TİRİLYE, MUTLULUK PINARI (Dinlence Yazıları 16)


Akşam olmadan Trilye’ye ulaştık. Ben suskunum. Tarihin kokusunun dört yandan duyumsandığı sokaklardan arabamız yavaşça ilerlerken eşim gülücükler saçıyor durmadan “Ne güzelmiş burası!” demekte. Arabamızı sahile inmeden bir yere park ettik. Yürüyoruz tarihi anlatan yaşlı yollarda. Eşim, neredeyse her şeyin fotoğrafını çekmekte. Atacan’la ben, gördüğümüz yapılarla ilgili söyleşmekteyiz.

Sahile indik. Burada eşim, neredeyse sevincinden bayılacak. “Burada kalalım, gitmeyelim.” demekte. 

Ben: “Hayır! İstanbul’a gidelim.” diyorum.

O: “Tamam, önyargılı davrandım. Anla beni! Yol çok kötüydü. Yol umudumu kırdı.”

“Yolun neresi kötüydü. Yeşil bir cennetten geçtik. Neyse kalacak yerimizi ayarlayalım önce.”

“Biraz dolaşalım, ondan sonra…”

Sahile inince sağa doğru döndük. Burada bir sıra kulübede zeytin, zeytinyağı, sabun… satanlar var. İlk baştaki tabela ilgimi çekti: “Trabzon Maçkalı Pirnaz Mersin’in zeytin, zeytinyağı evine hoş geldiniz” yazmakta büyük harflerle. Zeytinci bir yerdeşimi bulmanın mutluluğuyla gittik satıcının yanına selam verdik. Güler yüzlü bir memleket sıcaklığıyla karşılandık. Önce söyleştik. Sonra eşim ve Atacan zeytinleri tatmaya başladı. Eşim bir zeytinde Atacan ise başka bir zeytinde karar kıldı. Her ikisinden de bir miktar alalım, dedik de cebimizde paramız yok! Kredi kartı da geçerli değil. Durumumuzu anlayan Pirnaz Hanım’ın kızı Serpil Hanım, parayı sonra ödersiniz demekte ısrarla. Zeytinleri alıp arabaya yerleştirdik. Eşim internet üzerinden orada göndermeye çalıştı parayı olmadı. Neyse… Şimdi bu güzelliği, insanlığı, güveni yok etmeyelim, dedik. Ödeme işini İstanbul’a bırakalım, dedik. Bir satıcı düşünün, yaşamında ilk kez gördüğü bir insana parayı almadan ürününü veriyor. Ona güveniyor. Haberiniz olsun, insanlığımızı öldürmediler. Emperyalistler bir yandan ortaçağ özentisi içinde olanlar diğer yandan insanlığımızı içimizden söküp almadılar.

Serpil Hanım ve kızıyla epeyce söyleştik. Bir yandan da denizi, gezip dolaşanları, çevreyi izledik. Bu sıcaklığı vedalaşarak geride bırakmak zorundaydık. Çünkü bizim buraya gelme amacımız, gezmek…

Önce karnımızı doyurmamız gerek. Sahilde, dalga seslerinin ritmik ezgisini işittiğimiz bir aşevine oturduk. Akşam oldu. Karanlık gecede denizin olağanüstü büyüsünün esrikliğiyle karnımızı doyurduk. Çay üstüne çay içtik. Gemlik Körfezi, yıldızlı gökyüzünün altında nazlı bir gelin gibi uzanmakta. Karşı kıyılarda ışıklar yanmakta. Her yerde yaşam var. Her yerde mutluluk var. Her yerde insanın yarattığı uygarlığın doğaya egemenliği görülmekte. Oturduğumuz yer, kalkılıp gidilecek gibi değil. Doğası, insanı sarıp sarmalıyor. Eşime, daha nerede kalacağımızın belli olmadığını söylüyorum. O ise umursamaz bir tavırla “Yer buluruz, bulamazsak arabada yatarız.” diye yanıtlamakta beni.

Gece yarısına doğru kalktık. Otel aradık ve bulduk. Hem de denize bakan tarihsel bir yapıda. Arabamızı otele yakın bir yere çektik. Küçük bavulumuzu sırtlayıp odamıza koydum. Atacan, uyumak istedi. Başını yastığa koyar koymaz hemen uyudu. Eşim, birden ayaklandı. “Hadi kalk, sahilde yürüyelim. Çıktık. El ayak çekilmek üzere. Sahil boyunca yürüdük. Gecenin tadını çıkardık. Otele döndüğümüzde zaman epeyce geçmişti. Artık uyuma zamanı.

                                                                       Adil Hacıömeroğlu

                                                                       26 Ağustos 2020

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder