1972-1973 Öğretim Yılında ortaokul son sınıftayken 1972 yılının Ekim ayında okumakta olduğum Trabzon-Hayrat Ortaokulundan ayrılarak Denizli-Çal-İsabey Ortaokuluna kaydoldum. Okullarda eğitim başlamıştı. Daha önce neredeyse her yaz gittiğim bir kasabada yabancılık çekmeyeceğimi düşündüm önceden. Çünkü dedemlerin yanında kalıyordum. Birçok tanıdığım, az da olsa arkadaşım vardı İsabey’de. Ancak okul yaşamı çok başka. Yabancılık çekiyor insan. Birçok farklılığı yaşıyorsun ve bunların bazıları, insanın yüreğine olumsuz anılar olarak saplanıp kalıyor yıllar boyunca.
İsabey Ortaokuluna ilk gün akrabamız Sadık Voyvoda ve komşumuz İsmail Semerci ile
gittim. İkisi de benden iki üç yaş büyük. Sakal tıraşı olmaya başlamışlardı o
yıllarda. Ben, ufak tefek biri olarak ikisinin arasında ve gözetiminde okula
gittim. Bana okulu anlattılar. Okulun bölümlerini tanıttılar. Birkaç arkadaşla
tanıştırdılar. Yabancı bir çocuğu gören çocuklar, çevremi aldılar bir anda. Onlar
yabancı birini görmenin merakı içindeler. Bense bir an önce yeni kişilerle
tanışıp yabancılığı üzerimden atma çabasındayım.
Akrabamız
Hatice Karagöz bizimle aynı sınıfta. Onunla çok küçük yaşlardan beri tanışırız.
Aynı avlu içindeyiz. Çocukluğumuzda zaman buldukça avlu içinde bir alay çocukla
oynardık. Sadık ve İsmailler de aynı avlu içinde. Ama ben, Sadık ve İsmail’le
arkadaş olduğum için kendimi büyümüş görmekteyim. Bir de henüz ergenliğe
girmediğimden kızlardan uzak duruyorum.
Çevremi
saran çocuklar, bana kişisel sorular sordular meraklarını gidermek için.
Trabzonlu olduğumu öğrenince bana “Laz Oğlu” dediler. Lazların nasıl olduğunu
merak ediyorlar. Bende farklılıklar aramaya çalışmaktalar. Bazıları ikide bir
“Lazca konuşsana biraz.” demekteler. Bu konuda çok başarılı olduklarını
sanmıyorum.
Zil
çaldı. Sınıfa girdik. Sadık, sınıfın duvar tarafında, en arkada oturuyordu. İsmail
de yanında. Ben de yanlarına oturdum. İlk dersimiz Türkçe... Öğretmenimiz
sınıfa girdi. Benim sınıfa yeni geldiğimi görünce yanıma yaklaştı. Sınıftaki
kırk beş baş, bana döndü.
Hayrat
Ortaokulunda sınıfımızda birkaç kız öğrenci vardı. Onlar da benden yaşça
büyüktü. Burada ise sınıfın neredeyse yarısı kız. Kırk beş meraklı baş bana
dönünce az da olsa heyecanlanıp sıkıldım. Öğretmenimiz, önce adımı ve soyadımı
sordu. Yanıtladım. Ardından hangi okuldan geldiğimi…
Sıra
geldiğim okuldaki öğretmenlerime geldi. Derslerime kimlerin girdiğini sormaya
başladı. Türkçe, matematik ve fen bilgisi öğretmenlerini söyledim. Sıra sosyal
bilgiler öğretmenine geldi.
“Soner
Başbuğ…” dedim.
O,
hafifçe gülümseyip öğretmenimin nereli olduğunu sordu.
Ben:
“Balıkesir-Ayvalık…” diyerek yanıtladım onu.
Gülümsemesini
artırarak sınıfa döndü. “Bakın çocuklar, arkadaşınız Soner Başbuğ değil, Soner
Paşpuğ; Balıkesir değil, Palıkesir dedi. Bu, Karadeniz bölgesinin söyleyiş
biçimi.” diyerek başladı yurdumuzun türlü bölgelerindeki konuşma (ağız) farklılıklarını
anlatmaya. O anlattıkça ben sıkılıyorum. Sıkılmam, zaman geçtikçe utanmaya
dönüştü. Oysa ben, bu sözcükleri doğru söylediğim kanısındayım. Çünkü konuşma
konusuna özen gösteren bir köy enstitülü babam vardı. Doğru Türkçeyi konuşmamız
için özel çaba gösterirdi. Yerel ağızla konuşmamızı istemezdi. Ulusal
birliğimizin en önemli ayağının doğru Türkçeyi konuşmaktan geçtiğini sık sık
vurgulardı.
Öğretmenimizin
ilk günkü tavrı, benim ondan uzaklaşmama neden oldu. Onun da bana soğuk
davrandığı kanısındaydım. Bir türlü ısınamadık birbirimize. Yabancı bir yere
gelmiştim. Sınıfta iki kişinin dışında kimseyi tanımıyordum. Arkadaşlarımın
bana karşı derim merakları da var üstelik. Böyle bir ortamda benim olası
konuşma kusurlarımdan yola çıkarak Türkçe’nin ağız özelliklerini anlatmasını
yaşamım boyunca hep yadırgadım. Tinsel açıdan olumsuzluk yaşasam da o gün,
ondan sonra konuşmama özel önem gösterdim, ne olur ne olmaz diye.
Çok
geçmeden sınıfta çok iyi arkadaşlar edindim. Alt sınıflardan da arkadaşlarım
oldu. Sınıf, beni bağrına bastı. Ben de onları, yüreğimde sımsıkı sakladım.
Sanki kırk yıldır bu sınıfta okuyormuş gibiydim. Bu arkadaşlıklarımın bazıları
bugün de sürmekte.
Birinci
dönemin sonuna yaklaştık. Türkçe öğretmenimiz, tartışı (münazara) yapılacağını
söyledi. Gönüllü katılımcılar aradı sınıftan, yalnızca ben parmak kaldırdım.
Beni görmüyor. Arkadaşlar beni gösteriyor, ilgilenmiyor. O, güvendiği birkaç
öğrencinin katılması için çaba göstermekte. Sınıfın baskısına ve benim ısrarıma
dayanamayıp en sonunda gördü beni. Böylece tartışıya katıldım.
Tartışıya
katıldım katılmasına da konuşmamı nasıl yazacağım? Yarıyıl dinlencesi var
önümüzde. Dayım, Gazi Eğitim’in Türkçe bölümünde. Ona güveniyorum. Dinlenceye
girdik, gelmedi. Günler geçiyor, ama dayım ortada yok! Mektubu geldi,
gelemeyeceğini yazdı. Güvendiğim dağa kar yağdı.
Dinlence
bitti. Günler hızla geçmekte. Ne yapacağım, nasıl hazırlanacağım tartışıya?
Tartışıya bir gün kala, hem de doğum günümde dedemle oturduk. Ben ona sordum, o
anlattı. Sonrasında oturup konuşmamı yazdım.
Ertesi
gün okula gittim. 14 Mart1973 Çarşamba günü öğleden sonra konferans salonunda
toplandık. Konuşmacılar yerlerini aldı. Seçiciler kurulu, kendilerine ayrılan
yere oturdu. Yönetici öğretmenimiz, kürsüye çıkıp kısa bir konuşmadan sonra ilk
konuşmacıyı çağırdı. Konuşmacı kümeleri beşer kişi. Arkadaşların çoğu
konuşmalarını başkasına yazdırmış. Özgüvenleri tam. Ben, korku içindeyim.
Genellikle kendi düşüncelerim var konuşmamda. Biraz da dedemden esinlenmişim.
Bu nedenle bizim kümenin son konuşmacısıyım. Ayrıca arkadaşlar, beni kümenin
sözcüsü seçtiler. Bu nedenle karşı kümenin konuşmalarını not alıyorum sürekli.
Anlaşılacağı üzere tartışının tam içindeyim. Giderek korkum, kaygım uçup gitti.
Konuşma
sıram gelince kürsüye çıktım. Süremi aşmadan ve yazılı metne çok az bakarak
doğaçlama bir konuşma yapıp yerime geçti. Ancak kaygılıyım konuşmamın
beğenilmesi konusunda. Üstelik salon alkıştan yıkılmasına karşın. Sözcülük
görevimi de yerine getirdim.
Seçiciler
kurulunun da başkanı olan tartışının yöneticisi öğretmenimiz kürsüye geldi
elinde kâğıtlarla. Bizim kümenin yenildiğini (pardon ikinci olduğunu) söyleyip
önümüzdeki yıllar için başarılar diledi. Alkışlar, alkışlar…
Kişisel
konuşmaların değerlendirmesine geldi sıra. İlgisizim artık, ilk üçe
giremeyeceğimi düşündüğümden. Üçüncü açıklandı, ben değilim bu kişi. Gerisini
dinlemeye gerek yok benim için. İkinci açıklandı. Derken birinciye sıra geldi.
Benim adım okunuyor, ancak ben şaşkınım. Doğru mu işittim diye düşünmekteyim.
Kalkıp kürsüye gidemiyorum bir türlü. Yanımda oturan arkadaşım Mahmutgazili
Yusuf Altıntaş, beni itiyor kalkayım diye. O, benden daha çok sevinçli. Sonunda
kalkıp gittim. Okul müdürümüz ve matematik öğretmenimiz Feridun Dağdeviren elimi
sıkıp yanaklarımdan öptü. Elime bir anmalık tutuşturdu. Heyecandan bastığım
yeri görmüyor, müdürümüzün bana söylediklerini de işitmiyordum.
Alkıştan
yıkılan salonda yerime geçtim. Arkadaşlarım beni kutluyor. Salon dağıldı,
çıktık. Anmalığı açtım. Necati Cumalı’nın Susuz Yaz’ı bana gülümsüyor. Susuz
Yaz, arkadaşlarımı teker teker dolaşıp onlara da gülümsedi. O gün futbol
oynamayıp eve gittim. Susuz Yaz’ı, dedeme ve anneanneme gösterdim. Sevindiler.
Oturup okumaya başladım. Gece yarısına doğru kitabı bitirdim. Nice badireler
atlattı bu kitap. Onu korumayı başarıp bugüne getirdim. İlk sayfasında Feridun
Bey’in yazısı ve imzası var. Nasıl saklamam böylesi değerli bir kitabı.
Tartışıdan
birkaç gün sonra müdürümüz, beni koridorda dolaşırken yakaladı. Omuzumdan tutup
odasına götürdü. “Konuşmanı çok beğendim. Hem insanlara seslenişin hem de
konuşmanın içeriği çok güzeldi. Çok kitap okuyup kendini geliştirmelisin.”
dedi. “Sağolun!” deyip odasından çıktım.
Feridun
Bey, esmer uzun boyluydu. Onu, Hayrat Ortaokulundaki öğretmenim Soner Bey’e
benzetirdim. Pek gülmezdi. Derste ciddiydi. Ama odasında bana söylediği sözleri
çok sıcaktı. O gün onu, bir yakınım gibi görmüştüm. Saygım sonsuzdu. Bu saygıya,
büyük bir sevgiyi de ekledim o gün.
Öğretmenlerin
öğrenciler üzerinde olağanüstü etkileri olur çoğu zaman olumlu yönde. Soner
Bey, benim öğretmenliğimde en çok örnek aldığım öğretmenimdi. Feridun Bey ise
öğrenciyle dengeli ilişki kurmanın örneğiydi. İkisi de çoktan göçtü bu
dünyadan. Onların anıları kaldı geride. Her düşündüğümde gözümün önüne gelir
iki öğretmenim de. Konuşmaları, davranışları, ses tonları, giyinişleri, sıcaklıklarıyla…
Adil
Hacıömeroğlu
2
Şubat 2022
Ah sevgili öğretmenim, hemşehrim... Karadeniz çocuklarının kaderinde mi var bu şive travmaları.Yazınızı okurken ilkokul birinci sınıfta yaşadıklarıma ne çok benzettim.Bakırköy, Mustafa Necati İlkokulu'nda birinci sınıfa başladım, şiveli konuşuyorum, arkadaşlarım benimle alay ediyor, ellerimi çimdikliyor , annem okulla diyalog kuracak kadar çevreye alışık değil sanırım , babam getirip götürüyor, her nasılsa öğretmenim konuyla hiç ilgilenmiyor , dediklerine göre üzüntüden sarılık olmuşum üç ay yatmışım, o yıl sınıfta kaldım.İlkokul birinci sınıfta sınıfta kalmak ... Yıllarca utancımdan söyleyemedim arkadaşlarıma , belki üniversite yıllarında bile ... Belki öğretmenim biraz koruyup kollayabilseymiş ya da bu konuda arkadaşlarımı uyarsaymış daha farklı olabilirmiş.O öğretmenimin yüzü bende hiç yok sadece önlüklü bir kadın hayali var ama sonraki öğretmenimi tapar gibi severdim ,elinden tutup babamın işyerinde çay içmeden göndermezdim.Bir yılda şive gitmemişti ama o sorunu hiç yaşamamıştım sınıfta ,demekki öğretmenlerin elinin değdiği yerde güller açarmış.Sonraki zamanlarda kimse benim Karadenizli olduğumu hiç anlayamadı hatta inanmayanlar da olur... Bulduğum her satırı okumaya çalışmanın yararları.Sınıf öğretmenliği yaptığım yıllarda en büyük hassasiyetim de bu konu olmuştur . Öğretmenlerin öğrencilerini ne çok etkilediğini bir kez daha hatırlattınız yazınızla, anılarda canlandı tekrar, kaleminize sağlık öğretmenim.
YanıtlaSilArkadaşım sınıfta laz dilini tatlit eden öğretmenin keşke bu yazılarını okuyabilse ,yazıların ses tonun sen çok yüksek makamlara laiksin👍👍
YanıtlaSilHepimizin hayatında iz bırakan öğretmenlerimiz var, hocam Soner Başbuğ ve Feridun Dağdeviren hocalarınızın ruhu şad olsun sizin öğretmeniniz de hayatınızda iz bırakmış ne güzel bizlere anlatımlarınız da paylaşımlarınızı anılarınızı yaşattırıyorsunuz sizin şansınız babanızın köy Enstütü mezunu olması ama aynı davranış başka bir öğrenciye yapıldaydı belki öğrenci kendini geliştiremezdi.Öğretmen öğrenci ilişkilerinde yüce gönüllü ,yunus gibi olmak elini tutup sevgilerle büyüttükleri kalem tutan ellere kalem olan köy yollarında umutla kaç canına fidana can veren , öğretmeyi seven yüce gönüllü öğretmenlerimiz iyi ki varlar .Şiir okumayı, resim yapmayı her birimizin yüreklerine dokunan derslerimizi sevdiren anlam katan öğretmenlerimiz düşünce sistemimizi onaran hayata bakışımızı yönlendiren öğretmenlerimiz çok değerli hocam sizin de başarılarınızı kutluyoruz.Hocam ortaokuldan belliymiş,hitabınız okuyuşunuz ,sözcük dağarcığınız , vurgularınız ,anlatımınız olağan üstü bizlerde her gün sizden öğreniyoruz hala öğrencileriniz var biz im de öğretmenimiz var gurur duyuyoruz.Türkçe öğretmenimiz amacına ulaşmış , birlikte okuyup tartışmalarınız sözlü , yazılı anlatımınızı geliştirmiş . Dayınızın da desteğini unutmamak gerekir , sizi teşvik etmiş.Hocam öğrencileri kitaplara, okumaya yöneltmek , okuma alışkanlığını edindirmek başarılarını kitapla ödüllendirmek ne güzel her zaman değer görür.Karanlıktan sıyrılıp aklın ve bilimin ışığında aydınlığa çıkan kendini yetiştirip bizlere öğreten bütün öğretmenlerimize iyi ki varlar.Sağolunuz✍️👏👏🧿🍀🌺🙏🏻Fulya Kırımoğlu
YanıtlaSil