İstanbul,
doğaya karşı en çok suç işlenen kentimiz. Her fırsatta talancılar, kentin yeşil
alanlarını yok ederek buraları betona dönüştürmekte ustadırlar. Paraya tapınan
bir güruh, yeşili griye çevirmeyi bir beceri sanmakta. Tapındıkları paranın
ceplerini ısıttıklarını, yüreklerini ise betonlaştırdıkları doğa gibi
çoraklaştırdığının farkında bile değiller.
İstanbul’un
hızla betonlaşmasına karşın beton vandallarının henüz ulaşamadığı ya da
şimdilik güçlerinin yetmediği cennet köşeler de var. Bu cennet köşeler,
genellikle kentin kuzey yanlarında. Karadeniz’e yaklaştıkça bir yeşil deniz
kuşatır kenti. Hem de insanın en berbat yapıtı olan griye inat.
Eşim,
cumartesi gününden arkadaşlarıyla sözleşmiş. Arkadaşları dediğim kişiler,
Atacan’ın ilkokuldan sınıf arkadaşlarının anneleri. Bu anneler, benim de
arkadaşlarım bu arada. Ailecek iyi görüşürüz. Çocuklar sayesinde güzel bir
dostluk oluşturduk. Pazar gününü, betondan arınmış bir yerde doğa içinde
geçirmek niyetindeler. Amaç, salgın nedeniyle pek görüşemeyen çocukları bir
araya getirmek.
Cumartesi
gece yarısına dek Atacan, Can Serttaş ve Ömer Çankaya internette oyunlar
oynadılar. Telefonla konuştular uzun süre. Demek ki içlerinde dayanılmaz bir
araya gelme özlemi birikmiş.
Pazar
sabahı erkenden hafif bir kahvaltı yaptık. Gerekli hazırlıklarımız bitince ivedi
sakal tıraşı ve duştan sonra hazırdım. Evden çıktık. Eşim, arabanın
direksiyonuna geçti. Biz de koltuklarımıza yerleştik. Ömer, babası Murat ve annesi
Hatice ile erkenden çıkmışlar yola. Amaçları, gideceğimiz yerde iyi bir masa
tutmak.
Güzel
bir bahar güneşi doğayı ısıtmakta. Biz de aylar sonra yazlıklarımızı giydik.
Sabahın ılıklığı can vermekte bize. Arabanın camları açık. Serin bir kuzeyli
yel, serinletmekte bizleri.
Yola
çıktık. Önce Sancaktepe’ye uğrayacağız Can’la annesi Gönül’ü almak için.
Anlaşılacağı üzere hem Gönül’ü alacağız oğluyla hem de gönül alacağız. Yollar
tenha. Pazar sabahının ve ramazanın tenhalığı bu. Keşke İstanbul hep böyle
olsa. Kısa sürede ulaştık Canların oturduğu siteye. Can’ın babası Cem, bize
katılmayacak bugün. Bir yandan oruç tutmakta, bir yandan da çalışmakta. Bu
nedenle böyle güzel bir günde aramızda olamayacak.
Arkadaşlarımız,
arabaya bindikten sonra yola koyulduk. Polonezköy’e gideceğiz. Almedağ’a doğru
ilerlemekteyiz. Alemdağ’da betonlaşma hızla sürerken doğa kısmen korunmuş.
Bakalım bu ağaçlar, çimler, kuşlar ne kadar direnecekler kent vandallarına?
Alemdağ’dan Reşadiye’ye doğru uzanan yolun sağı solu sokak köpekleriyle dolu.
Kimi uyumakta yol kıyısında. Kimi ise avare avare dolaşmakta. Köpekler bakımlı.
Demek ki hayvanseverler, bu köpeklere iyi bakmakta. Yer yer köpek kulübeleri var.
Bu kulübeler de hayvanseverlerce yapılmış sanırım. Çünkü belediyelerin çok işi(?)
var; hayvanlara, doğaya ayıracak zamanları yok!
Salkım
söğütlerin ve fındıkların açık, canlı, taze, sıcak, iç ferahlatıcı yeşillikleri
ilgi çekmekte. Neredeyse her adımda erikler var. Erikler, bir gelin edasıyla
yol buyunca uzanmakta. Seyrek de olsa kiraz ve vişne ağaçlarına gözüm
ilişmekte. Kiraz ve vişne çiçeklerini gördükçe içimde kuşlar kanat çırpmakta. Ihlamurlar,
henüz yeşermemiş. Gürgenlerin küçük açık yeşil yaprakları, coşkun bir baharın
yağmur damlaları gibi.
Kuşların
telaşı görülmeye değer. Hem beslenme hem de yuva yapma telaşı bu. Daldan dala,
ağaçtan ağaca gidip gelmekteler. Arada yere inip bir şeyleri gagalarına
doldurup uçmaktalar ağaçlarına.
Doğaya
dalıp gitmişken yolumuz bitti. Kapısında belli belirsiz “Mimoza” yazan bir yere
geldik. Arabamızı park edip indik. Sessizlik üstümüze çöktü. Motor gürültüsü, bağırış
çağırış yok! Esen yel, Karadeniz’in iyodunu, kokusunu, serinliğini getirmekte.
Kuşlar, böcekler, ağaçlar… Çimenle kaplı bir toprak… Açık maviye kesmiş bir
gökyüzü… İki katı aşmayan küçük yapılar geniş bir bahçe içinde… Ortalıkta
dolaşan tür tür köpekler… Köpeklerin egemenliği, kedileri kuytulara itmiş. Bahçede
ilk göze çarpan meyve ağaçlarını çokluğu… Armut, ayva, erik, kiraz, vişneler…
Meyvelerin bazılarında çiçekler var. Kimileri yeni yeni yeşermekte. Adım başı
dikilen ıhlamurlar ilgi çekmekte. Otuzu aşkın yabani armut, aşılanmış usta
ellerce kalem aşısıyla. Çardaklar temiz ve düzenli.
Oturur
oturmaz kahvaltımız geliyor semaver eşliğinde. Beni en çok çeken peynirler. Peynir,
insanoğlunun en büyük buluşlarından bence. Zeytin, kahvaltının olmazsa olmazı.
Bal da var menemen de. Yumurtalar bir ressamın tablosu gibi gülümsemekte
bizlere. Nedense yağda pişirilen yumurta bana hep güneşi anımsatır. Peynir olur
da tereyağı olmaz mı? Böyle yerlerde ne yiyip içtiğin çok da önemli değil. Önemli
olan, doğayı solumak... Doğayla göz zevkini doyurmak... Yüreğine baharı
doldurmak… Dostlarla iyi söyleşiler yapmak… Çocuklarla doğayı buluşturmak… Bu
buluşmalarda çocukların doğal dengeyi algılamalarını sağlamak... En güzeli de
çocukların doğadaki varlıklar arasındaki ilişkileri kavramaları… Ev duvarları
arasında tutsaklaşmış bedenlerini devindirmek... Toprağı, havayı, güneşi,
ağacı, böceği, kuşu ve diğer canlıları duyumsamak… Toprağa basıp bol oksijeni
ciğerlerde depolamak… İnternet bağımlılığından az da olsa kurtulup kendileri
olmak… Tekdüzeliği bir günlüğüne de olsa yok edip farlılıkları ayrımsamak…
İşte,
bence doğanın içinde kahvaltı yapmanın amacı, karın doyurmak değil; gözü,
gönlü, yüreği doyurmak…
Birçok
konuda söyleştik. Dinledik, anlattık. Önce doğadan, sonra dostlarımızdan
öğrendik. Gün içinde üç semaver çay eşlik etti bize. Çay, başka bir etken
kültürümüzde ve dostluklarda. Ulusça çayı çok sevmekteyiz. İnsanlar arasındaki
iletişimin, söyleşmenin, birbirini anlamanın ve duyumsamanın aracı çay. Sanırım
ülkemiz insanının dost meclislerinde olmazsa olmazı.
Sık
sık türlü nedenlerle yerimden kalkıp dolaştım çimenler üzerinde. Arada sırada
işletmeci Onur ve diğer çalışanlarla söyleşme olanağı yarattım kendime. Türlü
konularda konuştuk. Yemekler üstüne de düşünce alışverişinde bulunduk.
Çalışanlardan Levent Usta, pişirdiği sütlacı tatmamı ve sütlaç konusunda düşüncelerimi
söylememi istedi. Önüme fırın sütlacı getirdi ikindi vakti.
Sütlacı
yedim yavaşça. Üzerindeki kararında fındık çok yakışmış. Sütlaç, şekerin egemenliğine
girmediğinden köy sütü fark edilmekte. Çok tatlı olmadığından herkesin yemesine
uygun. Fırınlama işinin kuzine de yapıldığını öğrendiğimde seviniyorum. Çünkü
elektrikli fırında radyasyon az da olsa bulaşmamış sütlaca. Mimoza’ya
gidenlerin bu sütlacı tatmasını öneririm. Tatlılarla arası çok iyi olmayan
benim hoşuma gittiğine göre düşünün gerisini.
İkindiyi
geçti vakit çoktan. Yavaş yavaş toparlanmaya başladık. Bedenimiz gitmek istese
de ruhumuz ağırdan almakta. Yavaşça arabalara yürüdük. Ömerlerle vedalaştık. Canlar
bizimle. Onları biz bırakacağız evlerine. Yola koyulduk. Reşadiye’ye
yaklaştığımızda yolun sağındaki bir açıklıkta leylek sürüsünü gördüm. Çocukları
uyarmak için “Leyleeeek!” diye bağırdın. Çocuklar, arabaya binince asıllarına
döndüler. Telefonların içinde yitip gittiler. Leylekler umurlarında değil.
Eşim, durup bakalım, dedi. Dedi demesine de epeyce geçmiştik leylekleri. Neyse
geri doğru yürütmeyeyim herkesi. Yolcu yolunda gerek.
Canları
bıraktık sitelerine. Evimize geldik. Gün, boynunu büktü Marmara’nın üstünde.
Küçük bir alışveriş yapıp eve döndüm. İçimde erinç dolu bir günün tılsımı. Gece,
günün erinciyle yatağa girmekten başka ne yapılabilir ki…
Adil
Hacıömeroğlu
11
Nisan 2022
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder