Halifelik,
3 Mart 1924’te TBMM’de kabul edilen devrim yasası ile kaldırıldı. Aslında ne Kuran’da
ne de sünnette yer almayan bir unvan ve bu unvana bağlı yönetim anlayışı
ortadan kalktı. Kuran ve sünnette bulunmayan bir unvanın İslam’ın olmazsa olmazı
olarak gösterilip kabul edilmesi anlaşılmaz bir durum.
Müslümanlar,
ilk başta azınlıktaydı. Bu nedenle azınlıkta olan Müslümanlara Hz. Muhammet
imamlık etmekteydi. Müslümanların sayısı giderek arttı. Arabistan’ın birçok
kentinde, kasabasında ve köyünde Müslümanlığı kabul edenler oldu. Doğaldır ki
sayıları artan ve ülkenin birçok yerine yayılan Müslümanların hepsine Hz.
Muhammet’in tek başına imamlık yapması olanaksızdı. Bu nedenle peygamber, baş
imam oldu. Her bölgedeki Müslümanlara namaz kıldırmak için bazı kişilere
imamlık yetkisi verdi peygamber. Bu baş imamlık, yönetme yetkisini de
içermekteydi. Çünkü İslamiyet’i kabul eden kitlenin günlük ve toplumsal
sorunları vardı. Bu kitlenin yönetilmesini de Hz. Muhammet üstlendi.
Peygamber
öldükten sonra yerine seçimle Hz. Ebubekir geldi. Ona halife dendi. Ardından
gelen diğer üç halife de seçilerek yönetme yetkisini aldılar. Seçimlerin
bugünkü gibi olduğu düşünülmemeli. Bu seçimlerde de muhalif olanlar oldu. Bu
nedenle dört halifeden üçü öldürüldü hem de Müslümanlarca. Daha sonra iktidar Emevî
ailesince gasp edildi. Seçimle iş başına gelen halifelik sistemi, bir ailenin
saltanatına dönüştü. Bu nedenle seçimle işbaşına gelen halifelik sistemi bir
sülalenin eline geçtiği için bu kurum, ortadan kalkmış olarak düşünülebilir. Emevîler
dönemi, aynı zamanda Müslümanlar arasında ayrılıkların, çatışmaların başladığı
bir dönem. Emevî sulatanlarının halife unvanını almaları bile ayrılıkları
önleyemedi ve İslam birliği bir türlü kurulamadı. Demek ki baştan beri halifelik
kurumu, Müslümanların tümünü kucaklayamadı.
Emevîlerden
sonra halifelik, Abbasilere geçti. Bu dönemde de İslam dünyasında tam birlik
sağlanamadı. Moğol hükümdarı Hülagü, Irak’ı işgal ettiğinde son Abbasi Halifesi
Mutasım’ı idam etti. Böylece halifelik sona erdi. Daha sonra aynı soydan
olduklarını söyleyen bazıları halife olduklarını savladılar Abbasilerin yıkılışından
sonra (1258). Yavuz Sultan Selim, 1517’de Mısır’ı alınca orada “Halife Mütevekkil
Alâllah” unvanlı ve Mısır Hükümeti’nin sadakasıyla geçinen birinden halifelik
unvanını aldı.
Halifeye
“Allah’ın yeryüzündeki gölgesi” ya da “Kâinat nizamının düzenleyicisi” unvanları
verildi. Bu sıfatların İslam’la bağdaşmadığı çok açık. Halifelik kurumu giderek
bir din adamı sınıfını oluşturdu. Bu, bir nevi ruhban sınıfını yarattı. Oysa
Allah, Kuran’da: “Yemin olsun ki, insanı biz yarattık. Nefsinin ona neler
fısıldadığını da biz biliriz. Biz ona, şah damarından daha yakınız. (Kaf-16, Yaşar
Nuri Öztürk, Kur’an-ı Kerim Meali, Yeni Boyut Yayınları, 4. Baskı,
İstanbul-2015, s. 476)” demekte. Eğer Allah, biz insanlara şah damarımızdan
daha yakınsa aracıya, ruhbana ne gerek var? Çünkü şah damarımızla bizim aramıza
herhangi birinin girmesi olanaksız.
Yavuz’la
başlayan Osmanlı halifeliğini üç padişah kullandı. Birincisi, Genç Osman… Bu
padişahın başına gelmeyen kalmadı. Müslüman kulları tarafından iğrenç bir biçimde
öldürüldü.
Halifelik
gücünü ikinci olarak kullanan padişah, II. Abdülhamit... O da bu gücü, ABD’ye
karşı bağımsızlık savaşı veren Filipinli Müslümanları susturmak için kullandı (Bkz.
ABD Müslüman mı Yoksa https://adiladalet.blogspot.com/2012/05/abd-musluman-mi-yoksa.html).
Halifelik
unvanını ve gücünü üçüncü kullanan padişah ise Mehmet Reşat. I. Dünya Savaşı
sırasında cihat ilan etti. Fransa’nın egemenliğindeki Senegalli Müslümanlar,
cihada kulak asmadılar. Çanakkale’de efendilerinin yanında halife ordusuna karşı
savaştılar.
Hintli
Müslümanların bir bölümü ile Arapların bazıları halife ordularına karşı
İngiltere’nin yanında silah kuşandılar. Haşimi soyundan gelen Şerif Hüseyin,
cihat çağrısına isyanla karşılık verip Türk ve Müslüman kanı döktü Arap
çöllerine. Demek ki sanıldığı gibi halifelik, İslam dünyasını birleştiren bir
kurum değildi. (Ayrıntılı olarak bakınız. Tarih IV
Kemalist Eğitimin Tarih Dersleri [1931-1941], Kaynak Yayınları, 6. Basım, Ekim
2016, s. 156-162)
“Bunun
gibi, mensup olmakla rahat ve mesut bulunduğumuz İslam dinini, asırlardan beri
olageldiği üzere bir siyaset vasıtası mevkiinden tenzih etmek ve yüceltmek elzem
olduğu hakikatini gözlemliyoruz. Mukaddes ve ilahi olan itikatlarımızı ve
vicdaniyatımızı muğlak ve değişken olan ve her türlü menfaat ve ihtiraslara
tecelli sahnesi olan siyasetten ve siyasetin bütün uzuvlarından bir an evvel ve
katiyen kurtarmak, milletin dünyevi ve uhrevi saadetinin emrettiği bir
zarurettir. Ancak bu suretle İslam dininin yüce fikirleri tecelli eder. (Atatürk’ün
Bütün Eserleri, Kaynak Yayınları, Cilt:6, Birinci Basım: Mayıs 2005, s. 230)”
Atatürk’ün 1 Mart 1924’te TBMM’de yaptığı konuşmasında vurguladığı gibi
halifeliğin kaldırılmasıyla İslam dini hem siyasete alet edilmekten hem de din
üzerinden kişisel çıkar sağlamak isteyen asalakların elinden kurtarılmak
istendi. Din, insanların vicdanından çıkarılıp siyaset düzenbazlarının ve çıkar
çevrelerinin cüzdanına girdiğinde özünden şaşar.
Osmanlı
hükümeti, dolayısıyla halifesi Sevr Anlaşmasında yer alan “Türkiye, herhangi
bir devlet tabiiyetinde veya himayesinde bulunan Müslümanlar üzerinde her tür
nüfuz, hakimiyet ve yargı haklarından resmi olarak feragat eder. (Tarih IV
Kemalist Eğitimin Tarih Dersleri [1931-1941], Kaynak Yayınları, 6. Basım, Ekim
2016, s.160)” fıkrasıyla zaten farklı ülkelerde yaşayan Müslümanlar üzerindeki egemenliğinden
vazgeçmişti. Kısacası hilafet makamı, İngilizlerin kontrolüne girmişti.
“…Çünkü
İstanbul hükümeti, padişah ve halife olan zat, bendegânından olan birtakım
insanlara Sivas’ı basmak ve orada toplananları asmak için emir vermiştir. Biz
bir taraftan Kongre müzakerelerini başarmaya çalışırken diğer taraftan da
hakikaten şurada burada, kuzeyde ve güneyde toplanan olumsuz kuvvetlerin ve
üzerimize gelmekte olan hücumların def ve reddi için tedbirler almak mecburiyetinde
bırakıldık. Fakat millet gerçekte bizim tarafımızda mütehassis bulunuyordu.
(ATABE, Cilt 15, s.64)” Atatürk ve yurtsever arkadaşları, Sivas Kongresi’nde yurdun
kurtulması için çareler ararken padişah ve halife, İngilizlerin isteği
doğrultusunda Kongre’ye katılanların yakalanıp idam edilmesi için büyük çaba
göstermekteydi. Bu iş için de Elazığ Valisi Ali Galip Bey’i görevlendirmişti.
Padişah
ve halife, Anadolu’da işgallere karşı savaşan Atatürk ve arkadaşları için idam
fermanı yayımladı. Kurtuluş Savaşını engellemek için her türlü yola başvurdu. Bu
dönemde işgalcilere karşı bir tek eleştirisi, karşı çıkışı, fetvası, cihadı oldu
mu halifenin? Üstelik Osmanlının son padişahı ve aynı zamanda halife Vahdettin,
İngilizlerin Malaya zırhlısıyla kaçmayı yeğledi. Yurt toprağını korumak için
ölümü göze alamayan halife, canını kurtarmak için düşmana sığınmayı seçti. Bu
durumda ne yapılacaktı? Ülkesinin, halkının yanında olamayan birinin saltanatının
sürmesi doğru olamazdı. Olmadı da…
Atatürk:
“Arkadaşlar, sarayların içinde Türk olmayan unsurlara dayanarak, düşmanlarla
ittifak ederek Anadolu’nun, Türklüğün aleyhine yürüyen çürümüş gölge adamlarının
Türk vatanından kovulması, düşmanların denizlere dökülmesinden daha kurtarıcı
bir harekettir. Türk milletinin mübarek ecdat emaneti olan bu topraklarda tam
manasıyla efendi olarak yaşaması, ancak o fuzuli ve manasız olduktan başka, mevcudiyetleri
tam bir zarar ve felaket olan makamların bertaraf edilmesiyle mümkün olabilirdi.
(Aynı yapıt, s. 287)” Yurdumuzun efendisi, egemeni Türk ulusu mu; yoksa düşmanla
işbirliği yapmış bir aile mi olacaktı? Elbette Türk ulusu egemen olmalıydı ve
öyle de oldu. Hiçbir kişi ve aile bir ulustan daha büyük, daha güçlü, daha hak
sahibi ve ayrıcalıklı olamaz. Ayrıcalık, güç, hak savaş alanında kanıyla
toprağını sulayan, alınterini yurdunun kurtulması için döken, gözyaşını yitirdiği
canlar için akıtan ulus için olmalı.
İşlevi,
etkisi, gücü ve yaptırımı olamayan halifeliğin var olmasının ne Türk ulusuna ne
de İslam dünyasına bir yararı vardı. Yararından çok zararı olan bir kurumun
ayakta kalması egemenliğimiz için tehlikeliydi. Bu nedenle halifeliğin kalkması
zorunluydu. Büyük olan halktır, bir aile değil.
Adil Hacıömeroğlu
3
Mart 2014
"Hiçbir kişi ve aile bir ulustan daha büyük, daha güçlü, daha hak sahibi ve ayrıcalıklı olamaz. Ayrıcalık, güç, hak savaş alanında kanıyla toprağını sulayan, alınterini yurdunun kurtulması için döken, gözyaşını yitirdiği canlar için akıtan ulus için olmalı". Evet, böyle olmalıydı ancak olmadı maalesef hocam.
YanıtlaSilTürkiye Büyük Millet Meclisi tarafından 3 Mart 1924 yılında kabul edilen devrim yasası hukuk devletinin temelini ve Cumhuriyetin yol haritası niteliğindedir.Halifeliğin kaldırılarak laiklik ilkesinin temeli atılmıştır.Demokratik, laik hukuk devleti yolunda en büyük adımdır.Hocam aklınıza , emeğinize sağlık , kaleminiz tükenmesin.👏👏✍️🍀🇹🇷🇹🇷🇹🇷📚🙏🏻Fulya Kırımoğlu
YanıtlaSilCanım seninle gurur duyuyorum. Müdürüm Muharrem beyin kızı olduğun besbelli. Böyle bir Anne ve Babaya sahip olmak ise Allahın bir lütfu. Ne mutlu sizlere. Ne mutlu sizle (bende dahil) güzel dostlara sahip olmak. Bu anlamda çok şanslıyım. Rabbim dostluğumuzu bozmasın.Çok daha başaralı olacağın konusunda hiçbir kuşkum yok. Seni çook seviyorum.Selamlar...Adil bey seni olduğun gibi anlatmış ,iyi tanımlamış.Sabahat Coşkun ..Değerli hocama da selam ve saygılarımı iletiyorum.
YanıtlaSil