Sessiz,
sıcak bir Karacabey sabahına uyandım. Çabucak duşa girdim. Duştan çıktığımda
eşim ve Atacan uyanmak üzereydi. Onlara seslendim. Kalktılar. Giyinip
hazırlandık. Kahvaltıya geç kalmamalıyız. Hemen kahvaltı salonuna indik. Rahat,
telaşsız bir kahvaltıdan sonra odamızdaki eşyalarımızı toplayıp arabamıza
bindik.
Kafamızda
ilk gezilecek yer olarak Karacabey Harası var. Atacan atları ve onların
yavruları tayları görmek istemekte. Bursa yoluna döndük. Karacabey’in geniş,
verimli, bin bir bereket fışkıran düzlüklerinden geçmekteyiz. Ovada neredeyse
yetişmeyen bir ürün yok gibi. Tarlalar ekinle, bahçeler meyveyle dolu.
Sağımızda Uluabat Gölü… Eşim, gölü görmek istemekte. Karşımızda Gölkıyı Köyü
tabelası çıkınca oradan sağa saptık.
Köye
gitmeden yol kıyısında bir çeşme, musluksuz... Açık borudan gürül gürül su
akmakta. Altında uzunca, su dolu bir yalak… Hayvanların su içmesi için… Önünde
durduk. İstanbullu olan ve köy yaşamını pek bilmeyen eşimle İstanbul’da kafes
kuşu gibi evin dört duvarı arasında büyüyen Atacan, akan suya bakmaktalar
meraklı gözlerle. Köyde büyümüş biri olarak oluğun önüne eğilip elimi, yüzümü
güzelce yıkadım. Ardından avucumla kana kana su içtim. Terliklerimi ve
ayaklarımı yıkadım serinlik veren soğuk suyla. Bir baktım birisi beni hafifçe
itmekte yana doğru. Baktım Atacan. “Ben de su içmek istiyorum.” dedi mutluluk
damlaları akan bir sesle. Su içerken gözlemlemiş beni. İki avucunu yan yana
getirip küçük bir çanak yapıp içmeye başladı suyu. Ne içiş… Çocuk suya kanmıyor
bir türlü. İçti, içti, içti…
Annesi:
“Oğlum yeter, sudan patlayacaksın. Bu kadar su içilir mi?” diye uyarıyor da
kimin umurunda. Çocuk yüzünü yıkayıp su içiyor. Ayaklarını yıkayıp su içiyor.
Saymadım ama bu eylemi, onlarca kez yineliyor. Sonunda su içme sırası eşime
geldi. O da önce birazcık işkilli, sonrasında iştahla su içiyor çeşmeden.
Atacan,
yalağın adını bilmediğinden “Bu havuzu neden yaptılar buraya?” diye sordu.
“Bunun
adı havuz değil, yalak… Bunu yapmalarının nedeni hayvanların su içmesi için.
Burada biriken temiz suyu başta inekler olmak üzere diğer hayvanlar içer.” dedim.
Sözümü sürdürdüm: “Suyun aktığı metal boru var ya bizim çocukluğumuzda ağaçtan
yapılırdı genellikle. Üstü açık olurdu, buna da ‘oluk’ derdik. Köy
çeşmelerinden en güzel, temiz, soğuk sular akar.” açıklamasını yaptım. Çeşmenin
yanındaki mısır tarlasına girdi. Dolaştı uzun uzun. “Sakın bir şeye zarar
verme, mısırları koparma!” uyarısını yaptım. Islak ayaklarıyla tarlaya
girdiğinden çamur içinde kaldı. Çıkınca tarladan ayaklarını, terliklerini
yıkayıp uzun uzun su içti avuçlarıyla.
Su
içerken ikide bir avuçlarına bakmakta. Daha önce iki avucunu yan yana
getirdiğinde parmakları açık olurdu. Korona nedeniyle eline kolonya
döktüğümüzde kolonyanın yarısı yere dökülürdü. Çoğu zaman da kızardım ona
kolonyayı ziyan ediyor diye. Şimdi bakıyorum ona iki avucu küçük bir tas olmuş
çeşmenin altında. Bunun mutluluğunu yaşamakta keyfince. İkide bir: “Başardım,
gördünüz mü? Avcumdan su içtim, tek damlayı da yere dökmeyerek.” demekte. Demek
ki bir şeyi öğretmek zorla olmuyor. İnsan zorunlu olduğunda ve gereksinim
duyduğunda kolayca öğrenmekte.
Çeşme
başında epeyce zaman geçirdik. Çevredeki tarla ve bahçelerdeki ürünleri
inceledik. Bir küçük meyvenin bile koparılmasına karşı çıktım. O meyve için
harcanan emeğin, ürüne beslenen umudun ne denli değerli olduğunu anlattım. İlk
kez kavun ve karpuzu bostanda doğal ortamında gördü. Koparmak istedi bir tane.
Çevreye baktım bir insan görsem sorup bedelini ödeyerek kopartacağım çocuğa. Bu
zevki tatsın istiyorum. Ama kimsecikler yok! Ona yol üzerinde bostanların
birinde insan görürsek durup kavun kopartacağımı söyledim.
Yaşamım
boyunca sahibinden habersiz kimsenin meyvesine, sebzesine, malına el uzatmadım.
Kentli ailelerin meyve ve sebze bahçelerine dalıp çiğneyerek kopararak
zevklenmelerinden nefret ederim. Bir fotoğraf çektirmek için kocaman ayçiçeğini
yerinden koparıp eline alan vandallığı onaylayamam. O koparılan ayçiçeği, tarla
sahibinin emeği, alınteri… İnsan yaşamında emeğe, alınterine saygı esas olmalı.
Gölkıyı
Köyü’ne ulaştık sonunda. Karşımızda bir leylek yuvası… Hayranlıkla
izlemekteyiz. Yuva boş… Az sonra, biraz ileride havada uçmaya çalışan bir leylek…
Uçuşu biraz dengesiz… Bir süre izledik leyleği. Az sonra elinde bir şeyler
taşıyan bir kadıncağız göründü. Yüzünde gülücük, gözlerinde sıcaklıkla yanımıza
yaklaştı. Leylekle ilgilendiğimizi fark etti. Ona selam verdim. Sıcak gülüşüyle
“Köyümüze hoş geldiniz.” dedi. “Hoş bulduk!” dedik. “O leylek yavru…” derken
leylek gelip karşımızdaki yuvaya kondu. Leylek hakkında kısaca bilgi verdi
bize. Yuvada bu yıl bir yavru büyümüş. Geçen yıllarda iki yavru uçmuş yuvadan.
Köyle ilgili konuştuk birazcık, sonradan vedalaşıp ayrıldık. Arkamızdan el
sallayarak “Uğurlar olsun!” dedi.
Anayola
çıktık. Uluabat Gölü’nü görmek için gittik çeşme, leylek deyince gölü unuttuk. Az
sonra yolun sağında bir Leylek Köyü tabelası. Yanında “Leylek festivali”
yazmakta. Hemen köy yoluna saptık. Çok yavaş gitmekteyiz. Gözlerimiz, havada
leylek aramakta. Bir yandan yol kıyısında uzanan bahçe ve tarlardaki ürünlere
bakmaktayız. Yolun sonuna doğru “Avrupa Leylek Köyleri Ağının Türkiye’deki Tek
Temsilcisi Eskikaraağaç Köyü” yazmakta. Böylece Leylek Köyü’ne geldik.
Leylekler için festivaller yapılan yer burası… Festivalin bir tarihi yok, mayıs
sonuyla haziran başında yapılmakta. Belli bir günün saptanması, festivali daha
cazip yapar. Böylece Karacabey dışından gelenlerin çoğalması sağlanır.
Arabamızı
park ederken bir tabela ilgimizi çekti: Kuş Tahnit Müzesi… İnsanlar girip
çıkmakta… Soluklanmadan müzeye girdik. İçerde onlarca kuş var. Kuşlar tahnit
edilmiş. Hepsi canlı gibi durmakta. Doğal varsıllıklarımızın insanlara
tanıtılması için güzel bir düşünce bu. 1999’da Bakırköy Belediye Meclisi
Üyeliğine seçildiğimde, meclise ilk verdiğim önerge üniversitelerle işbirliği
yapılarak Bakırköy’de bir doğa tarihi müzesi yapılmasıydı. Bu önergem dikkate
alınmadı. Hatta bazı arkadaşlar bu konuda dalga bile geçtiler. Yıllar önce
düşündüğüm bir şeyin küçük de olsa kuşlarla ilgili olarak yapılması beni neredeyse
mutluluktan havalara uçuracaktı. Zevkle gezdik müzeyi. Özellikle Atacan,
müzeden çıkmak istemedi. Müze kapanmak zorundaydı. Günlerden pazartesiydi ve
aslında müzenin kapalı olması gerekiyordu. Çok sayıda ziyaretçi geldiğinden
köyde oturan müze görevlisi, açmak zorunda kalmış kapıyı köylerine konuk gelen
bunca kişiyi geri döndürmemek adına.
Müze
görevlisi taşeron işçi. Kültür Bakanlığı’nın kadrolu elemanı değil. Böylesine
güzel bir müzede, özveriyle çalışan bir kişi neden kadrolu olmaz?
Müzeden
çıkıp göl kıyısına indik. Kıyıda ördekler var. Bize doğru gelmekteler ötüşerek.
Biz, bu ötüşleri “Hoş geldin!” demek olarak anlamaktayız. Atacan ördekleri
görünce neredeyse sevinçten çılgına döndü. Onları yakalamaya çalışıyor, ama
başaramıyor. Küçük bir iskele var. İskelenin önünde bir kayık. Kayıktan inenler
mutlu... Bize gölü kayıkla dolaşmamızı önermekteler. Biz de bu öneriyi geri
çevirmeyip biniyoruz kayığa. Türlü türlü kuş güzellikleri arasında gölü
geziyoruz mutlulukla. Gezi bitti, kıyıya çıktık. Göl kıyısındaki yürüyüş
yolunda yürüdük. Yürüyüş yolunda kabaklık var. Kabaklar, irili ufaklı. Atacan
ulaşabildiği her kabağı okşayıp sevdi. Oradan geri dönüp köy içine doğru
yürüdük. Evlerin arasındayız. Selam verip selam almaktayız. Leylek yuvaları,
köyün sırça köşkleri.
Eskikaraağaç
eski bir yerleşim yeri. Tarihsel doku kısmen korunmuş. Yine de bakıma gereksinim
var. Yaklaşık üç yüz kişi yaşamakta bu güzel köyde. Köy insanı leyleklerle
bütünleşmiş. Onları, yerdeş olarak kabullenmişler. Temiz, düzenli bir yer.
Güleç, sıcak insanların yaşadığı bir köy. İnsan erinç bulmakta.
Köyden
ayrılmak istemiyoruz. Bir çay bahçesi var yeşillikler içinde. Girdik içeriye,
bizi karşılayan güleç adama selam verip selam aldık. Bizi dut ağaçlarının
gölgesinde bir masaya oturttu. Sessizlik, insanın içine işlemekte. Kuş seslerinden
başka bir ses işitilmemekte. Tostlarımızı ve çaylarımızı söyledik,
beklemedeyiz. Atacan, oynarken ve çevreyi incelerken bilekliğini dut
ağaçlarının aşağısında yaklaşık birkaç metre bir duvarı olan bize göre düşük
bir düzeyde bulunan elma bahçesine düşürdü. Bahçenin çevresi dikenli telle
kaplı. Bir türlü giremedik içeri. Kuytu bir yerde eski ahşap, derme çatma bir
merdiven bulduk. Merdiveni yukarıdan aşağıya doğru dikenli tellerin üzerinden
uzattım. Eşime: “Sen, sıkıca tut, ben inip alayım.” dedim.
Atacan
atıldı: “Ben düşürdüm, ben alacağım.” der demez merdivene yapıştı. İndi aşağıya
arayıp buldu bilekliğini ve yukarıya çıktı. Özgüveninden duyduğu mutluluk
sözcüklerle anlatılmaz, ancak görülür.
Ayakyoluna
gitmek istedi Atacan. Gitti gitmesine de ayakyolu alaturka. Daha önce hiç
gitmemiş, nasıl kullanacağını bilmiyor. Annesi anlattı ve becerdi. Yeni bir
mutluluk ve özgüven kazanma nedeni daha… Aynı gün içinde çeşmeden su içmesi,
derme çatma bir merdivenden inip çıkması, alaturka ayakyoluna gitmesi ona çağ
atlattı resmen. Bu özgüvenle “Köylere gidelim.” demekte sürekli olarak. Yeni beceriler
kazanmak için.
Tostlarımızı
yiyip çaylarımızı içtik. Canım kalkmak istemiyor oturduğum yerden. Böylesi bir
cennetten kalkıp gitmek olanaklı mı? Zorla da olsa kalktık yerimizden Karacabey
Harasına gitmek üzere. Gönlümüz Eskikaraağaç’ta kaldı. Belki bir gün yine
buraya gelip doğanın tadını çıkarırız. Kim bilir…
Adil
Hacıömeroğlu
26
Ağustos 2020
Ülkemizin güzellikleri tükenmez. Sizin anlatımınızla biz de gitmiş görmüş oluyoruz, sağolun. Bilhassa Atacan için de yerinde öğrendiği, unutulmaz bir gezi olmuş. Selam ve dua ile...
YanıtlaSilHocam ;Adil,Asil ve Alvinaya okudum cok ilgi ile dinlediler
YanıtlaSilHocam , ne güzel demiş değerli şair Cahit Sıtkı Tarancı..”Memleket isterim Gök mavi, dal yeşil, tarla sarı olsun ; Kuşların çiçeklerin diyarı olsun..Tabiat , doğa , manzaralar insanın ruhunu dinlendiriyor.Ağaçlar , kuşlar , çiçekli topraklar .Tarla da ekilen kavun , kabak , bahçelerde meyvalar berekettir.Derelerin şırıl , şırıl akması herkesi mutlu eder. Dünya hepimizin, hocam tabiat müzeleri her yörede olmalı , teşekkürler bizi gidemediğimiz yerlere anlatımlarınızla götürüp gezdiriyorsunuz .Yüreğinize sağlık hocam Atacan gördüğü yerleri ömür boyu hafızasına kayıt edip belleğinde saklayacaktır.Kaleminize sağlık..✍️🍀🌺🌾🦃🪿🙏🏻Fulya Kırımoğlu
YanıtlaSilHer güzelliğin temel taşı su.. Rabbimiz bu hususa,Hud 7'de şu şekilde atıfda bulunuyor. "O hanginizin amelinin daha güzel olacağı hususunda sizi imtihan etmek için,Arş'ı su üzerinde iken, gökleri ve yeri altı günde yaratandır....." Burda ki altı gün,altı devir şeklinde anlaşılabilir. İnsanın gereksinimini,yaşamını ikame edeceği,yazıya konu nimetlerin yaratılması daha uzun zaman almış olup,dört devirdir.Geri kalan iki devirde,canlılar yaratıldı. İlk yaratılan element,big bag teorisindende anlaşılacağı üzere hidrojen elementi,diğer yaratılan bütün elementler,hidrojenin türevleridir.ikinci yaratılan element ise oksijen elementi olup,hidrojen ve oksijenden su yaratıldı. Allah'ın Arşının su üzerinde olması,her şeyin sudan yarattığını ,canlıların yaratılmasının temel taşı su olup, Allah'ın kürsüsü,onun kudret elini göstermektedir.Sudan sonra ilk yaratılan hidrojen elementinin türevleri olarak toprakdaki elementlerin vs.yaratılmasını müteakip,insanın yaratılması...
YanıtlaSil