Bursa-İzmir
yolundayız. Atacan atların hayalini kurdu sürekli olarak. Tayları sevebileceğini
düşünüyor. Onun keyfini yaşıyor oturduğu arka koltukta. Harada yüzlerce at
olduğunu düşündükçe sevincinden uçuverecek. Coşkusu, arabanın içinden taşmakta.
Atların
otçul olduğunu söyledi. Ardından en çok hangi otları sevdiklerini düşündü
kendince. Ben, atların arpa başta olmak üzere tahılları yemekten çok
hoşlandıklarını söyleyince yeni bir bilgi öğrenmenin mutluluğunu yaşadı uzun
süre.
Sonra
atların renginden söz etmeye başladı. Siyah, beyaz, kahverengi… Atların
renklerini kendine özgü sözcüklerle anlatmak gerektiğini söyledim ona. “Yağız,
doru, kır, kula, boz, alaca…” ben sayarken sözcükleri yavaşça ve düşünerek o
atılıyor: “Alaca, birden çok renkten oluşan değil mi?”
“Evet!” diye yanıtlıyorum onu. Ardından “Atların
rengi denmez, atların donu denir.” tümcesini söyledim.
Kahkahalarla
güldü uzun uzun. “Atlar don mu giyiyor yani?”
Yok,
“don” senin anladığın anlamda değil. “Giysilerin tümüne verilen bir ad olduğu
gibi atların kıllarının rengine de don denir.” Ayrıntıya girdik. Atlar
donlarının hangi renklere denk geldiğini konuştuk.
“Bazı
atların ayaklarındaki beyazlığın adı ne?”
“O
beyazlığa seki denir.”
“Bazılarının
alınlarında aşağıya doğru uzanan beyazlık var.”
“Evet,
onun adı akıtma. Bu aklık yalnızca alındaysa ona kartopu denir. Sen, bütün
bunları niye öğreniyorsun?”
“Haraya
gidince orada atlara bilgisizce bakmayayım diye.”
Karacabey
Harasına vardık. Arabamızdan hemen indik maskelerimiz takılı olarak. Kapıda bir
güvenlik görevlisi… Bizi güler yüzle karşıladı. Selamlaşmanın ardından harayı
gezmek istediğimiz, çocuğumuzun atları görmek istediğiniz söyledik. Salgın
nedeniyle içeriye ziyaretçi alınmadığını birkaç gün sonra yapılacak at satışı
sırasında içeri girebileceğimizi bildirdi. Burada oturmadığımızı, İstanbul’dan
geldiğimizi anlatsak da yararı olmadı. Direnmenin, ısrar etmenin bir yararı
yok!
Arabamızı
Mustafakemalpaşa’ya sürdük. Zaten çok yakın. Atacan üzgün, hayalleri suya düştü
birkaç dakika içinde. Biz de üzgünüz bunca yolu çocuğumuza atları göstermek
için gelmişiz. Ancak durumumuzu belli etmedik. Ona: “Salgın bittiğinde geliriz.”
dedik. O da kabul etti.
Mustafakemalpaşa’ya
geldik. Niyetimiz, burada gecelemek. Böylece çevreyi gezmek. Özellikle de
köylere gitmek. Öğretmenevini kolayca bulduk. Oturup bir şeyler içip
dinlenelim, dedik. Arabamızı park ettik öğretmenevinin otoparkına. Otopark
paralı. Tuvalete gittik, tuvalet paralı. Amaç öğretmene hizmet mi, para
kazanmak mı anlamadık. Otelinde yer olup olmadığını sorduk. Varmış varmasına da
tuvalet ve banyo ortak kullanılıyor diğer odalarla. Böyle koşullarda kalmamız
olanaksız. Bir şeyler içip çıktık Kemalpaşa tatlısı yemek üzere. Tatlıcıya girdik.
Siparişlerimizi verdikten sonra yaşadığımız olumsuzluk yüzünden tatlıları
yemeden çıktık. Arabamıza binip buradan ayrıldık.
Amacımız,
Kocaçay Deltasına gitmek. Buradaki longozu, kuşları görmek istemekteyiz.
Yavaşça yol almaktayız. Yolun sağında TJK’nın at çiftlikleri var. Atlar dizi
dizi. Neredeyse her kısrağın yanında bir tay var. TJK’nın kapısına yanaştık.
İsteğimizi söyledik. Görevli salgın nedeniyle bizi içeri alamayacağını söyledi.
Burada da umudu kırılan, hayalleri gerçekleşmeyen Atacan, görevliye: “Korana
insanlardan atlara bulaşmaz. Neden böyle bir karar aldınız ki?” diye sordu
merakla. Görevli, bu kararı kendilerinin değil, yönetimin aldığını söyledi. Oradan
ayrılarak yol boyunca oldukça yavaş giderek atları izlemekteyiz arabamızdan.
Atların
çıplak bir arazide, güneşin altında kavrulmasına Atacan karşı çıktı. Buna üzüldü.
Geri dönüp söyleyelim, dedi. “Atları bulaşmayacak olan koronadan koruyorsunuz,
ama güneşin altında pişmelerine ses çıkarmıyorsunuz?” diyeceğim onlara. Geri
dönüşümüzün olanaksız olduğunu söyledik.
Gezmeye
çıkmışız. Çocuğumuza uzaktan da olsa atları göstermekteyiz. Arabanın dörtlüleri
yanıp sönmekte. Ama kim anlayacak ki bizi? Yavaş gittiğimiz için korna
çalanlar, ışıklarını yakıp söndürenlerden geçilmiyor. Olsun, havlayan köpeğe
havlamak gerekmiyor, biz ağzımızın tadını kaçırmayalım. İnsanların altlarında
son model arabalar uçarcasına gitmekteler nereye gidiyorlarsa. Geçtikleri yollarda
neler var, neler yok farkında bile değiller.
Yol
ayrımına geldik. Kocaçay yönüne gideceğimiz yerde Tirilye, Mudanya yoluna
girdik. Eşim geri dönmekte ısrarlı. Ben, Tirilye’ye gitmemizin bizi mutlu
edeceğini söyledim. Yol gidişli gelişli ve çok bozuk. Bu nedenle eşim
söyleniyor durmadan. “Bak, eğer gideceğimiz yer de bu yol gibiyse gözüme
görünme! Oradan hemen İstanbul’a döneriz.” demekte sürekli olarak. Oysa ben
Tirilye’yi biliyorum ve eşimin de böyle yerlere bayılacağının farkındayım. Yol
boyunca anlatmaya çalışıyorum, ama nafile…
Atacan,
atları yakından görememenin hayal kırıklığını üstünden atmış gibi. Annesine
önyargılı olmaması ve bana güvenmesi gerektiğini söylemekte sürekli. Yemyeşil
bir doğanın içinden geçtik. Engebeli arazide dar alanlarda üretim patlaması
var. Yol boyunca köylerde genç görmek neredeyse olanaksız. Doğanın yeşil büyüsü
bizi alıp götürmekte türlü düşlerin sağanağında. Yol boyunca gördüğümüz her
çeşme başında durduk neredeyse. Çünkü Atacan böyle istiyor. İniyor arabadan
kana kana su içiyor. Ardından elini, yüzünü, ayaklarını, terliklerini yıkıyor.
Çeşme, onun ziyaretgâhı gibi. Çocukların bu coşkuları olmasa yaşam çekilir
miydi acaba?
Adil
Hacıömeroğlu
26
Ağustos 2020
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder