İSTANBUL’A DÖNÜŞ (Dinlence Yazıları 19)


Cumalıkızık’tan zor da olsa ayrıldık. Akşam olmak üzere… Arabamız, yemyeşil ağaçların uzamış gölgeleri arasında yavaşça ilerlemekte. Açık camlardan temiz havanın serinliği içeri dolmakta. Bursa, solumuzda gri bir gölge gibi uzanmakta. Kent, Uludağ’ın eteğinde uzanmış betondan bir ölü gibi. “Yeşil Bursa” kentleşme sürecinde gri betona teslim olmuş. Betonun cansızlığı, görsel olduğu kadar duygusal bir zevksizlik de oluşturmakta. Türkiye’nin en eski yerleşim yerlerinden biri hem tarihsel hem de doğal özelliklerini bir yana itmiş. Dağı, ovası yemyeşil bir kente, egemen olan soğuk gri.

Yolun her iki yanındaki topraklarda bereket fışkırmakta. Neredeyse bir karış boş yer yok. Toprağın en küçük bölümleri bile tohumla ya da fidanla buluşmuş. Meyve bahçelerinin çoğunda meyvelerin ağırlığına dallar dayanmıyor. Dallar, yere doğru eğilmiş, geleni geçeni selamlamakta. Bazı meyve bahçelerinde dallar dimdik havada. Demek ki bu dalların meyveleri toplanmış. Dallar özgürce göğe doğru bakmakta.

Meyve bahçelerinin güzellikleri arasında Yalova’ya doğru yol almaktayız. Gittikçe İstanbul plakalı taşıtlar çoğalmakta. Eee, İstanbul plakalı taşıt olur da korna sesi, hatalı sollamalar, trafik kurallarını altüst etme olmaz mı? Sağa dönmek için sinyal veren bir arabanın sağından kurşun hızıyla geçmeyi hangi kişi akıl edebilir? Tehlikeyle yarışırcasına gaza yüklenmek, hangi bilinçsizliğin ve sorumsuzluğun düşüncesizliğidir?

Karayollarında çevreyi izlemek, geçtiğiniz toprak parçasının keyfini sürmek, tertemiz havada oksijen solumak çok zor. Böyle insani bir şey yapmaya kalkarsanız korna korosu, maganda tacizi ile karşı karşıya kalırsınız. İnsanlar yaşadıkları anın tadını çıkarma konusunda ya yeteneksiz ya da zevksiz. Metalin gücüne, grinin soğukluğuna teslim olmayı bir yaşam biçimi olarak benimsemiş çok kişi var. Yol boyunca tabelalar var: Sarı, kahverengi, mavi yeşil… İnanın bunları fark edenlerin sayısı bir elin parmakları kadar. Yol boyunca olağanüstü değerde ve nitelikte nice tarihsel, doğal güzellikler görmezden gelinmekte.

Gemlik’e yaklaştık. Az sonra Orhan Veli’nin dediği gibi denizi gördük. Yavaşça Orhangazi’ye doğru ilerlemekteyiz. Yoldaki araç yoğunluğu gittikçe artmakta. Eşim, İznik yol ayrımından Göynük’e gitmeyi önerdi. Benim de gönlüm orada. Uzun zamandır Göynük’ün dinginliğini yaşamadım. Ülkemizin en özel yerleşim yerindeki erince gereksinmemiz çok. Ancak hesabıma yatmasını beklediğim para, henüz yatmamış. Bu nedenle nakit sıkıntımız üst düzeyde. Birkaç bardak çay içtiğimiz yerde de kredi kartı kullanamayız. Bunu anımsatınca eşim, hak veriyor bana. Gülerek “Yolcu yolunda gerek.” dedim. Göynük, Mudurnu gezimizi bir başka zamana bıraktık.

Arabanın bagajı dolu. Atacan’ın oturduğu arka koltuğun sol yanını eşyalarımız işgal etmiş. Hatta Atacan’ın ayakaltında bile çantalar var. Yol boyunca uzanan satıcılardan bir şey alamamanın çaresizliği var bende. Doğal ürünleri, yol boyunca toplama huyum var. Doğal ürünler bir emeğin nimeti. Bu nedenle yol boyunca kurulan doğal ürün tezgâhlarına ilgim oldukça yüksek.

Yalova feribot iskelesi tabelası görününce kendimizi İstanbul’a gelmiş gibi görüyoruz. Taşıt sırasına girdik. Çok beklemeden feribota bindik. Feribotlar peş peşe kalktı. Arabamızdan inip üst kata çıktık. Korana öncesi günlerde ilk işimiz; birer bardak çay alıp denizi, İzmit Körfezini doyasıya izlemekti. Virüs korkusuyla çay içmedik. Kuru kuruya oturup Körfez’e, deniz araçlarına, Orhangazi Köprüsüne baktık. Çaysız da olmuyor. Ama ne yapacağız? Korona var!

Eskihisar İskelesi, önümüzde apaydınlık uzanmakta. Yavaş adımlarla merdivenlerden inip arabamıza gittik. Bir anda onlarca motor sesi işitildi. Feribotun alt katı egzoz gazına boğuldu bir anda. Az önce soluduğumuz iyot ve oksijen yüklü hava, yerini arabaların çıkardığı zehre bıraktı. Feribottan uzaklaşarak İstanbul trafiğine girdik. Değişmeyen bir şey yok! Hep ivedilikle bir yerlere yetişmeye çalışanlar... Bitmek tükenmek bilmeyen korna sesleri... Trafik kurallarının hiçe sayıldığı yollar…

Işıl ışıl kentin içinden ilerledik. Bostancı yol ayrımına gelince keşmekeşten kurtulduk, dedik. Evimizin önüne eğledik aarabamızı. Eşim araba kullandığından yorgundu. Eline küçük birkaç eşya aldı. Atacan, yeni uyandığı için sarhoş gibiydi. Annesinin eline tutunup birlikte gittiler. Ben taşıyabildiğim kadar eşya alıp eve girdim.

Yaklaşık bir buçuk ay süren dinlencemiz ve gezimiz bitmişti. İstanbul’un gerçeğiyle yüz yüzeydik yine. Koca kentteki koşturmacamız yine başlayacak. Yine koronadan köşe bucak kaçacağız. Bir süre sonra dinlencemizi sisli bir camın arkasında kalan bir düş gibi anımsayacağız. Giderek bu düş, silinecek belleğimizden. Uygun bulduğumuz bir anda, mevsimi çok önemli değil, yine yeni yerlere yelken açacağız ülkemizin bitmeyen tarih ve doğa varsıllıklarını gezip görmek için.

                                                     Adil Hacıömeroğlu

                                                     29 Ağustos 2020

 

 

 


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder