UMUDUN ADI, ATATÜRK


        Mondros Anlaşması imzalanır, altı yüz yıldır ayakta duran koca çınar Osmanlı Devleti’nin neredeyse her yanında umutlar tükenmişti. Tükenen umutlar, teslimiyeti hızla artırdı. Ülke paramparça edilmeye başladığı an bile diller susup yürekler taşlaşmıştı. Bir araya gelip kurtuluş için ayağa kalkmak, kimsenin usuna gelmiyordu.

        Özellikle ülke aydınları(!) birkaç parçaya bölündü. Sanmayın ki umutları yeşertip kurtuluş için tartıştıklarını. Kimi İngiliz, kimi ise ABD mandasını savunur oldular. Çoktan umutlarını tüketip teslimiyeti kabullenen sözde aydınlar “İngilizlerin mi, yoksa Amerikalıların mı mandası altında yaşayalım?” tartışması içindeydiler. Çünkü umudun olmadığı yerde kurtuluş olamazdı. Kurtuluş, bağımsızlık, ayakta dimdik durmak, işgalcilere kafa tutmak, ulusal kimliğini korumak umutla olur. O umut ki insan yüreğine düştüğünde baharda filizlenen bir fidan gibi göverip boy atar. Bir bakmışsınız kısa bir sürede kocaman bir ağaca döner dal budak salmış. Dallar uzanır, uzanır koca bir ülkeyi kaplar doğudan batıya, kuzeyden güneye.

        Umudun adı, Mustafa Kemal’di. Anafartalar cehennemini cennete döndüren komutan, Kafkas Cephesinin güney kanadında Rusları ağır yenilgiye uğratıp Muş ve Bitlis’i düşman işgalinden kurtaran kahraman, Suriye çöllerinde İngilizleri durdurup Misak-ı Milli’nin güney sınırlarını çizen stratejist. Umudu olmasaydı Anafartalar’da, Conkbayırı’nda, Muş’ta, Bitlis’te düşmana dünyayı dar edebilir miydi? O, cephede omuz omuza savaştığı Mehmetçiğini çok iyi tanıyor, onun yüreğinde yanan yurt sevgisi ateşini çok iyi biliyordu. Onlarla yedi ateşten elbirliğiyle geçmişti.

        Mondros’un mürekkebi kurumadan, çizmelerindeki çöl kumlarını silkelemeden ve daha İstanbul’a dönmeden Adana’da kararını verdi. Bu tutsaklık anlaşması kabul edilemezdi onun için. O ulusun sesiydi. Binlerce yıldır bağımsız yaşamış, tutsaklık zincirini boynunda, ayaklarında duyumsamamış bir ulusun ayaklar altında çiğnenmesi olanaklı mıydı?

        İşte, Mustafa Kemal’in Adana’da belleğine ektiği umut tohumu her geçen gün büyüdü, büyüdü yürek oldu. İstanbul’da Şişli deki evde kuramlaştı. Samsun, Amasya, Erzurum, Sivas ve Ankara’da halk oldu. Yürekteki umut tohumu yeşerip fidan oldu. İnönü, Sakarya ve Dumlupınar’ın sel sularıyla beslenip 9 Eylül 1922’de İzmir’de koca çınara dönüştü. Çok geçmeden dal budak salıp Türkiye oldu.

        Ülkemiz yüz yıl sonra büyük bir felaketle karşı karşıya... Kimi çevrelerde umutsuzluk kol gezmekte. Bu umutsuzluğu besleyen de dün, bizi tutsaklaştırmaya çalışan emperyalistlerin yaydığı yalanlar... Özellikle kendini aydın sayan kimilerinin sosyal medyada feryatları işitilmekte. “Yandık, bittik, yıkıldık, öldük, bir daha ayağa kalkamayız.” benzeri sözler çınlamakta ortalıkta. Bu sözlerde umudun kırıntısı var mı? Bu söylemlerde kurtuluş isteğinin en küçük belirtisi görülüyor mu? Bu cazırtılı çığırışta kendi insanına, ulusuna zerre kadar güven bulunuyor mu? Her şeyden önce bu tümcelerde özgüvene rastlanıyor mu?

        Doğaldır ki kendine güvenmeyenler, halkına da güvenmez. Özgüven duygusunu yitirmişler, nasıl umutlu olsunlar? Bütün düşünsel gıdasını sosyal medyadan alan bir sözde aydın kümesinin gerçekçi olması olanaklı mı? Hele kendi ulusunun tarihine sırtını dönenlerin Türk Ulusunun tarih boyunca nice felaketten nasıl büyük tansıklarla kurtulduğunu uslarına getirmezler bile.

        Bugün depremin on altıncı günü… İlk günden bugüne dek bir insanın ağzından bir tane olumlu söz çıkmaz mı? Umut verici bir tümce işitilmez mi? Ulusal birliği artırıcı bir eylem görülmez mi? Yıkıntılar altında kalmış, bir yaşam boyu gece gündüz çalışarak sahip olduğu her şeyi yitiren, en önemlisi de canlarını depreme kurban vermiş insanlara bir umut ışığı yakmak niye çok görülür?

        Deprem felaketiyle yıkıntılar altında boğuşan halkımız, on ilimizde yaşayanlar tünelin ucunda görülecek bir iğne ucu kadar ışığın kurtuluşu sağlayacağını bilmekteler. O iğne ucu kadar ışığın emek, umut ve elbirliğiyle büyütülerek güneş olacağını bilmekteler. İşte, biz buna halkın gücü demekteyiz. Doğaldır ki halkın gücüne güvenmeyenlerin umutlu olması düşünülemez.

        İçinde yaşadığımız felaket günlerinde halkı umutsuzluk ve olumsuzlukla yıkmaya çalışanlara bakıldığında Atatürkçü geçindiklerini görmekteyiz. İşte, bu bizim yüreğimizi yakmakta. Atatürk’e yapılacak en büyük kötülük bu… Bu kişilerin Atatürk’ün a’sından haberleri olmadığını söyleyebilirim. Ne yazık ki mandacılığı, Atatürkçülük sanmaktalar. Emperyalizme hizmet eden beyinlerinizi, yalanlarla taşlaşmış yüreklerinizi, umutsuzluk aşılayan dillerinizi Atatürk’ün üzerinden çekin! Çekin ki insanlarımız bu dar günlerde kurtuluşa rahatça ulaşabilsin. Halkımızın tümünün umudun adının Atatürk olduğunu bir an olsun uslarından çıkarmamaları gerek. Çünkü o, yıkıntının altında görünen iğne ucu kadar ışıktır. O ışığa yaklaştıkça büyür ve giderek güneş olur.

                                                                       Adil Hacıömeroğlu

                                                                       21 Şubat 2023

2 yorum:

  1. Sorun Türk Ulusunda değil Değerli Hocam. Sorun türlü nedenlere dayandırarak vekalet verdiklerimizde. Oluşturulan emperyalist, kapitalist,siyonist ve liberal sistem toplumları demokrasi için yalnızca oy verecek denli sığlaştırdı. Olumlu çok şey var. O a Soylu Türk Ulusunun genlerinde var olan dayanışma özbenliğinin kıranlarda yeniden şahlanışı. Ancak tümü Türkiye Cumhuriyeti Türk Ulusu ve Atatürk düşmanlığında birleşmiş siyasi partilerdir.

    YanıtlaSil
  2. Ülkemde asla umutsuzluk olmamalı. Dürüst liyakatli vicdanlı erdemli dürüst insanlar ülkeyi yönetmeli. Ondan sonra her sorunu milletçe aşarız.
    Duygusal şair
    İsmail Gökçe
    DDENİZLİ

    YanıtlaSil