Kim
ölürse ölsün, onunla bir dünya yıkılıp gider aslında. Her insan, bir dünyadır.
Her insanın dünyası da kendine göre varsıllıklarla doludur. Bu dünyadan göçen
her kişi; iyi kötü, az çok, kimilerince önemli önemsiz bir iz bırakır yeryüzünde.
Bazılarının bıraktığı izler kısa sürede silinip gider. Kimilerinin izleri ise
uzun süre kalır yeryüzünde. Bazı izler, izlenir ardıllarca. Çoğu izler, kutup
yıldızı gibidir, yön gösterir geride kalanlara.
“Her
ölüm, erken ölümdür” der ünlü ozanımız Cemal Süreya. Bence de öyle… Her ölüm
erkendir. Çünkü insanın dünyada yapacağı çok işi vardır. Çekeceği çile, süreceği
mutluluk yarım kalır ölümle. Ölümler, tam da işler yoluna girdiği zaman gelip
kapıyı çalar. İnsanlar tam da birbirini gerçek anlamda tanıyıp anladığında ölüm
araya girer. Tanıyıp anlamanın sürmesinin önüne geçerek koparır yaşamdan tanıyıp
anlayanların bir yanına. Bir başka deyişle insanın insan sırrına ermesini engeller
ölüm.
Türkiye’nin,
hatta dünyanın en uzun süre (157 yıl) yaşayan insanı olarak kabul edilen
Bitlisli Zaro Ağa’nın en küçük kızı, babasının cenazesinde ağlarken “Babam,
babam, hiç yaşamadan gittin.” diyerek ağıt yakmıştır. Bu ağıt, hangi yaşta
ölürsen öl, yakınların ve seni sevenler sana doyamaz. Uzun bir ömür bile ölenin
sevenlerine çok kısa bir zaman dilimi olarak görünür. Zaro Ağa, ölmeden önce
Yunanistan, İngiltere ve ABD’ye gitmiş. Orada uzun yaşamanın sırlarını kendince
anlatmıştı. Burada ozanımız Cemal Süreya’ya hak vermemek elde değil.
Ölümün
doğallığını anlatan ve çok hoşuma giden bir öykü var. Sizlerle paylaşayım. Bu
öykünün yazarını çoktan unuttum. Ancak neredeyse her cenaze evinde bunu
anlatırım.
Hindistan’da
bir kadının çocuğu ölür. Çocuğunun ölümüne dayanamaz ana yüreği. Bir gün Buda’ya
gider acılı anne. Buda’ya: “Çocuğumun acısına dayanamıyorum. Bana bir ilaç ver,
bu acıya dayanayım.” der.
Buda:
“Kenti dolaş, ölü çıkmamış bir evden bir tas su getir.” diye yanıtlar onu.
Ölü
çıkmamış ev yoktur dünyada. Her ev, her aile zamanı gelince ölümle yüzleşir.
Ölüm, bizim kapımızı çalmadığında ölüm olayının hep başkalarının başına
geldiğini düşünür insan. Oysa ölüm sırayladır. Eşitlikçidir ölüm. Vakit tamam
olduğunda kapımızı çalar. Herkesin bir biçimde yaşadığı bir gerçektir. Bu
nedenle ölüm acısına dayanmak da bir güçlülük imidir.
Onlarca
yakınımızı, arkadaşımızı, tanıdıklarımızı yitiririz. Hepsi bir başka acıdır
yüreğimizde. Ama insanoğlu, bu acılara karşın yaşamını sürdürür. Ölen kişinin
bedeni gömütlükte doğayla buluşurken onun ayrılışının acısı ise yüreklere gömülür.
O, yürekten çıkmaz bir acıdır. Acı, zamanla azalsa da hiçbir zaman yok olmaz.
Peki,
insanoğlu bunca acıya nasıl dayanıyor?
“İnsan
unutmasa ve umut etmese yaşayamaz.”
Acı
varsa acıya dayanma gücü de insanın yüreğinde vardır. Bu güç, geleceğe olan
umuttur. Umut, kişiyi yaşama bağlar. Ölüme giden yolda dayandığımız bunca acıya
dayanmamız, bunca çileye katlanmamız umut ederek olmakta. Umut, bizi yaşam
toprağına bağlayan köklerimizdir.
İnsan
kötülükleri unutur. Kötülüğün yerine iyiliği, acının yerine mutluluğu, olumsuzun yerine olumluyu koymayı becerir.
Olumsuzlukları, izi kalsa da, kolayca belleğimizden çıkarmamız yaşama bağlanma
isteğidir. “Gece, kararıp kalmaz.” der halkımız. Gündüz umudu, olmasa gecenin
karanlığı çekilir mi hiç?
Adil
Hacıömeroğlu
7
Nisan 2022
Bir Afrikalı ozanın şiirinde geçer:
YanıtlaSil"Yaşamaktan korkmadığımız için ölümden de korkmuyoruz" der. Ölüm var, ama ölüm odaklı düşünceleri hiç tutamadım. Ümit Yaşar Oğuzcan'ı bile çok karanlık bulurum bu yüzden. Şiiri bana kötümser ve kasvetli gelir. Elinize sağlık
Muhteşem bir yazı teşekkür ederim emeğinize sağlık
YanıtlaSilİnsanlarda umut olmasa yaşamın tadı ve gayesi kalmazdı zaten .
YanıtlaSilİsmail Gökçe
Hocam , güz mevsimi yaprak dökümünün olduğu aylar da vefatlarda çok olur. Ölüm ,hüzündür.Ölen inde de , geride kalanına vedalaşmadan ayrılmasıdır.Ani ölümler de, bağımlı olduğumuz yakınlarımızsa , geçirdiğimiz güzel , mutlu , her alanda ki anılarımızı yaşatırız. İsim bırakmak , güzel işler yapmak kişileri ölümsüz kılar. Sizin yazınız 7 Nisan tesadüf rahmetli babacığımında kalp kriziyle ramazan bayramının ilk günü o tarihe denk gelmesi beni hüzünlendirdi . Hayat devam ediyor, yıllar geçse de bize kattıkları , hayat felsefesi , önce insan olmamız , değerlerimize sahip çıkmamız .Çalışıp üretmemiz toprakla , doğayla , hayvanlarla sevgiyi heryerde paylaşmak… Umut dolu yarınlara…9Sağolun hocam duygu yüklü anlatımlarınız için yüreğinize sağlık..Fulya Kırımoğlu
YanıtlaSil"eşitlikçidir ölüm" demişsiniz sayın hocam.keşke dediğiniz gibi olsaydı.maalesef ölümlerde bile eşitlikçilik yok.madenlerde ölen işçiler,ihmaller sonucu depremlerde,tren kazalarında ölen o güzel çocuklar, minibüsten inerken sel sularına kapılıp ölen kadın işçiler,atanamayıp inşaatta çalışırken düşerek can veren gençler,atanamayıp bunalıma girip canına kıyan gençlerimiz, çocuğuna simit parası veremediği için intihar eden babalar...hocam neresi eşitlikçi ölümün? ölümlerde bile yoksulluk,garibanlık insanımızın yakasını bırakmıyor.hangi varsil madenlerde can veriyor? veya geçim derdinden bunalıp intihar ediyor? veya başına bombalar yağıyor? Gazze'de yaşayan gariban halk ile İsrail in ışıl ışıl sehirlerinde yasayanların ölümleri eşitlikçi mı?
YanıtlaSilölümümüz sonsuzlukla evliliğimizdir
YanıtlaSilpeki sır nedir? “tanrı tektir.”
güneş ışığı kırılır evin pencerelerinden girerken.
tıpkı üzüm salkımlarındaki çeşitlilik gibi,
ama üzüm suyu gibi değil.
çünkü tanrı’nın ışığında yaşayanlar için,
nefsin ölümü bir lütuftur.
o ölümü tadan nefs için ne iyi söyleyin ne de kötü,
çünkü o artık iyiliğin ve kötülüğün ötesine geçmiştir.
gözlerinizi tanrı’ya çevirin ve onun gaybı hakkında konuşmayın.
ve böylece o size çok farklı görünecek.
tanrı’nın ışığı ebedidir.
ebedi olmayan ışıksa fani bedenlerin vasfıdır.
hakikati lütfeden tanrı’dır.
ve hakikatin kuşu, sana doğru uçmakta.
arzunun kanatlarıyla.”
-mevlana