Kurban
Bayramının öngünü olan 15 Haziran Cumartesi günü gittik Mürefte’ye. Bayramı
geçirdik. 20 Haziran 2024 Cuma günü ikindi vakti Şarköy’den otobüse bindim
İstanbul’a dönmek için.
Hava
oldukça sıcak… Yol kısa, ancak sıcak hava yolculuğu çekilmez kılmakta. Yolculuk
başlar başlamaz kitabımı açtım. Kitaba dalınca havanın bunaltıcılığını da yolun
sıkıcılığını da duyumsamıyor insan. Elimde Mehmet Başaran’ın “Özgürleşme Eylemi
Köy Enstitüleri” kitabı var. Ülkemizin önemli bir eğitim devrimi anlatılmakta.
Bu arada köy enstitülerini yalnızca bir eğitim kurumu olarak görmemek gerek. Bu
okullar aynı zamanda toprak reformunun alt yapısını oluşturmaktaydı. Enstitüler,
geciken tarım devriminin hem düşünsel hem de uygulayım alanında öncüsü olacak
kurumlardı. Ayrıca köy enstitülerinin yaygınlaşması, eğitimde itici güç olması,
sağlam bir demokrasinin de temellerini atacaktı. Bu nedenle başta toprak
ağaları, Ortaçağ varsılları ve ülkemizin geriliğini fırsat olarak değerlendiren
emperyalist güçler savaş açtılar halkın okullarına. Halkı yoksullaştıran bu
güçler, Türk köylüsünün uyanıp varsıllaşmasını istemediler kendi düzenlerini
sürdürmek için.
Köy
enstitülerinin kapatılması süreci, ülkemizin ABD ile yakınlaşma adımlarının
atılmasıyla başladı. Ne yazık ki ABD’ye ve toprak ağalarına boyun eğen siyasal
iktidarlar enstitüleri yok ettiler. Böylece ülkemiz, büyük bir kalkınma,
aydınlanma ve gerçek demokrasiye ulaşma fırsatını kendi elinin tersiyle itti.
Sayın
Başaran’la yolculuğum kısa sürdü. Yolun nasıl bittiğini anlamadım. Bu nedenle
Mehmet Başaran’a minnettarım.
Gün
kararmaya başlamıştı. İvedi adımlarla metroya yürüdüm. Çok beklemeden geldi bineceğim
araç. Kısa bir yolculuktan sonra Yenikapı’da indim. Marmaray durağına geçtim. Tren,
onu bekleyen kalabalıkla dev duvarın arasına gürültülü bir kama gibi girdi. Kalabalık,
açılan kapılara saldırdı birden. Sırt çantamla kapının önündeydim. Hemen oturağın
boş kısmına iliştim. Kitabımı açıp sürdürdüm köy enstitülerine yolculuğumu.
Bostancı’da indim trenden. Fırına uğrayıp bir ekmek aldım. Yanına birkaç
salatalık ve domates ekledim. Nasıl olsa evde çay, peynir ve zeytin var.
Eve
yürüdüm yavaş adımlarla yolda bir tanıdığa rastlarım diye. Ne hikmetse hava
kararmış olduğundan mı nedir yolda selam vereceğim bir kişiye bile rastlamadım.
Ben de eve gittim. Soyunup dökündüm. Sonrasında çay demledim. Kendime bir
kahvaltı sofrası hazırladım akşam akşam. Evde tek başına olunca zaman geçmek bilmiyor.
Evin sessizliğine, kentin sessizliği de eklendi. Mahalle adeta boşalmış. Kimi
yazlığına, kimi de köyüne gitmiş yaz dinlencesinin sıcağından kurtulmak için. Kentte
kalanların çoğu, sıcak nedeniyle evlerindeler. Zaten Bostancı’da yaşayanların
yaş ortalamısı yüksek.
Erken
uyumalıyım. Çünkü sabahleyin sekizi on geçe Ankara trenine yetişmeliyim. Uyudum
saat yirmi dört olmadan. Sabahleyin doğal saatim beni 06.30’da uyandırdı.
Çabucak kahvaltımı yaptım. Ardından duş aldım. Giyinip çıktım. Kahvaltımı yaparken
Mahmutcan aradı. Ne de olsa çocuk heyecanlı. O, çoktan gelmiş tren istasyonuna.
Ona kız istemeye gidiyoruz, içinde fırtınalar kopmasın da ne yapsın? Bu durumda
uyku durak olur mu insanda?
Kapıyı
bacayı örtüp çıktım evden sırt çantam ve takım elbisemle. Hızlı adımlarla
ulaştım trenin bekleme yerine. İnsanlar, sıraya girmişler. Kısa sürede eridi
kalabalık. Yukarı çıktık. Çok beklemeden tren geldi. Yerimize geçtik. Çantamı yerleştirdim
yukarıdaki yüklüğe. Takım elbisemi astım cam önündeki askılığa. Ütüsü bozulmamalı.
Mahmutcan da kendisininkini astı aynı yere. O, cam önünde oturacak. “Bak, sana
gölgelik oldu elbiseler.” deyince gülüştük.
4
saat 36 dakika sona Ankara’daydık. Yol boyunca kitap okuyamadım. Çünkü Mahmut’la
derin söyleşiler yaptık. O, amcamın torunu… Mahmut adı da amcamdan ona kalıt… Trenden
inince birkaç küçük gereksinmemizi giderdik. Beklemeksizin bir dolmuşa binip
AŞTİ’ye gittik. Kayseri’ye giden bir otobüse bilet aldık. Otobüs kalkmak üzere
olduğundan koşarak bindik arabaya. Yerleştik yerimize soluk soluğa.
Yolda
kitap okumak olanaksız. Söyleşiyoruz keyiflice. Bir yandan da gözüm yolda.
Ankara’dan yol almaktayız sapsarı tarlalar ve boz tepeler arasından Kırşehir’e
doğru. Yeşile özlemle kavrulan toprak ilgi beklemekte Ankara’daki
yöneticilerden. Yüzyılların ihmali söz konusu. Dönüp bakılmamış Anadolu bozkırına.
Toprak suya kavuşturulmamış. Boz ve sarı, yeşile dönüştürülmemiş. Kırşehir’i
geçip Mucur’a doğru ilerledikçe bir el sanki yeşili çekip alıyor koca doğanın
içinden. Sarı ve boz gittikçe soluklaşıyor. Mucur, soluk sarı ve bozun içinde yapayalnız,
küçük bir kasaba. Bozkırın sıcağı, buhar olup çökmüş üstüne. Tepeler, öksüz ve
yetim… Ağaçsızlık, büyük bir acı olarak çöküyor yüreğime. Yeşilin yoksunluğunun
acısı kök salıyor yüreğime. Bunca yıldır Anadolu’nun boz, sarı rengi niye
görmezden gelinir? Bu bomboş tepelere uygun ağaç türleri niye dikilmemiş
yıllarca buralara? Bu dağlar, tepeler niye ekonomimize katkı sağlamaz? Yurt
toprağını yazgısına terk etmek yurtseverlik midir?
Yol
boyunca arpalar yolunmuş. Buğdayların bir bölümü biçilmiş. Saman balyaları var
yer yer tarlalarda. Biçilmeyen, sararmış başakların boyları kısacık. Köyler
bozkırın ortasında yapayalnız. Ağaçsız köyler; içimdeki bozkır acısını,
üzüntüsünü derinleştirmekte. Türlü düşler kurmaktayım. Bu yalnız
köylerdekilerle duygudaşlık kurmaya çalışmaktayım kendimce. Ben düşlerimin
içine gömülmüşken Topaklı’ya gelmişiz. Otobüsümüz, kasabanın çıkışında bizi
indirdi. Karşılayıcımız Ayşenur’u arayıp indiğimiz yeri söyledik ona. Bu arada Mahmut’a
isteyeceğimiz kız, Ayşenur. İkisi de elektrik-elektronik mühendisi… Sınıf arkadaşılar…
O, arabayla geldi ivecenlikle. Önce hoşbeş, sonrasında onun kullandığı arabaya
bindik. Buradan Kozaklı’ya gideceğiz. Yol boyunca söyleştik Kozaklı üstüne… İlk
kez göreceğim bu ilçemizi. Söyleşince yollar kısalıyor.
Kalacağımız
otele geldik. Ben, odamıza yerleştim. Onlar alışverişe gitti. Bu sıcakta odamda
durur muyum hiç? Eşyalarımı yerleştirdikten sonra çıktım dışarı. Buranın yeraltı
sıcak sularının merkezi olduğunu söylemişti Ayşenur. Çok sayıda konukevi var.
Hepsinin içinde sıcak su akmakta. Sıcak su havuzlar var odalarda. Doğa ana,
Kozaklı’yı yeraltında kaynattığı sıcak sularıyla ödüllendirdi.
İlk
gittiğim bir yeri, tek başıma gezip keşfetmek isterim. Bu fırsatı yakaladığım
için mutluyum. İlçenin ana caddelerinde yürüdüm epeyce. Ardından bir çay
bahçesinde mola verdim. Birkaç bardak çay içtim. Bu arada çalışanlarla ayak
üstü söyleştim. İkindiden sonra hava birden serinledi. Meğer hep böyle olurmuş.
Güneş ufka yaklaşıp gecenin koynunda uykuya dalmadan önce boz sıcak yok olup
yerini mutluluk veren bir serinliğe bırakırmış. Tam akşam serinliğinin tadını
çıkarmak üzereyken Mahmut aradı beni. Nerede olduğumu söyledim. Gelip beni
alacaklar. Akşam yemeğinde Ayşenurlarda olacağız.
Serin
havayı içime doldurup tenimle duyumsamak için yavaş adımlarla çıktım çay
bahçesinden. Mutluluk veren bu yeşil alanda, yani küçük bir bozkır uçmağında saatlerce
oturabilirdim. Hatta çimlerin üstüne uzanıp uykuya dalabilir, bin bir türlü
renkli düşlerin kapsını açabilirdim. Neyse düş kurmayı, serinliğin tadını
çıkarmayı bırakıp işimize bakmalıyım.
Adil
Hacıömeroğlu
17
Temmuz 2024
Değerli Adil Öğretmenim ,Mehmet Başaran’ ın kitabını sizinle yeniden okuduk .Sizinle Istanbul’ a Ankara’ya yolculuk yaptık . Kozaklı’ın şifalı termal sularında gezindik . Kaleminize ,yüreğinize sağlık diliyorum. Mahmutcan’ a mutluluklar , sevgileri daim olsun 🙏🏻🧿🍀🌺♥️ Bir solukta okuduğumuz anlatımlarınızı , en kısa sürede kitap olarak görmek istiyoruz 📕🙏🏻🍀💚👩
YanıtlaSil