Rahat
geçen bir gece… Sessizlik içinde deliksiz bir uyku… İlk uyanan benim her
zamanki gibi. Kalkıp hemen duşa girdim. Ben duştayken Atacan’la eşim de
uyanmış. Ben giyinirken onlar sırasıyla duş yaptılar. Çantamızı toplamadık.
Çünkü bu gece de burada konaklayacağız. Yataklarımızı çabucak düzeltip hemen
kahvaltıya indik. Boğaz görünümlü bir masada güzel bir kahvaltı yaptık. Otelde
herkes maske takmakta ve sosyal araya özen göstermekte. Her zaman olduğu gibi
çayları her seferinde ben doldurdum. Kahvaltı tabaklarını masaya götürmek de
benim işim. Biz de kendimizce iş bölümü yaparak koronadan korunmaya
çalışmaktayız.
Kahvaltı
bittikten sonra hemen yola çıktık. İlk durağımız Kilitbahir (Denizin kilidi) … Çanakkale
Boğazı kıyısında… Neredeyse tüm Boğaz’ı görmekte. Kilitbahir Kale Müzesi’nden içeri
girdik. Fatih döneminde yapılan ilk kulenin yüksek merdivenlerinden bir solukta
çıktık. Bu tırmanış, bir “efor testi” gibi. Her çıkışımda bu merdivenlerden
sağlık kontrolünden geçmiş gibi duyumsarım kendimi. Yukarıyı iyice gezip
bilgilendikten sonra aşağıya indik.
Yürüyüp
Kanuni döneminde yapılan daha yüksek bir kuleye çıktık. Burada da “efor
testi”nden geçtim. Dizimdeki sorun beni zorlayacak dedim, ama olmadı. Tarih söz
konusu olunca dizimdeki ağrı sızı ve batmalar geçiverdi. Atacan, her gözetleme
deliğinden baktı. Her atış noktasından nişan alıp denemeler yaptı. Kendince bir
savaş oyunu kurguladı. Düşmanın Ege Denizi’nden geldiğini varsayarak kendince
konumlandı. Bıraksak gece burada uyuyacak. İmgelemler içinde düşlerinin peşinde
koştuğu, dalgınlık içinde savaş oyunlarına gömüldüğü bir sırada gerçeğin sesi
işitildi. “Hadi oğlum, gidiyoruz. Gezeceğimiz çok yer var.” dedim. Buruk bir
sesle “Tamam!” dedi demesine de nasıl dedi? Halden anlarız. Ona söz verdim,
buraya bir gezi yapacağımıza dair. Hemen morali düzeldi, gülümsedi. Ortada yer
alan kulenin katlarını tek tek çıkıp her kattaki canlandırmaları, sergileri
gezdik. Doyumsuz bir zevkin doruğundayız. Ne yalan söyleyeyim, ben de ayrılmak
istemiyorum buradan.
Kilitbahir
kalesinden çıktık. Yorulmuşuz, birazcık dinlenmeliyiz. Zorunlu
gereksinmelerimizi karşılayarak Kalenin arkasında, Boğaz’ı gören bir çay
bahçesine oturduk. Bizim çaylarımız, Atacan’ın gazozu geldi. Püfür püfür esen
poyraz, havayı serinletmekte. İşimiz olmasa geceyi burada sandalyeler üzerinde
geçirmeye çoktan hazırız. Çaylarımızı tazeledik. Yorgunluğumuz geçti sayılır.
Kalktık,
şehitliklere doğru yola çıktık. Neredeyse şehitlik ve anıt olmayan yer yok! Bir
ulusun var olma savaşı verdiği bir toprak parçasında Mehmetçiğin toprağa
düşmediği neredeyse bir adımlık toprak parçası bulunmuyor. İlkbaharda buralara
geldiğimizde her yan gelincik tarlasına döner. O gelinciklere baktıkça bir
derin üzüntü denizine gömülürüm. Sanki şehit kanları dile gelir, ayağa kalkar
gelinciklerin kıpkırmızı çiçeklerinde canlanır. Her gelincikte bir şehidi
bulurum. Gelinciklere baktıkça kanım donar, soluğum kesilir, başka bir dünyanın
sonsuzluğuna göçerim sanki.
Gelincikler
çoktan soldu. Toprakta deli bir yeşil, tüm kuraklığa karşın. Toprak bereketli…
Ormanlar gümrah… Ağustosböcekleri yorulmaksızın ötmekte… Şehitlikler, bize bir
ulusun kanlı tarihini anlatmakta. Her anıt, sayfalar dolusu bir kahramanlığın
destanıyla dolu. Hala hem denizden hem de topraktan cehennemi savaştan kalma
fişekler, top mermileri, insan kemikleri, savaşa ait aletler çıkmakta. Sanmayın
ki bu toprakları sulayan şehit kanları kuruyup yok oldu. Hala o kan, sel gibi
akmakta toprağa ve denize. Hala vatan toprağını sulamakta şehit kanları. Bu
toprağın şehitleri ölümsüzlüğe eriştiğindendir ki onların kanları da sürekli
akar damarlarından vatanın bağrına. O gelincikler boşuna mı her bahar boy atar
kara toprağı örtercesine.
Alçıtepe
yolunda rastladığımız birçok şehitliğe uğradık. Alçıtepe’ye vardık. Güneş
tepemizde yakıcı… 1915 Hilal-i Ahmer Hastanesi Sergisi’ni gezmeye başladık.
Canlandırmalar güzel, ama daha iyisi yapılabilir. Müze bakımlı, tıpkı
Kilitbahir Müzesi gibi. İlk yaralılar buraya getiriliyormuş. İlk müdahaleler,
sağaltımlar burada yapılıyormuş. Ağır yaralılar, buradan İstanbul’a
götürülüyor. Sağlıkçılarımız insanüstü bir özveriyle çalıştılar. Büyük utkuda
önemli pay sahibiler. Hafif yaralı birçok askerimizin iyileşmeyi beklemeden
sargı bezleriyle cepheye, ateş hattına koştuklarını biliyoruz.
Çanakkale
Savaşının en yoğun günlerinde günlük yaralı sayısı dört bin civarındaydı.
Böylesine yüksek sayıda yaralıya o günün koşullarında sağlık hizmeti vermek
epeyce zordu. İşte böylesi güç koşullarda çalıştı sağlıkçılarımız. Sağlıkçılar
yalnızca yaralıları tedavi etmiyordu; salgın hastalıklar kol geziyordu
siperlerde. Salgınlarla savaşımı da ekleyince savaş sırasında sağlıkçılarımızın
durumunu anlayabiliriz.
Yaralanan
bir asker, en kısa sürede sıhhiye erleri ve teskerecilerin yardımıyla
siperlerin hemen gerisinde bulunan yaralı yuvalarına getirilirdi. Burada ilk
müdahaleler yapılırdı. Buradan gerektiğinde basit ameliyatlar da yapıldığı
sıhhiye bölüklerinin ve taburların sargı yerine taşınırlardı. İlk müdahalesi
yapılan ağır yaralılar, büyük sargı yerlerine taşınırdı. Daha sonra ağır
yaralılar, Tekirdağ ve İstanbul’daki hastanelere sevk edilirilerdi.
Sağlıkçıların araç, gereç eksiklikleri ile ateş altında ulaşım güçlükleri
hesaplandığında yaralı askerlerimizin işlerinin ne kadar zor olduğunu
anlayabiliriz. Sıtma, tifüs, iskorbüt hastalıkları ile yetersiz beslenme, bit,
karasinek, sivrisinek, kirli su, ilaç eksikliği, siperlerdeki sel baskınları,
mevsime göre sıcak ve soğuk gibi sorunlar nedeniyle birçok askerimiz ya
yaşamını yitirdi ya da hastanelik oldu. Bundan da anlaşılacağı üzere cephede
düşman çoktu ve hepsiyle savaşmak gerekiyordu.
1915
Hilal-i Ahmer Hastanesi Sergisi’nden ayaklarımız geri gide gide ayrıldık.
Zamanımız az, gezeceğimiz yer çok... Bu nedenle zamanı iyi değerlendirmemiz
gerek. Buradan Şehitler Abidesi’ne doğru yola çıktık. Yol boyunca hem
gördüğümüz yerlerle hem de doğayla ilgili söyleştik. Abide’ye geldiğimizde
mahşeri bir kalabalıkla karşılaştık. Arabamızı eğlemek için uygun bir yeri
güçlükle bulduk. Önce illere göre kümelendirilmiş şehitliği neredeyse tek tek
gezdik. Mezar taşlarını okumaya çalıştık. Yorulmaksızın dolaşıyoruz. Ses seda
yok! Üçümüz de onulmaz bir üzüntünün içindeyiz. Dokunsalar ağlayacağız.
Türkiye’nin
her yanından kopup gelen Mehmetçikler koyun koyuna sonsuz uykularında. O
zamanki ulaşım olanakları düşünüldüğünde bin bir zahmetle cepheye koşan koca
yürekli yiğitlerimiz… Her bölgeden, her ilden, her ilçeden, her mezhepten, her
dinden, her etnik kökenden yurttaşımız yurdu için can vermiş. Gayri Müslimlerle
Müslümanlar, aynı yurt ülküsünün, savunmasının uğruna kanlarını kutsal yurt
toprağına döktüler. Kanları karışıp kan kardeşi oldular toprağın bağrında.
Alevi’si Sünni’si koyun koyuna yatmaktalar erinç içinde. Kavgayı birbirleriyle
değil, düşmanla yapıp canlarını verdiler seve seve. Her siyasal görüşten
yurttaşımız, yana yana. Mezar taşlarında siyasal görüşleri yazmıyor. Burada
yatanların hepsi, bu topraklar için can vermiş yurdumuzun evladı.
Şehitlikten
üzüntüyle ayrıldık. Abide’ye doğru yürüdük. İnsan kalabalığı içinde
dolaşıyoruz. Ege’ye baktık uzun uzun… Türkiye’nin her ilinden gelenler var. Bunu
taşıtların plakalarından anlıyoruz. İnsanların kıyafetlerine bakınca her
siyasal görüşten insanımız burada. Ziyaretçilerin de amacı şehitlerimiz gibi:
Vatan borcunu ödemek… Burada ağlayanlar, dua edenler, sesi titreyenler, cep
telefonlarıyla yakınlarına canlı yayınlar yapanlar, mezar taşlarını öpenler,
çocuklarına bildikleri kadar bilgiler verenler, ellerindeki bayrakları
sallayanlar…
Şehitler
Abidesi’nin aşağısındaki hediyelik eşya satan küçük dükkânlara gittik. Orada da
yoğunluk var. Atacan birçok anı eşya aldı. Atatürk ve Türk Bayrağının olduğu
kolyeyi boynuna taktı. Gezimiz boyunca da bu kolyeyi hiç çıkarmadı.
Şehitler
Abidesi’nden ayrıldık. Birkaç şehitlik daha gezdik yolumuz üzerinden olan. Zığındere
Sargı Yeri Şehitliğine gittik. Burası yaralıların ilk tedavilerinin yapıldığı
yer. Bir sahra hastanesi diyelim. Askerlerimizin yanı sıra düşman askerlerinden
esir alınan yaralılar da burada tedavi edilmekteydi. 28 Haziran-5 Temmuz
1915’te yapılan İngiliz-Fransız ortak saldırısında on altı bin askerimiz burada
şehit oldu. Bu saldırıda yaralıların bulunduğu sargı yeri de nasibini aldı.
Burada tedavi olmakta olan Türk ve düşman askerlerinin yanı sıra
sağlıkçılarımız da hunharca öldürüldü. Hastanelere saldırmak savaş suçu... Bu
savaşta, İngiliz ve Fransızların işledikleri savaş suçları saymakla bitmez. Bu
vadide on altı bin şehidimizin olduğunu anımsadıkça hala içim titrer.
Şehitlikteki
385 mezar taşını okuyoruz sırasıyla. Bir süre sonra fena oluyoruz. Uygarlık
örneği olarak gösterilen ülkelerin ülkemize yaptıkları zalimlik karşısında
kanımız donuyor.
Zığındere’den
ayrılıp Nuri Yamut Anıtı’na gittik, sessiz ve üzgün olarak. Burada az kaldık.
Birkaç fotoğraf çektikten sonra ayrıldık. Vakit öğleni çoktan geçmiş. Sabahtan
beri dur durak bilmeden dolaştık. Hava oldukça sıcak… Acıktık da… Alçıtepe’ye
gittik. Bahçesi olan bir aşevine girdik. Yemeklerimizi söyledik. İştahımız yok
oldu, şehitlikleri düşündükçe. Birer kap yemeği zorla yedik. Ardından birer
bardak da çay içtik. Yemekten sonra gezimizi sürdürmek için kalktık.
Basmaya
korktuğumuz toprağa düşmanın binlerce top mermisi attığını düşündükçe
emperyalizme karşı öfkemiz bin kat daha arttı. Derin düşüncelerle yarımadada
yol aldık.
Adil
Hacıömeroğlu
21
Ağustos 2020
, Değerli Adil Öğretmenim,elinize , dilinize, ayaklarınıza sağlık👏🇹🇷 Gezdiğim , yerleri yeniden görmüş gibi oldum sizin anlatımınızla belleğimde kayıtlı olacak 🙏🏻 Bugün aldığımız her nefes bundan 109yıl önce verilmiş son nefes sayesindedir .Şehitlikte uyuyanların ruhları şad olsun .Yattıkları topraklar çiçek bahçesi olsun😔😢🌺 Vatan uğruna toprak olanlara ,toprak oldukları yere selamolsun🇹🇷🇹🇷🇹🇷Varolunuz🙏🏻👩🦰
YanıtlaSil