CANLI TARİH, CUMALIKIZIK (Dinlence Yazıları 18)


Mudanya’dan çıkıp Bursa çevreyolundan dolanıp Cumalıkızık’a ulaştık. Koronaya karşın çarşısı kalabalık. Otopark taşıtla dolu. Arabadan inip köyün içine doğru yürüdük yavaş adımlarla gördüğümüz her şeyi anlamaya çalışarak. Atacan’ın dediği gibi beynimizle fotoğraf çekmekteyiz.

Cumalıkızık Köyü, Türklerin Bursa bölgesindeki ilk yerleşim yerlerinden. Köyün adından da anlaşılacağı üzere Kızık boyundan Türklerin yerleşim yeri. Köy, Osmanlı köyü olarak adlandırılmakta. Olasıdır ki kuruluşu, Orhan Bey’e dek uzanmakta. Köyün girişinde ve cami önünde tarihiyle ilgili bilgilendirici bir kitabe yok! Bu, büyük eksiklik.

Cumalıkızık, adını köyün yukarısında yer alan ve hayranlıkla gezdiğimiz camisine borçlu. Eskiden Cuma namazı her köyün camisinde kılınmazdı. Daha çok merkezi camilerde kılınırdı. Cuma günü hem çevre köylerden gelen insanlar kaynaşıp özlem giderir hem de ev gereksinmelerini karşılamak için ufak tefek alışverişler yapılırdı. Kısacası, insanlar cem olurdu. İşte, çevredeki Kızık köylerinde yaşayanlar da cuma günleri buraya gelip namazlarını kılardı. Bu nedenle buranın adı, Cumalıkızık oldu.

Köy, 270 evden oluşmakta. Bu evlerin 180’inde insanlar yaşamakta. Evlerin tarihsel özellikleri titizlikle korunmakta.

Köye girdiğimizde ilk ilgimizi çeken şey, yola döşenmiş taşlar. Sanki bin yıldır aynı yerdeymişler gibi bir izlenim vermekte. Evler, taş ve ahşap karımı. Alt katlar taştan yapılmış. Taş bölümlerin orta yerlerinde ağaç kalaslar var. Üst katlar ahşap. Her evin yüksek duvarlarla çevrili bahçesi bulunmakta. Köyün her yanı yeşile kesmiş. Koca koca ağaçlar köyü adeta çevrelemiş, bir koruma duvarı örmüş. Neredeyse evlerin hepsi işyerine dönüşmüş. İşyerine dönüşmeyen evler, genellikle köyün yukarı kısmındakiler. Ev bahçelerinde genellikle meyve ağaçları yükselmekte. Bazı avlularda kiviye rastlanmakta. Kiviler de diğer meyve ağaçları gibi meyveden yıkılacak gibi. Hele üzümler… Serinlikleri de aşağıya sarkan salkımları da insanları mutlu etmekte.

Evlerin altlarında en çok aşevleri açılmış. Yöresel yemekler yapılmakta. Neredeyse hepsi aile işletmesi. Çoluk çocuk ev ahalisi işbölümüyle bir işin ucundan tutmuş. Kadınlar ön cephede. Yöresellik olunca kadın emeği ön plana çıkmakta. Ev kadınları, gencecik kızlar koca dükkânları çekip çevirmekteler. Bazı aşevlerinde aile üyeleri işin çokluğuna yetişemeyince aile dışından elemanlar çalıştırmaktalar. Hatta buralarda çalışan Suriyelilere de rastladık. Turizm, yalnızca köy halkına değil, köy dışından gelenlere de iş ve aş sağlamakta.

Bazı evlerin altındaki dükkânlarda, ev önlerinde, sokak başlarında yöresel ürünler satılmakta. Köyün neredeyse her yeri, bir ekmek kapısına dönüşmüş. Yöresel ürünlerin dışında hediyelik eşyaların çokluğu ilgi çekmekte. İncik boncukçular, köyün her yanına yayılmış durumda.

Köy içine doğru ilerlerken karşımıza bir çeşme çıkınca Atacan durur mu? Çeşmeye yanaştı; elini, yüzünü, ayaklarını yıkadı güzelce. Ardından su içmeye başladı doyasıya. Atacan’ın arkasında bir su doldurma sırası oluştu. Çocuğun su içmesi bitecek gibi değil. “İstersen gezelim biraz, dönüşte yine içersin suyunu.” dedim. Kabul etti ve çeşme başı özgürleşti.

Köyün yukarısına doğru ilerledik yavaş adımlarla. Yol boyunca sattıklarını tanıtan satıcı kadınların sesleri işitilmekte sıkça. Bu sesler, hoş gelmiyor kulağa. Tarihsel bir köyü, sıradan pazaryerine ya da kentler arası otobüs terminaline çeviren bir çığırtkanlık bu. İnsanlar zaten görüyor satılan ürünleri. Acıktıklarında da oturup bir yerde karnını doyururlar. Komşular arasındaki rekabet, bu ses kirliliğine neden olmakta. Bu da köyün tarihsel özgünlüğüne ters düşmekte.

Köy camisine geldik Atacan’la. Kapıda caminin yapılışı ve özellikleriyle ilgili açıklayıcı bilgi olmadığından karşısındaki kahve çalışanına ve orada oturan köylülere sorduk. Onların anlattıkları birbiriyle çelişkili. Bu nedenle biz de sağlam bir tarihsel bilgiye ulaşamadık. Cami gezimiz bitince eşim aradı, onunla caminin önünde buluştuk. Çünkü eşim incik boncukçuları, hediyelik eşya satıcılarını gezdi uzun süre. Üçümüz birlikte dükkânlaşmayan tenha evlerin mimarisini ve bahçelerini inceleme fırsatı bulduk. Bir evin geniş avlusunda Orta yaşlı karıkoca salça yapıyorlardı kocaman bir kazanda. Adam, bir sandalyeye oturmuş, büyükçe bir kürekle salçayı durmaksızın, yorulmaksızın karıştırmakta. Kazanın altında büyükçe bir odun ateşi yanmakta. Selam verip girdik içeri. Selamımız, güzel bir insan yüreğinin sıcaklığıyla alındı. Kadının “Buyurun!” sesini işittik aynı içtenlikle.

Atacan: “Niye karıştırıyorsun onu durmadan?” sorusuna adam: “Karıştırmazsam dibine tutar ve salçamız istediğimiz gibi olmaz.” yanıtını verdi.

Atacan: “Neden küreğinin sapı o kadar uzun?” diye sordu.

Adam: “Hava çok sıcak… Bir de ateşin ve kaynayan kazanın sıcağı var. Bu nedenle ateşten ve kazandan uzak duruyorum, yoksa sıcağa dayanamam.” dedi şefkat dolu bir sesle.

Atacan: “Ben de karıştırabilir miyim? Siz yorulmuşsunuzdur, yardımım olsun.” diye atıldı.

“Yardımcı olmak istediğin için sağol, ama bu senin yapacağın bir iş değil. Yanarsın, devirirsin kazanı ateşe.” dedi babacanca.

Bir süre daha izledik salça yapımını. Karıkocayla söyleştik biraz. Ardından “Bereketli olsun!” diyerek çıktık avludan.

Bir evin bahçesinde tavuklar tavşanlar görünce Atacan neredeyse yatıya kalacak burada. Bahçe duvarına benim yardımımla oturdu ve özellikle beyaz bir tavşanla olağanüstü bir dostluk kurdu. Ağaçlarla çevrili türlü sebzelerle dolu bahçede uzunca bir süre vakit geçirdik. İstemeyerek de olsa bu güzel cennetten, yeni bir cennet bulmak için ayıldık.

Köyün aşağısına doğru yürümeye başladık. Karnımız iyice acıktı. Yemek yiyecek bir yer arayışındayız. Yukarıya doğru yürürken Atacan’ın kana kana su içtiği çeşmenin önüne geldik. Görmesin diye önüne perdeleme yaptım. Ama nafile… Çeşmeyi fark etti ve çöktü başına. Avuç avuç su içti yine. Neyse insanlar çeşme başına birikince bitirdi su içmeyi. Yürüdük aşağıya doğru. Sol yanda geniş bir bahçe içinde bir aşevinin üst katına çıktık. Aşevini çekip çeviren aydınlık yüzlü lise öğrencisi bir kız. Birazcık söyleştik. Korona nedeniyle işlerinin çok azaldığını, yurtdışından gelişlerin bittiğini söyledi. Özellikle buraya en çok Araplar geliyormuş. Yeşillikler içinde güzel bir yemek yedik. Bardaklar dolusu çay içtik üstüne. İstemeyerek de olsa kalktık yerimizden. Vedalaşarak ayrıldık.

Vakit ikindiyi geçti. Ağır adımlarla arabamıza yürüdük. Yürürken yöreye özgü tahinli, cevizli ekmekten almayı unutmadık. Eşimin aldığı birkaç hediyelik eşyayı da arabaya yerleştirdikten sonra yola çıktık. Yolcu yoluna gerek. Gönlümüz Cumalıkızık’ta kaldı. Kimbilir bir uygun zamanda bu cennetle yeniden buluşuruz. Hem tarihin hem de doğanın kokusunu doyasıya içimize çekeriz.

                                                                       Adil Hacıömeroğlu

                                                                       28 Ağustos 2020

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder