ADAM OLACAK ÇOCUK


Atalarımız, adam olacak çocuğun b.kundan belli olacağını söylemişler yüz yıllar önce. Bu sözdeki değişmece anlam düşünülmediğinde söylenmek istenen anlaşılmaz nedense.

“Adam olacak çocuk b.kundan belli olur.” atasözü, “Bir kişinin başladığı işte başarılı olup olmayacağı işe nasıl başladığından anlaşılır.” anlamında. Demek ki bir işe iyi başlayıp iyi bitirmeli.

Evet, bir çocuk; ilk adımlarını attığında, okula gittiğinde, evde yaptığı işlerde, ders çalışmaya başladığında, yaşamı algılama biçiminden gelecekte neler yapabileceği anlaşılır. Burada çocuğun ilk çocukluk döneminde, anne ve babanın ona kazandıracağı bazı alışkanların, disiplinin, düzenin, planlı davranmanın, izlence oluşturmanın büyük önemi var.

Anne ve baba, çocuklarına değerli olduğu duygusunu kazandırmalı. Çocuk da bunu içselleştirmeli. Kendini değerli olarak düşünüp duyumsayan çocuk, buna koşut olarak özgüvenini geliştirir kolayca. Zaten başarının yolunu açan da özgüven değil mi?

Bir çocuğun kendini değerli olarak görmesi, kendisiyle barışık olması demektir. Kendisiyle barışık birinin çevresindeki kişilerle özellikle de arkadaşları ve öğretmenleriyle barış içinde olmasını sağlar. Böylece sağlam bir uzlaşma kültürünü de benimsemiş olur. Uzlaşmacı kişi; tartışmayı, karşısındakiyle düşünce alışverişi yapmayı iyi bilir. Bu yol, onun öğrenmesini hızlandırır. Ayrıca bir yaşam disiplini kazanmasını da sağlar.

Bir çocuğun değerli olduğunu düşünüp duyumsaması, kendini olduğu gibi kabul etmesi demek. Günlük yaşamında yaptığı doğruları da yanlışları sahiplenmektir kendini değerli olarak görmek. Bu; doğruları çoğaltmayı, yanlışlardan ders çıkarmayı sağlar. Yanlışlardan ders çıkarmadan yaşam yolunda amaca yürünmez. Yeryüzünde, her insan yanlış yapar. Kişi, yanlışlarını öğrenmenin bir aracı olarak görmeli. Bazı anne ve babalar, çocukları yanlış yaptığında sanki büyük bir felaket olmuş gibi üzülür, söylenir, yakınır, içgüçleri (moralleri) bozulur, karamsarlıkla bir çıkmaz sokakta debelenirler. Oysa yanlışı, çocuk yapmışsa onu doğruya çevirecek olan da odur.

Kimi anne ve babalar, çocuklarını değersizleştirmek için çabalarlar bilerek ya da bilmeyerek. Bu, çocukların özgüvenini yıkar. Çocuğun başarıya ulaşma amacına giden yoluna birçok engel koyar. Ne yazık ki birçok anne ve baba bu kötülüğü yapar çocuğuna bilinçsizce.

Çocuk, istekli olmalı; çalışmak, başarmak, üretmek, yaşamı güzelleştirmek, yararlı işler yapmak için. İsteksiz bir kişinin başarması, yapması, üretmesi, kendisiyle barışık olması, öğrenmesi, kendini aşması olanaksız. Bu nedenle küçük dokunuşlarla onları isteklendirmeli. Kişi, istediğinde başarır. Çocukların içindeki isteği genellikle yok eden anneler, babalar, bazı öğretmenler, biraz da çokbilmiş bazı aile büyükleriyle konu komşu. Çocukları olumsuz etkilerden uzak tutmak her anne ve babanın başlıca görevi. Bu arada önce kendilerinin de olumsuz etki yapmaması gerekir.

Çocuğun ulaşacağı bir amacı olmalı. Amaç olmadan, başarı olmaz. “Gideceği liman belli olmayan gemiye, hiçbir rüzgâr yardım etmez.” sözünü çocukların usundan çıkarmaması gerekir. Liman, kişinin amacı, hedefi. Bu nedenle her çocuğun varmak istediği bir liman olmalı. Amaçsız olmak, boşuna kürek çekmektir. Hedefler belirlenirken kişi; kendi yeteneğini, becerilerini, birikimlerini göz önüne almalı. Belirlenen gerçekçi hedeflere kısa zamanda, kolayca ulaşılır. Çocuk, kimi zaman düş sayılabilecek hedefler de seçebilir. Böyle hedefleri seçti diye onun içgücünü bozmamak gerek. Bu hedefler, uzun erimli… Kişi, şunu bilmeli ki düş olmadan gerçek olmaz Birçok buluş, önce düşlenmiş, sonrasında yaşama geçirilmiştir.

Çocuk, bir işe başladığında kararlı olmalı. Kararlı olmak, işte sürekliliği getirir. Kararsızlık; başarıyı, hedefe varmayı engeller. Bu nedenle çocuklarımızda kararsızlığa neden olacak onların içgücünü bozucu söz ve tavırlardan kaçınmalı. Kararlı olmak, hedefe giderken yolumuza çıkacak engelleri aşmada bize kolaylık sağlar. Kısacası kararlılık, zoru kolay kılar.

Çocukların en çok gereksinim duydukları şey, sabır… Çocuklar, hemen hedefe varıp başarmak ister. Oysa bir işi başarmanın, hedefe varmanın bir süreci var. Bunun için de emek harcamak ve alınteri dökmek gerek. Sabretmeden yapılan çalışma, başarı meyvesini vermez. Atalarımızın “Sabırla koruk helva olur, dut yaprağı atlas.” sözünü, akıldan çıkarmamalı. Sabretmek, kimi zaman kişiye zor gelebilir. Ancak sabrın sonunda ulaşacağımız başarının verdiği mutluluk; bu yolda çektiğimiz sıkıntıları, acıları, zorlukları birden unutturur bize.

Çocuk; değerli, sabırlı, hedefli, kararlı ve istekli olmayı içsese dönüştürmeli. Bu içsesi, zaman zaman dinlemeli, ona kulak vermeli. Bu konuda anne ve babalara büyük iş düşüyor, öğretmenlere de. Çocukların duygu ve düşüncelerine bu içsesleri işlemek anne, baba ve öğretmenlerin birincil görevi. Bunu savsaklamak, toplumumuzun geleceği olan çocukları başarısızlığa tutsak etmek değil de nedir?

                                                                            Adil Hacıömeroğlu

                                                                            30 Mayıs 2025

 

 

 

 

SORUMSUZ ÇOCUKLAR NASIL YETİŞTİRİLİYOR?


Anne ve babalar da öğretmenler de günümüz çocuklarının sorumluluk duygularının gelişmediğinden yakınmaktalar. Haksız da değiller. Peki, günümüz çocukları, öğrencileri niye sorumsuzlar?

Çocukta sorumluluğun gelişmesi önce evden başlar. Ona sorumluluk duygusunu verecek olan anne ve babası. Anne ve baba, bu konuda sorumsuz davranırsa, yapması gerekeni yapmazsa çocuk ne yapsın?

Bir çocuğa, bebekliğinden başlayarak küçük sorumluluklar verilmeli. Bu, ona sorumluluk duygusunu kazandıracağı gibi motor becerilerini de geliştirecektir. Böylece çocuğun zekâ gelişimi de sağlanacak. Ne yazık ki anne ve babalar, aşırı koruyuculuk altında çocuklarının en küçük işleri bile yapmasına izin vermiyorlar. Bu da onların beceriksiz insanlar olmasına neden oluyor. Peki, anne ve babalar aşırı koruyuculukla çocuklarını sorumluluk almaktan nasıl uzaklaştırıyorlar?

Günümüz çocuklarının önemli bir bölümünün gece uyuyacağı, sabahleyin uyanacağı zaman belli değil. Bunun da sorumlusu anne ve babalar… Kimi çocuklar, gece yarılarına dek uyumuyor. Oysa o, büyüme çağında… Zamanında uyuyup zamanında uyanmalı. Çocuk, okula başlamışsa erkenden uyanıp hazırlık yapmalı. Uyku düzeni bozulunca çocuğun yaşamında her şey olumsuz olmaya başlıyor. Hiçbir işe yetişemiyor. Anne ya da babalar, sabahleyin çocuklarını zorla uyandırıyorlar çoğu zaman. Çocukların sorumluluğu, uyuma ve uyanma saatlerine tam olarak uymasıyla başlamalı. Bir çocuk, gece uyku zamanı geldiğinde, onu kimsenin uyarmasına gerek kalmadan yatmalı yatağına. Sabahleyin de kendisi uyanmalı zamanı geldiğinde. Bu hem sağlıklı gelişimini hem de sorumluk almasını sağlar. Bu durum, çocuğu düzenli yapar. Yaşamın, başarının, sağlığın, hatta mutluluğun bir disiplin işi olduğu unutulmamalı. Düzenli ve disiplinli olmak da başarıya giden yolun başlangıcı.

Uyku düzeni olmayan çocuk, sabahleyin kalkıp okula gitmeden önce kısıtlı zamanda hiçbir işe yetişemez. Bu nedenle anne ya da baba yardımına(!) koşar. Annesi zorla kahvaltısını yaptırırken babası çantasını hazırlar. Bir yandan da çocuk giydirilir elbirliğiyle. Böylece çocuğa kendi işini kendisinin yapması fırsatı verilmez. Böylece başkasına muhtaç, hazırcı bir birey yetiştirilmeye başlanır.

Çocuk, okuldan geliyor. Doğal olarak ödevleri var. Bunları kimin yapması gerekir? Çocuğun… Çünkü öğrenci olan o… O, okula gidiyor çalışıp öğrenmek, eğitilmek için. Evde işler böyle olmuyor. Anne ya da baba oturuyor çocuklarının ödevlerini yapıyor. Böylece hem kendilerini hem de öğretmenleri kandırıyorlar. En büyük zararı da çocuklarına veriyorlar, onların sorumluluk almasını önleyerek.

Çocuğun okulda sınavları oluyor. Kimi zaman da merkezi sınavlara giriyor. Birçok çocuğun sınav umurunda bile değil. Sınav kaygısını aile yaşıyor. Öğrencinin yaşaması gereken sınav heyecanını ailesi yaşıyor. Böyle olunca da ne sorumluluk üstleniyor çocuk ne de başarıya ulaşıyor.

Zaman hızla geçiyor. Çocuk üniversiteye hazırlık aşamasına geliyor. Hangi üniversitenin, hangi bölümüne gireceğine ailesi karar veriyor. Yani hangi mesleği seçeceğinin kararı da ailenin. Kimse ona: “Bu mesleği sevip istiyor musun?” diye sormuyor. O da çaresizce ailesinin isteğine boyun eğiyor. Sonrasında ne mi oluyor. Sevmediği bir mesleği seçen gencin işi eziyete dönüşüyor. İşinde başarılı ve mutlu olamıyor bir türlü.

Aileler, arada sırada dışarıya yemeğe gidiyorlar ya da evde kuruluyor sofra. Çocuğun neyi, ne kadar yiyeceğine anne ya da baba karar veriyor. Sofrada bile özgürlüğüne zincir vuruluyor. Kendi seçimini yapamıyor. Neyi, nasıl yiyeceği konusunda bile karar vermesine izin verilmiyor. Böylece en basit işlerde bile sorumluluk üstlenemiyor.

Bir çocuğun yaşamı boyunca en yaşamsal gereksinmelerini karşılama, işlerini yapma konusunda ne yapacağına hep karar veren aile. Böyle biri, nasıl sorumluluk alsın? Bu kişi, sorumluluğunu nasıl bilsin? Bu çocuk, tek başına ayakta nasıl dursun?

Çocuklarımızın kolunu kanadını yolup kırarak “Hadi, uç!” diyoruz ona. Onun kolsuz kanatsız nasıl uçacağını düşünmüyoruz bile. Bazı anne ve babaların, çocuklarının sorumsuz olmasından yakınmaları bundan. Keşke iğneyi kendilerine batırabilme yürekliliğini gösterebilseler. Keşke yaptıkları yanlışlardan ders çıkarabilseler. Sorumsuzluk, çocuğun eseri değil; anne ve babaların büyük eseri. Burada sorumsuz olan anne ve babalar değil de kim?

                                                                  Adil Hacıömeroğlu

                                                                  29 Mayıs 2025

 

ÇOCUKLAR, ANNE VE BABANIN AYNASIDIR


Çocukların çok iyi gözlemci olduklarını birçok yazımda vurguladım. Çocuklar, niye başta anne ve babaları olmak üzere çevresindeki kişileri gözlemlerler? Çünkü çocukların çok hızlı öğrenmelerinin en önemli yolu, büyüklerini gözlemleyerek olur.

Özellikle anne ve babalar, çocukların ansiklopedileridir desem abartılı bir söz olmaz sanırım. Doğduğu andan başlayarak anne ve babanın yaptığı her davranışı, söylediği her sözü belleğine kaydeder o. Onunla aynı evi paylaşan büyüklerinin el kol devinimleri, yüzlerindeki mimikleri, ses tonlarındaki farklılıkları, sözcük ve tümcelerdeki vurguları belleğine kopyalar. Yürümeye ve konuşmaya başladığında anne ya da babanın davranışlarını, konuşma biçimlerini çocukta görmek olası. Hatta onların yaşama, olaylara, kişilere, çevresindeki varlıklara bakış açılarını kolayca benimser çocuk. Anne ve babalar bu yalın gerçeği bilerek davranıp konuşmalı onların yanında.

Çocuk, anne ve babasından birçok olumluluğu kopyaladığı gibi; ona zarar verecek, arkadaşlarıyla ilişkilerini, uyumunu bozacak birçok olumsuz davranışı da edinir. Bu nedenle ev içinde anne ve babanın ilişkisi çok çok önemli çocuğun sağlıklı gelişimi için.

Eşler, evde sürekli birbirlerini eleştirir, suçlar, aşağılar, küçümser, saygısız davranırsa çocuk; kendine özgü gözlemiyle bu davranış biçimini kolayca kopyalar. Okula başladığında o da arkadaşlarını sürekli eleştirir, suçlar, aşağılar, küçümser ve saygısız davranır. Eşler, evde sürekli bağırıp çağırıyorsa çocuk da arkadaşlarına bağırıp çağırır. Bu da çevresiyle sağlıklı ilişki kurmasını zorlaştırır. Hatta bazı çocuklar, okulda öğretmenlerine ve diğer çalışanlara da bağırıp çağırarak derdini anlatmaya çalışır. Bu durum, onun duygu ve düşüncelerini istediği gibi anlatamamasına yol açar. Böylece uyumsuz çocuklar ortaya çıkar.

Bir evde kullanılacak dil çok önemli. Dil; saygı, sevgi ve güven dolu olmalı. Dil ve davranışta duygudaşlık belirgin olmalı. Eşlerin birbirlerine karşı kullandıkları sözcükleri seçerken özen göstermeli. Kırıcı sözcükler, özellikle küfür içeren sözler kutsal çatının kapısından girmemeli.

Çocuklarımız, bizim aynamız. Ne görüp işitirlerse onu yansıtırlar. Onların aynasında görünen bizim yaptıklarımız ya da konuştuklarımız. Aynadaki görüntünün güzel olması elimizde. Bu nedenle onları sevgi, saygı ve güvenin olduğu evlerde büyütelim. Böyle bir ortamda duygusal zekâları gelişir. Bu da onlara duygudaş olma özelliği kazandırır. Özverili, sorumlu, dayanışmacı ve yardımlaşmayı önceleyen bir birey olur.

Eşlerin kullandığı olumlu dil, çocuğun kendini değerli görmesini sağlar. Bu da onun özgüvenini artırır. Böylece arkadaşları ve çevresindeki büyüklerle doğru, sağlıklı, uyumlu ilişkiler kurar. Çevresiyle iletişimi, olumlu yönde olur. Bu da onu, başarıya götürür.

Çocuklara olumlu düşünme alışkanlığını kazandıran, onun yetiştiği evdir. Zaman zaman ona karşı abartılmayan övgülerde bulunmak çok yararlı. Küçük övgüler, olumlu yönde büyük etkiler yaratır onlarda.

Çocukların başarılı, mutlu, uyumlu, farkındalığı yüksek, sağlıklı yetişmeleri tamamen anne ve babanın elinde. Anne ve babaların birtakım saplantıları, ilkel düşünüşleri, olumsuz davranışları, önünü arkasını düşünmeden konuşmaları, aşırı duygusal, olumsuz tepkileri göstermemeli. Bu hem kendi mutlulukları hem de çocuklarının sağlıklı gelişmeleri için çok önemli. Zaten yaşamanın amacı, mutlu ve sağlıklı olmak değil mi?

                                                                  Adil Hacıömeroğlu

                                                                  28 Mayıs 2025

 

NATO’NUN TÜRKİYE’Yİ İŞGAL TATBİKATI


NATO, üyesi olan bazı ülkeler ve İsrail’in Yunanistan’ın Dedeağaç bölgesinde askeri tatbikatı var. Tatbikat, 26 Mayıs 2025 günü başladı. NATO üyesi olan Türkiye, bu tatbikata çağrılmadığı için yok! Çünkü bu tatbikatın amacı, ülkemizi olası işgal girişiminin bir çalışması. Daha önce bunu benzerleri; ABD, İsrail, Yunanistan ve Güney Kıbrıs’ın katılımıyla yapıldı. Bu tatbikatlarda Türkiye’ye meydan okundu. Ne yazık ki Ankara’da iktidar koltuğunda oturanlar da muhalefet sıralarını işgal edenler de ses çıkarmadı bu hainliğe.

Dedeağaç tatbikatında nehir geçişi yapılıyor. Geçilecek bu nehir hangisi? Yunanistan’la sınırımız olan Meriç Nehri... Türkiye’yi işgal etmek için Meriç’i geçmek gerekir. Bunun çalışması yapılıyor Dedeağaç’taki bir akarsuda. Düşman, ülkemizi işgal tatbikatı yapıyor, Ankara ise iktidar ve muhalefetiyle kış uykusunda. Sanki başka bir ülkenin işgal provası var orada. Başka bir ülkenin işgalinde bile ayağa kalkmak gerekmez mi?

Dedeağaç askeri tatbikatı, ABD öncülüğünde yapılıyor. ABD’nin ülkemize karşı düşmanlığı dur durak bilmiyor. Ülkemizi bölüp parçalama amacından hiç vazgeçmiyor. Batı emperyalizmi, Sevr’i hortlatmanın peşinde. Bunu uygulamak için elinden gelini yapıyorlar. Ne yazık ki iktidar ve muhalefet, yapay gündemlerle bu emperyalist saldırıyı görmezden geliyor. Üstüne üstlük hâlâ ABD ve AB dostluğundan medet umanlar var. Suriye yanıyor. Bu yangın, sınırlarımıza dayanmış durumda. Komşu ülke parçalanıp yok ediliyor gözümüzün önünde. Parçalayanlar, batı emperyalizmi ve İsrail…

Filistin yok ediliyor insanlığın gözü içine baka baka. AKP iktidarı sözde Filistin’in destekçisi. Filistin’in yanında olan, ABD ile ilişkilerini ilerletebilir mi? Filistinlilerin çoluk çocuk öldürülmesine destek olan ve bir halkın binlerce yıldır yaşadığı topraklardan sürülmesini açıkça söyleyen Trump’a “Dostum” diyebilir mi bir devlet yöneticisi? Ülkemize açıkça düşmanlık yapan bir ülkenin R. Tayyip Erdoğan’ı övmesindeki içtensizliği, gizli amacı anlamıyor musunuz? İnsan, kendi kendine “Düşman beni niye övüyor?” diye sormaz mı?

Ülkemizin işgali karşısında ayağa kalkan halkımızın yurdunu kurtarmak için örgütlendiği Müdafaa-i Hukuk cemiyetlerinin devamı olan CHP’nin yöneticileri niye kış uykusunda? Türkiye’yi işgal tatbikatına neden ses çıkamayıp yapay gündemler üretiyorlar?

Güya milliyetçi partiler, ülkemizi işgal etmek isteyen ve Sevr’i uygulama peşinde olan emperyalistlere karşı niye sesiniz çıkmıyor? Sizin milliyetçiliğiniz hep sözde mi kalıyor?

Türkiye’yi işgalin provası yapılan askeri tatbikatı protesto etmek ve bu hain girişimi halkımıza anlatmak için Vatan Partisi ve TGB’nin öncülüğünde Edirne’de; yürüyüş, miting yapıldı 24 Mayıs 2025 Cumartesi günü. Bu yürüyüş ve mitinge ben de katıldım. Bu yürüyüşe ve mitinge katılmak, bir yurtseverlik göreviydi onu yerine getirdik. Bu arada aylar sonra yeniden Edirne’ye gitmenin, bu tarihsel kentimizi görmenin heyecanını da yaşadım.

Yürüyüşümüz, Eski Cami önünden başladı. Yürüyüş kolunu oluşturmak az da olsa zaman aldı. Yürüyüş kolunun arkalarındaydım. Coşku olağanüstü, katılım yüksek… Cami’nin karşısında beklerken güler yüzlü bir adam, bize lokum ve kurabiye ikram etti. “Niye?” diye sordum. O: “Konuklarımız gelmiş uzaktan, güneşin altında bekliyorlar. Onun için bu ikram.” Dedi. Biz de: “Sağolun, eksik olmayın.” deyip “Hayırlı işler, bol kazançlar…” diledik.

İkram ettikleri arasında en çok beğendiğim narlı lokum. Şeker katılmamış içine. Çok söyleşemeden ayrıldık dükkânın önünden, yürümeye başladık Mustafa Kemal’in askerleriyle miting alanına doğru. Esnaf ve halk, durup bizleri izlediler. Bazılarıyla kısa da olsa söyleşme olanağı buldum. Çoğunun tatbikattan haberi yok! Çünkü televizyon ve gazetelerin neredeyse hepsi konudan söz etmiyor nedense. Bir tek Ulusal Kanal ile Aydınlık gazetesi yer verdi bu hain emperyalist kışkırtmaya. Onlara ayaküstü anlatınca işittiklerine şaşırıyorlar. Bir işgal girişimin ilk yakıp yıkacağı kentimiz Edirne.

Miting alanına vardık. Kürsüde VP Genel Başkanı Doğu Perinçek var. Niye burada olduğumuzu anlatıyor. Dükkânların önünde sıralanan esnaf ve Edirneliler şaşkın. Böylesine ciddi ve yaşamsal konuyu çoğu, ilk kez duyuyor. Anlı şanlı televizyonlarımız yapay gündemlerle halkı uyutmakta. Burnumuzun dibindeki tehlikeyi görmezden geliyorlar. Bu, düşmana hizmet değil de nedir?

Sayın Perinçek; uzun sürmeyen, dinleyenleri sıkmayan, sıcak havayı da göz önüne alarak herkesin anlayacağı bir dille konuşmasını yaptı. Konuşmanın en vurucu tümcesi: “Meriç nehrinden yalnız onların ölüleri geçebilir, dirileri geçemez.” idi. Bu tümce ile Türk’ün emperyalistlere topraklarını çiğnetmeyeceğini vurguladı Doğu Bey. Bu sözlerle ulusumuzun kararlılığını haykırdı.

Miting bitti. Dönüş hazırlıklarımız başladı. Arkadaşım Yılmaz Şekeroğlu ile yürüdük bize lokum ve kurabiye ikram eden Arslanzade lokum dükkânına doğru, tattıklarımızdan alalım diye. Güler yüzlü, iyi yürekli adam bizi karşıladı kapıda. Yine ikramlarda bulundu. Bu gönül erinin adı: Arif Usta (Meriç)… Adı gibi arif… Her dükkâna bir Arif Usta gerek, çağdaş reklamcılara taş çıkartan biri. Türk’ün ikram geleneğiyle ürününün tanıtımını yapan bir koca yürek. Alışverişimizi yaptık. Niye burada olduğumuzu anlattık ona. Güldü. Bizi içeri götürüp duvardaki bayrağımız ve Atatürk’ü gösterdi. Böyle bir işgal girişiminin olanaksız olduğunu belirtti.

Yunanistan, ne yazık ki tarihten ders almıyor. 1919’da emperyalistlerin oyununa gelerek ülkemizi işgale kalkıştı, mahvoldular. Yüz yirmi bin genci, ülkemizde toprak oldu. Yine aynı suda yeniden yıkanmaya çalışıyorlar. Tarih, insanların ders çıkarması için var. Emperyalistler sizi kışkırtır. Zorda kaldığınızda bir dönüp bakarsınız ki sizi kışkırtanlar toz olup uçmuşlar. Siz de kötü yazgınızla baş başa kalırsınız.

Türkiye’de Mustafa Kemaller yenilmez. O ruh bu topraklarda yok edilemez. Bu nedenle olanaksız düşler görenlerin gerçeği görmesi için gençlerinin toprak olması mı gerekiyor?

                                                                  Adil Hacıömeroğlu

                                                                  27 Mayıs 2025

 

 

 

ÇOCUKLAR İÇİN TELEFON MU, ÖZGÜRLÜK MÜ ÖNEMLİ?


Köroğlu: “Tüfek icat oldu, mertlik bozuldu.” demiş. Zamanın değişimini anlatan ne güzel bir söz bu. Her teknolojik gelişim, eskiyi tarihe gömerken toplumun yerleşmiş birçok kuralını, geleneğini, alışkanlığını yok eder. Yeni bir yaşam biçimi, düşünüz, alışkanlık, insan ilişkisi, toplumsal kuralları ortaya çıkarır. Kimi zaman değişim olumlu yönde olurken kimi zaman da bu, birçok alanda sorunları yanı sıra getirir. Büyük değişimler, toplumsal yaşama birden girdiğinden, önceden değişimin yaratacağı sorunlara karşı önlem düşünülmez. Bu sorunları aşmak için bir altyapı oluşturulmaz.

Yaşamımız boyunca birçok teknolojik yenilikle karşılaştık. Bunların çoğu, insanoğlunun daha rahat yaşamasına yaradı. Bu yolla kişi, zamanı daha iyi kullandı. Böylece günlük yaşam kolaylaştı. Yaşamımıza giren birçok teknolojik araç olmadan, çok küçük sayılabilecek işlere bile çok uzun zaman ayırmak zorundaydık. Teknolojinin gelişmesi yaşamımıza girmesi zamanı tutumlu kullanmamızı sağlar. Doğaldır ki her şeyin bir iyi, yararlı yanı olduğu gibi zararlı yanları da var. Önemli olan teknolojik araçları, yararlı işlerde kullanmak değil mi?

Başlığımızda belirttiğimiz gibi günümüzde çocukların sağlıklı, yararlı bir biçimde gelişip yetiştirilmesi için: “Çocuklarımız için telefon mu, yoksa onların özgürlükleri mi önemli?” ya da “Çocuklarımıza telefon mu, özgürlük mü daha gerekli?” sorularının yanıtları onların eğitimleri, tinsel ve eğinsel gelişmeleri için yol gösterici olacaktır.

Yukarıdaki soruların yanıtlarını önceden söyleyeyim. Çocuklarımızın sağlıklı gelişimi, doğru yetiştirilmeleri için onlara vereceğimiz en önemli ve değerli şey, onların özgürlüğü. Çocukları ergenlik öncesi yaşamlarında telefondan, tabletten ne denli uzak tutarsak onların özgürce gelişimleri o denli sağlıklı olur. Doğal gelişim, en büyük özgürlük çocuklar için. Bu özgürlüğü, telefona tutsak etmek, onun uğruna harcanmasına göz yummak anne ve babaların büyük yanlışı. Kendi elleriyle çocuklarının özgürlüğüne, doğal gelişimlerine zincir, boyunduruk vurmaktalar. Özgür düşünme yerine, telefonlar aracılığıyla bir merkezden yönlendirilen oyun ya da bilgilerle körpe beyinlerin koşullandırılması son derece yanlış.

Özgür beyinler, üretken ve yaratıcı, özgün düşüncelerin boy attığı yerlerdir.  Çocuğu, telefona tutsak ettiğimizde koşullanmış olarak her gün neredeyse aynı şeyleri yapar. Neredeyse her günü, diğerinin yinelenir böylece. Özgün düşünme alışkanlığı, üretme, farklılıklar yaratma, kişisel beceri ve yetenekler, ortaya koyma alışkanlığı giderek azalır. Böylece çocuğun gelişimini, onu telefon bağımlısı yaparak engelleriz. Onun en değerli şeyi olan özgürlüğünü elinden alırız bu yolla. Oysa çocuğun gelişme çağında en çok özgürlüğe gereksinimi var. Özgürlüğü sayesinde evreni keşfedecek, yeni düşünceleri ortaya atacak, olgunlaşacak, yeteneklerini ve becerilerini fark edecek. Bu yolla özgün bir kişiliğe sahip olacak.

Çocukluk dönemi her şeyden bağımsız, dış etkilerin yıkıcılığından uzak olarak yaşadığı dönemin doğal akışı içinde geçmeli. Sanal dünyanın düşleriyle değil, yaşadığı dünyanın gerçekleriyle yaşamasını sağlayalım. Böylece kuracağı düşler de gerçek dünyanın koşullarına uygun olsun.

Çocuklara, liseye girmeden önce telefon verilmemeli. Bu yaşa dek sosyal medyadan uzak durması sağlanmalı. Sosyal medya aracılığıyla çocuğun belleği kirletilmemeli. Onun umudu, olumlu düşünme doğallığı, yapıcı olma özelliği, merak ederek öğrenmesi, bilgiye ulaşma isteği, yardımlaşma anlayışı yok edilmemeli.

Çocuk, oyunla öğrenir. Bu nedenle çocukluk döneminde bolca oyun oynamasına fırsat verilmeli, buna ortam hazırlanmalı. Oyun yerine, ekrana bakan çocuk doğal gelişiminden uzaklaşır. Öğrenme süreci yavaşlar, giderek yok olur öğrenmesi.

Çocukluk döneminde üstlenilecek sorumluluklar, çocuğun gelişimi ve iyi yetişmesi için çok önemli. Sorumluluk, kişiye hem görev bilincini verirken hem de onu olgunlaştırır. Bu yolla çocuğa öz disiplin kazandırılır. Sorumluluk bağımsız davranma gücünü artırır.

Bazı anne ve babalar, çocuklarının arkadaşlarından dışlanmaması için ellerine telefon vermekte. Nereye gideceği belli olmayan bir sürü psikolojisi anlayışıyla davranmaktalar. Böylece çocuklarını, kendi elleriyle ateşe atıyorlar bilerek ya da bilmeyerek. Doğruyu yapalım da varsın çocuğumuz dışlansın. Bu dışlanmayı, anne ve babalar olarak onarabiliriz. Çocuğumuzun dışlanacak sandığımız bir davranışıyla örnek olup doğru gelişiminin fark edilmesiyle arkadaş kümesinin merkezinde olabileceği olasılığı da çok güçlü. Çünkü her anne ve baba; çocuklarının doğru gelişimi, sanal bağımlılık bataklığına düşmemesi için arayış içinde. Çaresizliğin arttığı böyle bir dönemde, bu anne ve babaların doğru örnek aramaları çok olağan. İşte, dışlanacak sandığımız çocuğumuz doğru davranışı ve özgürce çocukluğunu yaşaması nedeniyle örnek olabilir arkadaşlarına.

Çocuklarımız sosyal medyanın, sanal dünyanın tutsağı olmasın. Sosyal medya ve sanal dünya çocuklarımızın buyruğuna girsin. Çocuğun en büyük özgürlüğü, kendi yaşamına dış etkilerden uzak yön vermesi değil mi?

                                                         Adil Hacıömeroğlu

                                                         26 Mayıs 2025

 

 

ESNAF DİLİNDEKİ OLUMLULUK (Pazar Yazıları)


İnsanımızı, binlerce yıldır tarihin derinliklerinden bugüne dek getiren birçok erdemleri var. Bu erdemler, insanımızın uluslaşmasında, sağlam bir topluluk olarak yaşamasında çok önemli etken. İnsanlık erdemleri kişiye; umut, olumlu düşünme, gönüllere girme, sağlam ve uzlaşmacı insan ilişkilerini davranış olarak benimsetir. Böylece erdemli bir toplumun oluşmasının yolu açılır.

Toplumun oluşmasında esnaf kültürünün, davranışının çok önemli bir yeri var. Öncelikle esnaf, güvenilir kişi olmalı. Sözünün eri, vicdanın sesi, güzel davranışın örneğini benliğinde var etmeli. Esnafın tartısı şaşmamalı, eli hileye varmamalı. Gözü, onu ayakta tutan müşterisinin cebinde hiç olmamalı. Açgözlülük, bir esnafın kitabında yazmamalı.

Hangi dükkâna girerseniz girin herkesin görebileceği bir yerde “Müşteri velinimettir.” yazar. Peki, “velinimet” nedir?

“Velinimet” sözcüğünün TDK Türkçe Sözlük’te anlamı: “Bir kimsenin iyiliğini gördüğü, birçok şeyini ona borçlu olduğu kimse, ana” olarak açıklanmakta. Demek ki esnafın iyilik görmesini sağlayan, onu var eden müşterileri. Onlar, birçok şeyini müşterilerine borçlular. Böyle olunca da müşteri kırmayan, olumlu bir esnaf dilinin olması da olağan.

“Velinimet” aynı zamanda “ana” anlamındadır. “Ana” doğurgandır. Müşteri de sürekli esnafa para kazandırır. Bu ekonomik açıdan bir doğurganlık değil mi?

Türk esnafı, alışverişe gelen müşterisine istenen mal elinde olmasa bile “Yok!” demez. Girersiniz dükkândan içeri. Önce selam verip “Hayırlı işler” dilersiniz. Esnaf selamınızı oturduğu yerden kalkarak alır. İyi dileğinize de “Sağol” sözüyle yanıt verir.

“Zeytinyağı alacaktım bir kilo…” dersiniz.

O: “Kalmadı…” der. Bakınız “yok” demedi, “kalmadı” dedi. Çünkü “yok” demek olumsuzluk, uğursuzluk, kısmetsizlik…

“Bir şişe ispirto istiyorum.”

Esnaf: “Kalmadı, en son şişeyi az önce sattım. Yarın öğleden sonra gelir, size ayırırım bir şişe.” Yine “yok” demedi o. Belki de ispirtoyu uzun zamandır bulundurmamıştır raflarında. Ancak ne de olsa karşısındaki velinimeti... Onun memnuniyeti önemli ve öncelikli. Ne yapıp edip istenen mal bulunmak zorunda.

Esnafın dilinde “yok” yoktur. Yoksa bulma zorunda… Yokluk yıllarında bile dükkânın eşiğinden adım atan müşteriye “yok” demedi esnaf. Hep “kalmadı” sözüyle anlattı rafında olmayan malı. Çünkü “yok” sözü, yokluğu ve çaresizliği çağrıştırır, onun topluma kök salmasına yol açar. Bu büyük bir çöküş, tükeniş, olumsuzluk… İnsanlar; olumsuz düşünmeye, çaresiz bırakılmaya, onları umutlarını tüketmeye alıştırmamalı. Onların bilinçaltlarına umut kırıcı sözler yerleştirilmemeli. Umutsuzluk, olumsuz düşünme, çaresizlik davranışa dönüşmemeli.

Dünyanın hiçbir yerinde esnafımızın “yok”u yok eden diline rastlayamazsınız. Bu dil, bize özgü. Bilmeyenlerin bu dile alışmaları, “kalmadı” demenin altında yatan erdemi anlamaları epeyce zor.

Son yıllarda vahşi kapitalizmin gereği olarak tekelleşme söz konusu. Ülkemizin her yanına yayılan marketlerde artık esnafın “yok yerine, “kalmadı” diyen tatlı dilli, sıcak gülüşlü yüzünü göremiyoruz. Marketler, mahalle bakkalını ve diğer esnafı yok ederken umutsuzluğu toplumdan silen bir dili de ortadan kaldırıyor.

Yakın bir zamanda istediğimiz malın olmadığı dükkânlarda biz “yok” yerine “kalmadı diyen esnafları görmeyeceğiz artık. Vahşi kapitalizm, yaşamımızdan değer verdiğimiz her şeyi bir canavar gibi yok ediyor. Toplumsal erdemlerin yok olması da sosyal çürümeye neden oluyor. Giderek yardımlaşma ve dayanışma alışkanlığımız da bu nedenle zayıflamakta.

Önlüğüyle müşterisini ellerini önüne saygıyla bağlayıp gözleriyle gülerek karşılayan esnafımızın “kalmadı” diyen sesini çok özleyeceğiz.

                                                                  Adil Hacıömeroğlu

                                                                  25 Mayıs 2025

 

ERKEKLER, EVDEN NİYE UZAKLAŞIR?


Bazı erkekler ister istemez eşlerinden, evlerinden uzaklaşır zamanla. Oysaki evlenmeden önce bu erkekler, eşlerine derin bir sevi duyarlardı. Eşlerini çok yüceltip saygıyı ve sevgiyi eksik etmezlerdi. Onlara, herkesten çok güvenirlerdi. Öyle çiftler vardır ki, yaşadıkları sevi dillere destandır. Zaman gelir bakarsınız herkesin hayranlıkla baktığı ilişki, çatırdamaya başlar. Peki, neden?

Eşince sürekli eleştirilen bir erkek, evden de karısından da soğumaya başlar. Bu eleştiriler, zamanla suçlamaya dönüşür ne yazık ki. Hele bu eleştiriler onun kişiliğini, kazancını, yaptığı işi küçümseyerek yapılıyorsa bu soğuma hızlanır. Bir erkeğin evde yararsız biri olarak görülmesi, onulmaz olumsuzlukları ortaya çıkarır. Anlaşılacağı üzere yuvaya yapıp ayakta tutması gereken kadın, kendi eliyle kendi yuvasını yıkacak taşları döşemeye başlar. Bu suçlamalar, olumsuz eleştiriler çocukların yanında yapılıyorsa evin birliği bozulur, dirliği de kalmaz. Böyle bir ortamdaki çocuğun anne ya da babaya saygı duyup güvenmesi gittikçe zayıflayıp zamanla ortadan kalkar.

Neredeyse her gün, her an bir tartışma ve yapay sorunlarla karşılaşan erkek, mutluluğu da erinci de ya dışarda arar ya da evde de olsa kendini başka şeylerle meşgul eder. Eşiyle konuşmak istemez. Bu, zamanla içe kapanmaya, kendini evde olup bitenden soyutlamaya götürür. Bunun da en büyük zararı çocuklara dokunur. Bir annenin kendi doğurduğu çocuklara bu denli zarar verebileceği düşünülemez bile. Ancak ne yazık ki bunun yaşandığını gözlemlemekteyiz.

Neredeyse her gün evinin kapısında asık yüzle karşılanan bir erkek, evinden giderek soğur. Her sabah uyandığında hem asık yüz hem de sitemle karşılanan birinin evine, eşine bağlılığı sakatlanır. Bu durum, bir kadının bilerek ya da bilmeyerek başta çocuklarına, kendine ve eşine yaptığı en büyük kötülük. Erkeği hem evden hem de kendinden uzaklaştırmanın bir yolu bu. Ne yazık ki toplumumuzda sıkça karşılaştığımız bir durum bu.

Bir eş, evin erkeğini başkalarıyla kıyaslamamalı. Bu durum, zamanla sevgiyi de saygıyı da bitirir. En önemlisi de eşler arasındaki güven duygusunu yok eder. Böyle bir durumda erkek; kendini yetersiz, işe yaramaz olarak görür. Bu da onun için çok incitici, aşağılayıcı bir durum.

Bir erkeğin ailesi, özellikle de annesi kötülenmemeli eşince. Dünyanın hiçbir yerinde hiçbir erkek, hangi koşulda olursa olsun annesinin kötülenmesine sessiz kalmaz. Aslında bir eş, bunu yaparken kendi çocuklarına büyük bir kötülük yaptığının, yanlış örnek oluşturduğunun farkında bile değil. Çünkü kişi, ektiğini biçer yaşamında. Eğer erkek çocuk annesiysen yarın da gelinin aynısını sana yapar ve çocuğunu mutsuz yapıp onu senden koparır. Bu nedenle sana yapılmasını istemediğini sen de başkasına yapma!

Toplumumuz giderek duygudaşlığını yitirmekte. Oysa duygudaşlık yaparak doğru davranışı yapmak çok kolay.

Evlilik kurumunun yürütülmesinde en önemli şey, sevginin yanı sıra saygı. Saygı, tekil bir biçimde düşünülmemeli. Evlendiğiniz kişinin ailesini, yakınlarını çok sevmek zorunda değilsiniz; ancak saygı duymak zorunlu. Saygının olmadığı yerde sevgi tükenir. Sevgi ve saygının olmadığı bir evde güvenin kırıntısını bulamazsınız.

Sağlıklı çocukların yetişmesi için sağlıklı aileler gerekli. Aslında dünyanın en büyük tansığı olan çocuklarımızı, çoğu zaman biz kendi ellerimizle mutsuzluğa, başarısızlığa ve kötü işler yapmaya itiyoruz. Onlar, dünyanın en güzel varlıkları olarak doğuyorlar. Onların içine kötülük tohumlarını bizler ekiyoruz. Doğru anne ve baba olmak aslında elimizde ve bu, çok kolay. O zaman niye kolayı zor ediyoruz? 

                                                                  Adil Hacıömeroğlu

                                                                  23 Mayıs 2025

SEVGİSİZ ANNELER, DİSİPLİNSİZ BABALAR


Toplum hızla değişiyor, insan da... Toplumsal değişim; yaşantımızı, geleneklerimizi, alışkanlıklarımızı, kültürümüzü, bakış açılarımızı, beslenme biçimimizi, sorumluluklarımızı, insan ilişkilerimizi, en çok da aile yapımızı değiştirmekte. Toplumsal değişimin en çok etkilediği kesim ise çocuklar…

Toplumsal değişimin baş döndürücü olmasının birinci nedeni, ülkemizdeki hızlı ve plansız kentleşme… İkincisi ise teknolojinin, özellikle de bilişimin hızla gelişmesi ve yaşamımızı belirleyip biçimlendirmesi… Bu nedenle yaşamımızı, insanların bilinçlerinin oluşması, çocukların kişiliklerinin gelişmesi önemli ölçüde iletişim organlarının etkisiyle olmakta. Bu da aile bireyleri arasındaki ilişkileri zayıflatırken anne, baba ve çocuklar arasındaki ilişkileri koparmakta ne yazık ki. Çarpık ve plansız kentleşme ise bu kopuşu hızlandırmakta. Böylece aile içindeki ilişkiler, giderek yozlaşmakta. Bu yozlaşma hem aile hem de toplum dokusunu içten içe kemiren bir kurt gibi. Bu kurt, aile ve toplumu kemirdikçe semizleşip güçlenmekte.

Günümüzün anne ve babaları, toplumsal değişime ayak uyduruyorlar. Ayak uydururken yaşamımızda olması gereken birçok değeri, ev içindeki sorumluluklarını ve görevlerini terk etmekteler. Çünkü teknoloji, özellikle de sanal dünya hangi yaşta olursa olsun kişiyi tutsaklaştırmakta. Bu tutsaklık, birçok duygunun, alışkanlığın, sorumluluğun önüne geçmekte.

Teknolojiyi insan yönetirse çok yararlı bir şey; ancak teknoloji ve sanal dünya, insanı yönetirse burada büyük tehlike ortaya çıkıyor. Nedense günümüzde insanların çoğunu, teknoloji ve sosyal medya yönetmekte.

Çarpık kentleşmenin, sanal dünyanın egemenliğindeki birçok anne, ne yazık ki annelik sorumluluklarını zaman zaman unutmakta. Teknolojik bağımlılık, anne-çocuk ilişkilerini mekanikleştirmekte. Mekanikleşen ilişki, insan duygusunu giderek yok ediyor. Bu da çocukların en çok gereksinim duyduğu anne sevgisinden yoksun bırakıyor. Bu sevgiyle kişilik kazanır, insan olur çocuk. Anne sevgisinin yerini dolduracak hiçbir şey yok yeryüzünde. Bu nedenle kişi, hangi ortamda ve koşullarda yaşarsa yaşasın anne sevgisine muhtaç. İnsan yaşlansa da annesinin çocuğudur. Bu nedenle anne sevgisine gereksinim duyar.

Bir anne izlediği televizyon dizisini, sanal dünyada zaman geçirmeyi, alışveriş alışkanlığını çocuğundan üstün tutmamalı. Çocuklara verimli, yararlı, onun duygusal ortamını varsıllaştırıcı bir zamanı ayırmak zorunda. En önemlisi de çocukların sordukları her soruyu içtenlikle ve doğru olarak yanıtlamalı. Çocukların bazı soruları anne ya da babaya mantıksız gelebilir. Ancak çocuk, bu soruyu soruyorsa onun için önemli. Bu nedenle sorunun niteliği ne olursa olsun yanıtlanmalı. Bu, çocuğa verilen değeri gösterir.

Kimi anneler, çocuğuna sevgisini ona aldığı üst başla gösterir. Hiçbir giysi, oyuncak ya da ünlü bir aşevinde karın doyurmak; annenin içten bir dokunuşunun, sıcak bir sözünün, sevgi dolu bakışının yerini tutamaz. İnsan, duygusal bir varlık... İçindeki duyguyu yok ettiğinizde insan kalmaz, tinsiz bir eğin kalır ortada. Kişinin duygusal varlığını yok saymak, insanı yok saymaktır. Bu nedenle çocuklar, doğdukları günden başlayarak duygusal besine gereksinim duyarlar. Çocukların olgunlaşıp büyümesine, kişilik gelişimine en çok etki eden onların duygusal evreni değil mi?

Son yıllarda babalar, sorumluluk ve görevlerinden uzaklaşmaktalar. Baba, ev de hem otorite hem de merhametin, güvenin temsilcisi. Otorite, evde disiplini sağlar. Disiplin olmayan bir evde sorumluluk duygusu giderek yok olur. Kimse görevini yapmaz böyle olunca. Evde bir başıbozukluk söz konusu olur bu durumda. Başıbozukluk, içsel çatışmaları yaratır. Sosyal medya dünyası babaları da tutsaklaştırmakta. Ayrıca yozlaşan kent kültürü, geçim zorlukları, toplumsal çürüme, sosyal kokuşma onları çoğu zaman çaresiz bırakmakta. Toplumsal baskılar, sosyal medya etkisi onu etkiliyor. Bu nedenle çocuklarına ayırması gereken zamanı, sosyal medyada harcamakta. Çocuk, babasıyla söyleşme ve verimli zaman geçirme, onu örnek alma olanağı bulamadığından kişiliğini geliştirip özgüvenini oluşturamıyor.

Baba, aynı zamanda evdeki kişilerin sırtını dayayacağı bir ulu dağ. O ulu dağ, güvenin temeli. Eşler evlendiklerinde nikâh memurunun son tümcesi: “Sizi karı koca ilan ediyorum.” değil mi? “Koca” sözcüğüyle anlatılan koca dağdır. “Karı” sözüyle de o koca dağın başındaki “kar” anlatılır. “Karı” sözcüğünün kökü, “kar”. “Kar” aklığı, temizliği, sevgiyi, güzelliği simgeler. Kar, hiç erimeden ancak koca dağın başında bulunur. Koca dağ olmayınca ne kar kalır ne de güven. Bu nedenle dağın suları, selleri, canlılığı için kara; karın da yaşaması, dağın karı olarak kalması için dağa gereksinimi var. Bu gerçek, iyice bilinip içselleştirilmeli. Karsız dağ, dağsız kar olmaz. Çocuk da dağın bağrında büyüyen, karın sevgi sularıyla boy atan fidanlar değil mi?

                                                         Adil Hacıömeroğlu

                                                         22 Mayıs 2025

BASKIN ANNELER, EDİLGİN BABALAR


Bazı evlerde anneler çok baskın, babalar ise ilgi çekici biçimde edilgindir. Dışarıdan bakan kimileri; bu durumun bir uyum, düzen, iyi anlaşma, hatta sevgi ile ilgili olduğunu söylese de gerçek böyle değil. Edilgin baba, etliye sütlüye ve evde olup bitene karışmaz. Bu nedenle dışardan bakan biri de onun ne denli uyumlu bir kişi olduğunu düşünür. Oysa bir evde her gün olumlu ya da olumsuz birçok söz söylenir, davranış sergilenir, olay yaşanır.

Ev, toplumun küçük bir birimi. Toplumda olanların çoğu, evde de olur. Evde baskın annenin her dediğinin olması demek, ortak usun kullanılmamasının göstergesi. Ortak us kullanılmadığında doğru düşüncelerin oluşması, yararlı kararların ve tavırların alınması zorlaşır; hatta olanaksızlaşır. Bu da evde birçok şeyin yanlış gitmesine neden olur.

Anne ve babanın kendi rollerini doğru olarak ortaya koymamaları, çocukların yanlış kişilik gelişmelerine neden olur. Anne, annedir, baba da baba. Herhangi biri, karşısındakinin kimliği altında bir rol üstlenemez. Bu nedenle her ikisi de eşit biçimde sorumluluklarını yerine getirmeli evde. Böyle olmadığında çocuklar tek kanatla uçmaya çalışır. Tek kanatla da uçamayacaklarına göre yaşamları ağır aksak, yalpalayarak ve bir yanları eksik sürüp gider.

Bazı evlerde anne oldukça baskındır. Baba ise kimi zaman evde kavga gürültü çıkmasını istemediğinden, kimi zaman da kendi doğası gereği silik, çekingen, sessiz ve geride durur. Bu durum, öncelikle erkek çocukları olumsuz etkiler. Bu, erkek çocuk için büyük çelişkiler yaratır. Böyle bir durumda erkek çocuğun evde örnek alacağı bir babası yoktur. Çocukta kişiliğin oluştuğu bir dönemde baba örneğinin olmaması, onun için büyük sorunları oluşturur. Oluşacak kişilik bozukluklarının sağaltımı oldukça zor. Çünkü zamanında oturmayan kişilik özelliklerinin yerine yeni bir örnek konamaz. Bu da annenin bilerek ya da bilmeyerek baskın olması yoluyla çocuğuna verdiği en büyük zarar.

Edilgin, silik, sesiz babaları örnek alan erkek çocuk; erkek olmayı edilgin, silik, sessiz, bir yana çekilip hiçbir şeye karışmayan kişi olduğunu sanır. Bu örneği, kendine kişilik edinir. Bu da onu yaşamı boyunca ezilen, hakkını arayamayan, başarılı olamayan birine dönüştürür. Böylece anne ve baba farkında olarak ya da olmayarak kendi elleriyle deyim yerindeyse erkek çocuklarını harcarlar.

Erkek çocukların edilgin bir örnekle yetişmeleri, çoğu zaman bastırılmış bir öfkeye dönüşür. Bir zaman gelir ki o sessiz, silik sandığımız çocuk, büyük öfke patlaması yaşar. Bu durum da en çok kendine ve çevresine zarar verir. Bu patlamadan anne de baba da payını alır.

Erkek çocukların olumlu baba örneği olmadığında ikinci yapacakları şeyse yaşam boyu erkekliklerini kanıtlama savaşıdır. Bu savaşı sürdürürken kendisine ve çevresine zarar vermesi, kimi zaman da toplumdan dışlanması söz konusu. Çünkü böyle bir çabanın çevresindekilerin ilgisini çekmemesi olanaksız. Bu durum hem tinsel hem de sosyal bir bozukluk.

Kız çocuklar da baskın anneden etkilenir. Onlar da bazı olumsuz davranışların içine girer. Kimi kişilik bozuklukları ortaya çıkar bu kızlarda. Kız çocuk, annenin gücünü örnek alır. O da aynı davranışları sergilemeye başlar. Ancak yarın öbür gün karşısına nasıl birinin çıkacağını bilemez. Baskın ya de edilgin olmayan bir erkekle evlendiğinde işler içinden çıkılmaz duruma gelir. Böyle kızların bu durumda sert kayaya çarptıkları söylenebilir. Bu da mutsuz bir evlilik, geçimsiz ve kavga gürültünün eksiz olmadığı bir evi ortaya çıkarır.

Baskın anneleri örnek alan kızlarda ikinci duygu ise yalnız kalma korkusu. Çünkü kendisini çok güçlü sanıp insanlarla ilişki kuruduğunda birçok uyumsuzluk ortaya çıkar. Bunu anladığında da ya boyun eğer karşısındakine ya da kusursuz ve uyumlu davranma isteği gösterir. Bu da onu, gerçek kişiliğinden uzaklaştırıp olması gerekenden çok uzak kalmasına neden olur.

Bazı kadınlarda her dediğini yaptırma gibi bir anlayış var. Çoğu zaman bunu bir inada, yaşam biçimine dönüştürür. Eşine üstün gelmeyi, bir başarı olarak görür. Zaman zaman bu durumuyla da gurur duyar. Oysa karşındaki senin eşin… “Eş” ne demek? Birbirine eşit demek. Karı ve koca birbirlerine üstün değil, eş olmalı. Evliliğin tüm erdemi de eş olmakta.

Kadının gücü sevgisinde, uyumunda, yapıcılığında, anlayışında, çözüm bulma becerisinde. Erkeğin gücü ise koruyuculuğunda, acıma duygusundan kaynaklanan özverisinde ve hoşgörüsünde, yön gösterici olmasındadır. İşte, bu iki güç birleştiğinde aile olunur ve sağlıklı çocukların yetişmesi sağlanır. Ev, güç savaşının verileceği bir alan değil; güçlerin birleştirileceği bir yer. Güç savaşı verildiğinde çocuklar ezilip tinsel olarak yok olur.

                                                                  Adil Hacıömeroğlu

                                                                  21 Mayıs 2025

 

19 MAYIS 1919 PAZARTESİ


Mustafa Kemal ve arkadaşları, 16 Mayıs 1916 günü İstanbul’dan Samsun’a gitmek için Bandırma Vapuru ile hareket ettiler. Vapur, Kız Kulesi önünden demir aldığında bu zor yolculuğa çıkanların yüreklerindeki umut da büyüdü. Kurtuluşa olan inanç, herkesin yüreğini kapladı bir anda.

“Bandırma vapuru, İtilaf Devletleri’nin koyduğu rejim gereği Kız Kulesi önünde muayene olunmak üzere durdurulmuştu.

Vapura birtakım yabancı zabit ve neferleri girip çıktı.

Mustafa Kemal, vapurun hareketten alıkonulacağını sezerek kaptana şu emri verdi:

‘Bütün süratinle Karadeniz’e!’

Vapur kalktı. Boğaz geçildi. Karadeniz’in yüksek ve azgın dalgaları arasında ilerlemeye başladı.

Vapur Karadeniz’e açıldıktan sonra Mustafa Kemal bir aralık kaptanın [İsmail Hakkı Durusu-A.H] yanına çıktı ve vapurun takip ettiği yolu sordu.

Tam Efendi Baba, deryadil bir kaptan, takip edeceği yolu tahminle, kesin kararlaştırmadan tespit edeceğini söyledi. Çünkü yeni memur olduğu vapurun pusulası bozuk; paraketesi yoktu…

Bunun üzerine Mustafa Kemal, kaptana şu talimatı verdi: ‘Sahile yakın bir rota çiz ve hep buna göre vapuru yürüt!’

Bu rota üzerinde hep sahil boyunca yol alan Bandırma vapuru; bin zorluk ile ve bata çıka, üç günde Sinop’a varabildi.

…..

Dalgalar arasında yuvarlanarak sonunda 1919 senesi Mayıs’ının 19. günü; Türk tarihinin bu en büyük kutsal günü, salı [Bu, pazartesi olmalı. A.H.] sabahı Samsun’a varıldı. (Atatürk’ün Yaveri Cevat Abbas Gürer Cepheden Meclise Büyük Önder ile 24 Yıl, Derleyen: Turgut Gürer. Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, 3. Basım, Nisan 2018, İstanbul, s. 117-118)” Cevat Abbas Gürer, Atatürk ve arkadaşlarının İstanbul’da ayrılışını ve Samsun’a varışlarını kısaca böyle anlatmakta.

“19 Mayıs 1919 sabahı saat 6’da güzel bir havada Samsun’a geldik. İşte bugün Kurtuluş Savaşı’nın ve devrimin başlangıcıdır. (Hüsrev Gerede’nin Anıları Kurtuluş Savaşı, Atatürk ve Devrimler, Hazırlayan Sami Önal, Literatür Yayıncılık, Altıncı Basım, Haziran 2022, s. 27)”

Mustafa Kemal Paşa, İstanbul hükümetince Samsun’a yurdu kurtarmak için değil, İngilizlerin isteğiyle Karadeniz Bölgesi’ndeki azınlıkların korunması için gönderildi. İngilizler, bölgedeki Türklerin Rumlara saldırdıklarını öne sürerek buradaki Hıristiyan halkın korunmasını istedi. Atatürk, bu amaçla Samsun’a gönderilse de önceden planladığı gibi ülkemizin kurtuluşu için bir fırsata dönüştürdü bu görevlendirmeyi.

Hüsrev Gerede, bölgedeki Pontus etkinliğini şöyle anlatmakta: “Samsun’da, Amasya, Samsun ve yöresinin ünlü komitecisi, eşkıya Rum Metropoliti Yermanos, Pontus Rum Hükümeti propagandası yaparak örgütlenme peşinde koşuyor. (Aynı yapıt, s.27)” Metropolit, çekincesiz olarak Pontus devletinin temel taşlarını döşerken İstanbul Hükümetinin bunu görmemesi çok ilginç.

19 Mayıs 1919’da birliğinden terhis edildiği için Samsun’da buluna Recep Ünal (Kürt Recep) Metropolitin yıkıcılığının tanıklarından biri. “…Bir gün kahvede oturuyorduk. Rumlar, 3-5 kişilik gruplar halinde dolaşıyorlardı.

Nedenini sorduk, biri İstanbul’dan Bandırma Vapuru ile şehzade geliyormuş, dedi. Onu karşılayacaklardı. Biz de gidelim, görelim dedik.

Gittik. İskelenin üstü Rum dolu idi. Arkadaşım rahmetli Fehmi Ali ile idik. Gelen şehzade Rum mu ki, her taraf dolmuş, dedim. Denizden duman göründü. Bir yaygara koptu. Limana gelen İngiliz zırhlısı idi. Bir filika indi. Ne görelim 2 metreye yakın boyu, sakalı göbeğinde, Musa gibi asası elinde, 30 santim kadar haçı göbeğinden sarkan bir adam indi. Papaz Yermanos. Kimi elini öpüyor, kimi sakalını. Bu mu şehzade diye güldük. Akşamüzeri Frenk Kilisesinden bir uğultu geldi, bağırıyorlardı: ‘Kahrolsun Türkler…’ (Belge ve Tanıklarıyla Samsun’dan Ankara’ya, Baki Sarısakal, Samsun Büyükşehir Belediyesi Kültür Yayınları, Birinci Kitap, Mayıs 2008, Samsun, s. 295)” Pontus Devleti kurma çabası içindeki Metropolit, İngiliz zırhlısıyla geliyor Samsun’a.

Atatürk’ün 19 Mayıs sabahı Samsun’da Tütün İskelesi’nin tanıklarına kulak vermeli burada. Açıkta demirleyen Bandırma Vapuru’ndan Paşa’yı almaya gitmek için altı gencin kürek çektiği üç çifte kayık çıkmıştı. Bunlardan birinde dümenci olarak bulunan Karakaş Mustafa’nın anlattıkları çok önemli.

“19 Mayıs sabahı saat sekiz. Sert poyrazlı bir hava. Altı gemici ve ben, hafif çırpıntılar içinde sallanan sandalımızda hep birden, gözlerimizi bir noktaya dikmiş bekliyorduk. İşte Fener Burnu’nda ufak bir gemi göründü: bu Bandırma idi. Mustafa Kemal geliyordu. Bandırma süzüldü ve demirledi. Geminin güvertesine çıkıncaya kadar geçen zamanı hatırlamıyorum. Yalnız onun mavi gözleri hala gözlerimin önündedir. Yanında altı kişi vardı. Kim olduklarını halen de bilmiyorum.

Sandala bindik ve sahile doğru yol aldık… Sahile gelmiştik. Tütün İskelesine çıktık. Belediye Reisi yok. Mutasarrıf yok. Neden bilmiyorum. Bunların hepsi kaybolmuştu.

Mustafa Kemal Paşa’yı şehir adına Boşnakzade Süleyman Bey ile Mavnacılar Cemiyeti Reisi Hacı Molla Dursun çıktığımız meydanda ürkek nazarlarla karşıladılar ve hoş geldiniz dediler.

Karakaş, Cumhuriyet Meydanı’nı işaret ederek:

-Buraları o zaman mezarlıktı. Gazi’yi buraya kadar getirdim. Ara sokaktan geçtik. Onu Mıntıka Palas Oteli’ne yerleştirdik. (Aynı yapıt, s. 294)” Bu anlatımdan da anladığımız gibi Osmanlının kentteki yöneticileri, sanırım İngilizlerin ve Rum çetelerinin korkusundan olacak Atatürk’ü karşılamaya bile gelememişler.

Atatürk’ü ve yanındakileri karaya çıkaran sandallardan birinin sahibi, İsmail Yurtsever’di. O zaman Paşa’yı tanımadığını söylüyor. İstanbul’da askerken terhis edilip Samsun’a döner. Mesleği olan sandalcılığa başlar. Bir gün merkez kumandanlığından kente bir subayın geleceği söylenir onlara. Bunun için de iki kayık hazırlanması istenir onlardan. 18 Mayıs’ta gece boyunca beklerler. Bandırma gelmez.

“Sabah oldu. Yani 19 Mayıs günü yine gelmemişti. Artık bu vapur herhalde gelmeyecek diye evlerimize gitmek istedik. Kara Samsun’un üzerine vapuru gözlemeye çıkan subaylar, vapuru açıklarda dalgalarla boğuştuğunu ve Samsun’a doğru da gelmekte olduğunu görürler. Hemen iskeleye geldiler, bizlere vapurun açıktan geldiğini söylediler. Biz de tabii bekledik.

Vapur geldi. Küçücük Bandırma Vapuru. Vapurun kaptanı Samsun Limanı’nı iyi bilmediği için Kalyon Burnu dediğimiz şimdiki rıhtımın başına demirledi. Vapura gittik Mustafa Kemal Paşa’yı ve arkadaşlarını vapurdan aldık. Bizim yolcu iskelesi sığ olduğu ve dalgalar yardığı için bir tehlike olmasın diye Merkez İskelesi’ne [Eski Tütün İskelesi] çıkardık.

İskele başında ilk mebuslardan Boşnakzade Süleyman Bey ve Mavnacılar Kâhyası Hacı Molla Dursun Efendi şehir namına hoş geldiniz dediler. İşte Mustafa Kemal Paşa’yı bu şekilde çıkarmış olduk.

Atatürk’ü sandalda ve Samsun’da iken geniş yakalı lejyon kaputu ve başında kalpakla gördüm. (Aynı yapıt, s. 294)”

Mustafa Kemal Paşa, 19 Mayıs’ta Samsun’a çıktığında görgü tanıklarının anlattıklarına bakılırsa kısıtlı bir resmi karşılamanın dışında önemli bir şey olmamış. Zaten Atatürk, asıl amacını Havza’da açıklayacaktır.

Atatürk’ün Samsun’a gitmesi, ülkemiz için büyük bir umut yarattı. Sonrasında bu umut, yürek yürek büyüyerek Türkiye oldu. Bugün bir yurdumuz varsa onu, Atatürk’e borçluyuz. Bu nedenle ona ne denli minnet duysak azdır. Bunun bilinciyle 19 Mayıs’ta, Samsun’da başlayan Kurtuluş Savaşı’mızın 106. Yılı kutlu olsun.

Not: Anlatılanları desteklemek açısından Havza Genelgesi başlıklı yazımı https://adiladalet.blogspot.com/2023/05/havza-genelgesi.html okuyabilirsiniz.                                                                         

Adil Hacıömeroğlu

                                                                  19 Mayıs 2025

 

KIRMIZI BUĞDAY


“Kırmızı Buğday” türküsü, son yıllarda çok sevilip söylenir oldu. Birçok kişinin dilinden düşmüyor bu Manisa türküsü. Ezgisi ve sözleri, söyleyeni de dinleyeni de çok etkilemekte. İnsanın içine işleyen türden bir türkü. Peki, bu türkünün ortaya çıkması nasıl oldu? Halkımız, hangi koşullarda yüreğimizi yakan böylesine güzel bir türküyü yaktı?

Türkünün öyküsü, aslında Yunanlıların 15 Mayıs 1919’da İzmir’i işgaliyle başlar. Bu sırada Manisa Cezaevi’nde gardiyanlık yapan yürekli bir adam vardır: Adı, Parti Mehmet Pehlivan. Yurt sevgisiyle yanıp tutuşan bir adamdır Parti Pehlivan. İşgalin genişleyeceğini öngörerek yurdun savunulması için sorumluluk duyar. Sorumluluğunun, yurtseverliğinin gereğini yapmak için kolları hemen sıvar. Cezaevinde yatan tutuklu ve mahkûmlara işgale karşı direnişe katılmaları durumunda özgür kalacaklarını söyler. Bu güzel öneriyi kabul eder tutuklu ve mahkûmlar hem de düşünmeden. Yurt savunması söz konusu olduğunda uzun boylu düşünülecek ne var?

Parti Mehmet Pehlivan, özgürlüklerine kavuşturduğu mahkûm ve tutukluları silahlandırıp bir akıncı birliği oluşturur. Bu akıncı birliğinde biri vardır ki kısa sürede herkesin ilgisini çeker yurtseverliği, yürekliliği, gözü pekliği ve savaşçılığıyla. Bu yiğidin adı, Ali Osman Efe’dir. Efe, Aslen Bergama’nın Alibeyli köyünden. Çok esmer olduğu için ona, işgalciler Yunanca “kara” anlamına gelen “Mavro” adını vermişler. Ali Osman Efe’nin Arap olduğu söylenir. Çünkü ülkemizde Afrika kökenli zenciler, ten renklerini belirtmek için “Arap” adıyla anıldı yüzyıllarca. Mavro’nun yardımcısı da Afrika kökenli bir yurttaşımızdı. Bu nedenle bu iki kahramandan, işgalciler “mavrolar” diye söz ederlerdi.         

Parti Mehmet Pehlivan müfrezesi, bir yandan işgalcilerle çarpışırken diğer yandan da adam ve yardım toplamak için yerleşim yerlerine gidiyorlardı. Menemen çevresi ile Manisa’nın merkez köylerine uğruyorlardı bu amaçla. Bir gün Manisa’nın Sümbüller Köyü’ne gittiler. Halkı, köy meydanında toplayıp amaçlarını anlattılar. Halkın arasında çevrede “Şeyh” olarak tanınan Derviş Mehmet de vardır. Parti Pehlivan, söze şöyle başlar: “Menemen’i Yunan vurdu. Ezan sustu; mala cana, ırza tecavüz ediyorlar. Buralara da gelirlerse aynı şeyleri yapacaklardır.” diyerek direnişi güçlendirmeyi amaçlamaktadır.

Parti Pehlivan, sözünü bitirmek üzereyken Derviş Mehmet: “Ayağınızı denk alın!” diyerek araya girer. “Ben Yunt Dağı’na kadar bu köylerin tarikat şeyhiyim. Bizim tarikatımız kurşun atmayacak.” der. Mehdi gelmeden kimseyle savaşmayacaklarını da belirtir Derviş Mehmet. Bu sözlerle Yunan işbirlikçisi olduğunu da açıkça dile getirir.

Derviş Mehmet’in yurda ihanet dolu sözlerine, akıncılar büyük tepki gösterir. Ali Osman Efe, silahını Derviş’e doğrultarak: “Bundan başlayalım, belli ki gâvurla anlaşmış.” der. Amacı, bu haini temizlemektir. Parti Mehmet Pehlivan, kızanlarına silahlarını indirmeleri için işaret eder. “Sizin tarikatınız gâvur tarikatı mıdır ki, gâvura kurşun atmaz, ne biçim laf edersiniz?” der.

Akıncılar müfrezesi, bu ihanete karşı nefret duyarak köyden ayrılır. Böylece Derviş Mehmet de canını kurtarır yeni ihanetler için.

Ali Osman Efe’nin kurşunlarından kurtulan Derviş Mehmet, yıllar sonra yeniden sahneye çıkar. 23 Aralık 1930’da Öğretmen Asteğmen Mustafa Fehmi Kubilay ve bekçilerimiz Hasan ile Şevki’nin şehit olmasına yol açan Cumhuriyet’imize karşı ayaklanmanın başını çeker. Sonrasında mahkeme kararıyla idam edilir. Eğer Efe, onu orada vursaydı Kubilay olayı belki de olmayacaktı.

Ali Osman Efe ve kızanları, Menemen Ovası’ndan ayrılarak Bergama’ya gelirler. Burada baskın yaparak işgalcilere önemli yitikler verdirirler. Efe’nin kızanları gittikçe çoğalır. Ünü, dört bir yana yayıldı. İşgal güçlerine karşı önemli saldırılar yaptı çete. Yunanlılar, Ali Osman Efe’yi tuzağa düşürmek için olağanüstü çaba gösterdiler. Efe’nin başına 300 bin Drahmi ödül koydular. Buna karşın Efe, her fırsatta işgalcilere ağır darbeler indiriyordu. Bergama’dan Soma’ya geçer Ali Osman Efe. Cinge cephesinde Yunanlılara karşı büyük kahramanlıklar gösterir. Böylece ünü daha da yayılır. Onun yiğitliği; dostu sevindirir, düşmanı üzerek kinlendirir.

Cinge cephesinde direniş tüm hızıyla sürerken Mavro Efe, Yunanlılarca pusuya düşürülür. Çapraz ateşe tutulan Efe, ağır bir biçimde yaralansa da kendini pusuya düşüren Giritli Sarı Yüzbaşı ile üç Yunan erini düştüğü yerden vurarak öldürür.

Ali Osman Efe’nin yaralanarak düştüğü yer, buğday tarlasıdır. Efe’nin kanı buğday saplarını, başaklarını kana boyar. Sarı buğday kırmızıya döner. Ayrıca heybesinde bulunan buğday kavurgası da kan içinde kırmızıya kesmiştir. Halkımız, bu yiğidi unutmaz. Onun bu kahramanlığını dizelerde yaşatır. Dizeleri söyleyen unutulur. Ancak bu sözleri, Ayaskent İmamı Ali besteler ve güzel bir türkü ortaya çıkar.

Türkünün ilk sözleri şöyle:

“Kırmızı buğday ayrılmıyor hadülen kanından

Can bulaşmış Ali Osman Efe’nin hadülen canından

Kurşun girmiş Efe’mizin hadülen dört bir yanından

Yürü serbest yürü beyaz Aşe’m örme saçlar sürünsün

Açıver ak gerdanını Aşe’m hadülen sinen görünsün

 

Göçbeyli altından selamet geçtim hadülen sağ geçtim

Sarıcalar deresinde pusuya düştüm kendimden geçtim

Aklımı zor topladım hadülen Cinge’ye dar kaçtım

Yeğitler yeğidi Ali Osman Efe’m yerde yatıyor

Heybesinde buğdaylar hadülen kanıyla yatıyor

 

Kırmızı buğday ayrılmıyor hadülen aman saçımdan

Mevla’m bana versin beyaz Aşe’m güzellerin gencinden

Kim ayrılmış ki hadülen ben ayrılem Aşe’m eşimden

Serbest yürü beyaz Aşe’m örme saçları sürünsün

Aç beyaz gerdanını da Aşe’m hadülen sinen görünsün”

Görüldüğü gibi türkünün sözleri iyice değiştirilmiş. Bugün söylenen biçimiyle bir sevi türküsü olmuş. Oysa düşmana karşı savaşırken yaralanmış bir efenin ölümcül bir biçimde yaralanmasını anlatıyordu. Keşke bu türküyü, özgün sözleriyle dinleyebilsek.

Ali Osman Efe’nin yaraları iyileşir. Öldü denen bir yiğidin kolayca iyileşmesi destanlaşır ve yukarıdaki dizelerde yaşatılır kahramanlığı. İyileşir iyileşmez cepheye koşar. Bu kez düzenli orduya katılır. Soma-Cinge cephesi komutanı Yüzbaşı Kemal Balıkesir’in komutası altında yiğitçe savaşır düşmana karşı. Düşman, İzmir’den denize dökülünce Efe’ye Atatürk tarafından İstiklal madalyası ve Alibeyli Köyü’nde altmış dekarlık bir arazi verilir. 1951’de sonsuzluğa göçer Bergama’da. Bu güzel ilçemizde toprağa verilir.

Türkülerimizin hepsinin tarihsel bir öyküsü var. Bu öyküleri bildikçe türküler anlam kazanır. Hem de türküler aracılığıyla tarihimize köprü kurarız. Ulusumuzun varlığı için tarihten ders çıkarmalı. Türkülerimizle yaşayalım, onları yaşatalım.

                                               Adil Hacıömeroğlu

                                               18 Mayıs 2025

.