Akşam
olmadan Trilye’ye ulaştık. Ben suskunum. Tarihin kokusunun dört yandan
duyumsandığı sokaklardan arabamız yavaşça ilerlerken eşim gülücükler saçıyor
durmadan “Ne güzelmiş burası!” demekte. Arabamızı sahile inmeden bir yere park
ettik. Yürüyoruz tarihi anlatan yaşlı yollarda. Eşim, neredeyse her şeyin
fotoğrafını çekmekte. Atacan’la ben, gördüğümüz yapılarla ilgili
söyleşmekteyiz.
Sahile
indik. Burada eşim, neredeyse sevincinden bayılacak. “Burada kalalım, gitmeyelim.”
demekte.
Ben:
“Hayır! İstanbul’a gidelim.” diyorum.
O:
“Tamam, önyargılı davrandım. Anla beni! Yol çok kötüydü. Yol umudumu kırdı.”
“Yolun
neresi kötüydü. Yeşil bir cennetten geçtik. Neyse kalacak yerimizi ayarlayalım
önce.”
“Biraz
dolaşalım, ondan sonra…”
Sahile
inince sağa doğru döndük. Burada bir sıra kulübede zeytin, zeytinyağı, sabun…
satanlar var. İlk baştaki tabela ilgimi çekti: “Trabzon Maçkalı Pirnaz Mersin’in
zeytin, zeytinyağı evine hoş geldiniz” yazmakta büyük harflerle. Zeytinci bir
yerdeşimi bulmanın mutluluğuyla gittik satıcının yanına selam verdik. Güler
yüzlü bir memleket sıcaklığıyla karşılandık. Önce söyleştik. Sonra eşim ve
Atacan zeytinleri tatmaya başladı. Eşim bir zeytinde Atacan ise başka bir
zeytinde karar kıldı. Her ikisinden de bir miktar alalım, dedik de cebimizde
paramız yok! Kredi kartı da geçerli değil. Durumumuzu anlayan Pirnaz Hanım’ın
kızı Serpil Hanım, parayı sonra ödersiniz demekte ısrarla. Zeytinleri alıp
arabaya yerleştirdik. Eşim internet üzerinden orada göndermeye çalıştı parayı
olmadı. Neyse… Şimdi bu güzelliği, insanlığı, güveni yok etmeyelim, dedik.
Ödeme işini İstanbul’a bırakalım, dedik. Bir satıcı düşünün, yaşamında ilk kez
gördüğü bir insana parayı almadan ürününü veriyor. Ona güveniyor. Haberiniz olsun,
insanlığımızı öldürmediler. Emperyalistler bir yandan ortaçağ özentisi içinde
olanlar diğer yandan insanlığımızı içimizden söküp almadılar.
Serpil
Hanım ve kızıyla epeyce söyleştik. Bir yandan da denizi, gezip dolaşanları,
çevreyi izledik. Bu sıcaklığı vedalaşarak geride bırakmak zorundaydık. Çünkü
bizim buraya gelme amacımız, gezmek…
Önce
karnımızı doyurmamız gerek. Sahilde, dalga seslerinin ritmik ezgisini işittiğimiz
bir aşevine oturduk. Akşam oldu. Karanlık gecede denizin olağanüstü büyüsünün
esrikliğiyle karnımızı doyurduk. Çay üstüne çay içtik. Gemlik Körfezi, yıldızlı
gökyüzünün altında nazlı bir gelin gibi uzanmakta. Karşı kıyılarda ışıklar
yanmakta. Her yerde yaşam var. Her yerde mutluluk var. Her yerde insanın
yarattığı uygarlığın doğaya egemenliği görülmekte. Oturduğumuz yer, kalkılıp
gidilecek gibi değil. Doğası, insanı sarıp sarmalıyor. Eşime, daha nerede
kalacağımızın belli olmadığını söylüyorum. O ise umursamaz bir tavırla “Yer
buluruz, bulamazsak arabada yatarız.” diye yanıtlamakta beni.
Gece
yarısına doğru kalktık. Otel aradık ve bulduk. Hem de denize bakan tarihsel bir
yapıda. Arabamızı otele yakın bir yere çektik. Küçük bavulumuzu sırtlayıp
odamıza koydum. Atacan, uyumak istedi. Başını yastığa koyar koymaz hemen uyudu.
Eşim, birden ayaklandı. “Hadi kalk, sahilde yürüyelim. Çıktık. El ayak çekilmek
üzere. Sahil boyunca yürüdük. Gecenin tadını çıkardık. Otele döndüğümüzde zaman
epeyce geçmişti. Artık uyuma zamanı.
Adil
Hacıömeroğlu
26
Ağustos 2020
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder