TARİHE DUYGUSAL BİR YOLCULUK-I (Dinlence Yazıları 7)

 

Rahat geçen bir gece… Sessizlik içinde deliksiz bir uyku… İlk uyanan benim her zamanki gibi. Kalkıp hemen duşa girdim. Ben duştayken Atacan’la eşim de uyanmış. Ben giyinirken onlar sırasıyla duşa girdiler. Çantamızı toplamadık. Çünkü bu gece de burada konaklayacağız. Yataklarımızı çabucak düzeltip hemen kahvaltıya indik. Boğaz görünümlü bir masada güzel bir kahvaltı yaptık. Otelde herkes maske takmakta ve sosyal araya özen göstermekte. Her zaman olduğu gibi çayları her seferinde ben doldurdum. Kahvaltı tabaklarını masaya götürmek de benim işim. Biz de kendimizce iş bölümü yaparak koronadan korunmaya çalışmaktayız.

Kahvaltı bittikten sonra hemen yola çıktık. İlk durağımız Kilitbahir (Denizin kilidi)… Çanakkale Boğazı kıyısında neredeyse tüm Boğaz’ı görmekte. Kilitbahir Kale Müzesi’nden içeri girdik. Fatih döneminde yapılan ilk kulenin yüksek merdivenlerinden bir solukta çıktık. Bu tırmanış, bir “efor testi” gibi. Her çıkışımda bu merdivenlerden sağlık kontrolünden geçmiş gibi duyumsarım kendimi. Yukarıyı iyice gezip bilgilendikten sonra aşağıya indik.

Yürüyüp Kanuni döneminde yapılan daha yüksek bir kuleye çıktık. Burada da “efor testi”nden geçtim. Dizimdeki sorun beni zorlayacak dedim, ama olmadı. Tarih söz konusu olunca dizimdeki ağrı, sızı ve batmalar geçiverdi. Atacan her gözetleme deliğinden baktı. Her atış noktasından bakıp denemeler yaptı. Kendince bir savaş oyunu kurguladı. Düşmanın Ege Denizi’nden geldiğini varsayarak kendince konumlandı. Bıraksak gece burada uyuyacak. İmgelemler içinde düşlerinin peşinde koştuğu, dalgınlık içinde savaş oyunlarına gömüldüğü bir sırada gerçeğin sesi işitildi. “Hadi oğlum, gidiyoruz. Gezeceğimiz çok yer var.” dedim. Buruk bir sesle “Tamam!” dedi demesine de nasıl dedi? Halden anlarız. Ona söz verdim, buraya bir gezi yapacağımıza dair. Hemen morali düzeldi, gülümsedi. Ortada yer alan kulenin katlarını tek tek çıkıp her kattaki canlandırmaları, sergileri gezdik. Doyumsuz bir zevkin doruğundayız. Ne yalan söyleyeyim, ben de ayrılmak istemiyorum buradan.

Kilitbahir kalesinden çıktık. Yorulmuşuz, birazcık dinlenmeliyiz. Zorunlu gereksinmelerimizi karşılayarak Kalenin arkasında, Boğaz’ı gören bir çay bahçesine oturduk. Bizim çaylarımız, Atacan’ın gazozu geldi. Püfür püfür esen poyraz, havayı serinletmekte. İşimiz olmasa geceyi burada sandalyeler üzerinde geçirmeye çoktan hazırım. Çaylarımızı tazeledik. Yorgunluğumuz geçti sayılır.

Kalktık, şehitliklere doğru yola çıktık. Neredeyse şehitlik ve anıt olmayan yer yok! Bir ulusun var olma savaşı verdiği bir toprak parçasında Mehmetçiğin toprağa düşmediği neredeyse bir adımlık toprak parçası bulunmuyor. İlkbaharda buralara geldiğimizde her yan gelincik tarlasına döner. O gelinciklere baktıkça bir derin üzüntü denizine gömülürüm. Sanki şehit kanları dile gelir, ayağa kalkar gelinciklerin kıpkırmızı çiçeklerinde canlanır. Her gelincikte bir şehidi bulurum. Gelinciklere baktıkça kanım donar, soluğum kesilir, başka bir dünyanın sonsuzluğuna göçerim sanki.

Gelincikler çoktan soldu. Toprakta deli bir yeşil, tüm kuraklığa karşın. Toprak bereketli… Ormanlar gümrah… Ağustosböcekleri yorulmaksızın ötmekte… Şehitlikler, bize bir ulusun kanlı tarihini anlatmakta. Her anıt, sayfalar dolusu bir kahramanlığın destanıyla dolu. Hala hem denizden hem de topraktan cehennemi savaştan kalma fişekler, top mermileri, insan kemikleri, savaşa ait aletler çıkmakta. Sanmayın ki bu toprakları sulayan şehit kanları kuruyup yok oldu. Hala o kan sel gibi akmakta toprağa ve denize. Hala vatan toprağını sulamakta şehit kanlarıyla. Bu toprağın şehitleri ölümsüzlüğe eriştiğindendir ki onların kanları da sürekli akar damarlarından vatanın bağrına. O gelincikler boşuna mı her bahar boy atar kara toprağı örtercesine.

Alçıtepe yolunda rastladığımız birçok şehitliğe uğradık. Alçıtepe’ye vardık. Güneş tepemizde yakıcı… 1915 Hilal-i Ahmer Hastanesi Sergisi’ni gezmeye başladık. Canlandırmalar güzel, ama daha iyisi yapılabilir. Müze bakımlı, tıpkı Kilitbahir Müzesi gibi. İlk yaralılar buraya getiriliyormuş. İlk müdahaleler burada yapılıyormuş. Ağır yaralılar, burada İstanbul’a götürülüyor. Sağlıkçılarımız insanüstü bir özveriyle çalıştılar. Büyük utkuda önemli pay sahibiler. Hafif yaralı birçok askerimizin iyileşmeyi beklemeden sargı bezleriyle cepheye, ateş hattına koştuklarını biliyoruz.

Çanakkale Savaşının en yoğun günlerinde günlük yaralı sayısı dört bin civarındaydı. Böylesine yüksek sayıda yaralıya o günün koşullarında sağlık hizmeti vermek epeyce zordu. İşte böylesi zor koşullarda çalıştı sağlıkçılarımız. Sağlıkçılar yalnızca yaralıları tedavi etmiyordu; salgın hastalıklar kol geziyordu siperlerde. Salgın hastalıklarla savaşımı da ekleyince savaş sırasında sağlıkçılarımızın durumunu anlayabiliriz.

Yaralan bir asker yaralandığında en kısa sürede sıhhiye erleri ve teskerecilerin yardımıyla siperlerin hemen gerisinde bulunan yaralı yuvalarına getirilirdi. Burada ilk müdahaleler yapılırdı. Buradan gerektiğinde basit ameliyatlar da yapıldığı sıhhiye bölüklerinin ve taburların sargı yerine taşınırlardı. İlk müdahalesi yapılan ağır yaralılar, büyük sargı yerlerine taşınırdı. Daha sonra ağır yaralılar Tekirdağ ve İstanbul’daki hastanelere sevk edilirilerdi. Sağlıkçıların araç, gereç eksiklikleri ile ateş altında ulaşım güçlükleri hesaplandığında yaralı askerlerimizin işlerinin ne kadar zor olduğunu anlayabiliriz. Sıtma, tifüs, iskorbüt hastalıkları ile yetersiz beslenme, bit, karasinek, sivrisinek, kirli su, ilaç eksikliği, siperlerdeki sel baskınları, mevsime göre sıcak ve soğuk gibi birçok sorun nedeniyle birçok askerimiz ya yaşamını yitirdi ya da hastanelik oldu. Bundan da anlaşılacağı üzere cephede düşman çoktu ve hepsiyle savaşmak gerekiyordu.

1915 Hilal-i Ahmer Hastanesi Sergisi’nden ayaklarımız geri gide gide ayrıldık. Zamanımız az, gezeceğimiz yer çoktu. Bu nedenle zamanı iyi değerlendirmemiz gerek. Buradan Şehitler Abidesi’ne doğru yola çıktık. Yol boyunca hem gördüğümüz yerlerle hem de doğayla ilgili söyleştik. Abide’ye geldiğimizde mahşeri bir kalabalıkla karşılaştık. Arabamızı park etmek için bir yeri güçlükle bulduk. Önce illere göre kümelendirilmiş şehitliği neredeyse tek tek gezdik. Mezar taşlarını okumaya çalıştık. Yorulmaksızın dolaşıyoruz. Ses seda yok! Üçümüz de onulmaz bir üzüntünün içindeyiz. Dokunsalar ağlayacağız.

Türkiye’nin her yanından kopup gelen Mehmetçikler koyun koyuna sonsuz uykularında. O zamanki ulaşım olanakları düşünüldüğünde bin bir zahmetle cepheye koşan koca yürekli yiğitlerimiz… Her bölgeden, her ilden, her ilçeden, her mezhepten, her dinden yurttaşımız yurdu için can vermiş. Gayri Müslimlerle Müslümanlar, aynı yurt ülküsünün, savunmasının uğruna kanlarını kutsal yurt toprağına döktüler. Kanları karışıp kan kardeşi oldular toprağın bağrında. Alevi’si Sünni’si koyun koyuna yatmaktalar erinç içinde. Kavgayı birleriyle değil, düşmanla yapıp canlarını verdiler seve seve. Her siyasal görüşten yurttaşımız, yana yana. Mezar taşlarında siyasal görüşleri yazmıyor. Burada yatanların hepsi, bu topraklar için can vermiş yurdumuzun evladı.

Şehitlikten üzüntüyle ayrıldık. Abide’ye doğru yürüdük. İnsan kalabalığı içinde dolaşıyoruz. Ege’ye baktık uzunuzun… Türkiye’nin her ilinden gelenler var. Bunu taşıtların plakalarından anlıyoruz. İnsanların kıyafetlerine bakınca her siyasal görüşten insanımız burada. Ziyaretçilerin de amacı şehitlerimiz gibi: Vatan borcunu ödemek… Burada ağlayanlar, dua edenler, sesi titreyenler, cep telefonlarıyla yakınlarına canlı yayınlar yapanlar, mezar taşlarını öpenler, çocuklarını bildikleri kadar bilgiler verenler, ellerinde bayrak sallayanlar…

Şehitler Abidesi’nin aşağısındaki hediyelik eşya satan küçük dükkânlara gittik. Orada da yoğunluk var. Atacan birçok anı eşya aldı. Atatürk ve Türk Bayrağının olduğu kolyeyi boynuna taktı. Gezimiz boyunca da bu kolyeyi hiç çıkarmadı.

Şehitler Abidesi’nden ayrıldık. Birkaç şehitlik daha gezdik yolumuz üzerinden olan. Zığındere Sargı eri Şehitliğine gittik. Burası yaralıların ilk tedavilerinin yapıldığı yer. Bir sahra hastanesi diyelim. Askerlerimizin yanı sıra düşman askerlerinden esir alınan yaralılar da burada tedavi edilmekte. 28 Haziran-5 Temmuz 1915’te yapılan İngiliz-Fransız ortak saldırısında on altı bin askerimiz burada şehit oldu. Bu saldırıda yaralıların bulunduğu sargıyeri de nasibini aldı. Burada tedavi olmakta olan Türk ve düşman askerlerinin yanı sıra sağlıkçılarımız da hunharca öldürülüyor. Hastanelere saldırmak savaş suçu. Bu savaşta İngiliz ve Fransızların işledikleri savaş suçları saymakla bitmez. Bu vadide on altı bin şehidimizin olduğunu anımsadıkça hala içim titrer.

Şehitlikteki 385 mezar taşını okuyoruz sırasıyla. Bir süre sonra fena oluyoruz. Uygarlık örneği olarak gösterilen ülkelerin ülkemize yaptıkları zalimlik karşısında kanımız donuyor.

Zığındere’den ayrılıp Nuri Yamut Anıtı’na gittik, sessiz ve üzgün olarak. Burada az kaldık. Birkaç fotoğraf çektikten sonra ayrıldık. Vakit öğleni çoktan geçmiş. Sabahtan beri dur durak bilmedik, dolaştık. Hava oldukça sıcak… Acıktık da… Alçıtepe’ye gittik. Bahçesi olan bir aşevine girdik. Yemeklerimizi söyledik. İştahımız yok oldu, şehitlikleri düşündükçe. Birer kap yemeği zorla yedik. Ardından birer bardak da çay içtik. Yemekten sonra gezimizi sürdürmek için kalktık.

Basmaya korktuğumuz toprağa düşmanın binlerce top mermisi attığını düşündükçe emperyalizme karşı öfkemiz bin kat daha arttı. Derin düşüncelerle yarımadada yol aldık.

                                                                       Adil Hacıömeroğlu

                                                                       21 Ağustos 2020

 

 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder