Gönlümüzü
Bolayır’da bırakarak yüreğimiz biraz buruk, biraz da kırık Gelibolu’ya doğru
yol almaktayız. Yol boyunca ekili tarlalar, boy atmakta olan meyve bahçeleri, tek
tük koyun ve keçi sürüleri, toprağa alınterini akıtıp emeğini cömertçe harcayan
çiftçiler, geçtiği yerlerin güzelliklerini fark etmeksizin uçarcasına giden
taşıtlar…
Yol
boyunca Bolayır üzerine konuşmaktayız. Üzüntülerimizi dile getirmekteyiz.
Gelibolu’ya yaklaşınca Eşim ve Atacan’a burada sardalye yiyip biraz gezmeyi
önerdim. Atacan kabul etmedi. Bir an önce Eceabat’a gidip şehitlikleri görmek
istediğini söyledi. Biz de ona uyduk ve yolculuğumuzu sürdürdük. Açlığımızı
arabamızda bulunan erik, üzüm, armut ve salatalıklarla bastırdık.
Gelibolu-Eceabat
yolunun 30.kilometresinde Akbaş Şehitliği bulunmakta. Oraya gelince durduk. Şehitliğin
karşısında çiftçiler, yetiştirdikleri ürünleri satmaktalar. Selam verip hal
hatır sorduk. Bir dokun, bin ah işit! Salgınla işler bıçak gibi kesilmiş.
Şehitlik ziyaretleri azalmış. Bu nedenle satışları düşmüş. İçimden alışveriş
yapmak geldi, ama alacaklarımızı nereye koyacağız? Arabada bir karışlık boş yer
yok! Boş koltuğun üstü bile dolu çantalarla. Onlara “hayırlı işler!” dileyip
şehitliği gezmeye başladık.
Tertemiz,
bakımlı, düzenli bir şehitlik. Daha önce gezmiştim. Eşim ve Atacan ilk kez görüyorlar.
Ben, bir yandan Atacan’a anlatıyorum. Mezar taşlarında şehitlerimizin adları,
rütbeleri, doğum tarihleri ve doğum yerleri yazılı. Atacan, sırayla okuyor
hepsini. Eşim de ona katıldı bir süre. Çocuk bıkmadan bütün şehitlerimizin
gömütlerine tek tek bakıyor üzüntüyle.
Eşim,
fotoğraf çekmeye başladı durmadan. Atacan’dan poz vermesini istedi. Çocuk,
bilgiç bilgiç: “Fotoğrafı beyninle çek!” dedi. Eşim ve ben şaşkınız bu söz
karşısında. Ona sordum: “Beynimizle fotoğrafı nasıl çekeceğiz?”
“Gördüklerimizin
hepsini anlayarak ve sonradan beynimizde canlandırarak…” dedi ve sürdürdü
konuşmasını. “Sen fotoğraf çekeceğim diye birçok şeyi görmüyorsun. Gezip
gördüklerinden bir şey anlamıyorsun.”
Atacan’ın
bu uyarısından sonra eşim, fotoğraf çekme işini seyreltti ve benim şehitlikle
ilgili anlatımıma odaklandı.
Akbaş
limanı, kuzey grubunda yaralıların geçici olarak getirildiği ve tedavi edildiği
bir yer. Burada 19. Tümen’in sıhhiye bölüğü bulunmaktaydı. Kızılay, buradaki
ağır yaralıları Kızılay bayraklı gemilerle İstanbul’da hastane durumuna
getirilmiş Selimiye kışlasına göndermekteydi. Burada yaralıların tutulmasına
karşın düşman gemileri savaş suçu işleyerek yaralıların bulunduğu bu alanı
bombalayıp yaralı askerlerimizi şehit ettiler.
25
Ağustos 1915’te, E 11 adındaki İngiliz denizaltısı Akbaş iskelesinde yaralı
askerlerimizle dolu olan ve Kızılay bayrağı taşıyan Halep vapurunu vurarak
batırdı. Burada iki yüz yaralı askerimiz şehit oldu. Dünyaya insanlık dersi
vermeye çalışan İngilizlerin bu insanlık dışı davranışını, saldırısını unutmak
olanaklı mı?
Şehitlik
alanında bulunan rölyefin üzerinde Atatürk’ün “Türk kumandanları kumanda
etmesini, Türk askeri ölmesini bildi. Harbi kazanmamızın sırrı bundan
ibarettir.” sözü, Çanakkale Savaşı’nın özeti gibi durmakta. Bu sözü, daha önce
okuyup bilmemize karşın anıtın önünde donup kalıyoruz. Gün, geceye kavuşmak
üzere. Hava kararmaya başlamış bile. Biz alacakaranlıkta rölyefleri
okumaktayız. Gözünü kırpmadan vatan toprağını kanıyla sulamış şehitlerimiz
karşısında başka bir âlemdeyiz. Atacan’ın buradan ayrılacağı yok! Eşim, yolcu
olduğumuzu unutmuş bile. Ben, gözyaşlarımı göstermeden tek tek okumaktayım
yazan her şeyi.
Hava,
iyice kararınca kendimize geldik. Yavaş adımlara, şehitlerimizi uyandırırız
kaygısıyla yere basmaktan korkarak arabamıza yürüdük. Dönüp dönüp arkamıza
baktık. Usumuz, şehitlikte… İngiliz ve Fransızların yaptığı hainliğe karşı
içimde beslediğim hınç, gittikçe büyümekte. Bir an öfkeden soluk alamaz oldum.
Arabaya
bindik. Eceabat’a doğru yavaşça yol almaktayız. İvedilikle yol almaya çalışan
sürücülerin korna seslerini bile işitecek durumda değiliz. Bir süre sessiz
kaldık üçümüzde.
Atacan:
“Şehitlerimiz olmasaydı, biz ülkemizde yaşayamazdık.” Diyerek sessizliği bozdu.
Sonrasında “İngilizlerin yaptığı bu saldırıyı yaşadığım sürece unutmayıp çok
çalışacağım.” sözleriyle sürdürdü konuşmasını.
Ben:
“Ulusça çok çalışmalı ve güçlenmeliyiz. Şehitlerimizi fırsat buldukça ziyaret
etmeliyiz.” dedim.
Eşim:
“Atatürk’ün değerini anlamayanlara şehitlikleri gezdirmek gerek.” Diyerek sürdürdü
konuşmayı.
Biz
şehitliğin etkisiyle zaman tüneline girip 1915’i yaşarken Eceabat göründü. “Öğretmenevini
bulalım.” dedi işim. O, bunu söylerken öğretmenevinin tabelasını gördüm. Hemen
yanımızda bulunmakta. Bahçeye girdik. Arabamızı park ettik. Onlar beklerken ben
görevlinin yanına gittim. Boş oda olup olamadığını sordum. Yalnızca bir süit
odanın bulunduğunu ederinin de dört yüz lira olduğunu söyledi görevli. Bütün
odalar doluymuş. Görevliye bu saatten sonra kimsenin gelme olasılığının
olmadığı, bu boş odayı diğer odaların ederiyle bize vermesini söyledim, kabul
etmedi. Öğretmenevleri bu işe bir hizmetten çok para kazanma amacıyla bakmakta.
Neredeyse oteller aynı düzeyde fiyatlandırma var. Bu, kuruluş amaçlarına uygun
değil.
Öğretmenevinden
ayrılıyoruz. Atacan tedirgin… “Biz şimdi nerede uyuyacağız?” diye sık sık
sormakta. Her soruşunda “Arabada…” diyorum ben de.
O:
“Arabada uyunur mu? Ben uyumam arabada.” diye yanıtlamakta beni.
Yolumuz
üzerindeki bir otele yer ve fiyat sordum. Yer varmış, fiyat da uygun. Birkaç
yere daha soralım dedik. Kent çıkışında deniz kıyısında bir otel. Görür görmez
içimiz ısındı. Durduk karşısında. Ben, hemen arabadan inip girdim içeri. Boş
oda sordum. Varmış… Ederi konusunda pazarlık ettim. Güler yüzlü ve mantıklı
görevli dediğim ederi kabul etti. Eşimle Atacan’ı çağırdım. Bir gecelik
eşyamızın bulunduğu çantayı alıp odamıza gittik. Eşyalarımızı bırakarak kenti
keşfe çıktık. Sahil boyunca dolaştık. Lokantaları görünce gün boyunca yemek
yemediğimizi anımsadık. Bir şeyler atıştırdık Boğaz sularına bakarak. Yemek
bitince otele dönmek için kalktık. Ağır adımlarla otele gittik. Artık yatma
zamanı… Yarın şehitlikleri gezeceğiz. Dinlenmeliyiz.
Adil
Hacıömeroğlu
20
Ağustos 2020
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder