BAYRAM SABAHI YALNIZLIĞI (Dinlence Yazıları 13)

 

        9 Temmuz 2022 Cumartesi sabahı gün ışıdığında ayaktaydım. Gece yine tetikteydim. Uyudum, uyandım Atacan’ın ateşine baktım. Her şey yolunda gitti. Çok derin uyumakta. Kusma ve ishal epey yormuş bedenini. Olağan durumlarda çok deli uyurdu. Yatağa sığmazdı. Dört dönerdi yatağın içinde. Bu gece kıpırdamadan yattı.

        İyi uyumadım, ancak kalkmalıyım. Bugün bayram… Kurban Bayramı… Sabah ezanını işittim. Ancak hasta çocuğu bırakamam. Bu nedenle çok istememe karşın bayram namazına girmedim.

        Bayram, kalabalıkla güzel… En azından camide bir kalabalık görür, bayramlaşırdım oradakilerle. Benim için de iyi olurdu. Çünkü oradakilerden bir kişiyi bile tanımıyordum. Tanımadığım insanlarla bayramlaşma duygusunu yaşamak isterdim. Benim için ilginç bir deneyim fırsatıydı. Ancak çocuğu bırakamam. Ya yeniden kusarsa…

        Odamızın kapısı havuz başına açılmakta. Sürgülü kapıyı açıp dışarı çıktım. Elimde kitapla kapının önündeki bir uzanağa oturdum. Kulağım odada, gözüm günün aydınlanmasında. Kitabı, bıraktım elimden. Gözüm Babadağ’da… Dağın ardı ışığa kesmiş. Dağın doruğundan ışık demetleri göğe ağmakta. Güneş, henüz kendini göstermedi. Çünkü dağın doruğuna tırmanıp tepeyi aşması gerek.

        Dağ, yarı aydınlıkken yamacı aşağı indikçe karanlık görünmekte. Alaca karanlık sanki içinde birtakım gizemler saklıyor. Yamaçlar aydınlandıkça gizemler ortadan bir bir silinmekte. Aydınlık, karanlığı yok ettiği gibi onun içinde saklanan korkutucu düşlemleri de ortadan kaldırmakta.

        Güneş, yavaş yavaş başını çıkarmaya başladı dağın doruğundan. Tepeler ışığa kesti. Göz kamaştırıcı bir ışık. Uzun süre bakmak olanaksız. Dağın tepesine büyük bir ampul asılmış gibi. Güneş büyüdükçe ışığı daha da çoğalmakta. Işık sonsuz bir erkeyle her yana yayılmakta. Gökyüzünün mavisi, biraz açıldı gibi. Beyaz bulutlar belirginleşmeye başladı. Yelin gücüyle yavaşça kıpırdayan bulutlar, güneşle bir ışık oyununun içinde. Güneş onları kovalayan ateşten bir dev.

        Güneş, dağları kucaklayıp koynuna alırken İlk çocukluk günlerimden beri anımsadığım tüm bayramlar gözümün önünden geçmekte bir bir. Hele ağız tadıyla kutladığımız bayramlar… Kalabalık ailemizde herkesin sabahın köründe ayağa dikilmesi. Uzun süren bayramlaşmalar… Bir gün öncesinden yapılan hazırlıklar… Tepsileri dolduran baklavalar, börekler… Kazanlarda pişen yemekler… Bayram sabahından başlayan eş dost, konu komşu, hısım akraba ziyaretleri… Herkesin yaşadığı yoksulluğa aldırmadan giydiği temiz ve yeni giysiler… Yeni olmasa bile o güne özgü bayramdan bayrama giyilen kıyafetler… Kucaklaşmalar sırasında yaşlı gözlerden dökülen inci taneleri… Bulutlanan gözler, titreyen dudaklar… Geciken akrabaları merak ettiğini belli etmemeye çalışan yaşulular… Gözlerini evin çevresindeki patikalardan ayırmayan nineler… Bahçedeki ulu ağaçların yıkılmaz dallarına çocuklar için kurulan kendir ipinden salıncaklar… Avlularda ardı arkası kesilmeyen çocuk çığlıkları… Bakır sinilere çarpan kaşık ve çatalın ritmik sesleri… Sininin çevresine herkes oturup sığsın diye büzülen anneler, babalar, büyükler… Kurban etinden yapılan ilk kavurmanın doyumsuz tadı… Yoksul komşunun onurunu kırmadan ona verilen armağanlar, kurban etleri… Çocuklara dağıtılan akide şekerleri… Şekerlerin keyiflendirdiği yüzler… Şekeri ağzında emmeyi beceremeyip çatır çutur dişleriyle kırıp yiyen küçük çocukların, şekerim bitti, diye ağlamaları… “Şekeri çiğneme dişini kırarsın.” diyerek çocukları uyaran büyükler… Ninelerin sandıktan dişsiz ağızlarıyla gülümseyerek çıkarıp çocuklara özenle verdikleri kokulu elmalar... Daha neler, neler…

        Usumda fırtınalar kopmakta. Ben, Babadağ’ın ardından doğan güneşe baktıkça usumdan bir yel esintisiyle geçip giden geçmişim. Şimdi hiçbiri yanımda yok! Onların hepsi Kaf Dağının ardında, bir buğulu camın görüntüsünde.

        Güneş yükseldikçe gökyüzünde, benim anılarımı alıp götürmekte. Anılarım, güneşle gökyüzünün sonsuzluğuna ağarken ben, yaşadığım gerçekliğe dönmekteyim. Önce Ankara’da yaşamakta olan annemi aradım. Bayramını kutladım. Kutladım mı, kutlamadım mı bu biçimde onun da farkında değilim. Gözlerindeki buğuyu düşledim, sesindeki titrekliği işittim. İşitince de yüreğimde fırtınalar koptu. Telefonu kapatınca oturduğum yere çakılı kaldım. Uzun süre kıpırdamadım. Annemle ilgili anılarım, bir film gibi geçiyor gözümün önünden. Verdiği emekleri üst üste yığsam Babadağ’ın doruğunu aşıp gider. Bize verdiği sevgiyi hiçbir şeyle kıyaslayamam. Onun büyüklüğü, evrene sığmaz.

        Yerimden kalkıp odaya girdim. Derin bir sessizlik var. Kahvaltı zamanı çoktan gelmiş. Bizimkiler mışıl mışıl uyumakta. İkisini de uyandırdım. Uyuyan birini uyandırmak en nefret ettiğim iştir. Kıyamam uyuyan birine. Ancak Atacan’ın ilaç içmesi gerek. Eşim de kahvaltıya yetişmeli. İkisi birden uyandı. Çocuğun bitkinliği geçmemiş. Birlikte kahvaltıya gittik. Buradaki garsonlarla tek tek bayramlaştık. Kimi elimi öpmeye kalktı, öptürmedim. Hepsi gurbette, sıla özlemleri derin. Benim onlarla bayramlaştığımı görünce belki de sıladaki büyüklerini düşündüler. Böylece içlerinde fırtınalar kopmuş olabilir. Bu sabah da bir lokma yemedi çocuk. Bir bardak ballı çay içti. Garsonlar çevresinde dört dönüyorlar bir şeyler yesin diye. Ama yok, yok, yok! Buna karşın ilaçlarını içirdim ona.

        Kahvaltıdan sonra havuz başında güneşlendik biraz. Ardından üçümüz birden yüzdük. Çocuğun yüzmesi güzel… Bu, bitkinliğini üzerinden attığının bir belirtisi. Yüzmesini istiyorum, belki iştahı açılır yemek yer diye. Nafile…

        Öğle yemeğine gittik. Yine bir şey yemedi çocuk. O tabağındaki yemeklere, yemekler de ona baktı. İlaçlarını içirip kalktık. Çarşıya yürüdük. Bir de gündüz gözüyle görelim bakalım. Geceki kokuşmuşluk, çürüme var mı diye. Gündüz sessizlik egemen çarşıya. Esnaf müşteri peşinde. Sahile indik. Paraşütçülerin inişlerini izledik bir süre. Birkaçıyla söyleştik. Ardından kumsala yürüdük. Bir şemsiye altındaki uzanağa oturup denizi izlemeye başladık. Hemen yanı başımıza iki kişi geldi. Para istiyorlar. Şemsiyenin gölgesinde uzanağa oturmak paralı. Gençlerle biraz söyleştik. Onlara takıldım. Ardından kalkıp gittik. Yasal olarak halkın olan kumsallar, halka paralı… Birileri, milletin kumsalında milletten para almakta. Bu, haksız kazanç değil de nedir?

        Otele döndük. Odamızın önündeki uzanaklara uzanıp bir şeyler içmekteyiz. Bir yandan da söyleşmekteyiz. İkindi vakti… Havuzdan birkaç adım uzaklıkta Trabzon hurmaları var. Yeşil meyveleri dallar taşıyamıyor. Bir aile ağacı incelemekteler. Az sonra bize doğru yürüdüler. Önce “İyi bayramlar…” dedim onlara. Sonra da meyvenin adını söyledim: “Trabzon hurması…” Ailenin erkeği karşı çıktı: “Buna Gürcü hurması denir.” dedi. İçimden kahkaha atmak geldi, ama olmaz. Yeni gördüğüm insanlar bu kişiler,  yakışık almaz.

        Hemen sordum: “Siz Rizeli misiniz?”

        “Evet!” dedi adam.

        Nereden mi bildim? Rizelilerin hepsinde olmasa bile çoğunluğunda Trabzon’a karşı rüştünü kanıtlama isteği var. Oysa kültürler aynı… Rize, yıllarca Trabzon’un bir ilçesi, bir sancağı olmuş. Yörenin deyişiyle aynı tavanın balığı iki kent.

        Neyse sözü uzatmayalım. Yanımızda yer açıp buyur ettik bu güzel aileyi. Önce Metin Yardımcı Bey ile tanıştık, sonra eşi Fatma Hanım ve kızları üniversiteli Petek’le. Söyleştik dereden tepeden. İçten insanlar. Akşam yemeğine birlikte gittik. Yemekten sonra gece yarısına dek bir şeyler içip söyleştik odaların önünde. Bu arada Metin Beylerin de oda komşumuz olduklarını belirteyim.

        Bir Trabzon hurması, bize bir dost aile kazandırdı. Ah, sen nelere kadirsin Trabzon…

                                                                       Adil Hacıömeroğlu

                                                                       25 Temmuz 2022

 

2 yorum:

  1. Kumsallar değil de şezlonglar paralı hocam. 5 m boşluk bırakmak şartıyla plaj işletmelerinin şezlong masa vs koyma hakkı var. O 5m'ye siz kendi şemsiyeniz veya oturağınızla oturursanız kaldırma hakları yok

    YanıtlaSil
  2. Ayy yazıktır Atacan’a, bir an önce iyileşir umarım.
    Trabzon hurması, Trabzon kokulu üzümü deyince benim şehrimdeki Rize ve Artvin’liler de hemen tepki veriyor. Halbuki Samsun’dan Batum’a kadar Trabzon ilçeleri buralar. Rus işgalinde Rize tek kurşun atmadan düşman askerini geçirmiş derler. Bir komşum var Rize’li “Büyükler şimdi Of’lular düşmana geçit vermez deyip ağaçlara tırmanarak Of’taki mücadeleyi izlemeye çalışırlarmış.” diye anlatıyor.
    Nedense rakip görüyor veya kendilerini öne çıkarmaya çalışıyorlar.
    Çaykaralı gibi. İyi bir şey yapınca Çaykar’alıyım, kötü yapınca Of’luyum dermiş.😜
    Ülke tarihine yön veren, son Roma imparatorluğu Trabzon. (Ama son zamandaki Of’lu siyasilerden ben de şikayetçiyim.)☹️
    Şükran Balekoğlu Yamak

    YanıtlaSil