Mudanya’dan
çıkıp Bursa çevreyolundan dolanıp Cumalıkızık’a ulaştık. Koronaya karşın
çarşısı kalabalık. Otopark taşıtla dolu. Arabadan inip köyün içine doğru
yürüdük yavaş adımlarla gördüğümüz her şeyi anlamaya çalışarak. Atacan’ın
dediği gibi beynimizle fotoğraf çekmekteyiz.
Cumalıkızık
Köyü, Türklerin Bursa bölgesindeki ilk yerleşim yerlerinden. Köyün adından da
anlaşılacağı üzere Kızık boyundan Türklerin yerleşim yeri. Köy, Osmanlı köyü
olarak adlandırılmakta. Olasıdır ki kuruluşu, Orhan Bey’e dek uzanmakta. Köyün
girişinde ve cami önünde tarihiyle ilgili bilgilendirici bir kitabe yok! Bu,
büyük eksiklik.
Cumalıkızık,
adını köyün yukarısında yer alan ve hayranlıkla gezdiğimiz camisine borçlu.
Eskiden Cuma namazı her köyün camisinde kılınmazdı. Daha çok merkezi camilerde
kılınırdı. Cuma günü hem çevre köylerden gelen insanlar kaynaşıp özlem giderir
hem de ev gereksinmelerini karşılamak için ufak tefek alışverişler yapılırdı. Kısacası,
insanlar cem olurdu. İşte, çevredeki Kızık köylerinde yaşayanlar da cuma günleri
buraya gelip namazlarını kılardı. Bu nedenle buranın adı, Cumalıkızık oldu.
Köy,
270 evden oluşmakta. Bu evlerin 180’inde insanlar yaşamakta. Evlerin tarihsel
özellikleri titizlikle korunmakta.
Köye
girdiğimizde ilk ilgimizi çeken şey, yola döşenmiş taşlar. Sanki bin yıldır
aynı yerdeymişler gibi bir izlenim vermekte. Evler, taş ve ahşap karımı. Alt katlar
taştan yapılmış. Taş bölümlerin orta yerlerinde ağaç kalaslar var. Üst katlar
ahşap. Her evin yüksek duvarlarla çevrili bahçesi bulunmakta. Köyün her yanı
yeşile kesmiş. Koca koca ağaçlar köyü adeta çevrelemiş, bir koruma duvarı
örmüş. Neredeyse evlerin hepsi işyerine dönüşmüş. İşyerine dönüşmeyen evler,
genellikle köyün yukarı kısmındakiler. Ev bahçelerinde genellikle meyve
ağaçları yükselmekte. Bazı avlularda kiviye rastlanmakta. Kiviler de diğer
meyve ağaçları gibi meyveden yıkılacak gibi. Hele üzümler… Serinlikleri de
aşağıya sarkan salkımları da insanları mutlu etmekte.
Evlerin
altlarında en çok aşevleri açılmış. Yöresel yemekler yapılmakta. Neredeyse
hepsi aile işletmesi. Çoluk çocuk ev ahalisi işbölümüyle bir işin ucundan
tutmuş. Kadınlar ön cephede. Yöresellik olunca kadın emeği ön plana çıkmakta. Ev
kadınları, gencecik kızlar koca dükkânları çekip çevirmekteler. Bazı
aşevlerinde aile üyeleri işin çokluğuna yetişemeyince aile dışından elemanlar
çalıştırmaktalar. Hatta buralarda çalışan Suriyelilere de rastladık. Turizm,
yalnızca köy halkına değil, köy dışından gelenlere de iş ve aş sağlamakta.
Bazı
evlerin altındaki dükkânlarda, ev önlerinde, sokak başlarında yöresel ürünler
satılmakta. Köyün neredeyse her yeri, bir ekmek kapısına dönüşmüş. Yöresel
ürünlerin dışında hediyelik eşyaların çokluğu ilgi çekmekte. İncik boncukçular,
köyün her yanına yayılmış durumda.
Köy
içine doğru ilerlerken karşımıza bir çeşme çıkınca Atacan durur mu? Çeşmeye
yanaştı; elini, yüzünü, ayaklarını yıkadı güzelce. Ardından su içmeye başladı
doyasıya. Atacan’ın arkasında bir su doldurma sırası oluştu. Çocuğun su içmesi
bitecek gibi değil. “İstersen gezelim biraz, dönüşte yine içersin suyunu.” dedim.
Kabul etti ve çeşme başı özgürleşti.
Köyün
yukarısına doğru ilerledik yavaş adımlarla. Yol boyunca sattıklarını tanıtan satıcı
kadınların sesleri işitilmekte sıkça. Bu sesler, hoş gelmiyor kulağa. Tarihsel
bir köyü, sıradan pazaryerine ya da kentler arası otobüs terminaline çeviren bir
çığırtkanlık bu. İnsanlar zaten görüyor satılan ürünleri. Acıktıklarında da
oturup bir yerde karnını doyururlar. Komşular arasındaki rekabet, bu ses
kirliliğine neden olmakta. Bu da köyün tarihsel özgünlüğüne ters düşmekte.
Köy
camisine geldik Atacan’la. Kapıda caminin yapılışı ve özellikleriyle ilgili
açıklayıcı bilgi olmadığından karşısındaki kahve çalışanına ve orada oturan
köylülere sorduk. Onların anlattıkları birbiriyle çelişkili. Bu nedenle biz de
sağlam bir tarihsel bilgiye ulaşamadık. Cami gezimiz bitince eşim aradı, onunla
caminin önünde buluştuk. Çünkü eşim incik boncukçuları, hediyelik eşya
satıcılarını gezdi uzun süre. Üçümüz birlikte dükkânlaşmayan tenha evlerin mimarisini
ve bahçelerini inceleme fırsatı bulduk. Bir evin geniş avlusunda Orta yaşlı
karıkoca salça yapıyorlardı kocaman bir kazanda. Adam, bir sandalyeye oturmuş,
büyükçe bir kürekle salçayı durmaksızın, yorulmaksızın karıştırmakta. Kazanın
altında büyükçe bir odun ateşi yanmakta. Selam verip girdik içeri. Selamımız,
güzel bir insan yüreğinin sıcaklığıyla alındı. Kadının “Buyurun!” sesini
işittik aynı içtenlikle.
Atacan:
“Niye karıştırıyorsun onu durmadan?” sorusuna adam: “Karıştırmazsam dibine
tutar ve salçamız istediğimiz gibi olmaz.” yanıtını verdi.
Atacan:
“Neden küreğinin sapı o kadar uzun?” diye sordu.
Adam:
“Hava çok sıcak… Bir de ateşin ve kaynayan kazanın sıcağı var. Bu nedenle
ateşten ve kazandan uzak duruyorum, yoksa sıcağa dayanamam.” dedi şefkat dolu
bir sesle.
Atacan:
“Ben de karıştırabilir miyim? Siz yorulmuşsunuzdur, yardımım olsun.” diye atıldı.
“Yardımcı
olmak istediğin için sağol, ama bu senin yapacağın bir iş değil. Yanarsın,
devirirsin kazanı ateşe.” dedi babacanca.
Bir
süre daha izledik salça yapımını. Karıkocayla söyleştik biraz. Ardından “Bereketli
olsun!” diyerek çıktık avludan.
Bir
evin bahçesinde tavuklar tavşanlar görünce Atacan neredeyse yatıya kalacak
burada. Bahçe duvarına benim yardımımla oturdu ve özellikle beyaz bir tavşanla
olağanüstü bir dostluk kurdu. Ağaçlarla çevrili türlü sebzelerle dolu bahçede
uzunca bir süre vakit geçirdik. İstemeyerek de olsa bu güzel cennetten, yeni
bir cennet bulmak için ayıldık.
Köyün
aşağısına doğru yürümeye başladık. Karnımız iyice acıktı. Yemek yiyecek bir yer
arayışındayız. Yukarıya doğru yürürken Atacan’ın kana kana su içtiği çeşmenin
önüne geldik. Görmesin diye önüne perdeleme yaptım. Ama nafile… Çeşmeyi fark
etti ve çöktü başına. Avuç avuç su içti yine. Neyse insanlar çeşme başına
birikince bitirdi su içmeyi. Yürüdük aşağıya doğru. Sol yanda geniş bir bahçe içinde
bir aşevinin üst katına çıktık. Aşevini çekip çeviren aydınlık yüzlü lise
öğrencisi bir kız. Birazcık söyleştik. Korona nedeniyle işlerinin çok
azaldığını, yurtdışından gelişlerin bittiğini söyledi. Özellikle buraya en çok
Araplar geliyormuş. Yeşillikler içinde güzel bir yemek yedik. Bardaklar dolusu
çay içtik üstüne. İstemeyerek de olsa kalktık yerimizden. Vedalaşarak ayrıldık.
Vakit
ikindiyi geçti. Ağır adımlarla arabamıza yürüdük. Yürürken yöreye özgü tahinli,
cevizli ekmekten almayı unutmadık. Eşimin aldığı birkaç hediyelik eşyayı da
arabaya yerleştirdikten sonra yola çıktık. Yolcu yoluna gerek. Gönlümüz
Cumalıkızık’ta kaldı. Kimbilir bir uygun zamanda bu cennetle yeniden buluşuruz.
Hem tarihin hem de doğanın kokusunu doyasıya içimize çekeriz.
Adil
Hacıömeroğlu
28
Ağustos 2020
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder