki ülkenin görüşmelerinde İngilizce konuşmama kararı alındı. Anlaşılacağı üzere Anglo-Sakson emperyalistlerinin paraları da ittifakları da hatta kültürleri de devre dışıydı bu yakınlaşmada.

        Batılı emperyalistler, yıllarca Batı Asya ülkelerini yapay düşmanlıklarla birbirlerinden ayırdılar. Kendilerinin yarattıkları düşmanlıklar; emperyalist sömürünün, kışkırtmaların, egemenliğin dumanlı havasını oluşturdu. Bu yüzden yıllarca Batı Asya, kan ve gözyaşının toprakları ıslattığı yerler oldu. Milyonları aşan Müslüman, emperyalist çıkarlar uğrana toprağa düştü. Ülkeler bölündü. İnsanlar, etnik köken ve inanç ayrılıklarıyla birbirlerine düşürüldü. Yerli işbirlikçiler kullanılarak ulusal değerler hiçe sayılıp değersizleştirildi. Bu kişiler aracılığıyla ülkelere nifak tohumları ekildi.

        Önce İngilizler, 1945 sonrası Amerikalılar Batı Asya’da kendilerine bağımlı yönetimler oluşturdular. Antiemperyalist kıpırdanmalar, oluşumlar kanla bastırıldı. Bu da bu ülkelerde uzun süren kış uykusuna neden oldu. Ancak tarihin tekerleği Doğu’ya doğru dönmeye başladı. Tarihin diyalektiği, birçok kişinin ve ülke yönetiminin gözünü açtı. İşte, Suudi Arabistan’ın ABD’ye rağmen Asya’ya yaklaşması bu gerçekliktendir.

        Diyalektiğin ilk kuralı maddenin, dolayısıyla her şeyin sürekli değişmesidir. Maddeyi anlamayanlar, değişimi de göremez. Değişimi göremeyenler, tarihin gerisinde kalır. Tarihin fırsatlarını kaçırmamak için dünyanın gidişini, değişimini iyi okumak gerek. Hala ABD’den medet uman siyasal bir anlayış, dünyanın yaşadığı bugünkü koşullar içinde kendi ülkesine bir yarar sağlayamaz.

        Fransa Cumhurbaşkanı Macron bile dolardan kurtulmanın gerekliliğinden söz etmekte. Bu koşullarda ABD’ye selam çakmak niye?

        Dün genel seçime katılacak partilerin aday listeleri açıklandı. TBMM’de temsil edilen partilerin durumları içler acısı. Dünyayı okuyamayan bu partilerin yönetimleri, ABD dolmuşunun şoför mahallinden yer kapma peşinde. Hiçbirinin usuna Cumhuriyet’in kuruluş ilkeleri gelmiyor. Hepsi, serbest piyasacı… Atatürk’ün halkçı-devletçi sistemiyle yurttaşlarımızı aş ve iş sahibi yapmayı; ülkemizi kalkındırmayı düşünen yok! Hele tam bağımsızlığı dile getireni mumla arayacağız.

        Dört cumhurbaşkanı adayı da NATO’cu… Dördünün de Avrasya’nın dünya güç merkezi olduğundan haberi yok! Ya da var da işine gelmiyor bu gerçekle davranmak… Atatürk’ün öncüsü olduğu ulusal paralarla ticaret yapmayı dile getiren biri var mı içlerinde?

        Türkiye seçime gidiyor 14 Mayıs’ta. Artık bıçak kemiğe dayanmış durumda. Emperyalizme bağımlı bu sitem yürümüyor. Halkımız bunun farkında... 14 Mayıs, ülkemiz sorunlarını çözemeyecek. Bu nedenle bu tarihten sonra siyaset yeniden biçimlenecek ülkemizde. Halkımızın ABD karşıtlığı yüzde doksanlara dayanmış durumda. Dört cumhurbaşkanı adayının NATO severliği bu durumla çelişmekte. İşte, önümüzdeki günlerde halkımız, bu çelişkiyi ortadan kaldıracak. Bekleyip umutlu olalım.

                                                               Adil Hacıömeroğlu

                                                               10 Nisan 2023

       

       

TBMM’DE NATO KARDEŞLİĞİ


        Rusya’nın Ukrayna’ya, kendi güvenliğini sağlamak için saldırmasıyla ABD ve AB ülkeleri Ukrayna’nın yanında yer aldı. Zaten önceden beri NATO’nun Rusya’yı çevreleyip kuşatması sürmekteydi. AB ülkeleri, ABD baskısıyla Rusya’ya ambargo uyguladı. Oysa bu ambargo, en çok Avrupa ülkelerine zarar verdi. Çünkü sanayilerinin temel hammaddesini oluşturan metaller ve erke konusunda Rusya’ya bağımlılıkları söz konusu. Üstelik Rusya, onlar için önemli bir pazardı.  

        Sovyetler Birliği’nin dağılmasından sonra ABD, Yeşil Kuşak projesinin yerine Rusya’ya çevreleyip kuşatma politikasını uygulamaya başladı. Bunu da NATO aracılığıyla yaptı. Oysa NATO, genişlemeyeceğine dair anlaşmalar imzalamış ve sözler vermişti. Emperyalizm, çıkarları söz konusu olduğunda ne anlaşma ne de söz dinler. Eski Doğu Avrupa ülkeleriyle Yugoslavya ve Sovyetler Birliği’nin dağılmasıyla ortaya çıkan yeni devletler hızla NATO’ya girdiler. Ardından 18 Mayıs 2022’de de İsveç ve Finlandiya, NATO’ya üyelik başvurusunda bulundu.

        NATO, dolayısıyla da ABD, yalnızca Rusya’yı mı kuşatmakta? Doğaldır ki hayır! Türkiye’yi de çevreleyip kuşatmakta. Yunanistan ve Güney Kıbrıs, ABD üsleriyle dolu. Suriye ve Irak’ın kuzeyinde birçok ABD üssü var. Bu üsler, kim için? Türkiye için… Üsler yetmemiş gibi Suriye’nin kuzeyine de II. İsrail’i kurmak için çalışmakta. Bölücü örgüt PKK/PYD’ye binlerce TIR silah gönderdi. Bu silahları kime karşı kullanılsın diye yolladı ABD? Türkiye’ye karşı terör eylemlerinde kullanılsın diye bu silahlar…

        1945’te girdiğimiz Atlantik süreci ülkemize zarar verdi sürekli. II.Dünya Savaşı’ndan sonra Atatürk’ten vazgeçerek Atlantik’i seçti ülkemiz. Tam bağımsızlığın yerine, ABD’ye bağımlılığı yeğledi zamanın yöneticileri. Ezilen ulusların öncüsü olmak yerine, emperyalistlerin kuyruğuna takılmayı uygarlık sandık. Kendi ayaklarımızın üstünde dimdik durmak yerine, emperyalizmin koltuk değneklerine yaslanmayı kalkınma olarak düşündük. Hızlı bir kalkınmanın yerine, Amerikan süt tozuyla beslenmeye başladık. Her alanda sanayileşen bir ülkeyi, ABD’nin bit pazarı mallarıyla kirlettik. Güvenliğimizi ABD’ye emanet ettik aymazlıkla.

        ABD ve NATO, ülkemizin toprak bütünlüğüne ve ulusal birliğine hiçbir zaman saygı göstermedi. Her fırsatta ülkemizi bölüp parçalamak için elinden geleni yaptı. Bir yandan da yurdumuzun yeraltı ve yerüstü kaynaklarını sömürdü. Çağdaş, bilimsel, usçu eğitimimiz ABD çıkarlarına feda edildi. Halkımızı cephelere ayırarak kardeşi kardeşe kırdırdı. Önce sağ-sol çatışmalarını denedi. Sonrasında Alevi-Sünni bölünmesini sahneye koydu. Bu olmayınca Kürt-Türk çatışmasının kurgusunu uyguladı. Sonrasında ise laik-antilaik çatışmasıyla ülkemizi bölmeye çalışmakta. PKK ve FETÖ gibi terör örgütlerini ülkemizin üzerine saldı.

        Sayfalara sığmayacak kadar kötülük yaptı bize ABD/NATO. Ülkemiz yöneticilerinin birçoğu, çoğu zaman bu yıkıcılığı görmezden geldi. Bazıları ise işi idare etmeye çalıştı. Tam bağımsız yaşamayı düşleyemediler bile.

        NATO, genişledikçe ülkemiz darlanıyor. Yaşadığımız dünya koşulları gösteriyor ki ABD’den dost olmaz, NATO da ülkemiz güvenliğine katkı yapmaz. O zaman bu genişlemeye güya karşı çıkar gibi yapıp onaylamak niye?

        Türk hükümeti, İsveç ve Finlandiya’nın teröre destek verdiği gerekçesiyle üyeliklerini az da olsa sürüncemeye bıraktı. Finlandiya’nın üyeliğini Cumhurbaşkanı R. Tayyip Erdoğan kabul etti en sonunda. TBMM Dışişleri Komisyonu üyeliği, 23 Mart 2023 günü kabul etti. TBMM Genel Kurulu ise 30 Mart 2023 günü oybirliğiyle onayladı Finlandiya’nın üyeliğini. Geç de olsa sırada İsveç var.

        TBMM’de, mangalda kül bırakmayan milliyetçiler var. Milli varlığımız en büyük tehdit olan NATO’ya el kaldırdılar, Türkiye’nin tam bağımsızlığını uslarına getirmeyerek.

        Devrimcilikte, sosyalistlikte sınır tanımayanlar bulunmakta TBMM’de. Yeri geldiğinde, yani reklam söz konusu olduğunda büyük büyük sözler etmekteler. Ancak NATO’ya hayır demek için TBMM’deki oylamaya bile katılmazlar. Bunun devrimci onurunu bile yaşayamazlar.

        Atatürkçülüğü kendilerine kalkan edenler, göğüslerini gere gere el kaldırdılar NATO genişlemesine. Hem de Atatürk’ün kurduğu partinin üyesi olarak. Emperyalizmle savaşmak için kurulan parti, emperyalizmin yayılmasına el kaldırmakta.

        İktidar partisine gelince… Sabah akşam mazlum edebiyatı yapar sözcüleri. Mazlum Filistin, Irak, Suriye, Libya, Afganistan halkını kıyım kıyım kıyan sanki NATO değilmiş gibi genişlemesini kabul ediyor. Hem de 15 Temmuz ruhunu hiçe sayarak…

        Ramazan günü Filistinlilerin başına İsrail mermileri, bombaları yağarken ve Mescidi Aksa’ya tecavüz eden emperyalizmin haşarı çocuklarını ancak “Şiddetle kınıyorum.” dersiniz çaresizce. Tabi lafla peynir gemisi yürürse…

        Ülkemizdeki NATO’culuk, bizi dostsuz bırakmakta. İçinde bulunduğumuz zor durumdan NATO ile çıkamayız. Dünyadaki güç dengesinin değiştiğini görmeden yapılan yanlışlar ülkemize çok zarar verir. Komşularımızın güvenliği, bizim güvenliğimiz.

        TBMM’de bulunan partiler, NATO ve maaşlarına zam söz konusu olduğunda birleşiyorlar. Gerisi kayıkçı kavgasıyla halkı aldatmak…

                                                                       Adil Hacıömeroğlu

                                                                       6 Nisan 2023

AKLINA GELENİ İŞLEME, HER AĞACI TAŞLAMA


        Başlıktaki atasözünden, günümüzde birçok kişinin ders alması gerek. Atalar, sanki bugünleri görür gibi yıllar öncesinden bizleri uyarmaktalar dilimizin ayarı için. Ne yazık ki günümüzde siyaset, spor, sanat ve günlük yaşam alanlarında nerdeyse kimsenin dilinin kemiği yok! Ağzına geleni söylemek; beceri, savunma yeteneği, düşman gördüklerini incitme yöntemi olarak benimsenmiş.

        Başlıktaki atasözü: “Sonunu düşünmeksizin aklına gelen her işi yapan, herkese sataşan kişi, tutumunun büyük zararlarını görür. (Ömer Asım Aksoy, Atasözleri Sözlüğü, İnkılap Kitabevi, sf. 132)” anlamına gelmekte. Kimse yaptığı işin, söylediği sözün ve salladığı yumruğun nereye gideceğini, hangi sonuçları doğuracağını bilmemekte. Kırıp dökmeyi, yakıp yıkmayı, ezip geçmeyi, salıp savurmayı, atıp tutmayı beceri sanmakta. Asıl kırılıp dökülen; gönüllerimiz, insanlığımız, birliğimiz, birbirimize güvenimiz, saygımız, sevgimiz, adamlığımız…

        Özellikle hem iktidarın hem de muhalefetin karşıtını düşmanlaştırma siyaseti, toplumun her kesimine bir salgın gibi yayılmış durumda. Herkesin yumrukları sıkılı, ağızlardan köpükler saçılmakta. Her iki kesimin birbirlerine duydukları öfkenin yarısını ülkemizi mahveden, kaynaklarımızı yağmalayan, yıllardır iç çatışmaları örgütleyip kışkırtarak binlerce insanımızın toprağa düşmesine neden olan ABD emperyalizmine karşı göstermemekteler. Atalarımızın dediği gibi rüzgâr eken, fırtına biçiyor.

        Aynı toprağın koynunda doğup büyüyen insanları böylesine düşman yapan ne? İçlerindeki bitmez tükenmez nefreti besleyen etkenler neler? Bu nefreti kışkırtan Türkiye düşmanları kimler? Böylesi bir öfke, bu öfkenin ortaya çıkardığı nefret ve bölünmeden yararlanmaya çalışan düşmanlar olmaz mı?

        Yukarıdaki soruların usçu yanıtları çok önemli. Cumhur ve millet ittifakları arasındaki nefreti, düşmanlığı başta ABD olmak üzere birçok bozguncu güç körüklemekte. AKP yöneticilerinin ABD’nin Yeşil Kuşak Projesi kapsamında İslamcıların belleklerine nakşettiği Atatürk ve Cumhuriyet düşmanlığını bilinçsiz bir biçimde arada sırada ortaya çıkmakta. Ne yazık ki yirmi yılı aşkındır ülkemizi yöneten bir partinin yöneticileri, Atatürk’ü de Kurtuluş Savaşı’nı da Cumhuriyeti de yeterince bilmemekteler. Bilgileri, söylenceden öteye gidemiyor nedense. Bu nedenle de zaman zaman ülkemizin kuruluş değerlerine karşı nefret söylemleri yurttaşlarımızın kanına dokunmakta.

        Gelelim Millet İttifakına… Nefret dili o denli yaygın ki buna anlam vermek olanaksız. Nefret dilinin oluşmasında PKK ve FETÖ’nün öncü payı yadsınamaz. Sosyal medyada saat geçmiyor ki nefret söylemi yapmasınlar. ABD piyonu bu iki terör örgütünün nefret söylemleri, daha çok ulusumuzun değerleri üzerinden yapılmakta. Bizi biz yapan ne kadar değer varsa onlar için dalga geçme, küçümseme, aşağılama, değersizleştirme ve alay konusu olmakta. Bundaki asıl amaç, ulusu bir arada tutan değerlere saldırarak toplumsal bir çözülmenin yolunu açmak. İnsanların inandıkları, uğruna can verdikleri değerleri dalga konusu yapmak, onlar üzerinden fıkra ve gülmeceler üreterek nefret tohumlarını her yana ekmekteler. Onlar için değerli olan hiçbir şey yok!

        Kişi; usunu, yüreğini, emeğini, bedenini, varlığını emperyalizmin hizmetine verirse önce kendisine, sonra da içinde yaşadığı topluma saygısını yitirir. Böyle olunca da emperyalizmin elinde cansız bir varlığa dönüşür ve kullanılır. Aklı başında sandığımız birçok kişinin bu PKK ve FETÖ yalanlarını gerçek sanıp onlara inanmaları anlaşılmaz bir durum. İktidarın aleyhinde olsun da ne olursa olsun. İster yalan isterse doğru olsun söylenip yazılanlar, düşman kabul edilen iktidar cephesine atılan bir mermidir bu. Yeter ki iktidar cenahına zarar verelim bunda gerçeğin ya da yalanın ne önemi var.

        Dün, son zamanlarda moda olan sokak röportajlarında bir kadını izledim. O konuşurken ben insanlığımdan utandım. Bir insan, içinde bu denli nefreti nasıl besleyip büyütür? Kendi benliğini böylesi bir nefrete nasıl kurban eder?

        Kadıncağız videoda Cumhurbaşkanı R. Tayyip Erdoğan’a atıp tutmakta, kargışta bulunmakta. Frenleri patlak kamyon gibi nereye çarpıp nerede duracağı belli değil. Hızını alamıyor ve sıra Erdoğan’ın torunlarına geliyor.  “Torunlarını parça parça mezara koysun.” tümcesi ağzından dökülüyor öfkeyle. Dilim tutuluyor, ağzım kuruyor. Bu nasıl nefret? Yoksa nefretten öte başka bir şey mi bu?

        Siyasette son yıllarda yerleşen bir alışkanlık var. Gerçi eskiden de vardı bu anlayış, ancak günümüzde olduğu kadar yaygın değildi. Karşıtına ne denli bağırıp çağırırsan, küfredersen, sesini ne kadar yükseltirsen, onu aşağılarsan, onun için en ağır sözleri söylersen, canını yakarsan seni o denli davasının adamı olarak görür yandaşların.

        Bakınız seçime gidiyoruz önümüzdeki ay. Türkiye’nin devasa sorunları var. Bu konularda bir tartışma var mı? Yok! İki ittifakın da bu sorunlara sundukları çözüm öneriler var mı? Yok! Çözüm önerileri üzerinde bir tartışma işittik mi? Hayır! “Ben yaparım, ben çözerim.” diyor hazretler. Neyi, nasıl, kimlerle yapacaksınız?

        Türkiye’nin ivedilik gösteren sorunları tartışılmayınca laf sokmalar, aşağılayıcı dil devreye girmekte.

        Dünyanın her yerinde çocuklar dokunulmaz ve korunma altındadır. Erdoğan’ın canını yakacaksın diye günahsız yavruların “parça parça ölmesini” istemek niye? Yeri geldiğinde çocuk haklarından, demokrasiden söz edersin öyle mi? Bu kafa demokrat bir kafa değil. İliklerine dek işlemiş bir faşizmin kusulması bu sözler. İlk kez mi işittik bunları? Doğaldır ki hayır! Benzer sözleri sosyal medyada sıkça duymaktayız. Sırtını emperyalizme dayarsan faşist bir dilin, faşist bir usun olur. Senin gibi düşünmeyen herkesi düşman belletir sana emperyalizm.

        O videoyu yayımlayanlara gazeteci demek olanaksız. Video kışkırtma ve küfür dolu. İzlenme oranı mı? Çok izlenmiştir, çok… Çünkü birçok kişi düşünceye değil, küfre değer vermekte ne yazık ki. Bunu da uygarlık adına yapmaktalar. Öncelikle söyleyeyim ki bu videoda konuşan kişi nefrete teslim olmuş, usunu bir yana atmış bir zavallı. Bu kişinin Atatürk’le de Cumhuriyet’le de uzaktan yakından bir ilişkisi yok! Usuyla değil de nefretiyle davranan birinin Atatürk’le bir ilişiği olabilir mi? Bu videoda insan olma sorunu var. Bir kişinin insanlığı nasıl ayaklarının altına aldığı çok açık. Ne uğruna olursa olsun insanlık ayaklar altına alınmaz.

        İnsan aklına gelen her şeyi söylemez. Nefretinin tutsağı olarak her yere saldırmaz. Her ağaca taş atmaz. Bir gün o taş, kaya olur üstüne düşer, sen de altında kalırsın.

        Siyaset adına yapılan küfürlerin, kargışların muhalefete bir yararı yok! İktidar olmak için amaç, AKP oylarını almak değil mi? Böyle mi alacaksınız AKP oylarını. Bu videoları izleyenler, size oy verir mi?

                                                                       Adil Hacıömeroğlu

                                                                       5 Nisan 2023

       

 

NWAKAEME VE ÖZGÜVEN YİTİMİ


        Tam adıyla Anthony Nnaduzor Nwakaeme… Nijerya’nın eski başkenti ve en büyük kenti Lagos doğumlu. O, yedi yaşındayken Danimarka’ya göç eder ailesi. Orada futbol yaşamı da başlar. Farklı ülkelerde top koşturur. Onun futbolda parlaması, Trabzon’da oldu.   Trabzonspor’un unutulmaz futbolcuları arasında yerini aldı. Onu, Trabzonsporlular da yedi yetmişe tüm futbol severler de çok sevdi. Özellikle rakiplerinin sevgi, saygı ve hayranlığını kazanması çok değerli.

        Trabzonspor, 38 yıl sonra 2021-22 sezonunda Süper Lig şampiyonu oldu. Bunda Nwakaeme’nin büyük emeği var. Takımın en önde gelen yıldızıydı. Futbol takımının ve izleyicilerin umutsuzluğa kapıldığı birçok maçında umudu yaratan adamdı. Tam da “Maçı yitirdik, yine kazanamayacağız, ampiyonluk avucumuzdan sabun gibi kayıp gitti.” dediğimiz anda bu futbol sihirbazı, ortaya çıkıp umutlarımızı tazeleyip göğertiyordu. Nwakaeme varsa umut da vardı.

        2019-20 sezonunda Trabzonspor, anasının ak sütü gibi kazandığı şampiyonluğu ne yazık ki elinden güç odaklarınca bir siyasal operasyonla alındı. Bu sezonda da Nwakaeme, takımın lideriydi. Umudun adıydı. Savaşma isteği, takım ruhu, kente bağlılığı, takıma kazandırdığı özgüven, alçak gönüllüğü, futbol becerisi, üretken niteliği ve kazanma inadıyla örnekti. O, “Bitti!” demeden bitmiyordu maç. Trabzon kenti, onu bağrına basmıştı. Dünyanın her yerindeki Trabzonsporlular, onu kardeş bilip kendi evlatlarıymış gibi kabul etti.

        2021-22 Futbol sezonunda Trabzonspor, şampiyonluğunun çok önceden kazanmıştı. Yıllardır rekabet ettiği büyük sermayenin temsilcisi İstanbul takımlarına büyük fark atmıştı. Bu durum, bir rahatlık da getirdi takıma. Sezon başındaki nitelikli oyunu neredeyse göremez olmuştuk son haftalarda.

        Herkes, Trabzonspor Kulübünün Nwakaeme ile bir sonraki dönem için sözleşme imzalanıp imzalamayacağını merak etmekteydi. Takımın yandaşları, bu futbol sihirbazıyla sözleşme yapılmasından yanaydı. Çünkü gönüllerine yer etmiş ve şampiyonlukta çok büyük emeği olan bir futbolcuyu takımda görmek istemekteydiler. Bir başka deyişle şampiyonluğa verdiği büyük emeğin karşılığı ona ödenip bu yolla ödüllendirilmeliydi. Şampiyonluğun büyük kahramanına, kulüp vefa göstermeliydi. Herkesin beklentisi buydu.

        Trabzonspor Kulübü yöneticileri, Nwakaeme ile sözleşmeyi sezon içinde savsakladı. Herkesi hayran bırakan şampiyonluk kutlamaları yapıldı. Sonrasında mı? Şampiyonluğu getiren futbolcunun istediği para çok görülerek sözleşmesi yenilenmedi. Olağanüstü bir emek ve gönül adamı, vefasızlığın kurbanı oldu. Oldu olmasına da takıma zararı ne oldu?

        Anthony’nin gitmesinden sonra kulüp ve camianın uğradığı maddi ve manevi zararın hesabı yapılamaz.

        Eli kalem tutan, ağzı laf yapan bazıları, Nwakaeme’nin defans yapmadığını ve takımı eksik oynattığını söylediler. Daha birçok şey yumurtladı bu akıl daneler. İstediği paranın astronomik olduğunu söyleyenler de oldu. Kimse şampiyonluğun parasal olarak ölçülemez değerini dile getirmedi. Yine şampiyonluğun getireceği ekonomik olanaklar da çokça tartışılmadı. Sonunda şampiyon takımın emek ve gönül adamının ayakları, iki adım ileri bir adım geri giderek ve gözleri, yüreği, usu geride kalarak isteksizce yuvadan uçtu.

        Takımdan yalnızca Nwakaeme gitmedi. Emeğe değer verip takıma hizmet etme duygusu da onunla uçup gitti. Geride kalan ve yeni alınan futbolcuların uslarının bir kıyısında “Bu kulüp, Nwakaeme gibi bir emek adamına bunu yaptıysa bize neler yapmaz?” sorusu oldu. Bu şüphe, takımın motivasyonunu bozdu. Oyuncuların özgüvenini yok etti. Futbolcuların takım ruhunu ve aidiyetini yaraladı. Kendilerini, kullanılıp atılacak, değersiz bir nesne olarak görmeye başladılar. Bunun sonunda korkak, yardımlaşmasız, isteksiz, yüreksiz bir futbol doğdu takımda. Bu durumu yaratan iş bilmez yöneticiler… Ellerindeki değerlerin farkına varmadılar. Emeğe değer vermediler. Stadyumun önüne heykeli dikilecek adamı, gezginci bir tacirin bile yapmayacağı bir şark kurnazlığıyla harcadılar. Takıma da izleyicilere de kulübe gönül verenlere de yazık ettiler. Bir başarı öyküsünü yönetip yararlanamadılar ondan.

        Atalarımız: “Ah alan, onmaz.” demiş. Ne güzel bir söz… Gönül yıkmayacaksın, ah almayacaksın. Ne yapıp edip gidip bulun gönlünü yıktığınız adamı. Onun gönlünü alın ki bu ah ve bu ahın getirdiği uğursuzluk, kulüp üzerinden kalkıp gitsin de gelecek futbol sezonlarını kurtaralım.

                                                                       Adil Hacıömeroğlu

                                                                       5 Mart 2023

 

       

       

İTFAİYENİN BİLE GİREMEDİĞİ SOKAKLAR


        Deprem, deprem, deprem… Yaşamımızın vazgeçilmez ve kaçınılmaz bir gerçeği… Bu gerçeği, yediden yetmişe herkes bilmekte. Ancak gerekli önlemleri alma konusunda eyleme geçen kişi, yetkili, sorumlu neredeyse yok!

        “İstanbul, Belediye Başkanını Arıyor” başlıklı yazıma bir arkadaşım, sosyal medyada yorum yaptı. Yorumunda “Geçen ay belediye toplantı yaptı, sanırım haberiniz yok!” Olmaz mı arkadaşım, nasıl haberim olmaz? Zaten benim eleştirdiğim de bu. Çok iyi toplanıyoruz. Hatta konunun uzmanı bilimadamlarını da çağırıyoruz. Her şey konuşuluyor. Söylemler olağanüstü… Ancak eyleme geçen yok! Depremden ve diğer felaketlerden söylemlerle değil, eylemlerle korunmak olanaklı. Üstelik olağanüstü bir seferberlik gerekirken işi ağırdan almak niye?

        Yurdumuzun her yerinde, özellikle de İstanbul’da depreme hazırlık, topyekûn bir seferberlik olmalı. Bu, savsaklanmaya gelmez. Söz değil, eylem zamanı… Ne yazık ki eylem, uygulama, iş görmek yerine çok söz işitmekteyiz.

        İstanbul’da öncelikle eski ve depreme dayanaksız oldukları belirlenen yapılar yenilenmeli. Birçok yazımda, söyleşimde bu yenilenmenin parsel odaklı olmasının kentsel dönüşmeme, günü kurtarma ve göz boyama olduğunu söyledim. Kentsel dönüşümün ada odaklı yapılması, kenti depreme dayanıklı kılar. Bu yolla cadde ve sokaklar genişler, yeşil alanlar çoğalıp otoparklara yer açılır.

        3 Nisan 2023 günü Milliyet gazetesindeki bir haber ilgimi çekti. Bu haberde, acil durumlarda girilemeyen sokak sayısının 9073 olduğu yazmakta. Yangın çıkınca bu sokaklara itfaiye giremiyor. Ağır hastaları almak için cankurtaranlar bu sokakların dışında bekliyor. Çünkü bu sokaklar çok dar. Ayrıca birçok sokakta, bazı taşıtların uygunsuz park etmesiyle sokaklara girmek olanaksızlaşmakta. Deprem anında yıkılması olası yapılar düşünüldüğünde durumun ne denli kötü olacağı ortada. Bunun için ısrarla diyoruz ki, İstanbul depremine karşı geniş bir işbirliğiyle önlem alınabilir. Hükümet, büyükşehir ve ilçe belediyeleri birlikte çalışmalı. Ülkemiz için yaşamsal bir konu olan olası İstanbul depreminde bir araya gelemeyecek siyasetçiler ve de yöneticiler halka, ulusa, vatana karşı suç işlemekteler. Ben, sen, o yok; biz varız, yurdumuz ve ulusumuz var. Bundan ötesi ihanetle eşdeğer.

        İBB İtfaiye Daire Başkanı Remzi Albayrak, olası İstanbul depreminde üç bin yangının çıkacağını söyledi. Ancak yangınların niteliklerini belirtmemiş. Yangınların önemli kısmı sanayi yangınları olacak benim tahminimce. Bunların sayısı da yaklaşık bin kadar. Evsel yangınlar da üstüne üstlük. Yangınların sayısı, depremin olacağı mevsime ve saate göre değişiklik gösterebilir. 9073 sokağa itfaiyenin girmesi zaten olanak dışı. Yıkıntılarla kapanacak sokak ve cadde sayısını bugünden bilmek olanaksız. Sayının yüksek olacağı çok açık. Japonya’da Kobe depreminde ölenlerin çoğu yangınlar nedeniyle yaşamını yitirdiler. Bunu öngöremeyen Kobe İtfaiye Müdürü de canına kıydı bu felaket karşısında.

        Ağır bir depremde İstanbul’un altyapısı da çökecek büyük bir oranda. Çünkü yöneticiler, daha çok kentin makyajıyla ilgilenmekteler. Altyapıyla ilgilenen yok! Prof. Naci Görür, kanalizasyonların patlayacağını söylemekte. Doğrudur… Bu da felaketin boyutunu artıracak. Hem boğulma hem de salgın hastalıkların hızla yayılmasına yol açacak bir etken bu. Ben, buna su şebekesinin de patlayacağını ekleyeyim. Böyle bir durumun yaratacağı yıkım da hesaplanmalı.

        Durum öyle gösteriyor ki yalnızca yapıları, parsel odaklı olarak yenileyerek İstanbul depreme hazırlanamaz. Depremde olabilecek tüm olumsuzluklar düşünülüp önlemler ona göre alınmalı. Şu anda bile itfaiyenin, cankurtaranın, hatta polis araçlarının giremediği binlerce sokağı olan bir kentte, kentsel dönüşüm yapsatçıların isteklerine göre değil; halkın can ve mal güvenliğini önceleyen bir izlence çerçevesine göre ele alınmalı.

        Dünyada bir tane İstanbul var. Böyle bir kent, ben merkezli düşünen yöneticilerin dar görüşlerine, bakış açılarına feda edilemez.

                                                                       Adil Hacıömeroğlu

                                                                       4 Nisan 2023

 

BAHAR KARI


        Bu yıl kış, doğru dürüst gelmedi, dersem yalan olmaz Türkiye’nin birçok yerinde. Birçok ilimiz gibi İstanbul da bu yıl kar görmedi. Küresel ısınma, doğanın yok edilmesi en önemli etken… Toprak suya, çocuklar kar topuna özlem duydu kış boyunca.

        21 Mart’ta başlaması gereken bahar, erken geldi ülkemizin birçok yerinde. Küresel ısınma, yalnızca ülkemizin sorunu değil. Dünyanın her yanında ısınmanın getirdiği olumsuz sonuçlar görülmekte. Ancak insanoğlu, anlaşılmaz doyumsuz bir bencillikle bu duruma gözlerini kapamakta. Kapamayanların da davranışları söylemden öteye gitmiyor. Eyleme dönüşmeyen bir söylemin değeri olur mu?

        Doğada birçok canlı, doğanın saatiyle çalışır. O saat şaşınca onların da düzenleri bozulur. Göçmen kuşlar, doğa saatiyle yer, bölge, ülke, kıta değiştirir. Yeni beslenme alanlarına, onları çağıran doğanın mevsimsel değişimi ve bedenlerindeki ısıölçerdir. O ısıölçer, onlara “Hadi, gitme zamanı geldi uzak yerlere.” der. Onlar da kanat açar göklerin maviliklerine. Üreme, beslenme güdüsü onların durmaksızın, yorulmadan kanat çırpmalarını sağlar.

        Baharın ilk belirtileri görüldüğünde Afrika düzlüklerinde başlayan kuraklığı, geride bırakıp ülkemizin de içinde bulunduğu kuzeye doğru göçler başlar. Kuzey’de kar örtüsü altında dinlenmiş, kar sularıyla beslenmiş toprak bire bin vermeye hazırdır baharda. Doğanın bu coşkusu, onun yavruları için. Milyonlarca canlıyı sütü tükenmek bilmeyen emceklerinde emzirir. Memeli hayvanlara süt, kuşlara can, börtü böceğe güç, bitkilere özsuyu cömertçe verir.

        Kışın güçlüğünün altından bin bir bereketli bahar gelir. Bu baharla doğa ana; kucağına sığınmış tüm canlıların çoğalması, yaşaması, güçlerine güç katması için gerekli desteği verir. Doğadaki her damla su, topraktaki her mineral canlılara can katar.

        Göçmen kuşlar, başta kırlangıç ve leylekler olmak üzere doğanın çağrısına uyup kanat çırptılar gökyüzünde. Uzun bir yolculuktan sonra ülkemizin türlü bölgelerine geldiler. Yuvalarını onardılar ilk iş olarak. Yuvanın onarımından sonra yumurtlamada sıra. Onlar, zamanı en iyi biçimde kullanmak zorunda. Çünkü güze dek yavrular büyüyüp göçe katılmalı. Çoğalarak dönmeliler Afrika’ya. Bu nedenle boşa harcanan zaman da emek de yok onlar için.

        Kar yağmayınca, havalar erken ısınınca doğanın bu çağrısına ilk yanıt verenler, erkenci meyveler. Bademler, erikler çoktan çiçek açtı. Sırada kirazlar, elmalar, armutlar, vişneler, narlar… var.

        Birçok ağacın dallarında su yeşili tomurcuklar yaprağa dönmekte. Açık yeşil, yumuşacık yapraklar insana yaşama tutkusu, iç erinci ve mutluluk vermekte. Kupkuru dallar, baharla süslenmiş gelinler gibi. Kışın yapraklarını dökmeyen ağaçlar da ise baharın gücü çok belirgin. Eski, yaşlı yapraklar kopkoyu bir yeşil ve sert. Oysa baharla fışkıran yaprakların rengi açık, ellediğinizde bir bebek teni yumuşaklığı ve tazeliğinde.

        Bahar, tüm coşkusuyla güzelliklerini sunmakta bizlere. Onun bu cömertliğinin değerini biliyor muyuz acaba? Bilsek doğaya bunca zararı verir miyiz?

        Göçmen kuşların yuvalandıkları, meyvelerin çiçeklendikleri, ağaçların yeşerdiği bir anda ülkemizin birçok bölgesine kar yağdı. Televizyonlarda leylek yuvalarından, çiçeklenmiş erik dallarından sarkan buz sarkıtları gösterildi. Bu ne yaman çelişki ve karşıtlık?

        Dengesi bozulan doğa, saatleri şaşan göçmen kuşlar, meyveler ve ağaçlar bahar tazeliğini, coşkusunu kar altında yaşatmaya çalıştılar. Bakalım bu karın, soğuğun göçmen kuşların yumurtlamalarına, erik ve bademlerin meyvelenmelerine nasıl, ne denli zarar verecek?

        Ey insanoğlu, doğaya zarar vererek bindiğin dalı kesmektesin. Doymak bilmez bir açlıkla doğayı da kendini de tüketmektesin. Yine de içimdeki umudu canlı tutmaktayım senin için. Bir gün bu yıkımı görüp doğruyu yaparsın diye ummaktayım. Bizi umuttan başka ayakta tutacak ne var ki?

                                                                       Adil Hacıömeroğlu

                                                                       3 Mart 2023