ATATÜRK’ÜN PARMAKLARINI KIRAN MECZUP


1969-70 Öğretim yılıydı. Of-Hayrat Merkez İlkokulu beşinci sınıfında öğrenciydim. Öğretmenimiz de köy enstitülü babamdı.

Her sabah ailece kahvaltımızı yapar okulun yolunu tutardık. Benim küçüğüm Hürriyet dörde, onun küçüğü Müsavat da ikiye giderdi. Çoğu zaman evimizin önünden geçen anayola (Hayrat’ı Of’a bağlayan yol) çıkınca birçok arkadaşla birleşip yürürdük okulumuza. Birçok köyün yolu da bu yola bağlanırdı. Böylece köylerden gelen çocuklarla da birleşirdik yolda. Kardeşlerim kendi arkadaşlarıyla okula gitmeyi yeğlerdi. Ben, sınıf arkadaşlarımla kimi zaman da ortaokul öğrencileriyle söyleşerek yürürdüm okula doğru.

Okulumuzun alt katına ortaokul açılmıştı. Çevre köylerde okuma olanağı bulamamış küçük büyük kim varsa ortaokula kayıt olmuştu. Bu öğrencilerin arasında kızlar parmakla sayılacak kadar azdı. Ortaokul öğrencileri arasında sakallı bıyıklı kişiler vardı. Birkaç öğrencinin evli olduğu da söylenmekteydi.

Okulumuz, eski taş bir yapıydı. Cumhuriyetimizin ilk açtığı okullardandı. Babam da bu okulda okumuştu. Çevremizin ilk açılan okuluydu. Onlarca köyün çocuklarına yuva olmuştu. Yıllarca uygarlığa açılan bir pencere, karanlığı delen bir ışık, zor koşulların içinde bir umuttu. Birkaç kuşak aynı sıralardan geçmişti. Sıraların çoğu kaba tahtalardan yapılmıştı. Bazı sıraların her yanı kara kalemle karalanmıştı. Kimi sıraların üstleri çakılarla yol yol yapılmıştı. Sıraların oturak kısmı, masaya sabitlenmişti geniş tahtalarla. Bu nedenle alt sınıflardaki küçük çocuklar, yazı yazarken sıraya uzanamazlar, ayağa kalkmak zorunda kalırlardı. Oturakla masayı birbirine ekleyen kaba tahta yüksekçeydi. Birçok çocuk, sıradan kalkıp dışarı çıkarken ayağı takılıp düşerdi yere.

Okulumuzun başöğretmeni (Şimdilerde müdür diyorlar.) Ahmet Hamdi Özcan, babamın başöğretmeni ve sınıf öğretmeniydi. Ciddi biriydi. Gözlüklerinin üstünden bakınca ödümüz kopardı. En küçük çocukları olan ikiz oğulları sıra arkadaşımdı. Ahmet sağıma, Hamdi de soluma otururdu. Ayrı yumurta ikizleri, sık sık kavga ederlerdi. Onları ayırırken arada kalırdım. Hamdi, Ahmet’ten daha yaramaz ve hareketliydi. İkizlerle birbirimizin evlerine giderdik. Bol bol oynardık. Anneleri Emine Teyzenin şefkatine, sabrına hayrandım. Sevecen bir anneydi. Çocuklara karşı hoşgörülüydü. Bana büyük insanmışım gibi ilgi gösterirdi. Çocuk yerine koymaz, önemli bir konuk gibi ağırlamaya çalışırdı. Emine Teyzenin bu davranışı, kızlarına da yansırdı. Onlar da birer abla olarak sevgi ve saygılarını eksik etmezlerdi.

İkiz arkadaşlarımla oynamaya gidince başöğretmenimiz, kimi zaman evde olurdu. Onunla ilk karşılaşmalarımda çekingen davranırdım biraz. Ancak giderek onun çocuklara karşı olan sevgisini gördüm. Anlayışlı bir adam, baba, öğretmendi. Babamın da öğretmeni olduğu için ona karşı sevgim ve saygım olması gerekenden çok fazlaydı. Sert bakışların ardındaki yumuşacık yüreği görürdüm. Bu da bana güven verirdi.

Okulumuzun bahçesinde büyük bir Atatürk Heykeli vardı. Asker kıyafetli Atatürk ayaktaydı; yüksek, taş bir kaidenin üzerinde. Sırtı güneydeki dağlara, yüzü kuzeye ilçe merkezimiz Of’a dönüktü. Batı yöndeki sol kolu, dirseğinden bükülmüş belindeydi. Doğu yönündeki sağ kolu yere paralel olarak uzanmış, okulu göstermekteydi. İşaret parmağı açıktı. Diğer parmakları, kapanık. İşaret parmağıyla okulu göstermesi hoşumuza giderdi. Bize “Okula gidip okuyun!” derdi Atatürk bu duruşuyla. Parmağıyla herkese okulu gösterip bu eğitim kurumunun önemini anlatmaktaydı bu heykel. Çok güzeldi ve onunla gurur duyardık.

Atatürk’ün doğuya uzanan sol elinin işaret parmağının doğu komşumuzun Kurtuluş Savaşı’na yaptığı yardımları gösterdiğini de düşünürdüm zaman zaman. Kurtuluşun doğuyla işbirliği yapmaktan geçtiğini geçirmeye başladım usumdan yetişkinlik dönemimde. Bu düşüncelerim özneldi, herhangi bir kaynağa dayanmıyordu.

Ulusal bayramlarda Atatürk Anıtının karşısında dizilirdik. Pazartesi sabahları ve cumartesi öğleden sonraları (O yıllarda haftanın altı günü okul vardı.), yani okulun açılış ve kapanış günlerinde İstiklal Marşı’mızı onun karşısında söylerdik. Ulusal bayramlarda birçok öğretmenimizin gözyaşlarının yanaklarından akıp gittiğine tanık oldum defalarca. Öğretmenlerimizin bayram heyecanları fark edilirdi.

İlk şiirimi daha birinci sınıfa başlamadan Cumhuriyet Bayramında bu Atatürk Anıtının karşısında okudum. Daha sonra her ulusal bayramda ve 10 Kasımlarda ezberlediğim şiirleri aynı yerde dillendirdim. Atatürk’ün gözlerine bakarak okurdum şiirlerimi. Atatürk, beni işitiyormuş gibi sözcükleri gırtlağımdan sevinç ve heyecanla çıkarırdım. Bakardım arkadaşlarım da aynı biçimde okurdu şiirlerini ve konuşmalarını.

Bir sabah erkenden okulun yolunu tuttuk. Babam önden, biz arkadan yürümekteydik. Okulun bahçesine girdiğimiz anda Atatürk Heykeli’nin çevresinde öğrenciler toplanmıştı. Bazı öğrenciler, babamın yanına koşarak gelip Heykel’in okulu gösteren elinin parmaklarının kırıldığını söylediler. Babam telaşla karışık bir ivecenlikle Heykel’in yanına gitti. Atatürk’ün parmaklarının kırıldığını görünce çok üzüldü. Yüzü asıldı. Ela gözlerine bir yağmur bulutu gelip oturdu. Koşar adımlarla okula girdi. Büyük bir bayrak alarak geri döndü. Ortaokulda gelişkin öğrenciler vardı. Onların yardımıyla Atatürk Heykeli’ni Türk Bayrağına sardı. Kırık parmakların halk ve diğer öğrencilerce görülmemesini istedi. Bu çirkin saldırı, onu çok üzmüştü. İlk ve ortaokulun öğretmenleri gelince onlar da heykelin bayrağa sarılmış durumunu görünce çok üzüldüler. Yapılan saldırıya anlam veremediler.

Çok geçmeden Atatürk Heykeli’ne saldıran meczup, jandarmaca yakalandı. Kişinin akli dengesi yerinde değildi. Ancak İngiliz kaynaklı, Atatürk karşıtı konuşmalardan etkilendiği ve İslamcıların bazı hurafelerinin bu eylemi yapmasına neden olduğu açıkça belliydi. Jandarma komutanının “Atatürk Heykeli’ni niye kırdın?” sorusuna “Hep okulu gösteriyor, niye arada sırada camiyi göstermiyor.” diye yanıt verdi. Bu yanlış anlayış, çok partili siyasal yaşama geçtikten sonra İngiliz kaynaklıydı. Atatürk’le İslam’ı, okulla camiyi karşıt gösteren sapkın, ihanet dolu bir anlayıştı. Saldırgan meczup da olsa toplumun bir kesiminde tutan İngiliz aşılı propagandadan etkilenmişti. Ülkemizin yıkımına yol açacak bu tehlikeli düşüncenin toplumda taraftar bulması son derece üzücü, tehlikeliydi.

Ne yazık ki Atatürk’ün yapıtlarının ortadan kaldırılması için örgütlenmiş bir kısım kişilerin emperyalistlerce desteklendiği açıktı. Sorun meczuplarda değil, o meczupların aklını yalanlarla dolduranlarda.

Atatürk Heykeli’miz çok geçmeden onarıldı. Yine işaret parmağıyla okulu göstermeyi sürdürdü.

Peki, bugün ne oldu okulumuzun karşısında duran ve işaret parmağıyla okulu gösteren heykele? Zamanla doğa olayları nedeniyle bozuldu. Zamanın yöneticileri onarmak yerine onu, oradan kaldırdılar. Yerine Atatürk’ün büstünü koydular. Zamanla oradan büst de kaldırıldı. Bir tarihsel sanat yapıtı daha ne yazık ki tarihsel yapıtların değerini bilmezlerce yok edildi. Şimdi anılarımızdaki yeri capcanlı durmakta.

Heykel’i canlı sanıp ona zarar vermeye çalışan meczuplar, iktidarlara yaranmaya çalışanlar, emperyalist odaklardan beslenenler, toplumun geri kalmasından zevklenenler bugün de var. Yarın da olacak. Önemli olan, Atatürk’ün “Yaşamda en gerçek yol gösterici bilimdir.” özdeyişini içselleştirenlerin çoğalması ve sağlam durmasıdır.

                                                                            Adil Hacıömeroğlu

                                                                            5 Şubat 2022

3 yorum:

  1. 1970'ler Türkiyesinden güzel bir panaroma çizmişsiniz.. Aradan geçen 52 yılda Türkiye çok değişti.. Değişmeyen tek şey değişimdir.. Ama meczuplar geçmişte vardı, bugün var, hep olacak..

    YanıtlaSil
  2. Atatürk'ün parmaklarını sadece meczuplar kesmedi maalesef. Okurbilmezler, sahte aydınlar, yobazlar, kendine solcu diyenler, askerler, bürokrasi, fakir ve kitapsız bırakılmış halk kesimi de kesti o parmakları. Esas Atatürk'ün parmağına (hedefine) ilkesine kaç kişi sahip çıktı diye sormak daha doğru. O zaman gördüğümüz manzara, heykellere yapılanlardan çok daha korkutucu.

    YanıtlaSil
  3. Cenab-ı Hakkın "oku" , "Düşünmezmisiniz? Akletmezmisiniz?" emirlerini bir arada müteala ettiğimizde; okumak tevekkül(düşünmek) üzerine, tevekkülde dua üzerine mukaddem kılınmıştır. Yani,tefekkür etmek,tefekkür üzerine mütevekkil olarak dua etmek,aklını kullananlar üzerine farzdır. Yoksa,tevekkül yani düşünmek,aklını kullanmayan,inkar edenlere farz değildir.

    YanıtlaSil