“FOTOĞRAFI BEYNİNLE ÇEK!” (Dinlence Yazıları 6)

 

       

Gönlümüzü Bolayır’da bırakarak yüreğimiz biraz buruk, biraz da kırık Gelibolu’ya doğru yol almaktayız. Yol boyunca ekili tarlalar, boy atmakta olan meyve bahçeleri, tek tük koyun ve keçi sürüleri, toprağa alınterini akıtıp emeğini cömertçe harcayan çiftçiler, geçtiği yerlerin güzelliklerini fark etmeksizin uçarcasına giden taşıtlar…

Yol boyunca Bolayır üzerine konuşmaktayız. Üzüntülerimizi dile getirmekteyiz. Gelibolu’ya yaklaşınca Eşim ve Atacan’a burada sardalye yiyip biraz gezmeyi önerdim. Atacan kabul etmedi. Bir an önce Eceabat’a gidip şehitlikleri görmek istediğini söyledi. Biz de ona uyduk ve yolculuğumuzu sürdürdük. Açlığımızı arabamızda bulunan erik, üzüm, armut ve salatalıklarla bastırdık.

Gelibolu-Eceabat yolunun 30.kilometresinde Akbaş Şehitliği bulunmakta. Oraya gelince durduk. Şehitliğin karşısında çiftçiler, yetiştirdikleri ürünleri satmaktalar. Selam verip hal hatır sorduk. Bir dokun, bin ah işit! Salgınla işler bıçak gibi kesilmiş. Şehitlik ziyaretleri azalmış. Bu nedenle satışları düşmüş. İçimden alışveriş yapmak geldi, ama alacaklarımızı nereye koyacağız? Arabada bir karışlık boş yer yok! Boş koltuğun üstü bile dolu çantalarla. Onlara “hayırlı işler!” dileyip şehitliği gezmeye başladık.

Tertemiz, bakımlı, düzenli bir şehitlik. Daha önce gezmiştim. Eşim ve Atacan ilk kez görüyorlar. Ben, bir yandan Atacan’a anlatıyorum. Mezar taşlarında şehitlerimizin adları, rütbeleri, doğum tarihleri ve doğum yerleri yazılı. Atacan, sırayla okuyor hepsini. Eşim de ona katıldı bir süre. Çocuk bıkmadan bütün şehitlerimizin gömütlerine tek tek bakıyor üzüntüyle.

Eşim, fotoğraf çekmeye başladı durmadan. Atacan’dan poz vermesini istedi. Çocuk, bilgiç bilgiç: “Fotoğrafı beyninle çek!” dedi. Eşim ve ben şaşkınız bu söz karşısında. Ona sordum: “Beynimizle fotoğrafı nasıl çekeceğiz?”

“Gördüklerimizin hepsini anlayarak ve sonradan beynimizde canlandırarak…” dedi ve sürdürdü konuşmasını. “Sen fotoğraf çekeceğim diye birçok şeyi görmüyorsun. Gezip gördüklerinden bir şey anlamıyorsun.”

Atacan’ın bu uyarısından sonra eşim, fotoğraf çekme işini seyreltti ve benim şehitlikle ilgili anlatımıma odaklandı.

Akbaş limanı, kuzey grubunda yaralıların geçici olarak getirildiği ve tedavi edildiği bir yer. Burada 19. Tümen’in sıhhiye bölüğü bulunmaktaydı. Kızılay, buradaki ağır yaralıları Kızılay bayraklı gemilerle İstanbul’da hastane durumuna getirilmiş Selimiye kışlasına göndermekteydi. Burada yaralıların tutulmasına karşın düşman gemileri savaş suçu işleyerek yaralıların bulunduğu bu alanı bombalayıp yaralı askerlerimizi şehit ettiler.

25 Ağustos 1915’te, E 11 adındaki İngiliz denizaltısı Akbaş iskelesinde yaralı askerlerimizle dolu olan ve Kızılay bayrağı taşıyan Halep vapurunu vurarak batırdı. Burada iki yüz yaralı askerimiz şehit oldu. Dünyaya insanlık dersi vermeye çalışan İngilizlerin bu insanlık dışı davranışını, saldırısını unutmak olanaklı mı?

Şehitlik alanında bulunan rölyefin üzerinde Atatürk’ün “Türk kumandanları kumanda etmesini, Türk askeri ölmesini bildi. Harbi kazanmamızın sırrı bundan ibarettir.” sözü, Çanakkale Savaşı’nın özeti gibi durmakta. Bu sözü, daha önce okuyup bilmemize karşın anıtın önünde donup kalıyoruz. Gün, geceye kavuşmak üzere. Hava kararmaya başlamış bile. Biz alacakaranlıkta rölyefleri okumaktayız. Gözünü kırpmadan vatan toprağını kanıyla sulamış şehitlerimiz karşısında başka bir âlemdeyiz. Atacan’ın buradan ayrılacağı yok! Eşim, yolcu olduğumuzu unutmuş bile. Ben, gözyaşlarımı göstermeden tek tek okumaktayım yazan her şeyi.

Hava, iyice kararınca kendimize geldik. Yavaş adımlara, şehitlerimizi uyandırırız kaygısıyla yere basmaktan korkarak arabamıza yürüdük. Dönüp dönüp arkamıza baktık. Usumuz, şehitlikte… İngiliz ve Fransızların yaptığı hainliğe karşı içimde beslediğim hınç, gittikçe büyümekte. Bir an öfkeden soluk alamaz oldum.

Arabaya bindik. Eceabat’a doğru yavaşça yol almaktayız. İvedilikle yol almaya çalışan sürücülerin korna seslerini bile işitecek durumda değiliz. Bir süre sessiz kaldık üçümüzde.

Atacan: “Şehitlerimiz olmasaydı, biz ülkemizde yaşayamazdık.” Diyerek sessizliği bozdu. Sonrasında “İngilizlerin yaptığı bu saldırıyı yaşadığım sürece unutmayıp çok çalışacağım.” sözleriyle sürdürdü konuşmasını.

Ben: “Ulusça çok çalışmalı ve güçlenmeliyiz. Şehitlerimizi fırsat buldukça ziyaret etmeliyiz.” dedim.

Eşim: “Atatürk’ün değerini anlamayanlara şehitlikleri gezdirmek gerek.” Diyerek sürdürdü konuşmayı.

Biz şehitliğin etkisiyle zaman tüneline girip 1915’i yaşarken Eceabat göründü. “Öğretmenevini bulalım.” dedi işim. O, bunu söylerken öğretmenevinin tabelasını gördüm. Hemen yanımızda bulunmakta. Bahçeye girdik. Arabamızı park ettik. Onlar beklerken ben görevlinin yanına gittim. Boş oda olup olamadığını sordum. Yalnızca bir süit odanın bulunduğunu ederinin de dört yüz lira olduğunu söyledi görevli. Bütün odalar doluymuş. Görevliye bu saatten sonra kimsenin gelme olasılığının olmadığı, bu boş odayı diğer odaların ederiyle bize vermesini söyledim, kabul etmedi. Öğretmenevleri bu işe bir hizmetten çok para kazanma amacıyla bakmakta. Neredeyse oteller aynı düzeyde fiyatlandırma var. Bu, kuruluş amaçlarına uygun değil.

Öğretmenevinden ayrılıyoruz. Atacan tedirgin… “Biz şimdi nerede uyuyacağız?” diye sık sık sormakta. Her soruşunda “Arabada…” diyorum ben de.

O: “Arabada uyunur mu? Ben uyumam arabada.” diye yanıtlamakta beni.

Yolumuz üzerindeki bir otele yer ve fiyat sordum. Yer varmış, fiyat da uygun. Birkaç yere daha soralım dedik. Kent çıkışında deniz kıyısında bir otel. Görür görmez içimiz ısındı. Durduk karşısında. Ben, hemen arabadan inip girdim içeri. Boş oda sordum. Varmış… Ederi konusunda pazarlık ettim. Güler yüzlü ve mantıklı görevli dediğim ederi kabul etti. Eşimle Atacan’ı çağırdım. Bir gecelik eşyamızın bulunduğu çantayı alıp odamıza gittik. Eşyalarımızı bırakarak kenti keşfe çıktık. Sahil boyunca dolaştık. Lokantaları görünce gün boyunca yemek yemediğimizi anımsadık. Bir şeyler atıştırdık Boğaz sularına bakarak. Yemek bitince otele dönmek için kalktık. Ağır adımlarla otele gittik. Artık yatma zamanı… Yarın şehitlikleri gezeceğiz. Dinlenmeliyiz.

                                                                       Adil Hacıömeroğlu

                                                                       20 Ağustos 2020

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder