İKİ KEDİNİN ANNELİK DAYANIŞMASI


Kaynanamla kaynımın bir dişi kedisi var chinchilla türü. Adı, Badem… Bir tüy yumağı… Tüylerinin rengi, bakışları, özgüvenli duruşu ve yürüyüşü bir aslanı andırmakta. Onu yavruyken alıp özenle büyüttüler.

Kedinin yediği önünde, yemediği arkasında… Ancak yine de içindeki vahşi kedi, bir türlü evcilleşmedi. Birkaç yıl önce beşinci kat balkonunun duvarında şekerleme yaparken yanından uçan bir güvecini yakalamak isterken yere düştü. Kuşu yakalayamayan Badem, yeri kaplayan betonun üstüne çakıldı. Çenesi ve ön bacaklarından biri kırıldı. En yakındaki veterinere götürdüler onu. Sağaltımı yapıldıktan sonra birkaç gün orada kaldı. Ardından eve geldi. Keyfi yerinde…

Geçen yıl yazın dinlenceye Mürefte’ye gitmiştik. Haziran sonlarıydı Badem’in çiftleşme isteği yasak tanımadı. Bir anda erkek sokak kedileri evin çevresini sardı. Badem de camdan atlayıp aşkla onlara koştu. İki ay sona nur topu gibi, rengarenk sekiz yavru doğurdu. Üçü doğarken öldü. Kalanlara ad verildi: Kara, Paşa, Dilber, Nohut ve Tarçın… Tarçın, büyüyemeden öldü.

Yavrular büyüyünce cinsiyetleri belli oldu. Üçü erkek, yalnızca Kara dişiydi. Erkekler, renkleri ve duruşlarıyla annelerine benziyordu. Kara ise sokak kedisi biçiminde, kısa tüylüydü. Sarı, siyah, beyaz renkli… Yani calico (üç renkli) denen türdendi. Gözle kaş arasında büyüdü. Şeker Bayramında kedileri, Mürefte’ye yazlığa götürdüler. Henüz yedi ayı bitmiş, sekizinden gün almaya başlamıştı. O da annesinin yolundan gitti hem sokak kedileriyle hem de kardeşleriyle çiftleşti. Haziranın ikinci haftasında dört yavrusu oldu. O da annesi gibi yavrularının üstüne titredi. Bin bir emekle emzirip büyütmeye başladı onları. İstanbul’daki evin içinde bile günde birkaç kez yavrularını teker teker ağzına alıp kendince güvenli yeni yerlere taşıyordu. Bu güvenli yerler: koltuk ve dolap altlarıyla eşyaların arasındaki boşluklardı. Bu arada Badem, bir gün İstanbul’da evden kaçtı. Sabahtan akşama dek aradılar onu. Bize de haber verilince Atacan’la gittik aramaya. Sonunda onu çalıların arasında bulduk. Çiftleşmek için kaçtığı çok belliydi. Çünkü çok hırçındı ve kendine dokundurtmuyordu.

Kurban Bayramı yaz dinlencesiyle birleşince hep birlikte Mürefte’ye gittik. Kara ve yavruları, birinci kattaki kışlık salonda bir kutuya yerleştirildi. Erkek sokak kedileri evlerin çevresinde dolanmaktalar serenat yaparak. Kara tetikte… Bu kediler, fırsat buldukça kimseye görünmeden evin içine girip yoklamalar yapmakta. Kara, bağıra çağıra onları kovmakta. Kara, yavrularını korumak için neredeyse her gün üst katlara, çekyatların altlarına, kuytu köşelere taşıdı minikleri. Onları korumak için köşe bucak saklıyor bıkıp usanmadan. Yavruları güvenli yere bıraktıktan sonra az da olsa dışarı çıkıp hava alıyor, çok geçmeden koşarak yavrularının yanına gidiyordu. Bu arada yavruların gözleri açılmıştı. Hızla büyümekteydiler.

26 Haziran Çarşamba günü yavrularını yine en üst katta bir çekyatın sökülmüş arka örtüsünün aralığından içeriye sokup sakladı. Kaynanam yavruları oradan alıp yuvalarına taşıdı. O anda Kara aşağıdaydı. Kara’nın yokluğunu anlayan bir erkek kedi, bir anda dört yavruyu da boğup kaçtı. Ardından da Kara’yla çiftleşmek için gecesini gündüze kattı, evin çevresinde dolanıp durdu.

Kara, evin her yanında, neredeyse tüm eşyaların arasında yavrularını arayıp durdu. Her eşyayı, yerleri koklayıp yavrularından bir iz bulmaya çalıştı üç beş gün. Aradığı yerlere usanmadan yeniden baktı. Evin her köşesini didik didik aradı. Yavrularını emziremediği için emcekleri şişti iyice.  Bu durum, sağlığını bozacak diye kaygılandık. Hiç umudunu kesmedi onları bulmak için. Ararken bir yandan da ağlar gibi miyavlıyor. İşte bu, insanın ciğerine işleyip yüreğini parçalıyor. Kimi zaman önüme gelip gözlerime dikiyor gözlerini ve miyavlayarak bana bir şeyler söylemeye çalışıyor. Sanırım yavrularını bulmak için benden yardım istiyor. Ey güzel kedi, ben sana nasıl yardım edeyim? Senin rengarenk yavrularını nasıl bulayım?

Kara, yavrularının öldürülmesinden sonraki beşinci günde onları bulma umudunu sanki yitirmeye başladı az da olsa. 1 Temmuz Pazartesi akşamı annesi Badem, doğurmaya başladı. Evdeki diğer dört kedi sıraya girip meraklı gözlerle yeni kardeşlerinin doğumunu izlediler ses çıkarmadan. Sanki yeni gelenlere “Hoş geldin!” diyorlar.

Peş peşe altı yavru doğurdu Badem. Biri doğarken öldü, beşi yaşama tutundu. Yavrulardan üçü üç renkli, demek ki bu üç yavrunun dişi olma olasılığı yüzde doksanın üstünde. İkisi annesi gibi aslan donunda... İlk andan başlayarak onları emzirmeye başladı. İlk gün yanına sokulmaya çalışan Kara’yı kovdu. Ancak ikinci gün bir baktık ki Kara, Badem’in yavrularını (Yani kardeşlerini) emzirmekte. İkisi birden emzirdikleri için yavrular günden güne büyüdüler. Gözleri açıldı. Sonrasında küçük yaramazlıkları başladı. Yavruların temizliğini de ikisi yaptı. Onları saatlerce yaladılar. Yuvanın önünde ikisi barikat kurdu. Biri dolaşmaya çıkınca diğeri yuvada kaldı. Erkek kedilere birlikte saldırdılar. Bir keresinde birini çok kötü yaptılar, kaçacak delik aradı sokak kabadayısı.

6 Temmuz 2024 günü sabahında sokaktaki dişi kedilerin peşinde dolaşan Nohut’a bir araba çarptı. Bir iş için yola çıkınca onun ölü bedeniyle karşılaştım. Üzülmekten başka yapacağımız bir şey yoktu. Yerleşim yerinin içinden geçen daracık yolda aşırı hız yapan sürücüleri lanetlemekten başka ne diyebilirim ki?

Badem’le Kara’nın dayanışması sayesinde yavrular güvenli bir yuvada büyümeye başladı. Sonunda İstanbul’a döndük. Artık erkek sokak kedilerinin saldırısı söz konusu değil.

Badem ve Kara, olağanüstü bir annelik güdüsüyle savaşım gösterdiler. Yavruları birlikte sahiplenip savundular. Annelik güdüsünün, duygusunun canlılarda ne denli güçlü olduğunu Badem ve Kara’nın yavrularını sahiplenip savunmasıyla gözlemledik. Annelik, Tanrı vergisi üstün bir duygu… Dünyanın en üstün duygusu annelik ve hiçbir şeyle karşılaştırılamaz.

                                                         Adil Hacıömeroğlu

                                                         30 Temmuz 2024

 

MÜREFTE’DE İPEKBÖCEKÇİLİĞİ


Günümüzde pek bilinmese de Mürefte, bir zamanlar ipek üretiminin önemli merkezlerinden biriydi. Zamanın bucak merkezi olan bu güzel beldenin hem merkezinde hem de çevre köylerinde ipekböceği yetiştirilmesi için çok sayıda dut ağacı vardı.

Dutun meyvesi insanlara güç ve erke verirken yaprakları da ipekböceklerine can vermekteydi. Atalarımız: “Sabırla koruk helva olur, dut yaprağı atlas.” sözünü sanki Mürefte için söylemiş. Verimli topraklarında yetişen üzümler önce koruk olur. Koruk yenmez. Çok ekşidir. Sabredip beklediğimizde koruklar olgunlaşıp lezzetli üzümlere dönüşür. O üzümlerden pekmez yapılır. Eskiden şeker sanayi gelişmediğinden helva pekmezle tatlandırılırdı.

İpekböcekleri, dut yaprağını yiyerek beslenip büyür. Sonrasında ipek salgılar. Bu ipekler, iplik yapılır. İpliklerden de dünyanın en değerli kumaşı atlas ortaya çıkar. Helvanın yapımı da ipeğin ortaya çıkması için de sabır gerekli. İşte, Mürefteli üretici, helvaya ve atlasa sabırla kavuşmakta.

Mürefte, Çınarlı, Gaziköy, Hoşköy, Tepeköy, Uçmakdere ve diğer bazı köylerde ipekböcekçiliği yaygındı. Zamanla dut ağaçları kesildi. Dut olmayınca ipekböcekçiliği de olmuyor.

İpekböceği kozaları, Mürefte’de bulunan kozhanelerde işlenip Bursa’ya gönderiliyordu. Şu anda şarap üretiminde neredeyse yüz yılı doldurmuş Kutman ailesinin Mürefte’de kozhaneleri vardı. Bu kozhane hala ayakta. Bulunduğu yerin adı da Kozhane Sokağı. Bu kozhanenin müzeye dönüştürülmesi en büyük dileğimiz. Kutmanların kozhanesinin dışında kozhaneler varsa bunlar da araştırılıp ortaya çıkarılmalı. Ülkemizin birçok yerinde bu tür tarihsel değere sahip üretim alanlarının amaç dışı kullanıldığına zaman zaman tanık olmaktayız.

İpekböcekçiliğinin yanı sıra kilim ve kebe dokumacılığı da yapılmaktaydı Mürefte’de. Belde ve çevresi, özellikle kıyıdan uzak köyler koyun ve keçi yetiştiriciliğinin çokça yapıldığı yerlerdi. İlkbaharda kırkılan koyun yünlerinden çıkan yapağıların yanı sıra keçilerin kıllarıyla kilim ve kebe üretimi yapılırdı burada. 1920’li yıllarda Mürefte’de yirmi beş tane kilim ve kebe dolabı bulunmaktaydı. Ne yazık ki alın teri, göz nuruna dayalı bu üretim alanı da yok oldu birçok şey gibi. Yerel yönetimler ve Halk Eğitimi Merkezi bu ata sanatını yeniden canlandırmalı.

Mürefte, çok yönlü bir üretim alanıydı eskiden. Zeytin, üzüm, tuğla, kiremit, ipekböcekçiliğinin yanı sıra önemli sayılabilecek tahıl üretimi de söz konusuydu. 1920’li yıllarda beldede dört tane un fabrikası bulunmaktaydı. Ayrıca elli su, on tane de yel değirmeni yurttaşların un gereksinmesini karşılamaktaydı.

Beldede tekne yapımı çok önemliydi. Çünkü önemli bir üretim merkezi olan Mürefte’nin ürünleri 1920’li yıllarda daha çok denizyoluyla yapılmaktaydı. Bu nedenle teknelere gereksinim vardı ulaşım için. Ayrıca üretilen tekneler farklı yerlerdeki alıcılara da satılmaktaydı. Bu yıllarda “çektirme” adı verilen ağaç teknelerden yılda dört tane denize indiriliyordu. Tekneler, 180 tonluktu.

Mürefte’deki hem tarım hem de sanayi üretiminin gelişmiş olması, sosyal yaşamı etkilemekteydi. Sosyal yaşam, ileri düzeydeydi. Bunun en önemli belirtisi ise 1923’te Mürefte Gençler Birliği Spor Kulübünün kurulması. Özellikle futbolun ilk zamanlarda sanayi merkezlerinde yaygınlaştığını düşünürsek beldenin üretim biçimi hakkında bilgi sahibi oluruz.

Mürefte gibi bir üretim üssünün büyükşehir yasası uyarınca mahalle yapılması kabul edilemez. Böylesine bir üretim merkezinin yönetsel olarak hak ettiği düzeyde olması gerekir. Hükümetin ve yerel yönetimlerin burada üretimin geliştirilmesi için planlı çalışmalar yapması gerekir. Yoksa zeytin bahçelerini yok ederek yapılan yazlık evlerle bir yerin gelişmesi, ülke üretimine katkı yapması olanaksız.

                                                         Adil Hacıömeroğlu

                                                         29 Temmuz 2024

 

MÜREFTE’DEN KIZIL MEYDAN’A


Mürefte, üzüm (şarap) ve zeytin üretimiyle tanınsa da aslında kiremit-tuğla üretimi de diğerleri kadar ünlü. Çok eski dönemlerden beri beldede kiremit-tuğla üretimi yapılır. Mürefte’nin tuğla ve kiremitleri ülkemizin dört bir yanında tanındığı gibi uluslararası bir üne de sahip.

Şarabın yanı sıra tuğla ve kiremit üretimi, Mürefte’nin ikinci sanayi dalı. Bu üretim sayesinde bölgede işsizlik neredeyse ortadan kalkmıştı. Bu nedenle ülkemizin farklı yörelerinden buraya çalışmak için gelen çok sayıda yurttaşımız var.

Mürefte’den Hoşköy’e dek uzanan kıyı şeridinde tuğla ve kiremit üretimi için uygun toprak bulunmakta. Bu nedenle bu bölgede üretim canlandı. İlk başta denizyoluyla ülkemizin değişik yerlerine ve yurt dışına giden tuğlalar, kiremitler karayollarının gelişimi, motorlu taşıtların yaygınlaşmasıyla bu yoldan da pazarlara ulaştırıldı.

Mürefte’nin tuğla ve kiremitlerinin ünü, Marsilya’ya dek yayılmış. Kiremidiyle ünlü Marsilya, bu güzel beldemizden kiremit alıp hem kendileri kullanmış hem de Avrupa’nın bazı ülkelerine satmışlar bu ürünleri. Burada Türk malı olarak üretilen bu kiremitler, “Marsilya kiremidi” etiketiyle satılmış dünya piyasalarında. Bir zamanlar gemiler, Mürefte’den Marsilya’ya şarap, kiremit ve tuğla taşımış.

Fransa ile ticaret, Osmanlı döneminde başlamış. Doğaldır ki ticaret, dostluk köprüsünü de oluşturmuş. 1800’lü yıllarda Mürefte ile Uçmakdere arasında ve günümüze dek gemicilere yol gösteren Hora Feneri, Fransa’dan getirilen malzemelerle yapılmış. Bu fener, tarihin derinliklerinden bugün de kaptanlara yol göstermekte, yanıp sönen ışığıyla gelip geçenlere selam çakmakta.

Moskova, Kızıl Meydanı ile ünlü. Kızıl Meydan’a kızıllığı veren de yapımında kullanılan kızıl renkteki tuğla ve kiremitler. Mürefte’de tarihle ilgilenenler, Kızıl Meydan’ın yer ve yapı tuğlalarının, çatılara kızıl rengi veren kiremitlerinin buradan gittiğini söylemekteler. Doğal olarak bundan da gururlanmaktalar.

Ekmekçioğlu’nun yıllar önce Mürefte’de kiremit fabrikası kurmasıyla kiremit ve tuğla üretimi doruğa ulaştı. Fabrikada çalışmak için belde merkezi ve çevre köylerden işçi bulunamadı. Bu nedenle fabrikayı kuranlar, Tunceli’den çalışmak için işçiler getirdiler. Bu işçiler, bir daha memleketlerine dönmediler ve bu güzel beldeye yerleştiler. Şu anda Mürefteli olan üçüncü kuşaklar yaşamakta burada. Ne yazık ki bu fabrika şu anda çalışmıyor. Ne üzüntü verici değil mi?

Kızıl Meydan’a rengini veren tuğla ve kiremitlerin üretildiği topraklarda unutulmaya başlanması üzüntü verici.

Mürefte’de dünyaya ün salmış tuğla ve kiremit üretimi, türlü nedenlerle bitmiş durumda. Birçok alanda olduğu gibi bu üretim alanı da çağın gereklerine, küreselleşmeye yenik düştü. Bin bir bereketi saklayan bu topraklarda tuğla ve kiremit üretiminin olmaması büyük eksiklik değil mi?

                                                                  Adil Hacıömeroğlu

                                                                  28 Temmuz 2024

ANKARA GEMİSİ’NİN LOMBOZ KAPAĞI


Ankara gemisinin lomboz kapaklarından ikisinin kendilerinde olduğunu ve büyük şarap fıçılarında kapak olarak kullandıklarını öğrendik Aker Bağevi’nde İbrahim Bey’den. İnsan böyle rastlantılara şaşırmadan edemiyor ve “Nereden nereye?” sorusunu soruyor kendine.

Ankara gemisinin ilginç bir öyküsü var. Geminin ABD’de yapım tarihi, 1927… Boyu 124.7, genişliği ise 18.9 metre… İroquis adıyla büyük gezinti gemisi olarak denize indirildi. Sonra gemi satılınca adı, Solace oluyor. İkinci Dünya Savaşı çıkınca Solace, hastane gemisi olarak ABD donanmasına katılıyor. Geminin görünür yerlerine haçlar çiziliyor hastane gemisi olduğunu göstermek için.

7 Aralık 1941’de, Pearl Harbour baskınını yapar Japonlar. Limanda bulunan ABD donanması yok edilir. Solace, bu saldırıdan yara almadan kurtulur. Yani Pearl Harbour’da, Japonlarca vurulmayan tek gemiydi o. Çünkü Japon pilotlar, savaş kurallarına uymuş ve hastane gemisine dokunmamıştı. Baskın biter bitmez yaralıların, boğulmakta olan Amerikan askerlerinin yardımına koştu Solace. Savaş boyunca yaklaşık yirmi beş bin askere yardım etti gemi.

ABD ordusu için büyük görevler üstlendi. Savaşın simgesi durumana geldiği için satışa çıkarıldı. Ekim 1948’de Türkiye Devlet Denizyolları ve Limanları Umum Müdürlüğü gemiyi satın aldı. Kaptan Seyfi Gezer, gemiyi Türkiye’ye getirdi. Ülkemize gelince “Ankara” adı verildi ona.  Uzun süre dünya limanlarına gezginleri taşıdı.

Ankara gemisi, 1970’li yılların sonlarına doğru iyice güçten düşer. Güçten düşünce gözden de çıkarılır. 1981’de Ulaştırma Bakanlığının kararı uyarınca Aliağa’ya söküme gönderilir. Böylece yılların anıları da tarihe gömülür onun söküme gönderilmesiyle. İşte, Ankara gemisi sökülmeye başlanınca iki lomboz kapağını Mesut Aker alıp Mürefte’ye getirir. Onların bakımını yapıp iki ayrı şarap fıçısına kapak olarak takar. “Ankara gemisi nerede?” diye soranlara derim ki: Gemi, Mürefte’de Aker Bağevi’nde iki lomboz kapağıyla yaşıyor. Kim bilir o kapakların örttüğü lombozlardan kimler bakmıştır? O kapaklar; hangi olaylara, kişilere, sevilere, kavgalara, ayrılıklara, umara, umuda, umutsuzluklara, olaylara tanıklık etmiştir? İnanmayan gidip sorabilir o kapaklara, onlar da anlatırlar bildiklerini.

Söyleşimiz sırasında kınalı yapıncak üzümünün yaprağından yapılan sarmalarının çok iyi olduğunu öğreniyoruz. Kınalı yapıncak yaprağı damarsız olduğundan diğer asma yapraklarında üstünlüğünün tartışılmaz olduğunu ünlü aşçılar da belirtiyormuş.

Üzüm ve zeytin, Mürefte’nin iki simgesi. Üzüm olunca doğaldır ki şarap da oluyor. 1922’de, beldede 52 şaraphane var. Halk arasında adları şaraphane olarak geçse de bunların hepsi şarap fabrikası. Bunların bazıları büyük markaların üretim yerleri… Bazılarının ise adları pek işitilmese de şarap üretiminde epeyce deneyimliler. Aslında bu işletmelerin ürettikleri şarapların diğerlerinden farkı yok! Çünkü Mürefte’de şarap yapmak, sanata dönüşmüş durumda. Ankara gemisinin lomboz kapaklarının sakladığı şaraplar da bu sanatın ürünü. Üstelik lomboz kapakları, yıllardır biriktirdiği anılarını koruması altındaki şaraplara anlatmadığını kim bilebilir? Ayrıca geminin gezdiği her limanın tadı, şaraba niye sinmesin?

                                                                  Adil Hacıömeroğlu

                                                                  27 Temmuz 2024

MÜREFTE TARİHİNE YOLCULUK


Yıllardır yaz dinlencelerinde Mürefte’ye gitmekteyiz. Kendine özgü doğası, tarımsal üretimi, özellikle şarapçılık alanındaki üstünlüğü, üzüm ve zeytinlerinin lezzeti, sıcak günlerde kuzeyden esen serin yeli, insanlarının sakinliği/uyumu, tarihsel izlerinin varlığı hoşuma gider. Yalnızca Mürefte’nin merkezi değil, çevre köyler de ilgimi çeker. Fırsat buldukça bu köylere de giderim. Bazı köylerde edindiğim dostlarım var.

Yıllardır yanından geçmeme karşın bir türlü içeri girip gezmeyi akıl edemediğim Aker Bağevi’ne gittik bu yaz. Her yaz “Sonra gidip gezerim.” diyerek bu yıla dek ertelediğim bir gezi. İlk gidişimiz eşimle oldu. İçeri ilk girdiğimizde ilgimi çeken şey, duvarlardaki tarihsel belgeler ve eşyalar… Burası aynı zamanda bir müze… Bağevi’ni gezdik, ne yazık ki sahipleriyle tanışamadık o gün. Çünkü eve dönmemiz gerekiyordu. Bu nedenle bu gezintiyi uzatmadık.

İlk gezimizden bir hafta sonra yeniden gittik Aker Bağevi’ne. Yanımda eşim ve onun dayısının oğlu da vardı. Bu kez daha ayrıntılı baktık gördüğümüz her şeye. Burayı işleten ailenin genç üyesi İbrahim Aker ile tanıştık. Bağevi’ne ilgimi görünce oturup söyleşmemizi istedi. Ben de bu çağrıya uydum. Oturduk dışardaki bir masaya. Yan masadaki Erkin Kırca, söyleşimiz ilgisini çekince masamıza geldi. İbrahim Bey’in amcasının oğlu Soner Aker de baştan beri ayrılmadı bizden, zaman zaman söyleşimize katıldı. Sonradan İbrahim Bey’in kardeşi Mustafa da geldi minik bebeğiyle. Eşim, söyleşimizin uzayacağını düşünerek izin isteyim gitti eve dayısının oğlu Cengiz’le. Çünkü marketten aldığımız yiyeceklerin bozulmaması için buzdolabına konması gerekiyordu.

“Bağevi” dense de burası bir şarapevi. Ancak “bağevi” adlandırmasını çok beğendim. Aker ailesi, Selanik mübadili… Şarap üretmeyi, Mürefte’de öğrendiler. Onların bu işinin Cumhuriyet’imizle yaşıt olduğunu söyleyebiliriz. İnsanın tarih kokan bir yerde olması çok güzel… Burada şarap satışı yapılmakta.  Aynı zamanda aşevi. Dede İbrahim Aker’den oğula, oğuldan toruna geçen bir işletme.

Söyleşimiz, tarihsel bir düzleme geldiğinde İbrahim Bey, babası Mesut Aker’i çağırdı. Mesut Bey, tarihi hem belleğinde hem de özenle sakladığı belgelerle biriktiren biri. Biraz söyleştikten sonra dosyalar dolusu belgeyle geldi masaya. Neler mi var belgelerde? Osmanlının son döneminde, Cumhuriyet’in kuruluş yıllarında Mürefte ve Şarköy’de ne kadar üretim yapıldığı, ne kadar şarap, kiremit, tuğla, zeytin, üzüm… satıldığı, nüfus bilgileri, Atatürk, İnönü, Fevzi Çakmak ve Kazım Dirik’in çektiği bayram kutlama telgraflarının asılları… Belgeler, tarihe ışık tutmakta. Kim bilir Mürefte’de, Şarköy’de Mesut Aker gibi belge biriktiren kaç kişi vardır? Tekirdağ Büyükşehir ve Şarköy belediyelerinin bu tarihsel belgelere dayanarak kitaplar hazırlatmasının zamanı geldi de geçiyor bile. Ayrıca İl Kültür Müdürlüğünün yerel tarihin yazılması çalışmasına öncülük etmesi gerekmez mi?

Osmanlı ve Cumhuriyet dönemlerinde şarap önemli bir dışsatım ürünü. Şaraplar, fıçılarla İstanbul Tophane’deki Şarap İskelesi’ne gönderiliyordu eskiden. Burada yurtdışına gidecek fıçılar gemilere yüklenip gidiyordu. Yurtiçinde tüketileceklerin de dağıtımı yapılıyordu. Peki, şarap dolu fıçılar, Mürefte’den Tophane Şarap İskelesi’ne nasıl gönderiliyordu?

Öncelikle söyleyeyim ki Mürefte’de 1957’ye dek iskele yoktu. Bunun yanı sıra bu üretim üssü beldeyi, ülkemizin kentlerine bağlayan doğru düzgün karayolu da bulunmuyordu. Zaten motorlu taşıtlar da henüz yaygınlaşmamıştı. Ancak üretilen şarabın satılması gerekiyordu. İşte, burada Müreftelinin yaratıcı zekâsı devreye giriyordu. “Yatık” adı verilen 700 litrelik fıçıların beş ya da altı tanesi halatlarla birbirine bağlanıp kayıkla açıkta duran mavnalara çekiliyordu. Çekme işi tamamlanınca fıçılar, teker teker çözülüp yükleniyordu mavnalara. Bunun yapılabilmesi için hava koşullarının ve denizin uygun olması gerekmekte. Mürefteli şarap üreticilerinin bin bir emek, tehlike ve eziyetle yaptığı bu taşıma işi övgüye değer. Bu taşıma işini canlandıran bir anıtın Mürefte’de olması en büyük dileğimiz. Bu arada Aker Bağevi’nin çalışanlarından Iraklı ressam Muhammet Bey, halatlarla bağlanarak yapılan fıçı taşıma işinin resmini yapacağına söz verdi bize.

Şarap fıçıları, toprak yollardan at ya da öküzlerin çektiği arabalarla taşınırdı. Fıçıları taşımaya uygun kağnı ve at arabaları yapılmıştı. Çünkü fıçıların taşınırken arabadan düşmemesi gerekirdi. Bu arabaların bir örneği yapılıp sergilenmeli Mürefte’de.

1950’li yılların ortalarında Cumhurbaşkanı Celal Bayar, Mürefte’ye gelir. Onu getiren tekne, kıyıya zorlukla yanaşır. Tekneden karaya çıkmasına o dönemde beldemizin muhtarı olan Mesut Bey’in annesinin babası (dedesi) Cemal Yazıcı yardımcı olur yanındakilerle. Bayar’ın elini tutarak kıyıya çıkmasına yardımcı olan Muhtar Cemal Bey, “Hoş geldiniz!” diyerek koluna girer konuğunun. Zaten Celal Bayar, ulaşım zorluğunu yaşayarak görmüştür. Muhtar Yazıcı, Cumhurbaşkanı’ndan Mürefte’ye bir iskele yapılasını ister. Söz verilir, söz alınır. Verilen söz tutulur ve 1957’de Mürefte’nin 210 metrelik iskelesi hizmete açılır. Bugün insanların balık tuttuğu, gezinti yeri olarak kullandığı, zaman zaman teknelerin yanaştığı iskele o günden beri varlığını sürdürmekte. İskele yapıldıktan sonra artık şarap fıçıları kayıklara halatlara bağlanıp çekilmez, iskeleden yüklenir mavnalara.

Mürefte; büyük şarap fabrikalarının, markalarının doğum yeri. Birçok şarap markası, burada boy atıp ününü dünyaya duyurdu. Mürefte’deki şarap deneyimi onların bilgisine, üretimine büyük katkı yaptı. Bu toprakların üzümlerinden yapılan şaraplar, dünya mutfaklarının sofralarının tadı oldu.

Asmalara çok zarar veren ve üzüm üretimini yok eden asma biti (filoksera) Kuzey Amerika kökenli bu zararlı. 1861’de Avrupa’ya ulaştı. 1892’de Marsilya’daki bağlarda filoksera (asma biti) görülür. Kısa sürede tüm Avrupa’ya yayılır. Bu yüzden Fransa ve Avrupa’nı bazı ülkelerinde yeterince üzüm üretilemez. Avrupa sofraları şarapsız kalır. Osmanlı padişahı ve İslam Halifesi II. Abdülhamit dönemidir. Mürefte’den Avrupa’ya 22,5 milyon litre şarap satılır. Çok geçmeden 1912’de filoksera yeniden Fransa’nın bağcılığını vurur. Bu yıl içinde Marsilya’ya Mürefte’den 120 milyon litre şarap gider. Fransızların sofraları böylece şarapsız kalmaz. Bu dışsatım da II. Abdülhamit döneminde yapılır.

Osmanlı Halifesi II. Abdülhamit, dinsel kimliğine karşın ülkemizde şarap üretimini desteklemekteydi. Çünkü o dönemin en önemli dışsatım ürünüydü bu içki. Ne yazık ki AKP hükümeti birtakım dinsel saplantı ve kaygılarla şarap ile diğer alkollü içkilere aşırı vergiler koymakta. Bunların tanıtımı yasal engellere takılmakta. Mürefte ve ülkemizin şarap üreten birçok yerinde “Şarap tadım günleri, festivaller, fuarlar, yarışmalar, ulusal ve uluslararası bağbozumu şenlikleri…” ne yazık ki yapılmıyor yasal engeller yüzünden. Bu nedenle hem yurttaşlarımıza hem de ülkemize gelen gezginlere şaraplarımız tanıtılmıyor. Bu da üretimimize darbe indirmekte. Oysa Türk şarapçılığı yıllar içinde aşamalar kaydetmiş, kalite konusunda dünyada üst düzeye çıkmıştır. Bu durum karşısında hükümet, üreticiye köstek değil; destek olmalı.

Yüzlerce yıldır topraklarımızda üretilen şarabın dünyanın her yerinde beğenilip içilmesi, ülkemizin de üzüm ve şarap üreticisinin de yararınadır. Sık sık ekonomik bunalımlar yaşayan ülkemizde hangi nedenlerle olursa olsun üretime destek verilmemesi yurdumuzun zararınadır. Ekonomik bunalımları aşacak biricik güç, üretim olduğu gerçeği yadsınamaz.

                                                                  Adil Hacıömeroğlu

                                                                  26 Temmuz 2024

 

 

 

 

ANNE KOKUSU


Çayyolu’na gitmek için dolmuş beklerken güneşin yakıcılığından kurtulmak için küçük de olsa bir gölge arayıp buldum. Durak, çok kalabalık... Sıcak bunalttıkça bekleyenlerin sabrı tükenmekte. Bazıları beklediği dolmuş gelince koşarak giriyor içeri sıcaktan kurtuluş umuduyla. Geçip giden kimi dolmuşlar sıkış tıkış… Derken… Uzaktan dolmuşlardan birinin camında “Türk Konut” yazısı görünce hızlıca yürüdüm yolun kıyısına doğru el kaldırarak. Gelip önümde durdu. Bindim…

Dolmuşun içi, dışarıya göre serin. İçerde iklimlemenin çalışması güzel. Oturacak yer olmadığından ayaktayım. Sorun değil. Zaten kaç saattir oturmadım mı otobüste? Ayaklarım biraz rahatlasın ayakta durarak. Türlü düşüncelere dalarak, sağı solu izleyerek ineceğim yere geldim.

Güneş, tepemde kaynar bir buhar kazanı… Neyse ki yol uzun değil. Eve varıp kapıyı çaldım. Annem açtı gülerek. Sarıldık… Anne kokusu, sıcaklığı bozkırın sıcağında bir bahar çisesi bulutu… Heyecanından yere yıkılacak sanki. Arkasında iki kız kardeşim, eniştem var. Onlar sıra beklemekte bana “hoş geldin” demek için. Ancak annemin sarılması bitmiyor bir türlü. Derken bahar kokulu çise bulutu üzerimden kalktı. Havanın yakıcılığını yeniden duyumsadım.

Hoşbeş bitti. Annemle büyük kız kardeşim birkaç saat önce Denizli’den gelmişler. Ancak annem de yol yorgunluğunun belirtisi yok! Birkaç günlük bir gezi… Dayımın torunun düğününe gitmişler. Oturduk gölgelik balkona. Söyleştik dereden tepeden. Kendi yolculuğuna bakmadan: “Sen çok yorulmuşsundur, dinlen biraz.” diyor kendi yolculuğunu unutarak. “Anne! Benim geldiğim yol üç saat, seninki ise benimkinin en az iki katı… sSn yorulmadın da ben mi yoruldum? Çok istiyorsan gel, birlikte dinlenelim.” dedim. O, yine de benim yorgun olduğumu düşündüğünden “Şuraya uzan, ayağını buraya uzat, başının altına şu yastığı al…” biçiminde komutlar veriyor durmadan.

Az sonra küçük kardeşim, eşi ve kızıyla izin isteyip kalktılar. Pazartesi işe gitmeleri gerek. Kızları Öykü, biraz rahatsız… Midesi bulanmakta ve yorgan döşek yatıyordu ben geldiğimde. Onu kucaklarına alıp çıktılar Kastamonu’ya gitmek için. Yolcu edip yerlerimize geçtik. Söyleştik bol bol gece yarısına dek. Yedik, içtik söyledik. Çaylar, kahveler gelip gitti.

Annem, benim büyüdüğümü bir türlü kabullenemiyor sanırım, oysa altmış beş yılı geride bıraktım. İkide bir “Şundan ye, bundan iç…” diye uyarılarda bulunmakta bana. Sağlıklı yaşam için öğütlerde bulunuyor.

En güzeli de annemle kitaplar üstüne söyleşimiz. Okuduğu kitapları bana anlatıyor, ben de can kulağıyla dinliyorum. Birbirimize kitap öneriyoruz. Bu kez İstanbul’dan gelmediğim için ona kitap getiremedim. Ona aldığım en güzel armağan kitap.

Anılar anlatıp tarih bilincimi canlandırıyor. Bazılarını not alıp bazılarını da belleğime yazıyorum. Her anlattığı anı bir yazı konusu. Gece yarısı oldu, anılar bitmedi. Şeker bayramında bir hafta yanındaydım. Konuşmalarımıza geceler, gündüzler yetmemişti. Bu nedenle Ankara’ya gittiğimde evden pek çıkmam, annemle söyleşmeyi yeğlerim. Ankaralı arkadaşlarımdan bazıları, gelip de onları aramadığı işitince doğal olarak kırılırlar bana.

Gece yarısı oldu. Hepimiz yoldan gelmişiz, yorgunuz az da olsa. Kız kardeşim de sabahleyin iş gidecek. Yattık yataklarımıza. Çarşafım, yastığımın kılıfı, örtünmediğim örtü anne kokuyor. Çocukluğumda sabun kokulu yatak yorganımı düşündüm bir süre. Çamaşır günlerinde tokaçlarla dövülüp leğende sabunlar köpürtülerek yıkanan çamaşırların kokusu hâlâ burnumda. Yattığım yatakta aynı koku… Anne kokusu…

Sabahleyin kuş gibi uyanıp kalktım yataktan. Anne bu… Uyandığımı duyumsadı odasından. Kalkıp seslendi bana: “Kalktın mı?” diye. “Evet… Kalktım, geliyorum.” dedim. Yatağımı topladım. Üstüme örtmek için verdiği örtüyü, çok düzgün katlanmış görünce: “Niye örtünmedin? Ankara geceleri serin olur. Üşütürsen ne yaparız?” deyince güldüm. “Doktora götürürsün beni. Ben de vaz geçerim gitmekten. Burada kalır, bana bol naneli yayla çorbası pişirirsin. Böylece hemen iyileşirim.” dedim. Güldü…

Kahvaltıyı hazırladı, beni mutfağa sokmadan. Karşılıklı oturarak kahvaltımızı yaptık balkonda. Bana sağlıklı yiyecekler yedirmeye çalışmakta. Ben de sesimi çıkarmadan yiyorum verdiklerini. “Yememi istiyorsun da kilo alırsam şekerim çıkar.” diyorum. “Bir öğünden bir şey olmaz.” diyor.  Çayları hep ben doldurup getirdim. Çay içtikçe keyiflendik.

Saat 11.00’de trene bineceğim İstanbul’a gitmek için. Geç kalmamalıyım. Gerekli hazırlıkları yaptım ivedilik göstermeden. Saat 10.00’da kalktım. Vedalaşıp ayrılmak zor, ancak çıkmak zorundayım. Zoru istemeden başarıyorum. Sarılıyorum annemin boynuna.  O da buğulu gözlerle sarılıp kokluyor beni. Sesi titreyerek “hayırlı yolculuklar” dileyip dualar ediyor bana.

Çıktım arkama bakmadan. Bakarsam kendimi tutamayıp koy vereceğim gözyaşlarımı. Bahçeden çıkarken balkondan bakıyor bana. Bahçeden çıkıp caddeden yürürken gözleri üstümde. El sallıyorum ona biraz utangaç. Evin bulunduğu alanın soluna doğru döndüm. Bu kez arka odanın camında gördüm onu. Benimle yürümekte dolmuşa doğru evin içinde. Yeniden el sallayınca gülümseyip o da el salladı. Az sonraki dönemeçten dönünce görünmez oldu, içim burkuldu. Yüreğinin temizliği sanki ak saçlarına yansımış. Dolmuşa bindim. Yol boyunca annemin ak saçlarıyla gülümseyen yüzü gözümün önünde. Dolmuştan inip istasyona girdim belleğimde o gülümseme, üstümde onun kokusu. Trene bindim, şaşkınım. O denli şaşkınım ki oturacağım koltuğun numarasını yanlış gördüm. Neyse ki sonradan uyarılınca düzeldi yanlışlık.

Tren, sessizce hareket etti. Her iki yanıma bakındım bir süre. Kentten çıktık. Yol boyu doğayı izlerken kaçamak gözlerle kendimi Talip Apaydın’ın “Köy Enstitüsü Yılları” adlı kitabına kaptırdım. Tren, Polatlı İstasyonu’nda durduğunda Talip Apaydın’ı düşündüm uzun uzun. Çünkü onun doğum yeri burası. Az sonra Apaydın’ın yaşamını değiştiren Eskişehir topraklarına gireceğiz. Kitabı okurken bir yandan da Çiftler Köy Enstitüsü’nü düşlemekteyim. Burası, Kızılçullu ile ilk kurulan iki enstitüden biri. Çifteler’e ilk gelen köy çocuklarını düşünüp onların umutlarını, heyecanlarını gözümde canlandırmaktayım.

Enstitüleri kapatanlar yalnıza köy çocuklarının umutlarına, düşlerine, geleceklerine kıymadılar; koca bir ulusun geleceğini yok ettiler. Yurdumuza, insanımıza bu kötülüğü yaparken vicdanları zerre kadar sızlamadı. Üstüne üstlük bu okullarda okuyan köy çocuklarına da öğretmenlere de okullara da bir insanın usuna gelemeyecek karalar çaldılar. Baltaladıkları kendi ülkelerinin kalkınması yerine emperyalist ülkelerinin gelişmişliklerini anlattılar salya sümük. Bu masallarla uyuttular ülkemizin özverili insanını. Bu masallarla yağmaladılar yurdumuzun yerinin altını da üstünü de. Yurttaşlarımıza insanca bir yaşamı sağlayamayan, onlara yoksulluğu bir ilahi yazgı gibi dayattı egemen güçler. Bu dünyada çektikleri yoksulluğun karşılığında öbür dünyada ödüllendirilerek büyük bir varsıllığın içinde yaşayacaklarını anlattılar. Oysa kendileri nedense bu dünyanın varsıllığını, öbür dünyanınkine yeğlediler.

Eskişehir’in dağlarındaki boz rengi görmediler gelip geçerken kara gözlüklerinin ardından. Bozkırı canlandırıp aydınlatmayı amaç edinmediler hiç. Yoksullukla savaşmayı uslarından geçirmediler. Ellerini halkın cebinden çıkarmadılar ömürleri boyunca. Yoksulun etini yiyip kanını içerek semirdiler.

Kitabımı okuya okuya, ülkemin sorunlarını düşüne düşüne yolculuğum bitti. Bostancı’da indim trenden dalgın dalgın. Eve yürüdüm. İner inmez annemi aramayı unutmuşum. Hemen aradım onu. Annemin sesi kulaklarımda ve kokusu üstümde. Sırt çantamı ve takım elbisemi eve bıraktım. Yapacak birkaç işim var. Ardından akşam Şarköy’e gitmek için otobüse gideceğim.

                                                                  Adil Hacıömeroğlu

                                                                  25 Temmuz 2024


KOZAKLI’DAN AYRILIŞ


Kozaklı; Nevşehir, Kırşehir, Kayseri ve Yozgat’a neredeyse eşit uzaklıkta. Dört il merkezinin arasındaki bu ilçe, Nevşehir’e bağlı. Ancak dış dünyayla bağlantısı, Ankara-Kayseri karayolu üzerindeki Topaklı’dan sağlanmakta. İlçe, yönetsel olarak Nevşehir’in sınırları içinde olsa da ekonomik ve sosyal alanlarda Kayseri’ye bağlı sayılır.

23 Haziran 2024 Pazar günü sabahı yola çıktık Nevşehir’e doğru. Bir gün öncesinden Ankara’ya gidiş biletimi almıştım. Çünkü Süleymancan, buradan kamyonuna kasa bakacak. Kadir ve Murat enişteler de Nevşehir’i görmek istiyorlar. Arabalara bölüşüldük. Ben, Murat Eniştenin arabasına bindim. Son anda Kadir Enişte de bizim arabaya bindi. Diğer arabayı Süleymancan kullanıyor ve önden gidiyor. Biz, onu izlemekteyiz.

Arada sırada bir burukluğu duyumsamaktayım sol yanımda. Tam tamına iki gün, iki gece geçirdiğim Anadolu kokan bu ilçeden ayrılmak, zor geliyor gibi. Sanki yarım bıraktığım bir şey var. Neden köylerine gitmedim, kırlarında koşmadım. Bir yerin kıraathanesine gidip çay içmeden, söyleşmeden oradakilerle o yeri tanımak olanaklı mı? Börtüsünü böceğini, kurdunu kuşunu görmeden anlaşılır mı toprağın dili? Bağından bostanından geçmeden, çeşmesinden avuç avuç su içmeden anlaşılır mı bir yerin yaşamı? Kırlarında terimi silmeden, yorulduğumda soluk da olsa bir gölgede soluklanmadan oranın havasını nasıl doldururum içime. Anı olsun diye cebime, yere düşmüş bir kozalak bile koyamadım. Gönül bahçeme yerleşen kısa sürede edindiğim dostları geride bırakıp gidiyorum işte.

Çok hızlı değiliz. Arabada bir yandan söyleşirken diğer yandan da yol boyunca geçtiğimiz yerleri incelemekteyim. Nevşehir’e doğru gittikçe meyve bahçeleri artmakta. Demek ki buralar sulanabilmekte. Suyun olduğu her yerde yaşam var. Toprağa bin bir bereketi getiren su. Toprağın ve tarımın asıl gereksinmesi bu kıraç yerlerde su hasadı yapmakta. Bu da uygun yerlerde göletler yapıp kışın ve baharda su biriktirmek yaz için. Eriyen karların, yağan yağmurların bunca suyu boşa gitmemeli.

Ülkemizde kuraklık önemli bir sorun. Bunun yanı sıra bilinçsiz sulama, az olan su kaynaklarımızı da hoyratça tüketmekte. Çiftçiye savurganlık yapmadan, toprağa zarar vermeden sulamanın nasıl yapılacağı öğretilmeli. Yalnızca çiftçiye mi? Evsel kullanımda da su savurganlığı söz konusu. Her damla suyun bir yaşam olduğu düşüncesi yediden yetmişe herkese verilmeli. Suyun ne denli yaşamsal olduğu, bilinçsizce kullanımının ülkemize ve üretimimize nasıl büyük zararlar verdiği yurttaşlarımızın tümüne anlatılıp kavratılmalı. Kavratmakla da kalmaz, uygulanması sağlanmalı.

Kozaklı-Nevşehir arası 77 km. Yol boyunca söyleştiğimizden yol kısa sürdü. Çabucak geldik. Daha önce görmüştüm bu güzel kentimizi. Bu kez daha yeşil ve bakımlı geldi bana. Öncelikle otogara gittik. Burada ben, onlardan ayrıldım. Vedalaştık. Onların hem işleri var hem de yolları uzun. Trabzon-Of’a gidecekler.

Otobüsümün kalkmasına biraz daha zaman var. Zorunlu gereksinmelerimi karşıladım öncelikle. Biraz dolaştım otogarın içinde. Çok kalabalık değildi. Hatta tenha bile sayılabilirdi öğlen saatlerinde. Gezintim bittikten sonra içerdeki bir yeiçe girdim. Çorba varmış. İşte bu, benim için çok güzel… Çorbamı içtim, üstüne de çay. Yeiçten kalkıp dolaştım bir süre kapalı alanda serin serin. Otobüste uzun süre oturacağımdan eğinsel devinim gerek. Otobüsün yanına geldim. Kalkışa beş dakika var. Binip koltuğuma oturdum. Yanımda bEskişehir’de okuyan bir üniversite öğrencisi var Nevşehirli. Az sona yola çıktık. Koltuktaşım gençle söyleşmeye başladım. Makine mühendisliği bölümündeymiş. Annesinin zoruyla okuyormuş. Kapadokya’da babasıyla turizm amaçlı balon işinde çalışmakmış isteği. Nevşehir’i bile bilmiyor. Doğru düzgün kitap okumamış. Kitap okumak onu sıkıyormuş. “Sen okumayıp öğrenmezsen turizm işinde başarılı olamazsın.” dedim. O: “Çok başarı gerekmiyor.” dedi. Biraz daha söyleştik. İçinde gençlik erkesinin kırıntısı yok, çok yazık! Merak duygusu yok olmuş gibi. Aslında zeki biri…

Bir süre sonra söyleşimiz bitti gençle. O, telefonunda bir şeyler izleyip gülüyor. Ben de bir yandan kitabımı okuyor, diğer yandan çevremi izliyorum. Her yan yeşile kesmiş neredeyse; tarlalar, bahçeler. Yol boyunca meyve bahçeleri ilgimi çekmekte. Çiftçi üretiyor gücü yettiğince. Ancak onun emeği, karşılığını bulmuyor. Onun sırtından aracılar büyük paralar kazanmakta. Dünyada bunca emek harcayıp da yoksul kalan çiftçi Türk köylüsünden başkası değildir sanırım. Elleri öpülesi Türk çiftçisinin emeği çarçur edilmekte, alınterinin değeri bilinmemekte, desteksiz, sahipsiz durumda.

Yol boyunca düşler kurmaktayım. Bir yandan da bu bozkırın çocuğu olan, köy enstitüsü sayesinde yazgısı değişen; ancak hamuru olan toprağını hiçbir zaman unutmayan Mahmut Makal’ın “Bozkırdaki Kıvılcım Enstitüler” kitabını okumaktayım. 1930’lu, 40’lı yılların İç Anadolu’su gözlerimde canlanmakta. Yol boyunca düşten düşe geçmekteyim. Birkaç bin yıl geçmesine karşın hâlâ Hititlerden kalma yöntemlerle karasabanla kupkuru topraktan ekmeğini, aşını çıkarmaya çalışan Türk köylüsü canlanmakta gözümde. Hititlerden kalma yaşam biçimi değiştirmeye amaçlayıp Türk çiftçisini soluklandırmaya çalışan Cumhuriyet yönetiminin insanüstü çabalarını düşünmekteyim uzun uzun. Bu çabaları engellemeye çalışan siyasetçiler, dar düşünüşlü asalaklar, kendi çıkarını ulusun geleceğinin önüne koyan mahalle kurnazları, Cumhuriyet’in eğitim seferberliğine kendi düzenlerini korumak için çelme takmayı beceri sanan Ortaçağ artıkları, Atlantik yellerine kapılmış işbirlikçiler, emek harcamadan yüzlerce yıldır halkın sırtından geçinen din simsarları, yaşamı boyunca köye adım atmadan mutluluk tabloları çizen sözde ressamlar ve şiirler döktüren salon ozanları kafamda cirit atmakta.

Bozkırı canlandıracak bir eğitim sistemini; ABD güdümüne girerek türlü karalamalar, yalanlar, iftiralar, çamur atmalarla ortadan kaldırarak Türk köylüsünü kara yazgısıyla baş başa bırakanlara öfkelenmekteyim içten içe. Düşündükçe öfkem dizginlenemiyor.

Yolun sağ yanında Ankara’ya kaç kilometre kaldığını gösteren tabelaları gördükçe anneme kavuşmamın süresinin kısaldığını düşünerek öfkemi terk ediyorum. Annemi düşünüp çocukluğumu canlandırıyorum kafamda. Çocukluk dediğin mutluluk pınarı gibi şırıl şırıl akar kesintisiz.

Annemin karanlık kış gecelerini sesiyle aydınlattığı masallarını düşünüyorum tek tek. Annelik dolu şefkatli sesi kulağımda ninni gibi. Uyusam mı ki? Ama otobüs koltuklarında uyuyamam.

Bizi geçmekte olan bir arabanın metalik düdük sesiyle düşlerimden uyanıyorum. Her iki yanımızda uzanan sarı-yeşil toprağa bakıyorum derin derin, bakışlarımla su kuyusu açacakmışım gibi. Yeniden kitabıma daldım. Okuyayım ki yol kolay olsun. Bir ara Mahmut Makal’ın “Bizim Köy”ü canlandı belleğimde. Okuduğumda sanırım lise sondaydım. Nasıl da sevmiştim Makal’ı da Bizim Köy’ü de. Türk siyasetçisinin yüzüne tokat gibi çarpmıştı Anadolu gerçeğini Enstitülü Genç Öğretmen. Karşılığında da sürgünler, soruşturmalar, tutuklanmalar, itilip kakılmalar, yaftalanmalar…

Ankara’ya yaklaştık. Kitabımı kapadım. Yolu, çevreyi izlemekteyim. Az sonra AŞTİ’ye girdik. İndim otobüsten koşarcasına. Yürüdüm öndeki caddeye Türk Konut dolmuşunu binmek için. Hava sıcak... Dolmuş da bir türlü gelmiyor. Oysa annem bekliyor. Kim bilir kaç kez çıkmıştır balkon camına?

                                                                  Adil Hacıömeroğlu

                                                                  24 Temmuz 2024

 


KOZAKLI


Gece geç saatte uyumama karşın erken uyandım. Hava aydınlanmadan önce uyandığımda havuzu doldurmak için sıcak suyu, kısık bir biçimde açmıştım. Fazla sıcak olmasın, uyanınca gireyim diye. Yataktan kalktığımda baktım, tam istediğim gibi su. Girdim suyun içine, bir saate yakın kaldım. Çıkıp soğuk bir duş alınca kendimi çok sağlıklı duyumsadım. Doğaldır ki bu, tinsel koşullanmışlıkla ilgili olabilir.

“Kozaklı” adının nereden geldiğini önüme gelen herkese sordum neredeyse. Söylenenler hep birbiriyle çelişkili. Bu ilçeye geldiğim ilk gün belediyenin sayfasına baktım. Orada anlatılanlar çok da usçu gelmedi bana. Çünkü anlatılanların hiçbirinin “kozak” sözcüğüyle ilişkisini kuramadım bir türlü bu adın. Halkımız dili, kendini aydın sananlardan daha iyi kullanır. Sözü eğip bükmez dosdoğru söyler. Söylediği sözün adlandırdığı nesneyle işlevsel bir ilgisi kesinlikle vardır. Sözcüğü yanlış anlamda kullanmaz. Eğer buraya “Kozaklı” denmişse bunun kesinlikle “kozak” sözcüğüyle ya da işi biraz daha derinleştirirsek “koz” köküyle bir ilişkisi olmalı.

Önce birinci olasılıktan başlayalım düşünmeye. Eskiden Kozaklı’nın köylerindeki evler, nerdeyse tüm İç Anadolu’da olduğu gibi toprak damlıydı. Toprak damlı evlerin çatısına önce kütükler, biçilmeden yan yana, bitişik konur. Kütüklerin üstüne hasırlar serilir. Onun üstüne de killi toprak sıkıştırılarak serilir. Serildikten sonra da loğ taşıyla her yanı güzelce sıkıştırılır. Böylece evin toprak damlı çatısı çatılır. Demek ki bu iş için çevrede orman alanlarının olması gerek.

Evliya Çelebi, Seyahatname’sinde bir sincap, hiç toprağa basmadan İzmir’den Erzurum’a dek ağaçtan ağaca geçerek gidebileceğini yazar. Demek ki Evliya Çelebinin Anadolu’yu adım adım gezdiği 17.yüzyılda yurdumuz ağaçlarla kaplı bir yermiş. O zaman bu ağaçlara ne oldu? Bir bölümü toprak damlı evlerin çatısında kullanıldı. Diğer bölümü ise odun olarak yakıldı.

Yeniden ilçemizin adına dönersek “Kozaklı”, “kozak” sözcüğünden türetilmiş. Demek ki burada üstünde “kozak (kozalak)” bulunan ağaçlar olmalı. Yoksa olmayan bir şeyin adını niye versin halkımız? Toprak damlı evleri görme olanağım olmadı, ancak sorduğum bazı kişiler bu konuda beni doğruladı. Buraya adını veren, bu topraklarda çokça bulunan çam fıstığının kozalakları olmalı. Ne yazık ki şu anda Kozaklı’nın dağlarında da ovalarında da çam ağaçları bulunmuyor. Yöneticilerimizin Kozaklı’nın boz tepelerini yeniden kozalaklarla süsleme zamanı gelmedi mi daha?

Şimdi ikinci seçeneğe değinelim. “Kozaklı” sözcüğünün kökü, “koz”… Türkçenin tüm ağızlarında “kuz” “güneşi az gören, serin, ıslak, yer; kuzey” anlamında kullanılır. Zamanla ses değişimine uğrayan sözcük “koz” olarak söylenerek “ceviz” anlamında kullanılmış. Ceviz de az güneş gören yerlerde yetişen değerli bir meyve. Ayrıca ceviz ağacının gölgesi koyu olur. Kozaklı’nın adının “koz”dan gelme olasılığı bana göre az. Yine de konuyla ilgili araştırma yapacaklar, bu seçeneği değerlendirmeli.

Kozaklı’nın kozasını yırtması gerek. Doğanın bu güzel ilçeye, altın tepsiyle sunduğu yeraltı sıcak suyu daha iyi, daha farklı alanlarda değerlendirilmeli. Önemli bir tarım alanı burası… Tarımda ürün çeşitliliğine gereksinim var. Bu konuda hem Ankara’nın hem yerel yönetimin hem de Nevşehir Hacı Bektaş Veli ve Kapadokya üniversiteleri işbirliği yapmalı. İlçeye ve köylerine üniversitelerin eli değmeli.

Kozaklı, Türkiye’de çoğu kişinin adını işitmediği, yerini bilmediği bir yer. Bu nedenle tanıtıma gereksinimi var. Bu konuda ilçedeki resmi-sivil ayrımı yapılmadan tüm kuruluşlar elbirliği yapmalı. Çoğu zaman nasıl bir değerin üstünde oturduğumuzun, ne denli olanakları görmezden geldiğimizin farkında değiliz. Bir yeri önce oranın yöneticileri, orada yaşayanlar keşfetmeli. Sonrasında suya atılan taşın oluşturduğu halkalar örneğinde olduğu gibi dışa doğru açılıp büyümeli tanıtım ve keşif.

Kozaklı’nın bir gün hak ettiği değeri bulacağından eminim. Yeter ki ilk adımlar atılsın.

                                                                            Adil Hacıömeroğlu

                                                                            23 Temmuz 2024

AKŞAMIMIZ, KONUKLUĞUMUZ HAYROLSUN


Herkes hazır olunca arabalara doluşup yola çıktık. Zaten çok uzak değil, yaklaşık beş dakikalık yol. Bahçe kalabalık… Kimiyle sarıldık, kimiyle tokalaştık. Oradakilerin önemli bir bölümünü tanıyorum artık. Önce hoşbeş, hâl hatır sorma… Arkasından yemek, öğlen olduğu gibi meyve ağaçlarının altında…

Yemekten sonra kız evinin önündeki alana döndük. Çaylar geldi, küçük ikramlar yapıldı. Çaylar yenilendi. Söyleşi başladı. Orada olanların hepsi akraba neredeyse. Bu durum, benim en büyük mutluluğum ve memnuniyetim. Atalarımız: “Tarlayı taşlı yerden, kızı kardaşlı yerden alacaksın.” diyerek bizi uyarmışlar yüzyıllar önce. Gerçi Ayşenurlar üç kardeş. Ancak geniş bir ailenin içinde büyümüş. Hısım akraba bol… Herkes de birbiriyle içten söyleşmekte. Saygı ve sevgileri ilk bakışta göze çarpmakta. Bu, çoğu kişinin fark edemeyeceği, görünmez bir hiyerarşi oluşturmuş kendi içlerinde. Böyle ilişkiler içinde büyüyüp yetişen kız çocukları pırlantadır. Saygısı, görgüsü yerli yerinde olur. Nerede ne yapacağını, ne zaman kimle ne konuşulup konuşulmayacağını iyi bilir. Davranışları ölçülüdür. Görgü, sosyal ortamlarda gelişip boy atar. İnsan, özgürlük sınırlarını toplum içinde yaşayarak öğrenir. Kalabalık aileler, bir iç disiplinin kaynağıdır. Neredeyse tüm akrabaların çağrılması, evlerine kızlarını istemek için konuk olduğumuz ailenin akrabalarıyla ilişkilerinin düzgün bir biçimde yürüdüğünü de göstermekte.

Ayşenur’u dedesinden (annesinin babası) isteyeceğiz. Dedesinin adı, Hasan Hoca… Öğlen yemeğinde tanışmıştık onunla. Hatta yan yana oturmuş, söyleşmiştik bir süre. Dindar biri…

Nişan için bir yer hazırlanmış. Kozaklı küçük yer; ancak düğün, nişan, sünnet gibi etkinlikler için birtakım eşyaları, aksesuarları, sandalyeleri, hatta müzik çalarları kiralayan kişiler var. Onlarla iletişim kurunca anında her şey getirilip hizmete sunulmakta.

Yanımdaki sandalyesi boş... Bu sandalye, Hasan Hoca’nın oturması için. Yatsı namazını kılmaya gitmiş. Bekleyeceğiz onu zorunlu olarak. Ayşenur’un babasının kayınbabasına bu denli saygı göstermesi, onun önüne geçmemesi beni mutlu ediyor. Bu saygının çocuklarına geçmemesi olanaksız. Son yıllarda toplumuzda yitirilmekte olan bir değer bu. Aslında Türk toplumunun yapı harcı bu gelenek. Ülkemiz geleneklerince büyük ve çiğnenmez. Son söz, son karar büyüğün. Sanmayın ki büyükler kararları ailenin diğer üyeleriyle görüşüp danışmadan tek başına verir. Çaktırmadan diğer aile bireylerinin ağzını yoklar. Onların düşüncelerini öğrenir. Aslında geniş ailelerde kararlar, hep birlikte verilir. Ancak son söz büyüğün, o açıklar ortak kararı.

Çocukların fırsat bulundukça ve sık sık aile büyükleri, hısım akrabayla görüşmelerinde büyük yarar var. Bu görüşmelerin, akrabalarla kurulacak sağlam ilişkilerin bir okul, bir eğitim olduğu bilinmeli. Böylesine yararlı bir ilişkiden çocukları yoksun bırakmak, anne ve babaların büyük bir eksikliği, yanlışı. Çocukların aile büyüklerine, yaşuluların da torunlarına gereksinimi var. Çocuklar, sık sık hısım akrabalarla buluşmalı. Bu, aynı zamanda çocuklar için iyi bir tinsel sağaltım.

Hasan Hoca gelip yanımdaki boş sandalyeye oturdu. Kız isteme görevi benim. Hasan Bey’e: “Allah kabul etsin” dedim. O: “Amin!” diyerek yanıtladı beni.

Mahmutcan’ın babası Halim’den üç yaş büyüğüm ve beni ailenin yaşulusu olarak kabullenmiş. Çaylarımız geldi. İlk yudumlarımız aldık. Sonrasında ben, söz alıp Türk geleneklerine uygun olarak Ayşenur kızımızı, Mahmutcan oğlumuza istedim. Hasan Hoca, bana “Evet, kızımızı hayırlısıyla veriyorum.” dedi. Karşılıklı iyi dileklerimizi belirttik.

Kahvelerimiz geldi. Kahveleri Ayşenur’la kardeşi Selin dağıttı. Çok sayıda kişiye kahve yapmak da önemli bir beceri. Bu arada Mahmut’un da kahvesi geldi. Yüzünü buruşturarak içtiğine göre içinde tuz ya da toz acı biber var sanırım.

Kahvelerimizi içtikten sonra beni, hazırlanan sahneye çağırdılar. Kalkıp gittim. Yüzükler güzel bir tepside özel makasla birlikte. Sanıyorum bunlar, hep bu işin düzenleyicisince getirilmiş. Sestaşıyıcıyı elime aldım, böylece sesbüyütten konuşmam her yandan duyulur duruma geldi. Kısa bir konuşma yapıp yüzükleri taktım. Sonrasında evlilik, mutluluk üstüne kısa bir konuşma yaptım.  Konuşmam ilgi uyandırdı sanırım. Uzatmadan kestim sözlerimi. İki yüzüğü birbirine bağlayan kurdeleyi hayırlı olması ve mutluluk dileğiyle kestim.

Yüzüklerin takılmasından sonra türlü müzikler çalındı. Özellikle gençler kurtlarını döktüler. Biz de yanımızdakilerle söyleştik. İdris Şahan ve Mehmet Taş’la telefonlarımızı aldık karşılıklı olarak. Sayın Mehmet Taş’ın Nevşehir’i gezdirme önerisini istemeden kabul edemedim. Çünkü dönüşüm, önceden planlanmıştı. Mehmet Bey’in inceliği, beni mutlu etti.

Gece, serin… Söyleşi güzel… Ancak sabahleyin hepimiz farklı yönlerde yollara düşeceğiz. Burada kalanların da işi gücü vardır. Çünkü köy işi bitmez. İşi zamanında, tadında bırakmak gerek. İzin isteyip kalktık. Konukevine geldik. Kadir Enişte konuşmam nedeniyle beni kutladı. Biraz söyleştikten sonra odalarımıza çekilip kendimizi gecenin serinliğinde uyku meleğinin kollarına bıraktık. Hayırlısıyla güzel bir günü geride bıraktık.

                                                                  Adil Hacıömeroğlu

                                                                  22 Temmuz 2024

 

 

KOZAKLI’DA İKİNCİ GÜN


Gece uyumadan önce Mahmutcan; babasının, kardeşlerinin, eniştelerinin ve yeğenlerinin yola çıktığını söylemişti. Sabahleyin erkenden uyandım ve odadaki havuzu sıcak su doldurdum. Erciyes Dağı’nın volkanik yapısıyla oluşan, sağlık dolu suya girmem gerek.  Havuzun dolması biraz zaman aldı. Su sıcaklığı çok fazla, dayanılacak gibi değil. Oldum olası sıcağı sevmem. Sıcak suyu, sıcak havayı, çok sıcak yemeği… Soğuk su ile biraz ılıştırarak bir süre havuzda kaldım. Gerçi yeraltından gelen şifalı suyu, kentin soğuk suyuyla ılıştırmayı burada yaşayanlar önermiyor pek. Aslında en iyisi sıcak suyu bekleterek ılıştırmak, ama zaman yok! Yarım saat geçince çıkıp kurulanarak giyindim. Sonrasında çıktım dışarı.

Beklenen konuklarımız henüz gelmişlerdi. Hoşbeşten sonra odalarına yerleştiler. Ardından kahvaltıya gittik hep birlikte. Mahmutcan, biraz buruk… Çünkü 21 Mart 2022 sabaha karşı annesi sonsuzluğa göçtü. Annesinin eksikliğini yüreğinin derinliklerinde duyumsadığının farkındayım. Bu nedenle onu sürekli konuşturmaktayım. Babası Halim (Amcamın oğlu), heyecanlıydı. Ablası Canan, Kadir Enişte ve üç çocuğuyla geldi. Kız kardeşi Gülcan, Murat Enişte ve iki çocuğuyla aramızdaydı. En küçükleri Süleymancan, her zamanki ağırbaşlılığıyla olan biteni gözlemlemekte. Öksüzlüğün acısını asıl o yaşamakta.

Neşeli bir kahvaltıdan sonra kalkıp otele döndük. Gece boyunca iki arabanın içine sıkışıp kilometrelerce yol geldiler. Dinlenmek için odalarına çekildiler bir süre. Halim ve Kadir Enişte ile oturup bol bol çay içerek söyleştik. Sonradan herkes bir araya geldi. Arabalara doluşarak kız evine gittik öğlen yemeği için. Bu kez bir önceki akşama göre daha kalabalıklardı. Hısım akraba toplanmıştı. Sıcak bir karşılama oldu.

Yemek masalarının çevresini aldık. Her iki ailenin tanışıp kaynaşması için oturma düzeninin karışık olmasını sağlamak için çaba gösterdim. Güzel, dostluk dolu bir yemek oldu. Hem dinledik hem öğendik hem de mutlandık. Bildiğimizce, dilimiz döndüğünce anlattık. Dostlarımızın sayısını artırdık. Bu dünyada dost edinmeye doyamıyorum nedense. Her gün insanoğlunda yeni güzellikler keşfetmek, beni mutlu eden en önemli bir şey.

Meyve ağaçlarının altındaki masalarda sevgi çorbasını kaşıklayıp yüreklerimizi birleştiren yemeği ise çatal ve bıçakla yedik. Midemizden çok gönlümüz doydu.

Yemekten sona çaylarımız geldi. Çay, dostluk köprüsünün harcı. Yaşamımda “Hayır!” diyemediğim tek şey…

Söyleşi güzel… Ancak kalkıp akşam için hazırlanmamız gerek. Özellikle kadınların zamana gereksinimi var. Akşama hem Ayşenur’u isteyeceğiz hem de nişan yüzüklerini takacağız. Aile büyüklerinden izin alarak kalktık. Kalktık, ama ayaklarımız geri geri gitmekte. Hem dostlardan ayrılıyor hem de bu güzel söyleşiyi kesiyoruz orta yerinden.

Konukevine döndük. Hemen odama çıkıp sıcak suyu doldurdum havuza. O dolarken ben dışarıda dolaşıp çay içtim. Sonrasında odama çıkıp baktığımda havuz dolmuştu. Kapattım musluğu su boşa akmasın diye. Biraz bekledim suyun ılımasını. Ardından yeniden suya girdim belki sağlık bulurum diye.

Akşam olmak üzere… Ilık sudan çıkıp önce sakal tıraşı oldum. Ardından giyindim. Yolculuğumuz sırasında takım elbisem kırışmamış. İstanbul’dan ütüleyerek getirdiğim gömlek buruşmamış. İki gündür çıkarmadığım kısa pantolonumu astım askıya. Trabzonspor simgeli borda mavi kavatımı taktım. Giyinip kuşanıp çıktım dışarıya. Herkes hazır. Artık gitme zamanı.

                                                                  Adil Hacıömeroğlu

                                                                  20 Temmuz 2024

 

20 TEMMUZ 1974


Lise 1’den 2’ye geçtiğim yaz dinlencesiydi. Öğretim yılı boyunca yaşadığımız ilçe merkezinden köyümüz gitmiştik. Bütün bir yazı köyde geçirecektik. Hem tarlada, bahçede çalışıyor; hem de bol kitap okuyordum. Köyün sessizliğinde, doğallığında kitap okumanın zevkine doyum olmaz.

Köyde iki evimiz vardı. Birisi, dedemden kalma eski ev, diğeri de babamın bin bir emekle yaptırdığı yenisi. Ailemiz, eski evdeydi. Ben ise yaz dinlencesinde yeni evde kalmaktaydım. Orada kitap okuyor, geceleyin yalnız başıma bu evde uyuyordum. Yemek ve iş zamanı eski evde ailemle birlikteydim.

19 Temmuz 1974 günü çok çalışmıştık. Çay dikmek için yeni evin bulunduğu arazideki fidanlıkta kesilen ağaçların köklerini söktük. Ardından kirizma yapıp oraya çay fidesi dikecektik. Sıcak bir günde ter topuğumuzdan çıkmıştı. Akşam yemeğinden sonra ben, yeni evin yolunu tuttum. Köyümüzde henüz elektrik yoktu. On dört numara gaz lambasının ışığında kitap okudum bir süre. Sonra lambayı söndürüp geceyi, gökyüzünü izledim. Gece yarısı uykuya yenik düşünce yattım.

Çocukluğumdan beri erken uyanırım. Uyanınca da yatakta duramam ve hemen kalkarım. 20 Temmuz sabahında güneşle uyandım. Elimiz yüzümü yıkayıp giyindim. Erkenden eski eve gidip bizimkiler uyanmadan inekleri sıcak bastırmadan, sabahın serinliği yitip gitmeden otlatmaya götürmem gerek. Sıcak bastırınca kara sinekler çıkıyor ortaya ve hayvanlara otlamak için aman vermiyorlar.

Giyinirken radyoyu açtım. Marş çalıyordu. Biraz şaşırdım. “Hayırdır inşallah!” dedim kendi kendime. Az sonra Başbakan Bülent Ecevit, az da olsa heyecanlı konuşması başladı. Kulak kesildim birden. Radyonun sesini açtım.

 “Türk Silahlı Kuvvetlerinin Kıbrıs’a indirme ve çıkarma hareketi başlamış bulunuyor. Allah; milletimize, bütün Kıbrıslılara ve insanlığa hayırlı etsin. Bu şekilde insanlığa ve barışa büyük bir hizmette bulunmuş olacağımıza inanıyoruz. Öyle umarım ki kuvvetlerimize ateş açılmaz ve kanlı bir çatışmaya yol açılmaz. Biz aslında savaş için değil, barış için ve yalnız Türklere değil, Rumlara da barış getirmek için adaya gidiyoruz.” Sayın Ecevit’in konuşması kulaklarımda çınlamakta. Radyo elimde, eski evimize doğru koşuyorum. Bir yandan da radyoda marşları dinlemekteyim.

Eve gürültüyle geldim. Babama seslendim. O, üst kattadaki odanın camından başını çıkarıp: “Ne oldu sana? Ne bu heyecanın, bu telaşın?” diye sordu. Ben: “Kıbrıs’a çıktık. Savaş başladı.” dedim. Apar topar aşağı indi. Ev ayaklandı birden. Eski evimizin yarısı amcamlarındı. Amcamlar da ayaklanıp geldiler. Amcamın radyosu elinde. İki radyoda birden bangır bangır marşlar çalıyor. Az sonra Ecevit’in konuşması yeniden yayımlandı. Herkes soluğunu tutup dinledi onu. Heyecan, en üst düzeydeydi. Konuşmanın bir sözcüğü bile atlanmıyordu. Amcam tabancasını çıkarıp bir şarjör mermiyi boşalttı havaya. Sağdan soldan, farlı evlerden mermiler atılıyordu. Bu kutlama halkın yaşadığı coşkunun belirtisiydi.

Bülent Ecevit’in konuşması bitti. Yeniden marşlar, kahramanlık türküleri çalınmaya başlandı. Annem, hemen sobayı yakıp çayı demlemeye ve kahvaltımızı hazırlamaya girişti. Ben bir dilim ekmeğin üstüne tereyağı sürüp inekleri otlatmaya götürdüm. Döndüğümde radyolar yine açıktı. Söylenen her sözcük, belleklere işleniyordu.

Ailecek heyecanlı bir kahvaltı yaptık. Az sonra babam, bana ilçe merkezimiz Of’a gitmeyi önerdi. Kalkıp hazırlandık kaşla göz arasında. Köyümüz merkezine gidip dolmuşa bindik. Dolmuşlar dopdoluydu. O yıllarda köyümüzde ona yakın dolmuş bulunuyordu. Dolmuş, yola çıktı tıklım tıklım. Herkes yorum yapmakta. Hiç kimse, utku kazanacağımızdan şüphe etmiyordu. Devletimize, ordumuza, milletimize güven tamdı.

Of’a vardık. İlçe, ana baba günü… Köylerden insan akmış ilçeye. Askerlik Şubesi’nin önüne gidince gönüllü olarak askere yazılmak için sıraya girenleri görünce çok gururlandık. Yolda rastladığımız kimi tanıdıklar ya da tanımadıklar gözyaşlarını tutamıyordu. Kıbrıs davası, halkımızın kanına, gözyaşına, eğnine, tinine işlemişti.

Türk askeri, 20 Temmuz 1974 Cumartesi sabahı saat 06.05’ten başlayarak havadan indirme, denizden çıkarma harekâtına başladı. Birkaç gün sonra köyümüzden üç kişinin (Cengiz Kılıç-paraşütçü komando, Hasan Hacıömeroğlu-topçu çavuşu, Tahsin Beşinci-piyade) ilk gün Kıbrıs’a çıktığını öğrendik. Bu durum, tüm köylülerimizi gururlandırdı. Çok geçmeden Tahsin Beşinci omuzundan yaralandığı için köye geldi. Gerçek bir kahraman gibi karşılandı. Günlerce ondan Kıbrıs harekâtı dinlendi. Köyün merkezindeki çarşıya geldiğinde hem köyümüzden hem de çevre köylerden sayısız kişi çevresini sarıp onun anlattıklarına kulak kesilirdi. Sorular, üst üste gelirdi ona.

Kıbrıs harekâtı sırasında ülkemize kayıtsız koşulsuz yardım eden İran, Libya ve Pakistan’ın yöneticileriyle halklarına ne denli minnet duysak azdır. Bu harekât, dostla düşmanı da ortaya çıkardı. Yıllarca NATO’da yan yana bulunduğumuz başta ABD olmak üzere batılı ülkeler karşımıza geçtiler. ABD peş peşe ambargolar uyguladı ülkemize. En temel gereksinim maddelerini bile bulamaz olduk. Bu ambargolar, “Kötü komşu, insanı mal sahibi yapar.” atasözünün gereğince ulusal savunma sanayimizi kurmamızı sağladı.

Bugün Kıbrıs Barış Harekâtının 50. yılını gururla kutlamaktayız. Cumhuriyet’imizin kuruluşundan beri sınırlarımız dışında yaptığımız ilk askeri harekattı. Bu sınavdan alnımızın akıyla çıktık.

Zaman içinde bazı siyasetçilerimiz Kıbrıs’ın Türkiye için ne denli önemli olduğunu bir türlü anlayamadı. Anlayamadıklarında ne yazık ki düşmanın savunduğu politikalara destek verdiler. Bunun en belirgin olanı da Annan Planı idi. Bu plan, iyi ki de yaşama geçirilmedi.

Kıbrıs Barış Harekâtının 50.yılı ulusumuza kutlu olsun.

                                                                  Adil Hacıömeroğlu

                                                                  20 Temmuz 2024

SERİN KOZAKLI AKŞAMINDA SICAK DOSTLUKLAR


Ayşenur ve Mahmutcan, beni çay içtiğim yerden çıkıp yürümeye başladığım yolda buldular. Arabaya bindim. Arabayı Mahmut kullanmakta. Yavaşça yol almaktayız Ayşenurların evine doğru. Ayşenur’la Kozaklı ile ilgili söyleşiyoruz. Yol uzun sürmüyor. Ayşenurların evinin önünde duruyor araba. Hemen annesi Adaviye Hanım, babası Mustafa Bey ve kız kardeşi Selin ile birkaç akrabası bizi karşıladılar. Karşılama çok sıcaktı. Bir eve konukların gelmesi, berekettir Anadolu’da. Bu nedenle halkımız, konuk almayı da konuk olmayı da sever. Konuk demek, yeni insanları tanımak ve insan sıcaklığını duyumsamak demek.

Ailecek yaşadıkları yer, Buruncuk Mahallesi. Aslında köy burası, ancak ilçe merkezine bağlı mahalle olmuş. Mahalle, tarım ve hayvancılıkla geçinmekte. Mustafa Bey’in çok sayıda ineği var. İnekler, her gün sağılıp sütleri satılmakta. İyi bir iş… Anlaşılacağı üzere ülkemizin dört bir yanındaki Mustafa Beyler üretimleriyle Türkiye’nin kalkınmasına omuz vermekteler. Temel besin kaynaklarımızın kaynağı, Mustafa Beylerin inekleri. Demek ki süt ineklerinin artırılması için hükümetin, ilgili kurumların özel çaba göstermeleri gerek. Ülkemizin dört bir yanında üretim için gecesini gündüzün katan Mustafa Beyler yüreklendirilip desteklenmeli. Kurtuluş Savaşı’nda cepheden cepheye koşan köylümüzü yeniden milletin efendisi yapmak, Türkiye’yi yönetenlerin başlıca görevi olmalı.

Hoşbeşten ve tanışmadan sonra biraz da birbirimizi tanımak için söyleşmeye başladık. Karşılıklı sorular, sürekli yeni konular açmakta. Söyleşilere zaman zaman kadınlar da katılmakta. Zaten evin bahçesinde kadınlı erkekli bir arada oturmaktayız. Kadınların neredeyse hepsi başörtülü. Ancak kaçgöç yok! Hava çok sıcak olduğundan kısa pantolon ve tişört var üstümde. Başta benim giyimimi yadırgayacaklarını düşünmüştüm. Düşündüğüm gibi olmadı. Birden birbirimize ısındık. Söyleşi uzadıkça sanki kırk yıldır birbirimizi tanıyormuşuz gibi bir hava oluştu. Bu arada kahvelerimiz de söyleşimize tat kattı. Ne de olsa bir acı kahveni kırk yıl hatırı vardır. Eee, kahveyi içince kırk yıllık dostluğun da kapısını açtık sayılır.

Yemek için masa hazırlandı. Biz de yerimizi aldık sofrada. Ev sahipleri ve akrabaları da oturdular. Yemek masasında da sürdü söyleşi. Hem yedik hem de konuştuk dereden tepeden. Konuşma olur da ülke sorunları unutulur mu?

Söyleşi güzel, ev sahipleri sıcak olunca yemeğin lezzeti de bir başka oluyor. Ardından çay kokulu söyleşilerimiz başladı. Çay, toplumumuzun vazgeçilmezi. Söyleşmenin, dostluğun, yakınlaşmanın önemli bir aracı. Çay olmayınca sanki bir yanımız eksik kalmakta. Çay, dost meclislerinin olmazsa olmazı. Halkımız, çayı çok sevdi. Onunla bütünleşti. İnce belli bardaklarla çay içmek Türk ekinsel yaşamının önemli bir parçası. Biz de çay içtikçe açıldık. Gece ilerledikçe hava serinledi. Tam benim istedim serinlik çöktü üstümüze. Ev sahibimiz Mustafa Bey, ince bir kazak giydi serinlikten korunmak için. Benim üşüdüğümü düşündüler. Oysa ben, serinlikle kendimi buldum. Az sonra içeriye girmemizi önerdiler. Biz de girdik…

Söyleşimiz, sürdü uzun süre. Mustafa Bey’in dayısı Ramazan Bey’le iyice kaynaştık. Eski SGK müdürlerinden… Anadolu’nun birçok ilinde görev yapmış. Her yerin deneyimini bileştirmiş bilincinde ve davranışlarında. Görevi sırasında ülkemizin farklı yörelerinin ekinsel birikimini, yaşamında deneyime dönüştürmüş. Yaşam anlayışımız, dünya görüşümüz onunla örtüşmekte. Emekliliğini doğup büyüdüğü topraklarda geçirmekte. Ne yazık ki on yılarca çalışma yaşamının oluşturduğu birikimden yararlanan kurumlar yok! Emeklilerin deneyiminden yaralanacak bir sistemi oluşturulmalı. Çünkü deneyim, bilgi kolay edinilen bir şey değil. Emeklilerin deneyim ve bilgisinden yaşamlarının her döneminde yararlanılmalı.

Yeni dostlarla söyleşi güzel… Her şeyin olduğu gibi konukluğun da söyleşmenin de bir sonu var. Saatler yerinde durmuyor. Gece yarısı olmadan kalkmalıyız. Çünkü ev sahiplerimiz çalışan insanlar… Günün yorgunluğu üstlerinde… Dinlenmeleri gerek. Sabahleyin erkenden başlamakta iş güç. Bu nedenle erken yatıp erken kalkmalılar.

Gitmek için izin istedik istemeye istemeye. Varsıl kalkışı yaptık. Herkesle tek tek vedalaşıp ayrıldık. Gönlümüzün yarısını geride bıraktık. Sevgi, saygı, güven dolu bir ortamı terk etmek zor. Halkımızın içtenliğine, sıcaklığına, hoşgörüsüne, insan sevgisine, uyum yeteneğine hayranım. Halkımızın insan biriktirme geleneği övgüye değer…

Yaşamda insanla var oluruz. İnsan olmadan yaşam olmaz. Çünkü bizler toplumsal bir varlığız. Yalnızlık bize göre değil. İnsan, toprağıyla kaynaşarak insan, toplum ve ulus olur. Çok uzak yerlerde doğup büyüsek de farklı yerleşim birimlerinde yaşasak da birbirinden ayrı görülen ekinsel birikimlerimiz olsa da kolayca kaynaşmamızın nedeni aynı köklerden gelmemiz ve insan özümüzü korumamızdandır.

Mustafa Bey, bizi kalacağımız konukevine bıraktı. Aslında yolculuklar yormuştu beni. Bu nedenle odaya girer girmez kendimi uyku meleğinin serin kollarına bıraktım.

                                                                  Adil Hacıömeroğlu

                                                                  19 Temmuz 2024