Atatürk,
Akşehir’dedir. Nasrettin Hoca’nın bu güzel yerleşiminde okulları gezerken o
yörenin en ünlü ve halk tarafından en iyi eğitimi verdiği söylenen medresesine
gider. Gazi’nin medreseye yöneldiği görülünce çarşıda, pazarda, dükkânda, her
yanda olan genç adamlar çabucak buraya dönerler.
Mustafa Kemal Paşa, medreseye ivedilik göstererek gelenleri
hemen tanır. Bu gençler, burada eğitim gören kişilerdir. Çünkü kıyafetleri ulema
giysisiydi. Cübbeleri, sarıkları vardı üstlerinde. Atatürk, onlardan önce medreseye
girdiğinden kapıyı kapatır. İçerisi bomboştu. Burada ders görmesi gereken
gençler, çarşıda pazarda boş boş zaman geçirmekteydiler.
İçeride birkaç kişi çok sefil ve perişan durumda
oturmaktaydı. Bazıları fasulye pişiriyor, kimileri de uyuyordu.
Atatürk, medresede rastladığı birine sorar: “Ne yapıyorsun
burada?”
O: “Maksud okuyorum.”
Atatürk: “Ne demektir maksud?”
O: “İsmi meful…” der.
Atatürk: “Burada hoca yok mu? Bir müdür yok mu? Bir intizam
yok mu?”
Oradakiler: “Var…” dediler ve “Müftü buradadır, ders
vermekle meşguldür.” diye sürdürdüler konuşmalarını.
Atatürk: “Bunlar tembel olacaklar, dersten kaçmışlar.” diyerek
sürdürür sözlerini.
Gerçekten Müftü Efendi, bir odada öğrencisine ders
vermekteydi. Oda küçücüktü. Müftü de öğrencisi de yerde oturmaktaydı. Kara
tahtada Arapça bir şeyler yazıyordu.
Atatürk: “Ne ile meşgulsünüz?” diye sorar.
Müftü: “Arapça öğretiyorum.” yanıtını verir.
Atatürk: “En az bildiğim bir şeye temas ettim. Zararı yok
dinleyeceğim.”
Atatürk, dersi dinlemeye başladığında eksik ve yanlış
şeylerin öğretildiğini görür.
Atatürk: “Bu efendi Arapça bilir mi?
Müftü: “Hepsi bilir.”
Atatürk: “Sen bilir misin Arapça?”
Müftü: “Tabii…”
Atatürk: “O halde ben size bir şey sorayım ki, siz tercüme
ediniz.” der.
Atatürk, Arapça bilmemektedir. Ancak bir süre Arabistan’da
bulunduğu için Müftü Efendi’den daha iyi Arapça bildiğini anlar. Sorusuna yanıt
alamaz Gazi.
Atatürk: “Neden böyledir Müftü Efendi?” diye sorar.
Müftü: “Bu efendi yeni gelmiştir. Şunları da askerden yeni
getirebildik.” der.
Atatürk: “Rica ederim, sen de bilmiyorsun.” deyince…
Müftü: “Doğru…” diye yanıtladı.
Atatürk, şöyle sürdürdü sözlerini: “Rica ederim. Talebe
bilirse neyi bilecektir. Yani en nihayet Arapça lisanını öğrenecektir. Bu
Arapça lisanını öğrenmek için Suriye’ye, Arabistan’a gönderelim, Arapça
öğrensinler. Fakat bütün medreselerimizde anlamayan, anlatamayan kimselerin
böyle faydasız şeylerle meşgul olmasına mahal yoktur. Yani bu milletin
evlatları bu kadar çok zaman sarf etmeye salahiyettar değildir. Az zamanda çok
şey öğrenmek çok şey yapmak mecburiyetindeyiz.”
Müftü Efendi: “Tamamen sizinle hemfikirim.” diyerek sürdürdü
konuşmasını: “Fakat öteden beri adet olmuş, böyle gidiyor.” dedi.
Atatürk, karşılaştığı bu durumla ilgili şu sonuca varıyor: “Ve
diğer birçok gördüğüm misallerle anladım ki bugün medreselerde muhtaç olduğumuz
ilimler ve fenler vesaire verilmiyor. Yani yanlış program üzerinde çok meşgul
olunuyor. Bence bir defa her Müslüman İslami hükümleri bilmeye mecburdur. O
halde mekteplerimizde zaten İslami hükümleri öğreteceğiz. Lakin bunun haricinde
ve üzerinde nasıl ki doktor, mühendis yetiştiriyor, yüksek meslekler erbabı
yetiştiriyorsak, tabii dinimizin bütün hakikatlerini ve felsefesini hakkıyla
bilen alim insanlara ihtiyacımız var. Fakat emin olalım ki, bu insanı
medresenin odasından çıkaramayız ve yetiştiremeyiz.
Daha evvel verilecek çok şeyler vardır. İlmin, fennin ve hayatın
gerektirdiği çok şeyler vardır. Onların hepsini öğrendikten sonra asıl, dinin
esaslı hükümlerine geçmek lazım gelir. Çünkü o zaman ancak insan da öğrenmek
kabiliyetine sahip olabilir. Böyle yapılmak lazımdır. (Atatürk’ün Bütün
Eserleri Cilt: 15, Kaynak Yayınları, s. 95-96)”
Medreseler, dünya gerçeklerinden kopmuştu. Bilgisiz hocalar,
bilgisiz öğrenciler yetiştirmekteydi. Buralarda asıl ders Arapça olduğu halde bu
dil bile öğretilemiyordu. Ezbere dayalı eğitim sistemi, öğrenmeyi sağlamıyordu.
Din adamı yetiştirme amacı taşıyan bu eğitim kurumları, buradaki öğrencilere
bile İslam’ın esasını öğretemiyordu. Atatürk de bu durumu yerinde görüp
belirlemiş, bu nedenle de medreseleri kapatmıştır. Bu da aydınlık Türkiye’nin
oluşmasına büyük katkı yaptı.
Günümüzde medreseleri yeniden canlandırmaya çalışanlar,
ülkemizin geri kalmasına yol açmak için kolları sıvadılar. Ne yazık ki bu
kişiler, dünün medreselerini bilmiyorlar. Bilmedikleri bir şeyi, güzel
sanmaktalar. Çok yazık, çok…
Adil
Hacıömeroğlu
6
Mart 2024
Aynı hatay bugün İmam Hatip Liseleri aracılığıyla düşülüyor. Siverek'te İmam Hatip Lisesi'nde Arapça öğretmeni olan bir arkadaşımız vardı. Kendisi Arapça'yı konuşup yapabiliyorsa da, öğrencilerin İmam Hatip Lisesi'ni bitirdiklerinde bu yetkinlikte olnadıklarını söylüyordu. O zaman her hafta (yanılmıyorsam dört veya beş saatti Arapça) kaybedilen bunca zamana yazık değil midir?
YanıtlaSilArapça da her dil gibi işlevi olan ve öğrenile bilen dillerden biridir ama ona fazladan kutsiyet atfetmek din simsarlarının işidir, bid'attir , faydasızdır ! Daha da kötüsü Eğitim Bakanlığı talim Terbiye dairesinde müfredatı tanzim edenler buna siyasi bir işlev yüklemeye çalışıp , vatan ihaneti suçu işlemektedir. Atatürçü olduğunu söyleyenler ise gelişmeleri seyredip müdahale etmeye çekinmekte hatta korkmaktadırlar ! Bu konuya değinmen iyi oldu , toplum cahil, yobaz , kötü niyetli bu haramilerinden tez zamanda kurtarılamazsa sonuç ademdir ! İnşallah olmaz !
YanıtlaSilMedreselerde eğitim müfredatı hakkında bilgim yok.Ancak kendisi medreseden yetişmiş,ilahiyat fakültesini bitirmiş,akademik kariyeri olmayan,Ankara müftülüğü ve din işler yüksek kurulu üyeliği görevlerinde bulunan,ilahiyat ve fen bilimlerinde deruni bilgi sahibi,nakip(ilim adına söz kesen) Atatürk'ün manevi hocası Ziya Gökalp olması gibi,benimde manevi hocam olan rahmetli Hasan Şakir Sancaktar,asıl ilminin kaynağının medrese olduğunu söylerdi.
YanıtlaSil