Oğlum
bebekti. Her bebek gibi düzenli olarak çocuk sağaltımcısına götürüyorduk onu.
Zaman zaman bazı sağlık sorunları olduğunda da sağaltımcının kapısını
çalıyorduk. Dünya üzerinde sorunsuz büyüyen çocuk yoktur sanırım.
Sağaltımcıya
gittiğimizde sıramızı beklerken bizim gibi bebekleri olan anne ve babalarla
tanışıyorduk. Çocuklarımızın sorunlarını konuşup dertleniyorduk. Çoğu zaman da
birbirimizin deneyimlerinden yararlanıyorduk. Daha çok anneler konuşuyor, biz
babalar dinliyorduk. Bu dinlemeler sırasında eşlerimizin söylediklerini
onaylıyorduk çoğu zaman. Her anne ve baba çocuklarıyla ilgili en büyük sorunu
kendilerinin yaşadığını düşünür. Atalarımız “Eldeki yara, yarasıza duvar
deliği.” sözünü boşuna söylememiş. Herkes kendi çocuğun sorununun daha önemli,
yaşamsal ve ivedilik gösterdiğini düşünmekteydi.
Bir
gün yine sağaltımcıdayız. Bekleme salonu kalabalık… Karşımızdaki koltukta
şişman bir kadın oturmakta kucağında bebeğiyle. Yanındakine çocuğunun sorunlarını
anlatmakta. “İştahımız yok, ishaliz.” Eyvah, eyvah…” diyorum içimden. “Çocuğunun
iştahı yok da senin de mi iştahın yok? Ne iyi zayıflarsın biraz. Bir de
ishalsin, öyle mi?” Kadın, sürdürüyor konuşmasını: “Huysuzuz, gece çok ağlıyoruz.”
“Doğrudur…” diyerek içimden yanıtlıyorum onu. “Ağaca çıkan keçinin dala bakan
oğlağı olur.” diyorum. “Huy geçişkendir anneden çocuğa.” Konuşmalar, böyle
sürüp gidiyor.
Çalıştığım
eğitim kurumu, öğrencileri merkezi sınavlara hazırladığından veliler sık sık
bizimle görüşmeye gelirlerdi çocuklarının durumuyla ilgili. Babalar işte oldukları
ve de başlarını kaşıyacak zamanları olmadığı(!) için genellikle anneler ilgilenirdi
çocukların eğitim işleriyle. Merkezi sınavlar, büyük bir yarış… Annelerin çoğu
da iyi yarışçılar kendilerince. Usa gelmez çalışmalar yapmaktalar. Çocuklar,
yarış atı gibi her şeyleri kontrol altında.
Annenlerle
en sık yaptığımız söyleşiler şöyle… “Adil Bey, Türkçemiz iyi değil.” deyince karşımdaki
kadın. Hemen yanıtlıyorum onu: “Olur mu öyle şey, sizin Türkçeniz çok iyi.
Çocuğunuzun Türkçesinde biraz sorun var.” Bazıları ne demek istediğimi
anlamıyor, ancak yine de ben bu çoğul öznelerin kullanılmasıyla bıkıp usanmadan
savaşıyorum. “Test sonuçlarımızı öğrenmeye geldim.” dersaneye gelme nedenini
anlatmak istiyor veli. “Siz sınava mı girmiştiniz?” diye gülümseyerek
soruyorum. O: “Hayır, çocuğum girmişti.” diyor, biraz da durumu anlayarak.
Beni
en çok güldürüp şaşırtan ise şu: “Babamız, bu işlerle ilgilenmez.” sözü. İçimden
“Siz babanızla mı evlisiniz.” tümcesi geçiyor acı bir gülümsemeyle. Bunu söyleyemiyorum.
Onun tümcesini “Çocuğunuzun babası, yani eşiniz ilgilenmiyor ders çalışma ve
sınav işleriyle.” diyerek düzeltmeye çalışıyorum. Anne, anlıyor ne demek
istediğimi ve yüzü hafifçe pembeleşiyor. Bu konuda örnekler çok…
Tekil
olması gereken bir tümcenin öznesini çoğul olarak söylediğimizde her şey tepetaklak
oluyor. Tümcenin anlamı değişiyor. Kişi, anlatmak istediğini anlatamıyor. Bunun
nedeni, gereksiz yere tümcenin öznesi ve yükleminin çoğul olarak söylenmesi. Amaç;
daha güzel konuşmak, biraz da incelik göstermek. Aşırı incelik gösterme isteği,
ne yazık ki dili bozuyor. Zaten dilimiz Türkçe, yapısı gereği inceliklerle
dolu. Dilin doğal inceliği içinde duyup düşündüklerimizi anlatabiliriz
kolaylıkla. Bu nedenle dilin kurallarını çok fazla zorlamaya gerek yok! Annemizden
öğrendiğimiz anadilimizin inceliği, zaten kaynağından gelmekte. Dünyada annelerin
inceliği, başka hangi varlıkta var ki?
Adil
Hacıömeroğlu
20
Eylül 2024
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder