Cumalıkızık’tan
zor da olsa ayrıldık. Akşam olmak üzere… Arabamız, yemyeşil ağaçların uzamış
gölgeleri arasında yavaşça ilerlemekte. Açık camlardan temiz havanın serinliği
içeri dolmakta. Bursa, solumuzda gri bir gölge gibi uzanmakta. Kent, Uludağ’ın
eteğinde uzanmış betondan bir ölü gibi. “Yeşil Bursa” kentleşme sürecinde gri
betona teslim olmuş. Betonun cansızlığı, görsel olduğu kadar duygusal bir
zevksizlik de oluşturmakta. Türkiye’nin en eski yerleşim yerlerinden biri hem
tarihsel hem de doğal özelliklerini bir yana itmiş. Dağı, ovası yemyeşil bir
kente, egemen olan soğuk gri.
Yolun
her iki yanındaki topraklarda bereket fışkırmakta. Neredeyse bir karış boş yer
yok. Toprağın en küçük bölümleri bile tohumla ya da fidanla buluşmuş. Meyve
bahçelerinin çoğunda meyvelerin ağırlığına dallar dayanmıyor. Dallar, yere
doğru eğilmiş, geleni geçeni selamlamakta. Bazı meyve bahçelerinde dallar
dimdik havada. Demek ki bu dalların meyveleri toplanmış. Dallar özgürce göğe
doğru bakmakta.
Meyve
bahçelerinin güzellikleri arasında Yalova’ya doğru yol almaktayız. Gittikçe
İstanbul plakalı taşıtlar çoğalmakta. Eee, İstanbul plakalı taşıt olur da korna
sesi, hatalı sollamalar, trafik kurallarını altüst etme olmaz mı? Sağa dönmek
için sinyal veren bir arabanın sağından kurşun hızıyla geçmeyi hangi kişi akıl
edebilir? Tehlikeyle yarışırcasına gaza yüklenmek, hangi bilinçsizliğin ve
sorumsuzluğun düşüncesizliğidir?
Karayollarında
çevreyi izlemek, geçtiğiniz toprak parçasının keyfini sürmek, tertemiz havada
oksijen solumak çok zor. Böyle insani bir şey yapmaya kalkarsanız korna korosu,
maganda tacizi ile karşı karşıya kalırsınız. İnsanlar yaşadıkları anın tadını
çıkarma konusunda ya yeteneksiz ya da zevksiz. Metalin gücüne, grinin soğukluğuna
teslim olmayı bir yaşam biçimi olarak benimsemiş çok kişi var. Yol boyunca
tabelalar var: Sarı, kahverengi, mavi yeşil… İnanın bunları fark edenlerin
sayısı bir elin parmakları kadar. Yol boyunca olağanüstü değerde ve nitelikte
nice tarihsel, doğal güzellikler görmezden gelinmekte.
Gemlik’e
yaklaştık. Az sonra Orhan Veli’nin dediği gibi denizi gördük. Yavaşça
Orhangazi’ye doğru ilerlemekteyiz. Yoldaki araç yoğunluğu gittikçe artmakta.
Eşim, İznik yol ayrımından Göynük’e gitmeyi önerdi. Benim de gönlüm orada. Uzun
zamandır Göynük’ün dinginliğini yaşamadım. Ülkemizin en özel yerleşim yerindeki
erince gereksinmemiz çok. Ancak hesabıma yatmasını beklediğim para, henüz
yatmamış. Bu nedenle nakit sıkıntımız üst düzeyde. Birkaç bardak çay içtiğimiz
yerde de kredi kartı kullanamayız. Bunu anımsatınca eşim, hak veriyor bana. Gülerek
“Yolcu yolunda gerek.” dedim. Göynük, Mudurnu gezimizi bir başka zamana
bıraktık.
Arabanın
bagajı dolu. Atacan’ın oturduğu arka koltuğun sol yanını eşyalarımız işgal
etmiş. Hatta Atacan’ın ayakaltında bile çantalar var. Yol boyunca uzanan
satıcılardan bir şey alamamanın çaresizliği var bende. Doğal ürünleri, yol
boyunca toplama huyum var. Doğal ürünler bir emeğin nimeti. Bu nedenle yol
boyunca kurulan doğal ürün tezgâhlarına ilgim oldukça yüksek.
Yalova
feribot iskelesi tabelası görününce kendimizi İstanbul’a gelmiş gibi görüyoruz.
Taşıt sırasına girdik. Çok beklemeden feribota bindik. Feribotlar peş peşe
kalktı. Arabamızdan inip üst kata çıktık. Korana öncesi günlerde ilk işimiz;
birer bardak çay alıp denizi, İzmit Körfezini doyasıya izlemekti. Virüs
korkusuyla çay içmedik. Kuru kuruya oturup Körfez’e, deniz araçlarına,
Orhangazi Köprüsüne baktık. Çaysız da olmuyor. Ama ne yapacağız? Korona var!
Eskihisar
İskelesi, önümüzde apaydınlık uzanmakta. Yavaş adımlarla merdivenlerden inip
arabamıza gittik. Bir anda onlarca motor sesi işitildi. Feribotun alt katı
egzoz gazına boğuldu bir anda. Az önce soluduğumuz iyot ve oksijen yüklü hava,
yerini arabaların çıkardığı zehre bıraktı. Feribottan uzaklaşarak İstanbul
trafiğine girdik. Değişmeyen bir şey yok! Hep ivedilikle bir yerlere yetişmeye
çalışanlar... Bitmek tükenmek bilmeyen korna sesleri... Trafik kurallarının
hiçe sayıldığı yollar…
Işıl
ışıl kentin içinden ilerledik. Bostancı yol ayrımına gelince keşmekeşten
kurtulduk, dedik. Evimizin önüne eğledik aarabamızı. Eşim araba kullandığından
yorgundu. Eline küçük birkaç eşya aldı. Atacan, yeni uyandığı için sarhoş
gibiydi. Annesinin eline tutunup birlikte gittiler. Ben taşıyabildiğim kadar
eşya alıp eve girdim.
Yaklaşık
bir buçuk ay süren dinlencemiz ve gezimiz bitmişti. İstanbul’un gerçeğiyle yüz
yüzeydik yine. Koca kentteki koşturmacamız yine başlayacak. Yine koronadan köşe
bucak kaçacağız. Bir süre sonra dinlencemizi sisli bir camın arkasında kalan
bir düş gibi anımsayacağız. Giderek bu düş, silinecek belleğimizden. Uygun
bulduğumuz bir anda, mevsimi çok önemli değil, yine yeni yerlere yelken
açacağız ülkemizin bitmeyen tarih ve doğa varsıllıklarını gezip görmek için.
Adil
Hacıömeroğlu
29
Ağustos 2020
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder