CUMHURİYETİN AYAK SESLERİ


Ülkemizin cumhuriyetle yönetilmesi düşüncesi, Atatürk’ün kafasında gençlik yıllarından beri vardı. Bu düşüncesini, zaman zaman arkadaş çevresiyle paylaşmıştır. Bazı arkadaşları onun bu düşüncesini gerçeğe aykırı buldular. Ancak o, bu ülküsünden hiç geri adım atmadı. Tersine her geçen gün bu düşüncesi olgunlaştı kafasında.

Amasya Genelgesi’nde yer alan “Milletin istiklalini, yine milletin azim ve kararı kurtaracaktır.” maddesi, aslında ulus egemenliğine giden yolun, yani cumhuriyet yönetimine geçileceğinin bir belirtisi sayılabilir.

Erzurum ve Sivas kongreleri, ulus egemenliğinin yapı taşlarıdır. Ardından Ankara’da toplanan TBMM, cumhuriyete geçileceğinin habercisi. Atatürk’ün 2 Şubat 1923’te, İzmir’de halka verdiği söylevde Türkiye’nin yönetim biçiminin ne olacağı konusunu aydınlatmakta.

“Arkadaşlar, yeni Türkiya devletini idare eden Türkiya Büyük Millet Meclisi hükümetini bence artık izaha hacet kalmamıştır. Ancak milletimizin belki ifade edemediği ve fakat böyle el ele temas ederekten tuttuğu ve sahip olduğu hükümetimizin mahiyetini henüz tanımayan düşmanlar vardır veyahut tanımamak isteyen düşmanlar vardır. Onun için biz de düşmanlarımızı dahil olduğumuz bu mesut ve çok şey vaat eden istikametteki isabete ikna edebilmek için çok söylemeyi, bundan çok bahsetmeyi, genel milli vazife olarak görmeliyiz. Şimdiye kadar mevcut kitapları okuyanlar bilirler ki ve okumayanlar dahi fiilen tanımakla bilirler ki, insanlar birtakım hükümetler teşkil etmişlerdir ve teşkil ederler. (Atatürk’ün Bütün Eserleri, Cilt: 15, Birinci Basım: Şubat 2005, s. 72)” Büyük Kurtarıcı, burada TBMM hükümetini tanımayan, anlamayan düşmanlardan söz etmekte. Peki, bu düşmanlar kimlerdir? Baştan beri Ankara’da kurulan hükümetlere, yurdun ve ulusun kurtarılması için gecesini gündüzüne katan Gazi Paşa ve arkadaşlarına düşmanlık yapan emperyalistlerle onların işbirlikçileridir. Ne yazık ki emperyalistler, bazı saf yurttaşlarımızı da kandırmaktaydı.

“Efendiler, hükümet teşkil etmekten maksat, bir toplumun mevcudiyetini muhafaza etmek ve o toplumu manen ve maddeten müreffeh ve mesut etmektir. Toplumda insanlar bu iki şey için hükümet teşkil etmek zarureti karşısındadırlar. Hükümet toplumsal bir ihtiyacın zaruretidir. Ve onun gerektirdiği bir şey vardır. Muhtelif şekil ve mahiyette birtakım hükümetler vardır. Bildiklerimizi beraber hatırlayalım: mutlakiyet hükümeti vardır, meşrutiyet hükümeti vardır, cumhuriyet hükümeti vardır. Bugün dünya üzerinde gördüğümüz şekillerdir. Fakat bütün bu isimleri iki sınıf ile ifade edebiliriz. Şahsi saltanat vardır veyahut meşruti saltanat vardır. Ben bu ifade tarzımla cumhuriyetle meşruti saltanat arasında çok ufak bir fark gördüm. Bence saltanat, cumhuriyet şeklinde belirli zaman için değişmez salahiyetlere sahip geçici bir sultan vardır. Diğerinde ise ömrü oldukça sultanlık eden ve öldükten sonra da evladına veyahut akraba ve yakınlarına miras olarak kalan sultanlık vardır. Ve ister meşruti saltanat olsun, ister cumhuriyet olsun, bunların dayandığı mahiyet, biliyoruz ki, parlamenter denilen bir şeydir. Yani kuvvetler dengesi esaslarına dayalı bir şekildir. Veyahut kuvvetler ayrılığıdır. Diğeri ise malumdur. Bir adamın, bütün bir millete hâkimlik etmesi, müstebitlik etmesi, bütün bir memleketi malikâne kabul etmesi ve milleti de kendi emrine kayıtsız şartsız tabi bir köle sürüsü olarak görmesidir.

Efendiler, Türkiya Büyük Millet Meclisi hükümeti bu saydığımızı hükümet şekillerinden hiçbirisine benzemez. Çünkü arz ettiğim gibi, onların dayandığı esas, kuvvetler ayrılığı, kuvvetler dengesidir. Halbuki bizim hükümetimiz kuvvetler birliği esasına göre kurulmuş bir hükümettir. Bu şekil ve mahiyette hükümet, denilebilir ki, bugün mevcut değildir. Ancak mevcut olmayan bir şey, hiç vücut bulmamış bir şey de yapmış değiliz. İnsanlık tarihi incelenirse görülür ki, aynı mahiyette kurulmuş ve faaliyette bulunmuş hükümet vardır. Ancak arada tamamen farksızdır denilemez. Kuvvetler birliği esasına göre kurulmuş olan hükümetimizin menfaatlarını ve faydalarını izah için, arzu ederseniz hep beraber, kuvvetler dengesi esasına göre yapılmış ve mevcut olan hükümetlerle ufak bir mukayese yapayım. Biliyorsunuz ki, bu kuvvetler dengesi teorisi esasen Monteskiyö tarafından ortaya konulmuş bir teoridir. Monteskiyö bu teorisini yaparken dünyada mevcut modellerden birisini aramıştır ve onu İngiltere’de bulmuştur. İngiltere’de ve her yerde krallar vardı. Krallar herkesçe malum olduğu üzere, aynı zamanda Allah tarafından dahi kuvvetlere sahip tasavvur olunurdu. Kralların, hükümdarların, imparatorların şahıslarında mevcut tasavvur edilen icra kuvvetinin geri alınmasına zihinler bile meyledemeyecek kadar kökleşmiş bir halde bulunuyordu. O zamanın bütün filozofları, bütün kanun koyucu insanları, bütün zekâları, insanlığın selamet ve saadeti için teoriler düşündükleri zaman, usul düşündükleri zaman, değişmez ve değiştirilemez gibi gördükleri noktalara taarruz etmekten korkuyorlardı. Dolayısıyla Monteskiyö değişmez, sabit bir karar kabul etmişti. Bu esas noktadan yürüyerek şimdi bu kralın idare ettiği, kendi hüküm ve istibdadı altında idare ettiği milleti hakiki saadete sevk edebilmek için ne yapmak imkânı vardı. Fakat bunu düşünürken Monteskiyö dahi biliyordu ki, bu ancak ve ancak milletin hakimiyetini millete vermekle mümkün olur. Fakat buna imkân tasavvur edemediğinden dolayı, bu milli hakimiyet -ki kralın elindedir- bunun hiç olmazsa bir parçasını millete verelim; kısımlara ayıralım, kral istediği gibi hareket edemesin. Az çok milletin arzu, emel ve hakimiyeti de kralın hareketleri üzerinde tesirli olsun ve bu surette zarar yarıya insin. İşte kuvvetler dengesi teorisinin esasını koyan Monteskiyö’nün zihniyeti bu idi arkadaşlar.

Bu teori ile bir icra heyeti -ki reisi hükümdardır- ve bir mebuslar meclisi -ki vazifesi kanun yapmaktır- sonra Fransız milleti, insanlığını, benliğini temin edebilmek için yaptığı genel mücadelesinde muvaffak olduğunu zannetti. Ve bu muvaffakiyetini muhafaza etmek ve devam ettirebilmek için Monteskiyö teorisine kendi millet ve memleketinde tatbik mahalli aradı. Yalnız orada kuvvetin ikiye ayrılması kâfi görülmedi. Bir bağımsız kuvvet daha icat olundu: Adli kuvvet… (Aynı yapıt, s. 72-73)”

Atatürk, yukarıdaki anlatımından anlaşılacağı üzere Fransız Devriminin bir kopyacısı değil. Türk Devrimi, bize özgü bir devrim. Fransız Devrimi, kuvvetler ayrımını savunup uygularken, Gazi Paşa kuvvetler birliğinden yanadır.

Atatürk, yukarıdaki konuşmasında kişisel saltanatla cumhuriyet arasındaki farkı çok açık anlatmıştır. Kişisel saltanat bir aileye, cumhuriyetteki saltanat (yanı yönetim) ise halka aittir. Bu nedenle cumhuriyet yönetimi, halka dayandığı için meşrudur.

Mustafa Kemal Paşa, düşünceleri ve uygulamalarıyla yalnızca bize değil; tüm dünya uluslarına yol göstermekte. Dünyanın kan gölüne döndüğü günümüzde onun düşünceleri daha da önem kazanmakta. Onun gösterdiği yolda ilerlemek Türk ulusunun vazgeçilmez görevi. Atatürk, dünyanın her yanındaki ezilenlerin güneşi. Yeter ki ezilen uluslar, güneşin ışığını kesmeye çalışan kara bulutları dağıtsın.

                                                                  Adil Hacıömeroğlu

                                                                  15 Mart 2024

2 yorum:

  1. Sevgili ADİL Bey. Olan özelliğiniz ve güzelliğinizle duygu ve düşüncelerinizi paylaşma ayrıcalığınıza TEŞEKKÜRLER. Biat et rahat et zafiyetleri ve yanlışlarını yaşıyoruz yaşatılıyoruz. Bizi BİZ yönetmiyoruz???. SİZ varsanız. BİZ varız. SELAMLAR - SEVGİLER….

    YanıtlaSil
  2. “Kurduğumuz devlet ölümsüzdür!Onun başı ucunda , gelecek kuşaklar nöbet değiştire değiştire, Türkiye Cumhuriyeti’ mi sonsuzluğa ulaştıracaklardır.Türk Milletinin bugünkü varlığına nasıl inanıyorsam , onun geleceğinden de , aynı kuvvetle eminim!”Mustafa Kemal Atatürk Tarih göstermiştir ki Mustafa Kemal Atatürk ‘ ün her uyarısı gerçekleşecektir.Hocam yüreğinize sağlık, varolunuz ✍️👏🙏🏻🇹🇷🌺Fulya Kırımoğlu

    YanıtlaSil