ÇİFTÇİNİN ÇIĞLIĞI


İstanbul, ülkemizin en çok göç alan kenti. Neredeyse her ilden, her ilin de her ilçesinden insan yaşamakta bu büyük kentte. Öyle ki bazı köyler toptan göçmüş buraya. Bu kentte yaşadığımızdan doğal olarak Anadolu ve Trakya’nın her kentinden arkadaşlarımız olmakta. Ya da türlü ortamlarda, türlü nedenlerle farklı yörelerden göçmüş yurttaşlarımızla karşılaşılaşmaktayız.

Arkadaşlarımızla bir araya geldiğimizde memleketlerimizden konuşuruz sık olmasa da. Kimi zaman köylerimizin unutamadığımız güzelliklerini paylaşırız dost meclislerinde. Benim en çok merak edip sorduğum soru ise köydeki arazilerin ne olduğudur. Bu soruyu,  tanımadıklarıma da bir nedenle karşılaştığımda sorarım. En çok da taksicilere… Özellikle kıyı kesiminin dışındaki sulanamayan toprakların bulunduğu köylerden gelenlerin verdiği yanıt hep aynı. “Tarlalarımız ekilip biçilmiyor, boş duruyor.”

Türkiye gibi neredeyse her türlü tarım ürününün yetiştiği bir ülkede tarım arazisi boş kalır mı? Hele ki teknolojinin geliştiği bir çağda tarlasını ekemeyen bir toplumun durumunu anlamak olanaklı mı? Eskiden topraklar nadasa bırakılırdı. Şimdi de neredeyse yıllarca nadasa bırakılmakta topraklar. Sulanamayan, gübrelenmeyen, ekecek tohum bulunamayan, kazara ekilip de ürünün maliyetini karşılayamayan ederler yüzünden tarlalar boş…

24 Ocak 1980 kararlarıyla başlayan liberalleşme sürecinde çiftçi, KİT’ler gibi ekonomiye yük, ayak bağı olarak görüldü. Bu nedenle her geçen gün çiftçinin üretimi engellenmeye çalışıldı. Ne yazık ki bunu yapanlar, çiftçinin de oy verdiği siyasetçiler.

24 Ocak kararlarıyla öncelikle tarım ürünü dışalımı başladı. Böylece milyonlarca çiftçi yerine bir avuç dışalımcının çıkarı gözetildi. Dışalımcı, baştacı edilirken çiftçinin emeğine ve üretimine saygı gösterilmedi. Yüz yıllardır cepheden cepheye koşan Türk köylüsü, dün ülkesinden kovduğu emperyalist düşmanlarca ekonomik yenilgiye uğratıldı. Hem de kendi devletinin yöneticileri, bu savaşta kendisine karşı liberalizm düşüncesiyle silahlanmıştı ve karşı yandaydı.

Dışalımla iç piyasada beli kırılan çiftçiye ikinci darbe, destekleme alımlarının yapılmamasıyla vuruldu. Destekleme alımları, çiftçiyi üretmek için yüreklendiren, onu soluklandıran bir uygulamaydı. Halkçı, devletçi bir yaklaşımdı üretici için. Köylüyü, efendi olarak gören, onun üreticiliğine saygı duyan bir uygulama yerle bir edildi yabancıların isteğiyle.

Özelleştirmeyle tarıma dayalı sanayi kuruluşları yok edildi. Çiftçi sanayi bitkileri üretemez oldu. Bu, Türk üreticisinin elini kolunu bağladı. Ürünü, çoğu zaman elinde kaldı. Tarlasına ne ekeceğini, bahçesine ne dikeceğini şaşırdı. Yıllardır ekip biçtiği tarlasındaki ürünleri üretemez oldu. Bahçesindeki ürünler, çoğu zaman dalında çürüdü. Dikili alanlarda değişiklik yapmak hem zaman hem para hem de zaman savurganlığı oldu. Bu durum, çiftçinin borçlanmasına nedeni. Borçlanma karşısında tarlasına, bahçesine, traktörüne alacaklı bankalar tarafından el kondu. Üretemeyen, ürününe el konan çiftçi ne borcunu ne de vergisini ödeyebildi. Böylece bankalar kazandı, devlet ve çiftçi kaybetti.

Sulanamayan arazilerini elektrikli motorlarla sulamak isteyen çiftçiye, ödeyemeyeceği yüklü faturalar gönderildi. Bu ödemeleri yapamayan üretici zor durumda kaldı. Zaten mazot ederleri çok yüksek. Gübre, tohum pahalı. ABD bayraklı yatlara yok pahasına mazot satan devlet yöneticilerimiz, çiftçisine ise ateş pahasına vermekte aynı akaryakıtı. Zevk için mazot yakanı koruyan anlayış, üretim için çırpınan çiftçisine üvey evlat olarak bakmakta. Öncelikle üreteni korumalı. Ayrıca üreticiye saygı göstermeli. Onun emeğinin karşılığını almasını sağlamak, alınterinin hakkını vermek devletimizin görevi değil mi?

Halkın sırtından geçinen asalaklara ucuz mazot… Halkı beslemek, onun gereksinmelerini karşılamak için gecesini gündüzüne katarak üretim yapan çiftçiye pahalı mazot… Bu, adaletli ve hakça bir uygulama mıdır?

Şimdi hükümet yetkilileri diyecek ki “Biz çiftçiye gübre, mazot desteği veriyoruz.” doğru, veriyorlar. Bu verilen destekler, çiftçinin dişinin kovuğunu doldurmaz, hiçbir yaraya merhem olmaz.

Ekilip biçilen araziye dönüm başına “destekleme” adı altında bir uygulama var. Ama bu adaletli değil. Alicengiz oyunlarıyla “sen, ben, bizim oğlan” cebe indiriyor bu desteği. Oysa bu işin hakça olabilmesi için ürüne kilo başı destek vermeli. Özal zamanında tarım desteği alıp bu paralarla beş yıldızlı oteller yapanları unutmadık.

Çiftçinin çığlığını herkes işitsin. İşitsin ki çözüm bulunsun. Çığlığı işitmeyenler, çığlığın altında kalır. Çünkü çığlık, çığ gibidir; gittikçe büyür. Kendi üreticisini ezen bu yabanıl sistemden vazgeçilsin. Halkını düşünmeyenler, gün gelir halkın desteğini yitirir. Halkın desteği olmadan ne siyaset ne de yöneticilik olur. Bu nedenle halkçılık diyoruz, her şey hakça olsun diye. Bunun için devletçilik diyoruz daha çok üretip ucuz tüketelim diye.

İyi bakın Anıtkabir’e Atatürk yol gösteriyor herkese Kemalist programıyla. Diyor ki bize: “Ekonomik kurtuluş savaşı halkçı devletçilikle köylüyü efendi yaparak kazanılır.” Eee,, doğru söze ne denir?

                                                       Adil Hacıömeroğlu

                                                       10 Şubat 2022

 

 

 

3 yorum:

  1. Atatürkçüler Anti-Kemalist oldular, solcularsa liberal. Ortalık sermayenin dizginsiz at koşturmasına müsait. Ezilen ezilene...

    YanıtlaSil
  2. Toprak devlete ait olur isteyen kiralar işler, işlenmeyen toprak yine devlete ait olur.(.fikir.!)

    YanıtlaSil
  3. Şu anda köylünün ekip biçtiği pek bir şey yok sadece sütü için bestelediği hayvanlarına Mısır öteberi yedirebilmek için onları ekliyor fakat çok enteresan bu çiftçiler ile konuştuğunda hepsi de iktidara toz kondurmuyor sebzeleri meyveleri soğanı patatesi her şeyi bir şehirden alıyorlar ama hallerinden memnunlar Hikmet sen

    YanıtlaSil